2. sayımızın "sunu" yazısını anımsatarak
başlamak gerekiyor: "BARiKAT bir zorluğun
ortasında doğdu, zorluğun ortasında yürüyor"
demiştik. Ve biraz da içe dönük bir söyleyiş içeren
o yazıda zorlukları özetlemeye, nasıl bir ortamda
bir şeyler yapıldığını anlatmaya çalışmıştık.
Ama, "zorluk" dendiğinde salt koşullarla
ilgili olanları sıralamak bir şeyleri eksik bırakmak
anlamına geliyordu. Gerçekten de eksik kaldı.
Çünkü koşulların yeterliliği ya da yetersizliğinin
ölçüsü o koşullarda neyi yapmaya çalıştığınız,
ufkunuzun ne kadar geniş olduğu ile ilgilidir.
Ve bu ufkun genişliği oranında koşullar dardır,
zorluklar yaşanır.
BARİKAT, bu anlamda zor bir işi önüne koymuş,
görev edinmiştir. Yalnızca varolan dergilere bir
yenisini eklemek sözkonusu olsaydı -ki bu başlangıçta
hiç düşünülmediği halde objektif olarak gerçekleşebilen
bir durumdur- aynı ölçüde sancılar yaşanmayabilirdi.
Ama, BARİKAT, yukarıda sözü edildiği gibi geniş
bir ufkun ürünüdür ve bu durum -itiraf etmek gerekir-
onun kendi darlığı ile çelişmektedir. Devrimci
hareketimizin bir ifade tarzı olarak BARİKAT,
henüz bu ufkun genişliğini de yeterince ifade
edebilmiş değildir. Ancak zamana yayılan bir anlatım
tarzı ile bazı şeyler ortaya konulabilmektedir.
Devrimci harekette yeni bir söylemi, yeni bir
yaklaşım tarzını yakalamak, bir dizi nedenden
ötürü paslanmış olan kilitleri açmak BARİKAT'ın
ifade etmekle yükümlü bulunduğu perspektifler
dizisinin bir başka önemli boyutudur. Genel olarak
devrimci hareketin, bugün özellikle yeni gelişen
sol potansiyeli eski bir "dalga boyu"ndan
aradığına ve böylece bir "buluşma"nın
eksik kaldığına inanıyoruz. Yeni bir söylem ve
yeni bir "dalga boyu"nun gereğine inanıyoruz.
Ve bu anlamda da BARİKAT'ın tarzını, kendisine
ve kendi dışına yaklaşımını yeniden ortaya koymak,
açımlamak bir zorunluluk olmaktadır.
BARİKAT, kendini ortaya koymak istiyor.
* * *
60'ların sonunda Mahir ÇAYAN'ı anımsıyoruz. "Ülkemizdeki
teorik keşmekeş" diye başlayıp "kör
dövüşü"nü anlatan o ünlü paragraf herkesçe
bilinir; Mahir ÇAYAN böylece o dönem solundaki
durumun bir özetini yapmaya çalışır. Bu özet,
aslında sol-içi farklılaşmaların çokluğundan daha
ötede bir şeyi, devrimci pratiği önler hale gelmiş
olan bir polemik yarışını anlatmak ister.
Bugün aynı paragraf yeniden okunduğunda insanın
içi bir parça hüzün doluyor. Çayan Yoldaş'ın o
dönem "keşmekeş" dediği şeyin bugünle
kıyaslanırsa nasıl "nur alem nur" bir
"sadelik" olduğunu gözlemliyor insan.
701i yılların sonu için "keşmekeş" sözcüğü
çok hafif kalırken, ’90'ların başında artık sözcükler
bütünüyle yetersiz hale geliyor. Üstelik en önemlisi,
70'li yıllarda "büyüyen" bir sol potansiyel
heterojenleşirken -ki bu yinede iç rahatlatıcı
bir şeydi- '90'larda bir dizi bilinen gelişme
sonucu küçülmüş olan sol potansiyel artık taşıması
mümkün olmayan bir heterojenliği yaşıyor. Belli
bir seviyeye düşmüş olan kitlesellik eğrisi ortalıktaki
karmaşayı kaldıramıyor ve bundan da ayrıca etkileniyor.
Aslında Marksist cenahtaki farklılıklar o kadar
da büyük bir olumsuzluk işareti değildir. Bu durum
insanları "hadi birlik olalım" kolaycılığına
itebilecek kadar büyük bir çözümsüzlük de değildir.
