POLİTİK GÜNDEMDE YENİ UNSURLAR
Geçtiğimiz aylarda politika gündemine bazı yeni
halkalar eklendi.İzleyenler biliyor; önce Ali
Fırat'ın çağrısı geldi, sonra YENİ-ÜLKE'de yapılan
"radikal solun birliği" tartışmasına
geçildi.Klasik bir birlik tartışmasından çok "HEP
tartışmasına dönüşen bu söyleşi de solda ilgiyle
izlendi. Daha sonra, ÖZGÜR HALK'ta Türkiye soluna
ve özellikle bazı kesimlere oldukça sert suçlamaların
yapıldığı yazılar okuduk. Ve nihayet, aynı süreçte
YENİ -ÜLKE'deki kısa bir röportajdan, yeni bir
partinin, Türkiye Devrim Partisi'nin kuruluşunu
öğrendik. Böylece gelişmeler belli bir noktaya
ulaşmış oluyordu.
Özellikle sonuncu olayı, alıştığımız anlamda "siyasetlere
yeni bir siyaset eklenmesi" olarak yorumlamak
mümkün değildi. Bundan daha değişik ve daha fazla
bir anlam ifade ediyordu. Dolayısıyla, olguların
sıralanışı ve vardığı nokta ister istemez Türkiye
devrimci hareketinin gündemine birlik ve ulusal
kurtuluş mücadelesiyle ilişkiler sorununu yeniden
sokuyordu. Gerçi, birlik sorunu solun gündeminden
hiç düşmemişti, kendi kavlince bir "birlik"
anlayışı savunmayan yoktu ortalıkta ve pratik
sonuç olarak nereye varırsa varsın tartışma hep
sürmüştü. Yeni gelişmeler yalnızca bunun boyutlandırılması
oldu. Doğaldır, bugün Türkiye Devrimci Hareketi
içindeki her hareket yelpaze içinde konumlanırken,
artık varlığı tartışılmaz olmuş bir başka güçle,
ulusal kurtuluş hareketiyle olan ilişkilerini
de şu ya da bu biçimde belirlemek istiyor. Ve
her iki düzeyde de birlik -ayrılık, ya da daha
genel bir kavram olarak " ilişki" sorunu
kendini duyuruyor.Ortaya nispeten yeni bir durum
çıkınca, insanlar ve yapılar bu yeni olgu ile
kendi ilişkilerini bir biçimde ortaya koymak istiyorlar.
Ya da zaten var olan pozisyonları itibarıyla bu
nispeten yeni durumun kendi açılarından anlamını
açıklama gereğini duyuyorlar.
Her halükarda bir şekilde tepki vermek canlılık
işaretidir ve "susmak-yok saymak"tan
iyidir.
İHTİYAÇ: HERŞEYİN ANASI
Herhalde herkes açısından nettir: Ali Fırat'ın
derinden duyduğu bir ihtiyaç var ve bunu söylüyor.
Son sekiz yılda bir yerden bir yere gelmiş ve
şimdi durduğu yerde buraya dek yalnız yürümüş
olmanın bedelini ödemiş bir halde dönüyor ve bir
şeyler istiyor. Bilinen konjonktürde buradan öteye
yalnız yürümenin belki olanaksız değil ama çok
zor olduğunu biliyor ve buna bir çözüm arıyor.
İfade tarzları, isteğin konuluş biçimi kuşkusuz
önemli ama bütün bunların ötesinde ihtiyacın kendisi
de çok açık ve net.. Belki basit bir " hegamonya"
isteği denebilir ama böyle de olsa keyfinden yapmıyor
bunu. Bir ihtiyaç var. Türkiye Devrimci Hareketi
ağır aksak yürüyor, ya da mevcut hızı ihtiyaca
denk düşmüyor. O zaman Ali Fırat doğaldır, arıyor.
Bulamıyor ya da bulduğu aradığı olmuyor. Ve bu
desteği bizzat kendisi yaratmayı düşünüyor. Olması
gereken olmayınca, "oldurulma" çabası
gündeme geliyor.
Doğrudur, yanlıştır; tartışacağız ama mantık böyle
işliyor.
Mantığı da tartışacağız. Ama ihtiyaç çok somut
ve tartışılmaz şekilde ortada duruyor.
TARTIŞMAYA BAŞLARKEN
O zaman birlik ve ilişkiler sorununa yeniden
dönmek ve farklı olguları, yeni olguları da gözeterek
tartışmak gerekiyor.
Tartışmak için önce taşlar konulmalı.
Taşlardan ilki "birlik" diye genel olarak
telaffuz edilen kavramın iç yapısı ve ayrımları
ilgili.
Öncelikle başlangıç olarak düzeyleri birbirinden
ayırmak ve bu yazının konusunu çekip çıkarmak
gerekiyor.
İkiye, hatta üçe ayrılmalı ve birlikte düşünülmeli:
Örneğin örgütsel düzey var. Politik çekirdek anlamında
örgütselliği kastediyoruz. Bu düzeyde yalnızca
ideolojik anlayış, politik strateji, çalışma-mücadele
tarzı vb. konularında birbirine çok yakın düşen
devrimci yapılar düşünülebilir. Böylesi yapılar
oldukça farklı bir düzeyde farklı bir "birlik"
sahiptirler ki bu durum şu anda değinmeyi düşündüğümüz
konunun biraz dışında kalıyor. En azından zemini
böyle bir zemin değil.
Bir diğer düzey, konulara-alanlara özgü, yerel
ya da genel olabilecek işbirliği-güçbirliği düzeyidir
ki bu konuda hiçbir önyargıya, geçmişin "halk
safları" saçmalıklarına itibar etmeksizin
çok açık ve rahat düşünüyoruz, böyle düşünmek
gerektiğine inanıyoruz. Ülkemizde "ilkeler"
diye ismi cisminden büyük iri bir laf var ve çoğu
kez kafa karışıklığı içinde boğulup gitmemizin
nedeni oluyor.Marksist-Leninist teorinin çerçevesini
çizen temel kriterler ile günlük olgulardaki özgün-çarpıcı
durumlar sık sık birbirine karıştırılıyor. Oysa
böyle bütün yaşam ayrıntılarını tahakküm altına
alan "ilke"ler, marksist yaratıcılığa
da pek yaraşır değildir. Marksistler olgularla
doğrudan yüzyüze ilişkiye girerler ve ilkeleri
de yaşamın içinden üretirler.
Dahası, yerel-konusal olanın insiyatifi de vardır
ve duruma özgü çalışma programları üzerinden yürünür.
Bunları, gelecekteki daha kapsamlı, daha düzeyli
ilişkiler açısından bir "beraberlik eğitimi"
olarak düşünürüz. Bu türden her yerel-konusal
işbirliğinin sonuçları içinde olumlulukları daha
çok, olumsuzlukları daha az anımsar ve önemseriz.
Ve nihayet, burada bizi daha çok ilgilendiren
kalıcı ve uzun vadeli politik cepheler düzeyi
vardır. Yukarıdaki ikinci düzey ile zaman zaman
karışsa da yazımızda esas olarak bu düzeyi tartışacağız.
Bu düzeyde orijinal bir şey var. Önce onu koymak
gerekiyor. Sol içi birlik, devrimci örgütlerarası
cephe ilişkileri ve ulusal kurtuluş mücadelesi
ile ilişkiler sorunu artık geri dönülmez biçimde
içiçe geçmiştir. Birbirinden ayrılamaz halkalar
oluşuyor giderek ve ayırmak mümkün olmuyor. Aslında,
Türkiyeli sosyalistlerin kendi ilişkilerinin ülke
sınıfsal dinamiklerine, savaşımın hedeflerine
uygun olarak ayrı bir sistematik göstermesi ve
bu sistematiğin ulusal kurtuluş mücadelesi ile
karşılıklı dayanışması en sağlıklısı ve mantıklısı
olarak görünüyor. Burada sözünü ettiğimiz şey,
bildiğimiz anlamdaki şu ayrı örgütlenme sorunu
değil, o tartışma zaten uzun süredir sona ermiş
bulunuyor. Ayrı yollar ve ayrı yapılar var, doğrusu
da zaten böylesiydi. Ama, Kürdistan'ın klasik
tanımlara uymayan orijinal bir sömürge oluşu,
metropollerde ve sömürgede halklararası ilişkinin
yine klasik tanımlara uymayan bir şekilde içiçe
geçmiş oluşu, böylece meydana çıkan çok yakın
ilişki, Türkiye solunun "kendi" sorunlarıyla
ulusal kurtuluş mücadelesinin sorunlarını da birbirine
bağlıyor. Ayrı yollardan yürünüyor, ama yollar
arasındaki ilişkiler ile yolcuların kendi özgün
sorunları birbirinin içine geçiyor. Ve tabii buna
ulusal kurtuluş mücadelesinin şimdiye dek aldığı
mesafe ve eşitsiz bir gelişimle bugün daha farklı
bir yerde bulunuyor oluşu da eklenince sorun daha
da karmaşıklaşıyor ve düz formüllerle, kitapta
yazılanlarla çözülmesi zorlaşıyor. Çözüm zorlaşınca,
basitleştirme ve indirgeme mümkün, solda sık sık
yapılıyor. Ama pek fazla bir şeyi de çözmüş olmuyor.
Çünkü çok değişik düzeyden sorunlar, birlik, açık
parti, HEP, Cephe vb. içiçe tartışılıyor ve tartışmada
bu karmaşıklığı "sadeleştirme" işlemi
her zaman gerçek bir sadelik sağlamıyor, aksine
çoğu kez denklemlerin aşırı vülgarize edilmesi
sonucuna yol açıyor. Örneğin en "sade"
denklem herhalde şöyle olabilir: Üste, kırmızı
kalemle "proletarya" yazarsınız, "temsilcisi"
zaten sizsinizdir; alta da "kürt köylülüğü"
yazarsınız, yanına parantez içinde (UKM) eklersiniz
ve böyle bir öncülük-artçılık şeması yaratmış
olursunuz. Duvara astığınızda epey güzel durur.