Marksizm-Leninizm düşüncesi, herkesin kendi ölçülerince
kendilerine çizdiği çerçeveler kadar dar değildir.
Bilimsel sosyalizm bir zenginliktir ve bu zenginliğin
içinde özellikle pratik politika alanında farklı
yönelimler barınabilir. Farklı yorumlama ve taktiklerin
varlığı bu anlamda bir facia değildir. Facia,
belli bir seviye korunamadığında, teorik tartışma
kendi düzeyinden aşağıya düştüğünde, "zekadan
aşağı vurulduğunda" başlıyor ve "keşmekeş"
deyimi de, sosyalist saflarda farklı yorumların
varolmasını değil, farklılıkların politik olmayan
zeminlerde oluşup politik olmayan söylemlerle
ifade edilmesini anlatıyor.
BARİKAT, bunun farkındadır.
BARİKAT, kendisine korumakta kararlı olacağı
bir politik düzey koymak istiyor.
* * *
Geçmişe cesaretle bakmak gerekiyor. Her ne olursa
olsun, sonuçta birbirleri için ölüme gidebilen,
birbirlerinin idamını önlemek için ölümcül eylemler
yapabilen bir kuşaktan bugünkü noktaya nasıl gelinmiştir?
Aradan geçen süreçler neleri öğretmiştir, neleri
öğretmemiştir? Dünden bugüne akıp gelen nedir?
Ya da belki daha farklı bir bakış açısı denenebilir.
Geçmişte de her şey bütünüyle farklı mıydı, yoksa
"bugün" dediğimiz şey o geçmişte zayıf
da olsa bir aykırı damar olarak mevcut muydu,
diye sorulabilir. Derin bir sorgulamadır bu. Bir
dönemin politik kalitesinin ve insan kalitesinin
-ki her ikisi de devrim konusundaki açık içtenlikten
kaynaklanır- önemi hiçbir şekilde inkar edilemez.
Örneğin, Mete HAS'ın evine girip sağda solda açıkta
duran mücevherata başını bile çevirmeden "yalnızca
bir günlük hasılatınızı istiyoruz" diyen
bir düzey ile, 80 öncesinin ipini koparmış kent
sokakları kıyaslanırsa zaten çok net bir fark
ortaya çıkar. Dönemin insanlarının kendi aralarındaki
ilişkileri de canlı tanıklar tarafından ifade
edildiği gibi belli bir düzeye tekabül ediyor.
Bütün bunlar çok önemli ama yine de tümüyle herşeyi
açıklamıyor.
Dememiz şu ki; '68’i pek seven, '68'in "engin
hoşgörü"süne övgüler düzenleri öyle çok ciddiye
almamak gerekiyor. Üstünden uzun zaman geçince,
artık uzaktan -ve çoğu kez artık başka bir pencereden-
bakılınca bazı şeyler belki de sağlıksız bir "nostalji
güzelliği" kazanıyor, ya da kazandırılmak
isteniyor. Bugüne çözüm üretme kaygısı taşımaksızın,
"biz eskiden böyle yapmazdık" lafları
edilebiliyor.
Oysa, orada, o geçmişte de derinlerde yatan birşeyler
var. Bir gelenek var; '60’1ı yıllar gökten inmemiş,
uluslararası ve yerel boyutları olan bir mirasa
eklenip gelmiş. Ve o mirasın olumlu-olumsuz etkileri
altında gelişip serpilmiş. Büyük bir samimiyetle
özümsenmiş iktidar perspektifi, politik düzey
ve savaşın sıcak temposu bu mirasın olumsuz etkilerini
sıfıra çok yakın bir noktaya kadar azaltmıştır
ama yine de bir filiz kaçınılmaz olarak vardır.
Daha sonra bir başka kuşak geldi. 70'li yılların
ikinci yarısı, yoğun bir kitleselleşme ile sivil
çetenin yozlaştırıcı etkilerinin bir karmaşası
olarak yaşandı. Yaygınlaşan ama nitel anlamda
71'in düzeyini yakalayamayan bir politik hareketlilik
gözlenir bu dönemde. Kuşkusuz, yayılan şeylerin
bir ölçüde sığlaştığı doğal bir kural olarak doğrudur.
Ama yayılmanın sağlıksızlığı oranında bu sığlaşmanın
niteliksel özelikler kazandığı da doğrudur. Böylesi
koşullardadır ki, o aykırı filiz büyümüş, sonuçta
-bir ölçüde hareketimizi de kapsayan- genel bir
olumsuzluklar ortamı yaratmıştır.
Dolayısıyla, bugünün sorunu, kronolojik yanlışlar
dökümü yapmak değil, "sonuçlar"ın gerisindeki
şeyi, nedenleri yakalayabilmek sorunudur.
BARİKAT, işte bunu yapmak istiyor. Aykırı
bir damarı bulup -kendisi ve devrimci hareket
için- kesip atmak, kurutmak istiyor.
* * *
Bu damar nerededir?
Şöyle açmakta yarar var: Politik stratejiler ve
çizgi tespitleri esasen belli mevcut veriler üzerinden
yapılan gelecek kurgulamalarıdır. Yani, akıp giden
zaman belli bir noktada durdurulur ve dünyanın-ülkenin
o anda varolan iktisadi, politik, sosyal, kültürel
vb. verileri üzerinden bir yorumlama yapılır,
"gidişat" üzerine bu verilerden çıkarımlara
gidilir. Başka bir deyişle gelecekteki sürecin
nasıl gelişebileceği ve nasıl geliştirilebileceği
üzerine öngörüler yakalanır. Ve bu öngörüler üzerine
politik hareket formülasyonları kurulur. Makro
düzeydeki devrim ve sınıf mevzilendirmesindeki
sorunlar dan daha alt düzeydeki pratik çalışma
programlarına, örgüt biçimlenişlerine ve yönergelere
dek ayrıntılanan kurgulamalar ortaya çıkar.
Ama hayat durmaz. Bütün bu kurgulamayı siz merkezi
bir örgütlülükle o akıp giden hayatın içine sokarsınız.
Devrimci pratik, düşünülenlerle hayatın kesişme
noktası olur. Bu bir sınanıştır ve hayatın direncidir.
Bu süreçtedir ki, kurgulamış olduğunuz politik
zincir yaşamın dönüştürülmesi sürecine ya uyar
ya da onun -bazen tümüyle bazen de kısmi düzeyde-
direnciyle karşılaşır; sizi (eğer kör bir inadın
sahibi değilseniz) yeni çözümlemelere, öngörülere,
sentezlere ulaştırır. Hiç şüphesiz her zaman çözümleme
ve öngörülerin Marksist yöntemle yapıldığı düşünülür
ve söylenir ama hayat “yemyeşil”dir ve üstelik
Montaigne'in bir yerde dediği gibi "yanlışın
bir tek yüzü ve biçimi yoktur."
Dahası felsefi açıdan da durum böyledir. "Özne,
kendini ya da kendinden olanı tam anlamında bir
nesne olarak kavrayamaz; böyle bir şey bilginin
gerçek kaynağı olan özne-nesne karşıtlığının kalkması
olurdu." (A.Timuçin/NİÇİN YAPISALCILIK DEĞİL
/Süreç Yay.) Yani kendinize hayatın aynasında
bakmanız gerekir. Geriye çekilip, belli bir uzaklıktan
bir nesne gibi inceleyebileceğiniz bir sonuçlar-olgular
kümesine ihtiyacınız vardır. Ve belli bir uzaklıktan,
bir ölçüde yabancılaşarak bakmadığınızda olgunun
bütün cephelerini görmeniz mümkün değildir.
Ama sonuçta bu bir süreçtir. Ve elbette siz sürecin
en başında yaptığınız öngörü ve kurgulamalarla
iddia sahibisinizdir. Politik bir parti ya da
hareket olmanın doğal gereğidir bu. Eğer siz,
bir politik parti ya da hareket olarak ortaya
çıkma ihtiyacını duymuşsanız, bu, mevcut diğer
siyasal yapılanmaları, onların öngörü ve politikalarını
doğru bulmadığınız, sürecin ancak kendi ürettiğiniz
o politikalarla ileriye götürülebileceğine şiddetle
inandığınız içindir. Bu, kuşkusuz bir iddiadır.