Ama bu "sadelik" ne hayata uyar, ne
de bir tek soruna gerçek bir çözüm olur. Hayat
çok karmaşıktır ve üstelik sözünü ettiğimiz sorun
açısından karmaşıklık gün geçtikçe azalmamakta,
artmaktadır .
BİR TEKRAR
İşin ABC' sine ilişkin sözleri ciddi tartışmalarda
kullanmak bize hep yersiz gelmiştir . Bir matematikçiler
Kongresi ' nde kerrat cetvelini tebliği olarak
sunmaya benziyor ve gerçekten düzeysiz oluyor,
özellikle politik tartışmalarda ... Örneğin ,
sendikal mücadele üzerine tartışırken biri tutup
" sendikal mücadele devrim mücadelesine hizmet
etmelidir diye bir hikmet yumurtlayabiliyor .
Yanlış bir şey söylemiş olmuyor tabii, ama "birşey"
de söylememiş oluyor. Oysa , zaten bu devrime
hizmetin nasıl sağlanabileceği ve hangi bağlarla
bağlanacağı sorunu vardır ortada ve diğerini herhangi
bir marksist klasikte bulabilmek pekala mümkündür
.
Böyle bakmak ve böyle tartışmak gerekiyor .
Böyle tartışmak istiyoruz . Ama yinede bazen geri
dönüşler gerekli oluyor . Çünkü basit bakışlar
giriyor işin içine ve kavrayış eksikliği giriyor.
Söylenmiş olanı , net olarak söylenmiş olanı anlamamak
kimilerinde bir adet olmuş sanki ve durum böyle
olunca yeniden söylemek, iyice net söylemek zorunluluk
oluyor.
Birlik ve kimlik konularına yeniden dönüp taşları
yerine koymak bu yüzden gerekiyor .
Kimsenin ne kendi sosyalist kimliğinden , ne de
devrimci hareketin sosyalist kimliğinden sözetmiyor
. YENİ - ÜLKE açık oturumunda sözü edilen şey
de bu değil , bunu çok ötesinde bir şey. Ama "bir
kısım küçük burjuva devrimcilerinin kimlik bunalımına
girmeleri " nden dem vurup işi ucuzlatmak
kuşkusuz bir kolaylıktır . Bir rahatlıktır ( Yeni
Demokrasi Nisan ' 92 ). İsteyen kolaylığı, rahatlığı
seçebilir; kendinizi arzın merkezine koyarsanız,
herkesi "proleteryanın çıkarlarını hiçe saymak",
"şovenizmin etkinliğini üzerinde taşımak"
gibi ağır cezalık suçlarla yargılayabilme hakkını
kendinizde bulursunuz. Bu (herhalde), epey keyifli
bir iştir .
Biz, zor olanı seçiyoruz; anlaşılsın anlaşılmasın
bazı şeyleri yeniden anlatma yolunu tercih ediyoruz
.
Birlik denilen şeyden sözediyoruz ve bunun kişilikli
yapıların kişilikli birliği olabileceğini söylüyoruz
.
Birlik denilen şeyden sözediyoruz ve birlikten
sözediyorsak eğer, söze "ayrım" la girmek
gerekiyor. Ayrım, kimliktir ve kimlik zaten ayrım
noktalarının nesnelliği üzerine kurulan bir şeydir.
İnsanlar için de böyledir, siyasi yapılar için
de ... Ve hatta bu, salt ideolojik noktalar üzerine
inşa edilen bir olgu da değildir, ekol denilen
şeydir, tarz denilen şeydir, ya da bunların toplamıdır.
Biz kendi kapısı dışında kalan her köşede dönek
ve hain aramak gibi bir geleneğe sahip olmadığımızdan,
kendi adımıza olsun, başka dostlar adına olsun
bir sosyalist kimlik endişesi içinde değiliz,
hiç olmadık. Sözü edilen şey, bu genel çerçevenin
içinde yer alan özel ekollerin belirli bir süreçte
kendilerini nesnelleştirmesi, hakiki şekilde kendilerini
üreterek net ilişkilere girmeleridir. Bu pratiğin
sorunudur, yürüyenlerin karşılaşmasıdır, üstelik
yollarını çok değiştirmeden karşılaşmasıdır .
İkincisi; birlikten sözediyorsak, varlıktan sözediyoruz
demektir; varolan, yaşayan şeylerden sözediyoruz
demektir.Güçsüzlüğe düşmüş olanların, kendini
üretemediği için zaaf içerisine girmiş olanların
varlıklarını koruma zemininden değil , yürüyebilenlerin
güçlerini birleştirdiği bir zeminden sözediyoruz.
Matematik açısından durum ne olursa olsun , politikada
1+ 1 =2 işlemi her zaman doğru olmayabiliyor .
1 + 1 bazen birbuçuk yapabiliyor , bazen yarım
, bazen ise sıfıra eşit olabiliyor . Bu tamamen
kimlerin, nasıl , hangi zeminde biraraya geldiğine
bağlıdır .
Dolayısıyla, "birlik" kavramı kendi
başına ne kadar güzel olursa olsun , her koşulda,
her zaman devrimci hareketin düzeyini yükseltmiyor
, azlığı çokluk yapmıyor Ancak kendi nesnelleşme
sürecini yaşayıp kendi tarzınca yürüyenler böyle
bir ihtiyacı duyduklarında anlamlı oluyor . Kendi
yolunda yürümek, politik iddia , politik hareket
olmanın icabıdır . Bu iddia , her koşulda tek
başına da olsa bu işi götürme, gidilecek yolu
herkesten iyi bilme düşüncesini içinde taşır.
Kendini bir iktidar partisi olarak görmek ve hazırlanmaktır
. İlk üç kişinin bir araya geldiği andan itibaren
bu böyledir . Sözkonusu olan irade beyanı ve irade
teşekkülüdür . Ve zaten parti fikrinin kendisi
hayata müdahale etme kaygısından doğar . Bu bir
perspektiftir. Ve bu perspektifiniz yoksa hiç
bir şeyiniz yok demektir .
Ama bu mantalite,("Yöntem Üzerine"de
söylediklerimiz yeterince nettir) başka yolcuları
yok saymak değildir. Kendi kurguları, kendi yöntemleriyle
yürüyen başkaları vardır. Yol, başkalarıyla çeşitli
düzeylerde, biçimlerde,duraklarda kavşaklarda
karşılaşılan bir süreçtir. Karşılaşma, çatışma
ve tartışmadır. İlişkilerin, güçlerin bileşiminin
yeniden biçimlenişidir .
Gerileme, marjinalite, birliği dayatmaz, dayatmıyor.
Gerilemeden sözediyorsak eğer, bu durum kendisini
aşacak, aşmaya uygun politik mücadele yöntemlerini
ve bu mücadeleye bütünlüklü bakışı dayatıyor,
yeni bir söylemi dayatıyor. Ve o politik mücadele,o
mücadelenin görevleridir ki, onlar sayesinde kendi
varlığını üreten yapıya birlik ihtiyacını ve imkanlarını
dayatır. "Azız , gelişmiyoruz, o zaman birleşelim"
dediğinizde, bu yararsızdır, sonuçsuzdur. Birlik,
( ne düzeyde düşünürseniz düşünün ) , gerileyenin
gerilemeyi durdurmak için dayandığı bir duvar
değil, ilerleyenin önündeki engeli aşmak için
ihtiyaç duyduğu bir güç artırımıdır .
Dolayısıyla, bu noktada da sorun ciddi ölçüde
kimlik sorunudur. Politik mücadele anlayışınızdan
üslübunuza kadar her şey sizinle birlikte yürür,
gelişir ve girdiğiniz her ilişki de bunların toplamının
ürünü olur. Kaldı ki, örneklerden biliniyor ,
kendi iddia ve tarzını kurban ederek birlik derdine
düşmek , çoğu kez girilen birliğe de bir şey taşıyamamak
anlamına geliyor. Bütün bunları kurban ederek
yürümek bir anlamda ve bir boyutta kendini depolitize
etmek oluyor .
Ve nihayet, ayrıca eklemek gerekiyor, şu iki şey
birbirine kesinlikle karışmamalı: Birlik bir ihtiyaçtır.
Sürekli ve genel düzeyde ihtiyaçtır. Dün de böyleydi,
bugün de böyledir. Ama böyle bir genel ihtiyaç
oluş hali, birebir şekilde doğrudan - güncel bir
ihtiyacı yaratmaz ve daha önemlisi mümkün kılmaz.
Türkiye solunun birliğe her zaman gereksinimi
oldu, özellikle bugünkü kriz durumunda bu gereksinim
kendini her gün daha fazla duyurmaktadır. Ama
öte yandan böyle bir gereksinim mümkünlük için
yeterli zemin olmuyor .
Doğrudan ihtiyaç ve mümkün olma hali süreçle ilgilidir
, sürecin gelişiminin dayatmaları ve subjektif
durumla ilgilidir.
Yani bugün tutup "solun birliğe ihtiyacı
var" demek çok anlam ifade etmiyor. "Ulusal
Kurtuluş Mücadelesinin Türkiye Solu ile birliğe
ihtiyacı var" demek de kendi başına anlamlı
değil; çünkü böylece yalnızca varolan bir durum
"tanımlanmış" oluyor. Objektif olarak
yaşanan koşulların bunu zorladığı zaten görülebiliyor
ama birlik dediğimizde güçlerden sözediyorsak
eğer, işin subjektif bir yanı var. Ve bu subjektif
yan devrimci örgütlenmelerin gelişim seviyesine
denk düşüyor. Yani "birlik" kavrumının
soyut çerçevesinden sıyrılıp gerçekleşebilir bir
olgu haline gelişi , "istense bal gibi olur"
türünden bir öznelliğe, hatta soyut düzeyde"isteğin"
kendisine bağlı değildir. Anlamlı ve işlevli bir
olgudan sözediyorsak, soyut ihtiyaç ve isteğin
ötesinde sürecin dayatması ve devrimci yapıların
durumu gibi faktörleri gözetmek zorundayız.