Ama, henüz sınanmamış bir iddiadır ve sizi sürecin
daha en başında bütün diğer iddiaları defterden
silip atmakta haklı kılmaz. Politikanızı uygularsınız,
başka politikaları eleştirirsiniz ama hayatın
göstergelerinin dışında salt kendi sübjektif niyetlerinizle
kimseye "temyizi mümkün olmayan" hükümler
kesemezsiniz. Kendi politikalarınıza inanmak,
başkalarına sövmenizi de gerektirmez. Sorun oldukça
basit görünüyor. Ama gerçekte hiç de öyle değil.
Bu ülkede politikanın, Marksist yöntemin bu yalın
gerçeği pek sık ve yaygın olarak unutulur. Çoğunlukta
insanlar, daha politik hareket olduklarını iddia
ettikleri ilk andan itibaren, Hoca Nasreddin'in
dünyanın ortasını işaretlemesine benzer bir yöntemle
yere bir çizgi çizerler ve bu çizginin iki yanında
kalanları döneklik, hainlik, anarşistlik vb. kalıplarından
birine sığdırırlar. Daha ilk andan itibaren dünyanın
bütün doğrularını kendilerinin keşfedip temsil
ettiklerine inanırlar ve artık yaşam bu “ölümsüz
hakikat”lere uysa da uymasa da farketmez. Öyle
ki, bir noktadan sonra, o "ölümsüz hakikat"
ile uyuşması (!) için gerçeğin kendisi bile değiştirilebilir.
Ve artık, bu "açık seçik" doğruları
benimsemeyen herkes kendisine satırlardan satır
beğenir! Burjuvaziye dolaylı hizmet ettiği varsayılır
ve gayrı her şeyi hak etmiştir!
İşte devrimci olmayan üslubun kökeni büyük ölçüde
bu çarpılmada yatar. Artık bütün ihtiyat payları
kalkar ve eleştiri sövgüye doğru evrilir.
Ve öte yandan, devrimci yöntem de, bu aynı gerçeğin
farkedilmesinde, içe sindirilmesinde yatar. Bu
bir düzey yakalamaktır ve bu düzey kendi doğrularını
hayata uygulayıp savunmak ama öte yandan "herşeyin
sırrını keşfetmişlik" küstahlığına kapılmamak,
başkalarına saygıyla yaklaşmak biçiminde kendini
gösterir.
BARiKAT, bu düşünce tarzını içselleştirmeyi kendine
ilke ediniyor.
BARİKAT, kendi politik hattının doğruluğuna
inanıyor ve güveniyor, ama öte yandan dünyanın
kendisinden ibaret olmadığını da biliyor ve çevresine
olan saygısını ilişkilerinde üslubunda somutlamayı
istiyor.
* * *
Bu anlamda, sol-içi şiddet üzerine her gün söylenen
bir dizi iyi niyet sözcüğünün de pek fazla anlam
ifade etmediğini düşünüyoruz. Birkaç yıl önce
hafif propagandif koku taşıyan bir "geçmiş
özeleştirisi" çağrısı dinlemiştik. Doğrusu
pek anlamlı değildi. Çünkü sorun, basitçe geçmişe
dönüp "şunlar yapılmamalıydı, yanlıştı"
demek değildi. Bütün olan bitenlerin olup bitmesine
zemin hazırlayan, onların yapılmasına yol açan
bir mantalite vardı, ucuna eklenilmiş bir gelenek
vardı. Sorun, tek tek olayların özeleştirisi ya
da bunların bir daha yapılmaması üzerine temennilerde
bulunulması değil (ki sorunun kaynağını kurutmayan
"özeleştiri" kaçınılmaz olarak "temenni"dir),
olgunun gerisindeki düşünme tarzının yok edilmesiydi.
Düşünme tarzı dediğimiz şey ise, tam tamına yukarıda
özetlediğimiz çarpılmaya dayanıyordu. Yani, A
hareketinden bir insan, B hareketinden bir insanı
(B hareketinin politik çerçevesinde kendini devrime
adamış bir insanı!) yoketmeyi içine sindirebiliyorduysa,
bu, kendisinin en saf "Marksist-Leninist",
diğerlerinin ise "hain" olduğu konusundaki
derin inancından kaynaklanıyordu. Bunun açıkça
söylendiği de oluyordu ama söylenmese de tetiğin
ardındaki mantık üstü örtülü olarak bu idi. Üstelik,
bunun üzerine, sosyalist kimliğin bir sosyalizm
projesi üzerine kurulamamış olmasına dayanan bir
boşluk (kuşkusuz sosyalist toplum ilişkileriyle
doldurulamayınca feodal ilişkilerle dolan bir
boşluktu bu) ekleniyor ve nihai amaç ile araçlar
arasındaki bağın koptuğu bir ortamda da neyin
"mubah" olduğu belirsizleşiyordu.