ANLAMAK İÇİN AYIRMAK GEREKİYOR
Kavramlar fazla içiçe geçip fazla karmaşık kullanılınca
ayırmak zorunlu oluyor . Ayırmak ama birlikte
düşünmek ... Bu gerekiyor.
Gerçekten bazı şeyler birbirine karışıyor.
Ali Fırat'ın cephe çağrısı ile HEP konusu birbirine
karıştı örneğin; geçmişten beri süregelen ( ve
20 Ekim' de SP ' nin kullandığı avantajların yarattığı
imrenmeyle yeniden canlanan ) bir "açık parti"
tartışması da buna eklendi, yada diğer ikisi bu
tartışmanın üzerine geldi. Böylece "cephe"
ile diğer kavramlar bazen birlikte anılır oldu.
"Cephe" olgusunu ayırmak gerekiyor.
Tek başına anlamlı değil, takılarıyla ve içeriğinin
nasıl doldurulduğuyla birlikte düşünmeli.
Örneğin bir "savaş cephesi" diyorsak,
ki biz kavramı böyle anlamlandırıyoruz, bu farklı
bir şeydir. Bildiğimiz anlamda ne yasallığı var,
ne de açıklığı, oligarşiye karşı savaşın doğrudan
organizasyonu, eşgüdümü anlamına geliyor. Böyle
bir eşgüdüm, cephe, uzun vadede Türkiye ve Kürdistan'
ın kurtuluşu için kesin bir zorunluluktur. Politik
ilişkilerden, koordinasyondan, askeri birimlere
dek uzanan şu anda kestiremeyeceğimiz biçimleri
içerir.
Kuşkusuz böyle bir "cephe", halen atıl
kapasitede olan Türkiye Devrimci Hareketinin boyutlanması
ile mümkündür. Gerçek budur. Yoksa elbette bazı
yapılar biraraya gelip Ulusal Kurtuluş Mücadelesi
Önderliği ile bir cephe kurarlar, büyük isimleri
olur bu cephenin, ama sübjektif durumlar uygun
değilse, böyle bir oluşumun bırakın Ulusal Kurtuluş
Mücadelesine yararını, kendine bile hayrı dokunmaz.
Çünkü işlevli olmaz. Fiilen bir savaşı organize
edecek güçleri yaratamaz. Ulusal Kurtuluş Mücadelesi
Önderliği kendi -haklı- ihtiyacından ötürü acele
ederek bu güçleri aşırı dozda desteklese bile
nihayetinde bu bir iç dinamik sorunudur ve olmayanın
destek yoluyla yaratılması mümkün değildir. Ayrıca
doğru da değildir, ciddi kimlik çarpılmalarına
yol açması sözkonusudur.
Tüm bu nedenlerden ötürü, "cephe" faslında
oldukça gerçekçi ve uzun vadeli düşünmek gerekiyor.
Söylemesi belki üzücüdür ama Ali Fırat arkadaşımız
da böyle düşünmek durumundadır.
"AÇIK PARTİ" SORUNUNDA....
Görüldüğü gibi, bir "savaş cephesi"
nden sözediyorsak eğer, bunun "açık parti"
ve "HEP" tartışmasıyla - en azından-
doğrudan bir ilgisi yok. Farklı bir düzey ve farklı
bir zemin sözkonusu. Kuşkusuz böyle bir acil ihtiyaç
var, ama görünen o ki, Türkiye'deki hareketin
bugünkü durumu, kendi gerçekliği açısından düşünülünce,
çok kısa vadede böyle bir oluşum mümkün değildir.
Sebepleri var, açılabilir.
Ama öte yandan bir başka çağrı var. Kısaca, "bir
birliktelik olabilir mi?", "bu birliktelik
HEP'te olabilir mi?" sorusuyla açılan bir
yeni platform var.
Ve tabii, yine açıklık gerekiyor.
Önce "açık parti" den başlamalıyız.
Genel anlamda "legal çalışma" ile karıştırmamak
gerekiyor. Legal çalışma, her zaman, hatta çok
ağır baskı koşullarında bile alanı genişleyip
daralan ama hep varolan bir olgu. Çok geniş bir
yelpazeyi kapsıyor; sendikalardan kooperatiflere,
öğrenci derneklerinden gecekondu derneklerine,
partilere dek uzanıyor bu yelpaze. Üstelik, daha
genel bir kavram olan "kitle çalışması"
mutlaka yasal çerçeveye de denk düşmüyor,düşmeyebiliyor.
"Kitle çalışması" sürece göre çeşitli
biçimler alıyor, yarı-legal özellikler kazanabiliyor.
İhtiyaçlar ve bu ihtiyaçları karşılayabilecek
yapısal durumun çakışması halinde, çok çeşitli,
akla hayale gemedik biçimleri bulunabiliyor.
"Legal çalışma" yı, "kitle çalışması"nın
içinde bir kavram olarak düşünmek gerekli. Ve
"açık parti" de, "legal çalışma"
yelpazesinde bir parçadır. Kuşkusuz önemli bir
parçadır. Koşullara göre büyük avantajlar yaratabilir,
ama öte yandan parlemantarizme soldan destek olmak
gibi çok ciddi sakıncaları taşıyabilir.
Dolayısıyla, "açık parti" projesi hiç
bir devrimci örgütün önsel olarak afaroz edebileceği
ya da mutlaklaştıracağı bir olgu değildir. Zaten
uzun vadeli programlara böyle ipotek yaratıcı
kayıtlar koymak akıllıca da değildir.
Yani bu konu aslında spekülasyona oldukça kapalıdır.
Kimsenin ortaya keyfi bir çizgi çekip "işte
bunun şu yanı sağ şu yanı da soldur" demesinin,
dünyanın merkezini Nasreddinvari bir tavırla belirleyip
bu noktada olmayanları suçlamasının alemi yoktur.
Kavramın kendisini topa tutup "revizyonizm"
çığlıkları atmak ne kadar boşsa, bugün böyle bir
projeyi benimsemeyenlerin "solculuk"
la suçlanması da o kadar anlamsızdır. Her şey
koşullarla ilgilidir, koşulların yorumlanış biçimiyle
ilgilidir.
O noktada yine "genel ihtiyaç" ile "doğrudan
ihtiyaç ve mümkün olma hali" tartışması vardır.
Yani sorun, bu olgunun ne zaman spekülasyon, ne
zaman mümkün ve gerekli olduğunun tesbitidir.
Mümkün olma hali , böyle bir partinin teknik olarak
kurulabilir oluşu değildir . Yoksa her zaman kurulabilir
ve " mümkün " dür . En cılız politik
örgüt bile niyet ederse ( azmin elinden bir şey
kurtulmaz ! ) bir genel merkez kadrosu , bir bina
vb. bulabilir , taşrada da bunları sağlayabilir
. Mümkün olma hali bu değildir. Mümkün olma hali
, bir politik partinin , böyle bir türevi kendi
ilişkileri ve yapısı içinden üretebilmesi, üretirken
asal olanı bozmayacak, zaafa uğratmayacak durumda
olmasıdır. Böylesi bir açılım, belli bir altyapının
türevi olarak , iyi bir benzetmeyle "aysbergin
görünen üstü" olarak anlamlıdır. Eğer iktidar
konusunda ciddiyseniz iktidarın zaptının zora
dayanacağını ve öyleyse düzen sınırları içinde
bir alternatifin mümkün olmadığını biliyorsanız,
bu böyledir. Türevi asal olanın yerine ikame eden,
varolmayan ya da zayıf olan bir asal' ın üzerine
inşa eden anlayış doğru değildir . Daha açık tanımlamak
gerekirse bu davranış legalizm olarak nitelenebilir
.
Devrimci hareket, işlevli ve işlevini baskı koşullarında
da yitirmeyen dayanıklı - kalıcı bir politik yapı
kurmak zorundadır. Bunun ise ancak yasallığın
kontrolün dışında sağlanabileceği bilinmeyen bir
şey değildir . Böyle bir yapıyı politik - askeri
bütün yönleriyle sağlamca inşa etmek, ilmelerini
örmek ve gereksinim kendini dayattığında (dayatırsa)
kitle çalışmasını bir biçimi olarak "açık
parti" yi bunun üzerine, bu ilmeklerin devamı
olarak örmek zorundadır. Ve işte mümkün olma hali,
bu ilmeklerin kendi dokusunu bozmaksızın böyle
bir yapıyı üretebiliyor olması halidir. Bundan
önce mümkün değildir. Akıllıca da değildir.
"Gerekli olma hali" de genel anlamda
böyle bir açılımın gerekiyor oluşu değildir. Doğrusu
her dönemde böyle bir parti olsa hiç fena olmaz...
Ama doğrudan ihtiyaç' tan sözediyorsak eğer, bu
durum, yürütülen savaşın hayatı zorlaması, somut-
elle tutulur bir gereksinim olarak getirip önümüze
dayatmasıdır.
Bir yerde "1984 öncesinde 'açıkparti' Ulusal
Kurtuluş Mücadelesi için ne anlam ifade ediyorduysa,
bugün de bizim için aynı anlamı ifade ediyor"
demiştik. Gerçekten böyledir. Bu konuda HEP ihtiyacın
kendini dayatması olayına iyi bir örnektir. Ulusal
Kurtuluş Mücadelesinin belli bir aşamasında, hem
bu mücadele sürecinde yaratılmış olan siyasi ortam
bir açılımı gerekli kılmış, hem de kitleler içinde
olsun, genel politik düzeyde olsun ulaşılmış olan
politik askeri örgütlenme seviyesi böyle bir açılımı
kotarabilecek imkanları yakalamıştır. Gerçi oluşum
itibarıyla çarpık bir süreç yaşanmış, bu gereksinimi
yanıtlamayan , hatta "tehlikeli" olabilecek
bir olgu olarak doğan HEP sonradan form değiştirmiştir
.
Ama her ne olursa olsun, sonuçta pragmatik manevralar
yoluyla parlementoya dek uzanan bir etkinlik ortaya
çıkmıştır.
Örnekler yinelenmez, yaşanır, öğrenilir. Ve öğrenilmeli
.
"Açık parti" bugünün kitlesellikteki
gerileme krizini aşmanın bir yolu da değildir.
Öğrenilmesi gereken budur. Açık parti, krizi aşmanın
bir yolu değildir, aksine krizin aşılmasının bir
sonucu olarak kendini bir ihtiyaç biçiminde ortaya
koyabilir. Böylece olacaktır değil, böyle olma
ihtimali vardır. Böyle bir ihtiyaç çıkabilir,
çıkmayabilir de. Bu, sürecin sorunudur. Radikal
politik anahtarlarla açılabilecek ve ancak böyle
açılabilecek kitlesellik kapıları vardır. Bu kapılar
doğru yöntemlerle zorlandığında açık parti türevine
de yol açan, onu ihtiyaç haline getiren ve ilmeklerden
üretilebilmesi anlamında mümkün kılan bir arka
plan, altyapı oluşacaktır .
Radikal politik anahtar, yalnızca ve basit anlamıyla
silahlı mücadele ya da gerilla değildir. Bütünsel
bir politik savaştan sözediyoruz ve zaten gerilla
ile bütün diğer biçimlerin ilişkisi birbirlerini
iteleyen yoksayan bir ilişki değil, bir eksen
ilişkisidir. Gerilla eksendir ve eksen oluş diğer
alanları kendine göre biçimlendirme anlamını taşır.Eksen
oluş devrim anlayışıyla ilgilidir ve bütün sürece
damgasını vurur . Bütün kitlesellik kapılarını
olduğu gibi, legal alanın özel bir bölümü olan
"açık parti" imkanının kapılarını da
açacak olan böyle bir perspektiftir .
Ancak böyece kitlelerde legalizm eğilimini kışkırtmayan
bir yöntem yakalanabilir.
Bu önemlidir. Parlementer sisteme eklenmek ve
onu delmek ayrı şeylerdir. Eğer bugün tutar bir
açık parti kurup seçimlere girerseniz, bu size
hiç yarar sağlamaz değil, oluşan imaj itibarıyla
bu sürecin alternatifsizliği demogojisine eklenmiş
olursunuz. Ama siz, belli bir devrimci süreç sonunda
gerçek bir iktidar alternatifini ortaya koymuş,
süreci damgalamışsanız, bu noktada yasal parti
ve seçimler bir delme harekatıdır. Ve herkes bunu
bir "eklenme" olmadığını farkeder; herkes
ortadaki yasallığın böyle bir sürecin ifadesi
olduğunu ve zaten bu zorlayıcı - delici yasallığın
da aynı sürecin bir ürünü olarak mümkün olabildiğini
farkeder, sokaktaki insan bile bunu farkeder.
Ve parlementarist umutlar üretmemiş olursunuz;
zaten kurduğunuz yasal parti de kendini sunacağı
çerçevenin mütevaziliğini bilir, gerçek iktidar
partisi değil, türev olduğunu içine sindirir.
Yani bütün kartlar açıktır, herkes neyin ne olduğunu
bilir, bu yasallağın neyin açılımı olduğunu devlet
de bilir, tarlasındaki köylü de... Ancak o zaman
parlemento düzenine soldan bir destek sunmuş değil,
o düzeni ve genel olarak yasallığı kendi iktidar
mücadelenize bir destek üssü yapmış olursunuz
.
HEP NASIL BİR AÇIK PARTİDİR ?
Burada durup, HEP olgusu, HEP'te çalışma olgusu
ile "açık parti" tartışmasını da birbirinde
ayırmak, çizgileri koymak gerekiyor.
Aslında HEP olayı bir imrenme yaratıyor. Atılımsızlığın
ezikliğini yaşayan Türkiye Solu' nun özellikle
belli kesimleri geneldeki eksikli davranışı HEP
konusunda da gösteriyorlar. Kürt devrimcilerinin
böyle bir işi kotararak burjuva parlementosuna
bir bıçak gibi politikalarını sokabilmiş olmaları,
yoğun avantajlar kullanabiliyor olmaları, "HEP
Türkiye için de böyle bir imkan olabilir mi"
imrenmesini doğurmuştur. HEP' e çok büyük fonksiyonlar
yükleyici eğilimler, realiteden uzak düşler oluşmuştur.
.
Özelikle Ali Fırat' ın ve HEP' in çağrısından
sonra bir tür hazıra konmacı, kolaycı eğilim gözlendi.
Kuşkusuz HEP konusuna sıcak bakılmalıydı ve bakılmalıdır
ama "açık parti" ve "birlik"
sorunlarıyla ilişkilenince biraz durmak gerekiyor.
Daha önce de sözünü ettiğimiz gibi, açık parti
(eğer günün birinde bir ihtiyaç olacaksa) iç dinamiğin
ürünü olmak sorunda. Belirli bir gelişme trendi
yakalanmadan "hazır varolan" bir açılımı
işte açık parti diye selamlasanız da bu çok şeyi
değiştirmeyecektir. Özünde varolmayan bir şeyin
üzerine oturacaktır. Ayrıca, böyle bir kolaycılık
ülkenin ve dünyanın koşullarının gerçekçi olmayan
bir yorumuna dayanır. Ortada bir gerileme vardır
ve bu koşullarda gerilemeyi politik mücadele yoluyla
durdurmadan hazır bir parti yoluyla aşılacağını
ummak, HEP'e (ya da bir benzerine) aşırı fonksiyonlar
yüklemek hayalcilik olacaktır. Emekle yapılması
gerekeni hazır bulmak düşüncesidir bu.
HEP çalışması, Türkiye Solu açısından bir "açık
parti" çalışması değildir. Bildiğimiz klasik
"açık parti" çalışması değildir. Türkiye
Solu- daha önce açıklamaya çalıştığımız gibi -
esasen şu anda bir "açık parti kurma"
sorununa sahip değildir. HEP (eğer böyle nitelendirilebilirse)
Ulusal Kurtuluş Harketi açısından bir "açık
parti" niteliği taşımaktadır. Bizim için
değil ... İşin mantığı itibarıyla böyledir.
Ulusal Kurtuluş Mücadelesi belli bir süreç yaşamış
ve bunun sonucunda kendisine böyle bir alan açmıştır,
olayın özeti budur.
O zaman " açık parti " konusundaki itirazımız
netleşmiş oluyor : " yenisi kurulmasın HEP
var" itirazı değildir bu; gereksinim ve mümkünlük
açısından bir itiraz sözkonusudur .
Ve aynı zamanda böylece HEP'te çalışma sorunun
içi dolmuş oluyor. Aslında nettir: HEP, Ulusal
Kurtuluş Mücadelesi' nin karakterize ettiği bir
"açık parti " olarak kendisini bize
de açmakta, "işte böyle bir alan var, gelin
çalışın" demektedir. Ve bu, yerleşmiş teamüle,
kitabi bilgilerimize pek uymasa da, olumludur.
Olumlu bir çağrıdır .
"HEP'te olunmalıdır değil, HEP'te de olunmalıdır
" formülü bu bakış açısıyla anlamlıdır.
Bakış açısının özü şudur: HEP bir alandır. Ama
yalnızca bir alandır, alanlardan biridir. Nasıl
devrimci hareketin kendini tek ifade içimi legal
alan değilse, legal alanın tek ifade biçimi de
HEP değildir. HEP' i devrimcilerin içinde çalışabileceği,
birlikte pratikler üretip geleceğe zeminler oluşturabileceği
bir yer olarak görüyoruz. Ama yalnızca HEP'i değil,
legal alanın bütününü böyle görüyoruz. Sendikalardan
derneklere, mahalli alanlara dek her yeri böyle
bir çalışmanın zemini olarak düşünüyoruz ve HEP
burada bir yerde anlam kazanıyor. Kuşkusuz fark
var, örneğin HEP sözkonusu olduğunda şovenizme
karşı dayanışma görevi de bir faktördür ama çalışmanın
esas mantığı açısından böyle görüyoruz.
Ayrıca HEP'i solun birlik zemini olarak da düşünmüyoruz.
Bölük pörçük durumdayız, öyleyse HEP var orada
birlik olalım mantığı yazının başındanberi açmaya
çalıştığımız yanlış birlik anlayışıdır. Kuşkusuz
HEP içersinde (vebaşka her yerde) başkalarıyla
buluşmak, birlikte birşeyler yapmak gibi bir derdimiz
var. Ama HEP' e başlıbaşına böyle bir birleştirici
misyon yükleyip bunu beklemek, solun böylece "birleşebileceğini"
sanmak biraz hafif bir düşünce oluyor. Önceki
bölümlerde açmaya çalıştığımız bir dizi gerçeğin
üzerinden atlamak oluyor .
HEP ' İ KAVRAMAK
HEP iyi kavranmalı, anlaşılmalıdır. Bir alan
sunuyor, değerlendirilmeli ve çalışılmalıdır.
Bu bizim açımızdan net...
HEP'i anlamamanın örnekleri var. Örneğin HEP'
in "sınıfsal niteliği" üzerine oturup
uzun uzun kafa patlatıyorsanız bu bir anlamama
örneğidir. HEP orijinal bir olgudur ve bilinen
tanımlara da uymak zorunda değildir. Oluşumundaki
çarpıklık her ne olursa olsun süreç içinde aldığı
biçim sonucu Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin bir
açlımı olmuştu ve dolayısıyla da bir ulusal mücadelenin
bütün motiflerini, sınıfsal bileşimlerini yansıtmaktadır.