Burada bir damar vardır, eklenilmiş bir gelenek
vardır. "Sosyalist" pratiğin çöküşünün
de bir yönüyle ve bir açıdan nedeni olan bir gelenektir
bu. Bu gelenek MK üyelerinin eceliyle ölmelerinin
istisna sayıldığı, MK toplantısında adam vurulup
üstüne üstlük dört ülkenin birden ajanı ilan edilebilen,
her kapı arkasında hain aranan, ideolojik mücadele
içersine kriminoloji ve ceza hukukunun fena halde
sokulduğu... bir gelenektir. Bu bir tarzdır ve
ideolojik-ruhsal biçimleniştir. “Politik iddialılık”
ile "politik rakipsizliği" birbirine
karıştıran bir mantıktır.
Hatta geçmişte fiilen bu çatışmalara hiç katılmamış
olmak ya da her nasılsa katılınmış çatışmaların
trajik sonuçlar yaratmamış olması da gerekmiyor,
herhangi bir şeyi de düzeltmiyor; çünkü şiddet
unsuru içerilmiş bir olgu olarak ideolojik-söylemde
ve politik mantalitede yaşıyor. Ve yarın açığa
çıkabilecek, çıkması mümkün bir potansiyel öğe
olarak duruyor.
Öyleyse sorun, düpedüz bu olgunun kırılması, yeni
bir söylemin ve deyim yerindeyse Marksizm-Leninizm’in
yeni bir kavranışının yaratılması sorunudur. Ya
da daha doğru bir anlatımla söylersek aslında
yapılması gereken şey, Marksizm-Leninizm’in üzerinde
uzun yıllardır birikmiş olan tozu üflemek, onun
capcanlı özünün etrafını sarmış kabukları ve bütün
teferruatı silkeleyip savurmaktır. Marksist teorinin
üzerine sarılmış II. Enternasyonal yosunlarını
Lenin'in nasıl söküp attığı anımsansın; bugünkü
görev bir başka boyutta da olsa bu duruma benzemektedir
ve eğer öyleyse, sorun geçmiş sosyalist pratiğe
de bakış ve onu değerlendirme sorunudur. Arkamızda
yoğun derslerle yüklü bir gelenek vardır. Bugün
sahip olduğumuz doğru ya da eğri her ne varsa
bize o tarihin içinden akıp ulaşmıştır. Bu anlamda
da, o tarihi önsel yargılardan uzak bir objektiflikle
ele almak, olumsuzlukları tespit edip, aykırı
filizleri kurutmak görevi önümüzdedir. Sahiplenmek
ve aşmak filleri aynı süreçte içice geçmiştir.
BARiKAT, kuşkusuz bu konuda mükemmeliyetçi bir
idealizme sahip değildir, bugünden yarına herşeyin
değişebileceğini düşünmemektedir.
Ama, BARİKAT, Marksizm'i, kendi özüne yabancı
olan düşünme tarzlarından kurtarmayı da bir görev
saymakta, bunu sosyalist olmayan ilişkilerin kırılması
yolunda gerçek bir adım olarak düşünmektedir.
***
Öte yandan, dışa karşı şiddetin (ya da potansiyel
şiddet eğiliminin), özünde "içeriden",
siyasi hareketlerin kendi bünyeleri içindeki yanlış
ilişkilerden kaynaklandığı yolunda çok ciddi kanıtlar
vardır.
Kendi iç ilişkilerinde kolektiviteyi yaşayamayan
yapı, yetiştirdiği yaratıcı olmayan "militan"
tipi ile dışarıya karşı da saldırgan bir üslubu
üretmiş oluyor. Başka deyişle, bir ve aynı hastalık
içerde eksik-cılız insan tipine, dışarıda ise
tahammülsüzlüğe yol açıyor. Demokratik-merkeziyetçilik
ilkesinin çok ciddi bir yanlış kavranışına yıllardır
tanık olundu. Örgüt içi demokrasiyi seçimlere
indirgeyen ve "merkezi yan esastır"
bahanesi altında demokrasiyi "ihlal edilebilir"
bir olgu olarak ele alan mantık, aslında ilkenin
Leninist özünün hiç kavranmamasıyla eş anlamlıdır.