Bundan doğal bir şey de yoktur. Zaten HEP de bir
"proletarya partisi" olduğu iddiasında
değildir. Dahası düpedüz söylemek gerekiyor bir
Kürt partisidir. Değişme isteği vardır ama gerçek
budur. Ve doğaldır, onu karakterize eden süreç
açısından doğaldır.
Onun içinde çalışmak istiyorsanız, bütün bunları
bileceksiniz,çünkü gerçekler bunlardır. Ayrıca
HEP' i bu niteliğinden çıkarmak, böylece Türkiye
Solu için hazırlop bir "açık parti"
yapmak için uğraşmak da zaten çok anlamlı değildir.
HEP bu motifleri taşıyan bir partidir; girersiniz,
çalışırsınız. " HEP bir burjuva partisimidir
? " HEP bir reformist parti midir "
türünden sorular boş sorulardır ve yanıtları da
boştur.
"HEP kitleleri reformize etmek istiyor"
türünden müthiş ifşaatların, ya da devrimci parti
nedir diye uzun uzun yorumlar yapıp HEP ' i bu
ölçütlerle yargılamanın çok fazla anlamı yoktur
.
Bir kere HEP'i siyasi iktidarı hedefleyen klasik
bir siyasal parti olarak düşünmek doğru değildir.
Böyle bir mantıkla "HEP bu haliyle kitleleri
siyasi iktidara götürecek bir parti değildir"
biçiminde eleştiriler yapmak ( Yeni Demokrasi
/sayı 42 ) aslında HEP olgusu hiç anlayamamış
olmanın ifadesidir. HEP klasik bir siyasi parti
değil bir açılımdır. Bunu görmezlikten gelip onu
bir siyasi partiyi eleştirir gibi eleştirmek doğru
değildir. HEP bi açılımdır ve "açılım"kavramının
ifade ettiği karmaşaya ve genişliğe sahiptir.
Ne kendi başına devrim iddiası vardır ne de bir
odak olduğunu söylemektedir. Ve şüpnesiz, HEP
reform isteyen, istekler ileri süren, yasal oluşunun
gereği olarak bunları yapan bir partidir. Görevi
- işlevi de budur zaten. HEP de kendisini bundan
fazla bir şey olarak ifade etmemiştir.
Ama öte yandan HEP- sözcüğün genel anlamında -
devrimci bir partidir. Onun devrimciliği , kendi
hedefini devrim olarak koyup koymamasının ötesinde
onu karakterize eden şekillenmenin devrimciliğidir,
parlemontoda bir ölçüde sözcülügünü yapmaya çalıştığı
halkın devrimciliğidir. Bu anlamda örneğin SP
veya SBP' den çok net farkları vardır. Hazır formüllere
sığmayan zor bir durumdur bu . Reformist mi, revizyonist
mi türünden derin tahlillere de sığmıyor. Bir
partinin - genel anlamda - devrimci niteliği onun
mevcut düzeni "tağyir, tebdil ve ilga"
durumunda olup olmamasına bağlanmayabiliyor.
Ayrıca HEP bir temsilci de değil.Kendisini böyle
tanımlamıyor, tanımlasa da farketmiyor. Ulusal
Kurtuluş Mücadelesinin temsilcisi zaten var, partisiyle,
cephesiyle, ordusuyla var ve bunu dünya alem biliyor.HEP
yalnızca bir açılımdır. Ve bu HEP size "gelin
bu açılım içinde siz de çalışın" diyorsa,
HEP ' te de çalışmanızda bir mahzur yoktur. Tek
sorun sizin bu açılım içinde çalışmayı isteyip
istemediğiniz ve daha da önemlisi bunun için yeterli
olup olmadığınızdır . Eğer açılım için yeterli
değilseniz, bu sizi HEP içinde bir teferruat durumuna
düşürür, "çalışma" değil "dayanışma"
konumunda kalırsınız.
Türkiye Devrimci Hareketine düşen kuşkusuz böyle
dayanışmacı bir konuma inmek değildir. Ezen ulus
burnubüyüklüğünden ötürü değil , " dayanışmacı
" pozisyon , iktidar iradesinin yitirilmesi
ve bir tür depolitizasyon anlamına geldiği için
böyledir. Türkiye Devrimci Hareketi hedeflerini
- bugünkü durumuyla çelişkili olsa da - büyük
projeksiyonlara oturtmak zorundadır; iktidar perspektifli
politikadır bu. Devrimciler yaptıkları konusunda
mütevazi olmalıdırlar, yapacakları konusunda değil...
Tek tek devrimciler için de bu böyledir, iktidar
için yola çıkmış partiler için de böyledir. "Dayanışma"
ayrıdır, "dayanışmacı" pozisyon ayrıdır.
Dayanışmacı olmak kendi iktidar iradesini yitirip
pasif destek durumuna dönüşmektir ki bu "desteklenen
güç" açısından da olumsuzluktur. Çünkü gerçekten
güçlü bir destek devrimci mücadelenin yükseltilmesidir,
başka bir şey değil.
Bu bakımlardan düşünülünce HEP ' in çağrısında
bir gizli fikir aramak, böyle bir gizli fikir
varsa bile gereksizdir. HEP ' in sunduğu bir açılım
mıdır, garnitür isteği midir, dert bu değildir.
Dert sizin ne olduğunuz, kendinizi nasıl gördüğünüzdür
.
Kısacası temel sorun HEP'e ne yüklendiği, ne beklendiğidir.
Bu net ise, tavrınız da net olacaktır .
AYRI BİR PARANTEZ : TDP
Ali Fırat ' ın ihtiyacı var söylüyor. İsteği
var bunu ifade ediyor. İfade etmesi doğal.
Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin bugünkü kötü konjonktürde
tıkanma olasılığı vardır, ciddi bir tehlikedir.Türkiye
Devrimci Hareketinin gelişimi ise çeşitli nedenlerden
ötürü ağırdır ya da bugünkü bugünkü konjonktürde
belki de çok kötü sayılamayacak olan durum, Fırat'
a ölümcül derecede kötü ve yavaş gelmektedir.
Bunları anlamak mümkün.
Devrimci sürecin yavaşlatılmasını isteyen birine
her tür sıfatı yakıştırmak olanaklıdır ama Fırat
hızlandırılmasını istiyor ve bu kendi başına bir
olumluluktur .
Yöntem tartışılır.
Ama istek doğrudur, haklıdır...
Yöntemi tartışıyoruz ve o tartışmada karşımıza
YENİ -ÜLKE' deki bir röportaj çıkıyor. Bir yeni
devrimci parti kuruluşunu ilan ediyor. Manifestosunu
hazırlayan, kurumlaşacağını söyleyen, PKK' dan
ve çeşitli sol hareketlerden insanları toparlayacağını
ilan eden bir parti bu...
Şöyle giriyor sürece : "Türkiye halkının
şimdiye kadar Türkiye' de, Türkiye halkı adına
hareket edenlere itibar etmediği açık. Bu çok
net. Ve Türkiye Devrimci Hareketinin bu anlamda
tasfiye karekterinin reddi esastır , esas olmalıdır.
Reformist çizginin reddi esas olmalıdır . Ancak
'çıkan hareket 70 yıllık Türkiye Devrimci Hareketinin
tümünü herşeyiyle reddediyor' demek yanlıştır.
Yeni çıkan hareket, olumlu, direnişçi yanlarını
almakla birlikte daha gerilere de gidiyor. Bir
Şeyh Bedreddinlerin, bir Börklüce Mustafa' ların
direnişçi ruhunu, bir halk önderliğini kendi örgüt
ruhuyla bütünleştirerek bir 71 direnişçilerinin,
12 Eylül'de darağaçlarında, işkencehanelerde,
ölüm oruçlarında şehit düşen Türkiye Devrimci
Hareketinin tüm değerlerine sonuna kadar sahip
çıkıyor, onları alıp geliştirme amacıyla yol açıkıyor
."(YENİ-ÜLKE/sözü geçen röportaj)
Bu sözleri bir iddia saymak gerekiyor.Herkesin
iddia sahibi olma hakkı var . Ve kuşkusuz hiç
kimse bugünkü siyasal örgütlenmesinin içinde silah
zoruyla filan tutulmuyor . İddia kendini ortaya
koyar, nesnelleşir görülür...
"Türkiye halkı mevcutlara itibar etmiyor."
Bir tesbittir... Söylenebilecek bir şey yok. Ama
bu, TDP' nin "Türkiye halkının itibar edeceği"
program ve pratiğin sırrını bildiği anlamına geliyor.
Başka biçimde anlamak mümkün değil. Birilerinin
bunu bilmesi kuşkusuz iyi bir şeydir. Biz de bildiğimizi
ya da aradığımızı iddia ediyoruz ama birilerinin
herşeyi iyice biliyor olması durumu kolaylaştırıyor
tabii. BARİKAT geleneği kendini hiç bir zaman
benmerkezci zincirlerle bağlamadı , kendini her
yeniliğe açık sayıyor .
Direnişçilere sahip çıkıyor. Bu da iyi...En azından
şehitler acısından iyi. Ölüler TDP ' yi daha çok
ilgilendiriyor. Diriler, saygı duyulması için
ölmek zorunluluğuyla karşı karşıyalar !
Üstü kapalı değil, açık bir ağrı var, savaşmak
isteyen herkesi çağırıyor TDP. Ama "bunca
deneyime rağmen" kendi örgütünü "devrimcileştirmek"
isteyenlere de sıcak bakıyor.
Bütün bunlarda olumsuz bir yan yok.
Türkiye' nin bugünkü devrimci örgütlerini yeterli
bulmayıp yenisini kurmak elbette herkesin hakkıdır.
Yenisini kurunca da eskilerin olumsuzluğunu iddia
etmek çok anormal bir davranış değildir.
İşin doğal olmayan yanı, böyle iddialara sahip
bir partinin doğal sayılmayacak bir yolla, daha
açık söylersek Ulusal Kurtuluş Hareketinin doğrudan
etkisiyle oluşmuş olmasıdır. Bu "siz yapamıyorsunuz,
işte biz kurduk" türünden bir mantığa dayanmaktadır
ki, bunu gerçekten doğal bir yol saymak mümkün
değildir.
Elbette, son tahlilde bize düşen arkadaşlara "hoşgeldiniz"
demektir. Gerçekten hoşgeldiler ve umarız "mevcut"lardan
ciddi olarak farklı progam ve pratiklerle gelmişlerdir.
Çünkü aksi halde, "geldikleri yer" dışında
bir orijinaliteleri ve avantajları kalmayacatır.
DEĞİŞEN SÖYLEM
Aslında bu durum ve "siz yapamıyorsanız
biz yaparız"mantalitesi bir ölçüd e de Ulusal
Kurtuluş Mücadelesi önderliğinde son günlerde
gözlenen söylem değişikliği ile ilgilidir. Daha
önceleri de röpartajlarda kullanılan söylem, şimdi
uç noktaya varmıştır.
Şöyle örneklenebilir: "...bu hareketlerin
durumu tam bir arapsaçına dönüşmüştür ... bunalım
, yozlaşma ... hatta tükeniş ... objektif olarak
gericiliğe hizmet ... kariyerist , istismarcı
yapılarıyla kendi çıkarlarını allayıp pullamakla
meşgul olanlar ... tipik bir lumpen, kabadayı,
istismarcı, çıkarcı, hırsız tavrı... can telaşının
olmadığı bir kişisel yaşamı kurutarma ... objektif
olarak toplumun önünde engel olma ... bir aileyi
düzenleyemeyecek kadar zayıf olan bu kişilikler
... haybeden gelip başarılara konanlar..."
( ÖZGÜR HALK/ 17 )
Bu şeklide sürüyor... Bir dizi haklı soru da var
kuşkusuz, anlaşılması zor şeyler de var: "Bütün
bu kuyumcular suçlu mudur, yani bu kuyumcuların
her şeyine el atmak acaba hak adalet acısından
doğru mudur ? ... O kadar banka manka soyuluyor
yine bunların tümü haketmiş midir ? Görülüyor
ki hırsızlık var ortada. Örgüt bozanları devlet
besliyorsa, bu da temelde bir beslenmedir, haksız
ve adaletsiz bir beslenmedir. Başlangıçta hırsız
olan ve hakkı olmadığı halde el koyan bir örgüt,
devrim yapsa neye yarar ? Bugün insanları böyle
soyan yarın topluma ne yapar ? "(a.g.y.)
Gerçekten anlaşılması zor. Neyin söylendiğini,
söylenmek istendiğini anlamak zor. Örneğin devrimcilere
"emekli subay vurmaktan kuyumcu ve banka
soymaktan öteye, kaç tane şehir ayaklanması yaptınız?"
diye sormanın mantığı da zor anlaşılabiliyor ...
Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin, özellikle Ağustos
atılımından sonra her yanda ivmeyi yükselten bir
etki yaptığı, devrimci sürece büyük bir katkıda
bulunduğu biliniyor , bunu tartışmak bile gereksiz.
bile gereksiz . Ama tutup devrimcilere "
biz olmasaydık idam edilirdiniz" diye yaklaşmak
doğrusu tartışılabilir, çok tartışılabilir bir
şeydir .
İhtiyaç ve savaşı yükseltme isteği gözlenebiliyor.
Örneğin "birisi çıksın parti olsun ve başı
çeksin" (a. g. y.) dileği böyle bir isteği
yansıtıyor. "Bize bakıp bunları öğrensinler,
ayıp değildir" deniliyor, gerçekten ayıp
değildir. Gerçekten Vietnam' dan ya da bir başka
yerden öğrenmek nasıl mümkünse, yanıbaşımızdaki
olaydan da öğrenmek mümkündür hatta gereklidir.
İhtiyaç ve istek anlaşılabiliyor. Belki öfke ve
müdahaleci olma eğilimi de anlaşılabilir. Ama
söylenenlerin bütününü bir " eleştiri "
kavramı içinde düşünebilmek oldukca zor .
Her şeyden önce Ulusal Kurtuluş Hareketi Önderliğinin
Türkiye Devrimci Hareketini "tahrik edilerek
harekete geçirilebilecek bir kenar mahalle delikanlısı"
gibi görmesi anlaşılabilir bir şey değildir. Üstelik
böyle bir yöntemle varılabilecek bir sonuç da
yoktur. "Nerede hakaret orada hareket"
mantığı politikada işlerliği olan bir mantık değildir.
Dozu yükseltmek objektif durumu değiştirmez, yaşanan
konjonktürde de bir değişiklik yaratmaz. Eleştiri
kavramının çok ötesine geçen bu söylem sonuçta
olsa olsa devrimcilerarası ilişkilerde - olumsuz
anlamda - değişiklikler yaratır ,yaratıyor da.
Ya tepkiyi geliştiriyor ya da daha kötüsü hakareti
içine sindirebilen bir psikolojiyi meydana çıkarıyor
.
BİZE NE SÖYLENSE AZDIR ! ..
Örneğin çok ciddi dergilerde "Türkiye solu
iflas etmiştir" gibi başlıklara rastlanabiliyor.
İnsan kendine böyle hakaret edince bir şey değişiyor
mu, o belli değil , ama söyleniyor bunlar. ( HEDEF/12
sayı )
Solun "kaçınılmaz olarak" tasfiyeye
gittiği, zaten "Türkiye Solu' nun mayasınnı
bozuk olduğu " sözleri geliyor arkadan.
Bir kez başlayınca sonuna kadar gidiliyor; Türkiye
solcusunun gerillayı değil korucuları sevdiği,
Çetinkaya gibilere yandığı, hainlerin ölüme gönderdiği
insanlara değil, öldürülen hainlere acıdığı vb.,
gibi iddialar bir bir sıralanıyor. Bu iddiaların
kime yöneltildiği de belli değil; "Türkiye
solu" diye içine garip bir şekilde herkesi
dahil eden bir kavram var, çok tartışılır bir
kavram ...
Sonuçta , bir manzara çiziliyor: "sözün kısası,
solculuğu biraz inattan biraz vazgeçemediği bir
yaşam tarzı haline getirdiği için, yahut da yapacak
başka bir işi olmadığı için veya namus belasına
sürdüren küçük bir topluluk kalmıştır orta yerde"
Manzarayı çiziyor HEDEF ve sonuç çıkarıyor: "bu
haliyle bu solu yaşatmaya çabalamak yanlış vb
. değil, halka karşı düpedüz suç işlemek demektir."
(a g. y.)
Kuşkusuz böyle bir manzara çizimi ve sonuç çıkarımının
ardından yeni bir şeylerin programı ve ipucu gelmeli.
Oysa gelmiyor. Daha doğrusu gelen şeyin, şu anda
herkesin yapmaya çalıştığı şeyden farkı anlaşılamıyor.
Yazının sonucunda"bir an önce az sayıda insanla
da olsa savaşa girişileceği" teminatı veriliyor
ama bunun "polisten gizli olduğunu zanneden
mahfiller" diye alay edilen diğer sol yapılara
göre nasıl bir farklılık gösterdiğini çözebilmek
mümkün olmuyo .
Başkasının hakaretlerine katlanmak yine bir şeydir,
ama insanın kendisine hakaret etmesi ilginç ve
anlaşılmaz bir olgudur .
Bir de malum Kemalizm belası var, iyi bir örnektir.
Öyle bir günah keçisi oldu ki son yıllarda, herkes
kırk tas su dökünüp ondan arınmaya çalışıyor.
Her musibetin kaynağı oluyor, her şeyin üzeri
onunla örtülüyor. Kemalizmi en çok reddetmek en
çok devrimciliğin ölçüsü sayılıyor, bu red her
yazıda vurgulanınca bu kötülükten daha çok kurtulunacağı
varsayılıyor. Oysa Kemalizm de bir olgu. Türkiye'
nin toplumsal - siyasi hayatında kuşakları etkileyen
çok önemli bir tarihsel dönemece denk düşüyor
ve kuşkusuz gerek o zamanlar gerekse de daha sonra
toplumsal yaşamda yoğun bir ideolojik etkisi gözleniyor.
Marksizmin Türkiye toprağında yeşermesi sırasında
ve daha sonra böyle bir ağırlığın altında ezilmesi
yaşanıyor. Marx' ın deyimiyle "geçmişin kötü
ruhları" yeni olanın yakasını bırakmıyor.
Sonuçta, yazdıkları ideolojik metinlerle çelişir
gibi görünse de bu etkinin kırılmasının ilk adımı
'71 pratiği oluyor. İlk kez devletle doğrudan
bir hesaplaşmaya giriliyor ve arınmanın yolu açılıyor.
Zaten aslında "Kemalizmin ideolojik etkisi"
denilen şey de, devletten - düzenden bütünüyle
kopamama, onunla cepheden karşılaşamama biçiminde
özetlenebilir. Dolayısıyla salt söylem düzeyinde
bu etkiyi reddetmek çok anlam ifade etmiyor.
Bu konu yanılsamalarla doludur.Yani bugün Çin
Kültür Devrimi' nin şu malum "Özeleştiri"
yöntemine benzer bir şeklide boynumuza pano takıp
"dün biz Kemalisttik, pardon !" diye
ortalıkta dolanmak komiklik oluyor ve kimseyi
de daha fazla marksist yapmıyor. Bunu daha önce
söylemiş olmak da bir ölçek daha fazla marksistliğin
kanıtı değil. Kendimize, geçmişimize hakaretler
yağdırmak bizi devrimci filan yapmıyor. Devrimcilik,
iktidar perspektifiyle, devrimci iktidar anlayışıyla
ilgili bir şeydir ve bunu hedefliyorsanız, ciddiyseniz,
yola çıkmış yürüyorsanız, bir çok şeyden arınmaya
başlamışsınızdır ve yol sizi arıtmaya devam eder.