Gerçekte, demokrasi ve merkeziyetçilik örgüt içinde
birbiri aleyhine genişleyen-daralan vb. alanlar
değil, kendi kanallarında akan ayrı olgulardır.
Marksist-Leninist örgüt, kendisini oluşturan insanların
iradelerinin katılımıyla kararlar politikalar
üreten ve bu kararları en kesin merkeziyetçilikle
uygulayan bir yapılanmadır. Leninist parti, dünyayı
değiştirme eylemiyle, bu eylemde yer alan insanların
değişimini aynı sürecin sorunu sayar ve öyleyse
örgüt fikrinin özünde içsel bir olgu olarak demokrasi
vardır; seçimlerin niteliğinin ötesinde bir sorun
olan demokrasi bütünsel bir katılımı içerir. Merkezi
işleyiş ise örgütlü olmanın, örgütlü çalışmanın
doğal gereğidir. Yani bunlar birbirine karşı olan,
birbirini azaltan-çoğaltan olgular değildir.
Leninist örgütün kendi ağırlıklarına sahip köşe
taşlarıdırlar.
Sorun böyle kavranmadığında ise, örgütsel yapı,
insanların içinde dönüştükleri, katılıp öğrendikleri
bir okul olmaktan çıkıp, idari bir işleyişe doğru
evrilmekte ve bununla paralel olarak dışarıya
karşı aynı sığ bakış hakim olmaktadır. İçerdeki
her farklı düşünceyi "hainler hizbi"
sayan çarpık anlayış dışarda bütünüyle bir hainler
güruhu görmektedir!
Ve tabii, politik çözümleme ve uygulamadaki yetersizlik
de öte yandan, kısa kesmeye kolay olana, içe kapanıp
kemikleşmeye yol açıyor! Birçok kez, birçok olayda
herkesin tespit ettiği gibi kemikleşme ve şiddet
eğilimi geçmişte daha çok iç sorunların üstünün
kapatılmasına hizmet etmiştir. Yetersiz politik
kapasite çoğu kez "yeterli" bir dövüşkenliğe
yol açmıştır.
İnsanların, sol atmosfere ya da politik hareketlere
çoğu kez önce siyasal olmayan dostluklar-akrabalıklar
yoluyla geldiği bilinir. Çok yanlış da değildir
bu, her zaman böyle olmuştur ve olmaya da devam
edecektir. Sorun bu değildir, sorun bu "geliş"ten
sonrası, insanların o noktada takılıp kalmaları
ya da kalmamalarıdır. Oysa kalın çizgilerle kendini
kapatan yapı giderek bu insanlar, "dergi
okuru" yapmakla, yaratıcı kişiliği öldürmektedir.
Nihayetinde bu bir kültürel biçimleniştir ve bu
kültür "harekete bağlılık" olgusunu
politik temelinden kaydırmakta, böylece kapalı
devre bir bilgilenme mekanizması yoluyla gelişen
insan tipinde "bağlılık" feodal motiflere
uzanan bir edilgenliğin üzerine oturmaktadır.
Ki, aynı süreç dışa karşı da yine politik zeminden
kaymış bir bakış açısını beraberinde getirmektedir.
Sonuçta denebilir ki, devrimci yöntemden her uzaklaşma,
her potansiyel şiddet eğilimi aslında "içerde"
üretilmekte, varolan iç örgütsel işleyişlerin
türevi olarak gelişmektedir.
BARİKAT, sorunu böyle kavramaktadır.
BARİKAT, kolektiviteyi genel bir sorun olarak
algılıyor, böyle algılanmasını istiyor.
***
Mesele bu kadarla bitmiyor.
Bir Kürdistan sorununu anımsayalım; örneğin yıllar
yılı Türkiye Devrimci Hareketi'nin bu konudaki
garip durumu bilinir. BARiKAT geleneği de içinde
olmak üzere uzun yıllar sol bu konuda "ortak
mücadele” ile "ortak örgütlenme" arasına
son derece anlamsız bir "eşittir" işareti
koymuş, böyle bir mantaliteyi sürdüregelmiştir.