Bunun dışında bir yol yoktur. Her iki lafın birinde
Kemalist ideolojinin etkilerine lanet okumakla
varılacak bir yer de yoktur.
Bir "sömürge tesbiti" de geçmişte böyle
anlaşıldı. Çok büyük marifet sanıldı. Oysa bu
tesbit 60 ' lı yıllarda bazı kürt grupları tarafından
yapıldığı halde pratik bir sonuca yol açmamıştı.
PKK ile birlikte anlaşıldı ki, Kürdistan' ın sömürge
olduğunu tesbit etmek ayrı şeydir, sömürgeciliğe
karşı savaşmak ayrı şeydir. Sorun pratiktir ve
o pratiğin içinde PKK önderliğindeki Kürt devrimcileri
geçmişin feodal - aşiretçi "kötü ruhları"
nın yeni üzerindeki etkilerini silkeleyip atmışlardır.
Kavramsal düzeyde yinelemeler yapmak, soyut arınmalarla
avunmak boştur ve sonuçsuzdur.
Komplekse, kendimize ağır suçlamalar yöneterek
"rahatlama" yöntemine gerek yoktur.
"Bizim mayamız bozuk..." türünden garip
söylemlerle varılabilecek hiç bir yer yoktur.
Şimdiye dek olmadı ve olmayacak.
Ali Fırat' ı anlamak (onaylamak değil ama anlamak)
mümkündür.
Diğerini anlamak hiç mümkün değildir.
Ali Fırat düşüncelerini söyleyebilir. Düşüncelerini
ifade edebileceği dergiler ve gazeteler vardır.
Bu anlaşılabilir bir şeydir.
Ali Fırat' ın düşüncelerini adeta noktası virgülüne
"tercüme" ederek kendimize söylemek,
"bize ne kadar hakaret edilse azdır"
gibilerden bir garip psikoloji içine girmek anlaşılabilir
bir şey değildir.
Kendini aşağılayarak irade kazanmak şimdiye dek
başarılı olmuş bir yöntem değildir...
BOŞLUK MÜDAHALE SEBEBİDİR
Gerçekten komplekse hiç gerek yok.
Ali Fırat' ın müdahalesi (söylemi bir yana) özünde
çok gocundurucu da değildir. Hep söylüyoruz, bir
başka yerde de sözlü olarak ifade ettik; aynı
müdahale ve eleştiri okyanusun ötesinden bir yerden
de gelebilirdi ve çok rahatsız edici olmazdı.
Sorun müdahale ve eleştirinin bizzat kendisi ya
da yapılıyor olması değil, yaşamın gerçekliğiyle
uyumlu olup olmamasıdır. Yani kaygımız "işimize
niye karışılıyor" kaygısı ya da "hegomanya"
kaygısı değildir. Gerçekliğe uyuyor ve sosyalizme
yürüyüşün kapılarını açıyorsa "hegomanya"
da çok önemli değildir.
Esas sorun, Ali Fırat' ın mantalitesinin ne olduğu
ve Türkiye toprağında neyin önünü ne kadar açtığıdır.
Kaygı budur, sorun budur.
Yoksa, ihtiyacı anlıyoruz, keyiften kaynaklanmıyor.
TDP kuruluyor; varsın kurulsun, hoşgeldin diyoruz.Bunu
gerçekten içtenlikle söylüyoruz. Türkiye toprağı
savaşmak isteyen herkese yetecek kadar geniş ve
verimlidir.
Herhangi bir düzeyde öncülük sorunumuz da (bir
kompleks anlamında) yok. Öncülüğün çok pratik
bir sorun olduğunu, istek ve iddiayla ilgili olmadığını
biliyoruz.
Dahası, şu var: ortada müdahale edilebilecek bir
boşluk varsa müdahale olasılığı vardır. Böyle
bir boşluğa yol açmamak, yerini doldurmak Türkiye
Devrimci Hareketinin görevidir. Türkiye Devrimci
Hareketi böyle bir boşluğu yaratmayacak ölçüde
altyapısını güçlendirmeli, sürecin ivmesini yükseltmelidir.
Aksi halde Ulusal Kurtuluş Hareketi sırf devletin
baskısını azalmak ve yıpratmak için bile olsa,
sırf bu amaçla bile olsa, Batı'da kendi izdüşümünü
yaratmaya, - yanlış da olsa kendi hegomanyasında
bir hareketlilik oluşturmaya çalışacak, özellikle
metropol kürt nüfusunu canlandırma çabasına hız
verecektir. Ayrıca , batıdaki " gecikme"
sürdükçe bu nüfus gitgide kendi kabuğuna çekilip
sınıfsal kategorilerden sıyırlacak, Türkiye Devrimci
Hareketi ile Ulusal Kurtuluş Hareketi arasındaki
mesafe daha da açılacaktır.
Basit anlamda siz istediğiniz kadar "biz
proleteryayız ulusal kurtuluş hareketinin kontrolüne
girmeyiz" diye çığlık atın, farketmiyor.
Kontrol, güç ve irade sorunudur. Ve sorun, sizin
kendi kontrol ve iradenizin sağlamlığıdır.
BOŞLUK DOLDURULMALIDIR
Sonuç olarak, Türkiye Devrimci Hareketi açısından
konuşursak ortada bir hızlı gelişme problemi vardır
.
Türkiyle Dervimci Hareketi bunu yolunu bulmak
zorundadır ve bulacaktır.
Ortada bir eğrilik varsa, düzelmesinin yolu da
budur. Başka bir şey değil .
Bugün bir yığın insanın kavramadığı şey şudur:
PKK' nın burjuva politikası sahnesinde oynaması
doğrudur - yanlıştır, çok sosyalistçedir - az
sosyalistçedir, çok ahhlaklıdır - az ahlaklıdır...
Bütün bunlar tartışılabilir. Ama PKK' nın buna
hak kazandığı, bunu yapabilecek konumda olduğu
sugötürmez biçimde ortadadır, nettir. Buraya kadar
gelmiştir, kanıyla canıyla gelmiştir ve bu zemin
üzerinden politika yapmaktadır. Yani, örnektir,
reformlar istemek de her koşulda refomizm değildir.
İstemeye hak kazanmadan reform istemek, dilenmek,
reformizmdir. Reform istemekle reformlara zorlamak,
savaşın bir sonucu olarak düşmanı geriletmek ayrı
şeylerdir. Aynı şekilde parlementoya girmek de
her koşulda parlemantarizm değildir. Daha doğrusu
parlemantoya girmek ile parlementoyu delmek arasında
fark vardır.
Güçlü olanın en güvenilmez masalarda oyunlar oynamaya
hakkı oluyor. Lenin ' in bir yerde dediği gibi,
politikada, evde kalmış kızların "erdemli
ama kısır" soylulukları geçerlilik taşımıyor.
Siyaset, bilinen kalıpların içine sığmıyor, objektivite
budur. Ne zaman, nasıl davranacağınızı, bu davranışları
koyabilecek noktaya gelmeden bilemezsiniz, buna
o noktada karar verirsiniz. Önceden söyledikleriniz
ise kurgudur, öngörüdür ve öngörüler hayatın gerçeğine
uymayabilir.
PKK sözkonusu olduğunda sorun şudur: İktidar savaşını
terkedip düzene sığınıyor mu ? Böyle bir eğilim
görülmüyor; iktidar savaşını bir güzel sürdürüyor
ve sürdürürken, doğru ya da yanlış bir mantıkla,
doğru ya da yanlış bir söylemle metropolde bir
canlanma istiyor.
Eğer ortada bir yanlış varsa (hem bu anlamda,
hem de PKK' nın genel politikası anlamında ) bu,
PKK' yı sözlü - yazılı olarak eleştirerek değiştirebileceğiniz
bir durum değildir. Siz Türkiye Devrimci Hareketini
yükseltirsiniz, niteliğini yükseltirsiniz ve bu
yükseliş Hindistan' ı nasıl etkiliyorsa (herhalde!)
yanıbaşınızdaki olguyu da etkiler.
Politika zemini kaygandır, ne denli sağlam basılırsa
basılsın kaygandır; doğruda durabilmek zordur.
Belli bir coğrafya üzerinde yalnızsanız, yalnız
yürümek durumunda kalmışsanız, koordinat yakalayıp
kendinizi ayarlayacağınız başka noktalar çok cılız
ışıklar saçıyorsa, bu kez kendiniz kendinizce
ölçüler yaratırsınız. Oysa kendi doğrularıyla
devrede yer alan başka etkin güçler de varsa sağınza
solunuza bakıp dışsal çizgileri yakalar, koordinatlar
tutturup yeni konumlar kazanırsınız. Ama 8 yıldır
tek başınıza yürüyorsanız,yalnızlık doğruda durmayı
güçleştiren bir olgu olabilir. Zorunluluklar çıkar
önünüze ve zorunluluklar, her zaman olmasa da
çoğu zaman "olması gereken" i bozar,
yerinden kaydırır. Beğenelim beğenmeyelim politika
budur.
Yani sözel eleştiri boştur. Çıkarsınız "daha
doğru" dediğiniz her neyse onu yükseltirsiniz,
güçlü odaklar yaratırsınız ve karşılıklı bir etkileşim
oluşur. Sesinizi yükseltir, türkünüzü söylersiniz
ve eğer karşı yakada söylenmekte olan türküde
bir nota yanlışlığı varsa, o zaman sırıtır. Ve
ortaya şu ya da bu şekilde bir sonuç çıkar, ya
armoni, ya da kesin uyumsuzluk. Ama bunu yapmadan
söylediğiniz şeylerin çoğu boş laftır, başka bir
şey değil...