Böylece uluslararası bir sömürge olan ve bu durumdan
kaynaklanan bir dizi karmaşık sorunu yaşayan Kürdistan'ın
devrimcilerine adeta bir sol Misak-ı Milli dayatılmış;
ayrılma hakkının, ayrı siyasi irade kurma hakkı
ile bir bütün oluşturduğu gerçeği yok sayılmıştır.
Bu durum, çoğunlukla Kemalizm’in yoğun ideolojik
etkisine dayanılarak açıklanır. Bu etkinin belli
bir şovenist dozu Türk Solu'na yüklediği; solun,
resmi ideolojinin bu tarihsel kökeninden kopamadığı
söylenir. Kuşkusuz bu doğrudur, bir gerçeğin tespitidir.
Ama yetersizdir, eksiktir, sorunun bir yönünü
görememektir. Üstelik bu yetersiz tespit son yıllarda
sol herkes "Kemalizm’in etkilerinden kurtulmak"
için kırk tas su dökünürcesine bir "arınma"
hummasına kapılmıştır. Birdenbire bir "Kürt
sevgisi" peyda olur ve herkes doğuya tapınmaya
dururken, Kemalizm’e günde beş vakit sövmek, adeta
ters yönden bir ulusal inkarcılık düzeyinde "Türk"
ile başlayan herşeyi hakarete bulamak yeni bir
moda olmuştur.
Oysa sorunun pek görülmeyen bir başka yönü vardır:
Kürdistan'a ortak örgüt misak-ı milliyetçiliğini
dayatan mantık bir başka kaynaktan da: açmaya
çalıştığımız yanlış-benmerkezci Marksist anlayıştan
da beslenmiştir. Ve hatta aslında gerçek kaynağı
da orasıdır. Yani sorun basitçe şovenizm sorunu
değildir; hatta Kürdistan sorunu da değildir.
Yanlış beslenmiş bu "Marksist" prototipi
elinden gelse Uruguay proletaryasını da yönetmeye
çalışır! Çünkü bu mantalite, kendisinin mutlak
hakikatleri bildiği ve en doğru "ML"
çizgiyi tek başına temsil ettiği; öyleyse başkalarının
"gereksiz" olduğu kanısındadır. Ve o
zaman, kendine fatih misyonu biçen bu yapı Kürdistan
devrimcilerinin kendilerini ifade eden bir örgüte
ihtiyaçları olmadığına, mevcut "ML"
yapının bu iş için "yeterli" olduğuna
karar verir. Ve ancak sonradandır ki, bu "yeterlilik
kararı"nın üzerine konjonktür yorumları ve
"ortak mücadelenin gerekleri" gibi açıklamaları
"giydirilir." Oysa işin özü, daha geride
bir şeyde, "başkaları adına düşünme",
"başkaları için iyi olanı belirleme"
hakkını kendinden bulan çarpılmış "Marksizm"
anlayışındadır. Ve bu mantalitenin ucu Kemalizm’in
etkilerine ne kadar gidiyorsa, zamanın III. Enternasyonalinde
somutlanan “ağabeylik” anlayışına, Lenin'in uyarılarına
rağmen gelişen tepeden belirleyici ilişki anlayışına
da o kadar uzanır. Türkiyeli devrimciler -ki bundan
Kürdistan devrimcileri azade değildir- böylelikle
bir politik geleneğe eklenmişler, uzun yıllar
gıdalarını böyle bir gelenekten almışlardır. Çin
Devrimi ya da İspanya'yı belli bir modele göre
yönlendirmeye çalışan "enternasyonalist"
mantık biçimi, sonradan her ülkeye uyan (!) "kapitalist
olmayan yol" ve "UDC" teorileriyle
berbat şekilde yozlaşarak devrimci özünü yitirerek
devam etmiş ve sonuçta bir birikim halinde akıp
bize dek uzanmıştır.
Öyleyse, sorun bu konuda da hiç yüzeysel değildir.
Basit anlamda "şovenizmden arınma"ya
indirgenemez; daha derindeki bir başka şeyden
kendini herkesin-herşeyin önüne ve üstüne koyan
bir çarpılmış Marksizm anlayışından kurtulmak
gerekiyor.
Bu anlamda BARİKAT kendini dünyanın ekseni sayma
tarzındaki bir düşünme tarzını bünyesinden uzak
tutmayı istiyor.