ZORLAMA VE GERÇEKLİK
Öte yandan, Ali Fırat Arkadaşın gerçekçi olması
gerekiyor. Gerçekten ciddi ve gerçekten işlevli
bir cephe, savaşan bir cephe, bugünden yarına
oluşmayacaktır. İster üzülelim, ister öfkelenelim,
gerçek budur.
Türkiye Devrimci Hareketinin çok kısa bir sürede
böyle bir güç olabilmesi pek mümkün görünmüyor.
Gerçek budur.
Böyle bir cephenin çok acil - yakıcı bir ihtiyaç
olduğu tartışmasız doğrudur. Ama çok yakın olmadığı
da doğrudur, bu anlamda gerçekçi olma zorunluluğu
vardır.
Endişeyi anlamak mümkündür. Bir güç ile boğuşuyor
olmak ve o gücün metropol ülkede çok fazla yıpratılamıyor
olması, bu yıpratmayı yapacak güçlerin yeterince
gelişmemiş olması ciddi sıkıntılar yaratmaktadır.
Ama Ali Fırat arkadaş gerçekçi olma durumundadır.
İnsanlara "niye şehir ayaklaması yapmıyorsunuz"
diyebilirsiniz; belki bu hakkınızdır da, ama bunu
sorarak birşeyi değiştiremez ya da yeni bir olgu
yaratamazsınız. Farklı bir konum ve farklı koşullar
vardır. Konjonktürün özellikleri vardır. Sosyalizm
mücadelesi bütün tarihin en krizli aşamasındadır.
Bütün dünyada yaşanan korkunç bir erozyon vardır.
" Silah var, para var, n'apıyorsunuz ?"
sorusu yine sorulsun ama salt soru sormakla hayat
değişmiyor.
Ali Fırat arkadaş kuşkusuz durumu konjonktürü
bizim kadar biliyor. Ama anlamak istemiyor ya
da daha doğrusu anladığı şey kendi gereksinimleri
açısından uygun gelmiyor. Ulusallık gibi bir avantajdan
(bundan Fırat'ın "avantajı"nı çok büyüttüğümüz
sonucu çıkmasın. Kimliğini yüz yıldır unutmuş
bir halkı ayağa kaldırmak çok zor iştir, yani
ulusallığın dezavantajları da vardır) yoksun bir
devrimci hareketi, sınıfsal planda sosyalizm için
sosyalizmin malum durumunda insanları kazanmaya
uğraşan bir Tükiye Devrimci Hareketini iyi anlamak
gerekir. Türkiye Devrimci Hareketi bugün bütün
tarihin en kritik anında bir yığın güçlükle boğuşarak
yürümek istiyor. Yol bulmak istiyor, yol arıyor.
Herkes bu sıkıntının farkında.Ve kuşkusuz yanlışlar
var, reformizm eğilimlerini zaten geçiyoruz ama
devrimci hareketin de yanlışları vardır.
Yine de, hemen yarın açısından sorun şu: şu anda,
yarın böyle işlevli - savaşan bir hareketin belirip
ortalığı dağıtması beklenemez, beklenmemelidir.
(Daha net olsun; burada tek tek silahlı eylemleri
değil, Fırat' ın istediği düzeyde bütünsel bir
süreci kastediyoruz.) İsterseniz "siz yapamıyorsanız
biz yaparız" deyip TDP olayına yönelin ve
çok büyük olanaklarla destekleyin, sonuç olağanüstü
olmayacaktır.
Türkiye Devrimci Hareketi, bugünkü durumu aşmak,
kitlesellik kapılarını zorlamak durumundadır.
Bunun için Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin yaratmış
olduğu avantaj çok önemlidir. Kimse bunu inkar
edemez. Ulusal Kurtuluş Mücadelesi devletin siyasal
yenilmezlik imajına ağır bir darbe indirmiş, devrimci
zemine büyük bir katkı yapmıştır. Bu bir siyasal
zemindir. Bu anlamda, Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin
atılımı olmasaydı, Türkiye'deki hareketin bugünkü
noktadan geride olacağı kuşkugötürmez bir gerçekliktir.
Bunu söylemek gerekiyor. Ali Fırat bunu nasıl
ve hangi üslupla söylerse söylesin, gerçeklik
ortadadır.
Bu bir avantajdır , ama herşey değildir, kuşkusuz
TDP de varolsun, yelpaze geniştir. Söylediklerini
de teminat sayıyoruz, yapmayı taahhüt ettiklerinin
teminatı sayıyoruz.
Ama gerçekçi olmak gerekir. Gerçekçi olmak gerçeğe
teslimiyet değildir. Duumu bilmektir. Bilmek,
yapılabileceklerin başlangıcı için çok önemlidir.
Öte yandan bir başka konuda da gerçekçi olmak
gerekir:
Herşeyden önce artık iki ayrı yol, iki ayrı rotanın
varolduğu, tarz ve üslup olarak da farklı olunacağı
kabul edilmelidir. Ali Fırat arakadaşın "işte
biz şöyle bir yoldan yürüdük, siz ne yapıyorsunuz"
demesi belki haksız değlidir ama bir şeyi de geliştiremez.
Türkiye Devrimci Hareketi ve Ulusal Kurtuluş Hareketi
aynı ideolojik söyleme ve yöntemlere sahip olmayabilir.
Ve zaten değildir. Hedefleri, üzerine oturduğu
sınıfsal bileşimler,sorunları açısından çarpıcı
farklılıkları vardır. Sorun Türkiye' deki hareketin
şöyle ya da böyle ama kendi üslubunca gelimesi
nicel ve nitel anlamda sıçrama yapamasıdır. Bu
hareket Ulusal Kurtuluş Hareketi Önderliğiyle
çok uyuşmayabilir, çok uyumlu olmayabilir. Hatta
belli konularda çok ters düşebilir ama her ne
olursa olsun gelişmiş bir Türkiye Devrimci Hareketi,
özünde tarihsel olarak, coğrafi olarak Ulusal
Kurtuluş Mücadelesi ile objektif bir uyum içerisinde
olacaktır. Çünkü onun en temel sorununa, TC' nin
yıpratılması sorununa çözüm olacaktır. Gelişkin
bir devrimci hareket, bölgedeki dengeleri halkların
lehine etkileyecek, gericiliğin manevra alanını
ciddi biçimde sınırlayacaktır.
SONUÇ OLARAK
Her zamanki ihtiyaç ortadadır. Bilinen zorluklara
rağmen yürüyüş devam edecektir.
Yürüyüş devam edecektir. Başkaları da katılıyorsa,
her şeye rağmen "dış dinamik" saymıyoruz,
gelirler yürürler. Öne geçmek istiyorlarsa, öne
geçmeyi engelleyen birşey yoktur; yolunu, programını,
pratiğini bulurlar, geçerler.
Çok iyimser ya da çok karamsar olmak için neden
yoktur. Toplumsal hareket suni yollarla büyütülebilecek
bir bitki değildir. Gelişmenin önünü açmanın yöntemi
bellidir. Devrimci hareket Politikleşmiş Askeri
Savaşı yükseltmek, silahlı mücadele ekseninde
politik mücadelenin bütün biçimlerini organize
etmek durumundadır. Tek tek silahlı eylemlerden
bütünsel bir politik organizasyona yürünecektir
. Bunu yaparken her şey yeniden keşfedilemeyecektir.
Ama kuşkusuz dönemin koşulları gözönüne alınacak,
toplumsal verileri yakalayan biçimler geliştirilecektir.
Devrimci hareket ve özel olarak hareketimiz bütün
bunları yapmakla mükelleftir.
Bu mükellefiyet yerine getirilecektir.
Yerine getirecek kararlılık mevcuttur.
Böylece yürünüken Ulusal Kurtuluş Mücadelesi ile
de suni olmayan, doğal bir temas sağlanacaktır.
Ayrı kanallarda yürünse de tek bir hakim sınıflar
bloku ile savaşılıyor olması açısından iki ülkedeki
savaşın birbirine derinden bağlılığı vardır. Temel
yapısını çökertilip devrimci dönüşüme uğratılmamış
bir Türkiye, kurtulmuş bir Kürdistan için (böyle
bir şeyin gerçekleşmesi halinde) rizikodur ve
öte yandan Türkiye ' deki devrim Kürdistan' ın
kurtuluşundan bağımsız düşünülemez. İki ülkenin
proletaryası ve halkları birbirinin doğal müttefikleridir.
Ve artık, ortak mücadele ile ortak örgütlenme
arasında bir "eşittir" işaretinin olmadığı
çok net şekilde anlaşılmıştır.
Artık gündemin konusu Türkiye Devrimci Hareketinin
nicel ve nitel anlamda kendini onarması, ivmeyi
yükseltmesidir. Ancak bu ivmenin yükselmesi sonucudur
ki, iki dinamiğin nasıl koordine edileceği, güçlerin
nasıl bir bileşkeye dönüştürülebileceği ciddi
bir sorun olarak önümüze gelecektir. Başlangıç
itibarıyla da saptamalar yapılabilir ama belirleyici
olan her zaman yaşamın ivmesidir.
Bu arada güncel süreçte devrimciler önlerine çıkan
çalışma alanlarını, HEP olsun yerine kurulabilecek
başkası olsun, reddetme hakkına sahip değillerdir.
Devrimciler kendi kimliklerini koruyarak devrimci
çalışma yapabilecekleri hiç bir alanı reddetmezler.
Eğer yeterli politik iradeniz yoksa bir sendika
içersinde de eriyip gitmeniz pekala mümkündür.
İşin doğrusu, gelecek üzerine çok ayrıntılı, akademik
planlar yapma biçimindeki aydın geleneğinden artık
sıyrılmaktır. Sorun süreçlerin özgün niteliklerini
yakalayabilmek, özgün taktikler üreterek bunları
savaşımın genel hedeflerine bağlayabilmektir.
Devrimci hareketimiz kendini bunları yapmakla
yükümlü sayıyor.
Ve aslında bu yükümlülük bütünüyle Türkiye devrimcilerinin
omuzlarındadır...
|