BARİKAT, çok net söylenirse, dünya ve ülke
devrimci hareketi konusunda sorumluluk duyuyor
ama kendini dünya ve ülke devrimci hareketinin
trafiğini yönetmekle de yükümlü saymıyor.
***
Bütün bunları söylemek, yaşamın gerçekliğinin
üstüne çıkmak, onun dayatmalarını yok saymak anlamına
gelmiyor. Biliyoruz ki, "yanlış" ile
"ihanet" arasındaki mesafenin korkunç
ölçüde daraldığı, hiçbir ara rengin yaşamasına
izin vermediği, yanlışın yanlış olmakla kalmayıp
otomatik olarak karşıya hizmet anlamına geldiği
dönemeçler vardır. Pratik hayatın dönüm noktalarıdır
bunlar, teorik formülasyonların politik programların
sınandığı momentlerdir. Önsel olarak bu politikaların
sahipleri kendilerini ve başkalarını nasıl ortaya
koymuş olurlarsa olsunlar, hayat bu ortaya koyuş
biçimlerini tarihsel planda sınar. Bilinen örnek
olduğu için anımsanabilir; 1914'ün ünlü savaş
oylaması vardır, çok ciddidir. Tek bir davranış,
ayağa kalkıp "evet" ya da "hayır"
demek çok belirleyicidir. Kuşkusuz orada "evet"
ya da "hayır" denilmesine yol açan düşünce
tarzlarının evveliyatı ve arka planları vardır,
geçmişten birikip gelen ayrı kavrayışlar vardır
ama tam o noktada olay açık, görünür bir düğüm
haline gelmiştir. Ve kendi geçmişlerinden gelerek
o noktada şöyle ya da böyle bir tavır almış olanlar,
daha sonra AKP ve SDP gibi millerce ilerden görünebilir
ölçüde birbirinden ayrı iki kolu oluşturmuşlardır.
Ya da 1917'nin Şubat-Ekim arası düşünülebilir;
baş döndürücü bir hızla herşeyin net ayrıştığı
(salt teorisyenlerin-kadroların bilincinde değil,
kitlelerin bilincinde de ayrıştığı) bir süreç
yaşanmıştır. Yaşamın sakin bir tempo izlediği
günlerde "yanlış düşüncelere sahip olmakla
nitelendirilebilecek insanların grupların, sıcaklık
yükseldikçe nasıl açık ihanet noktasına ulaştıkları
hep biliniyor.
Yani şu çok sık yinelenen anlamında bir "hoşgörü"den
sözetmiyoruz biz. Epeydir bu laf pek seviliyor.
Ortalıkta "68 ruhu" gevezeliğiyle üretilen,
"yıkılan duvarlar" edebiyatıyla beslenen
bir "hoşgörü" rüzgarı esip duruyor.
Devrimci güçlerin birbirlerine karşı ne kadar
"hoşgörüsüz" olduğundan dem vurulup,
devrimciler daha munis insanlar olmaya davet ediliyorlar.
Biz "hoşgörü"den sözetmiyoruz.
"Hoşgörü", "hoş görmek" fiilinden
geliyor, her türden yanlışı es geçmeyi ilke edinmiş
"derviş" tavrını çağrıştırıyor.
Biz, yanlışı hoş görmek derdinde ve niyetinde
değiliz. Derdimiz yanlışı hoş görmek değil, doğruyu
kendi üzerimizde tekelleştirmemek, kendi iddiamızı
bizzat tarihin yargısı yerine geçirmemektir.
Tarihin tıkanıklık noktaları, keskin dönemeçleri
olduğunu, bu dönemeçlerde uçların netleştiğini
biliyoruz. Bazılarının bu noktalarda -bugünkü
düşüncelerinin seyrine göre bakılırsa- belirli
uç noktalara koyabileceğini düşünür ve öngörü
olarak söyleriz. Ama durduk yerde, sırf biz bir
çizgi koyup yürümeye başladık diye, bunun şerefine
hainler ve kahramanlar yaratamayız. Böylece bir
seviyesizliğe de dayanak bulunamaz, şiddet eğilimine
ise hiçbir şekilde meşruiyet sağlanamaz.
BARİKAT, ilkeli, kesin ve net olmak ile
sağa sola dayanaksız türden "tarihsel yargılar"
savurmak arasında ciddi bir fark olduğuna inanıyor
ve bunu anlatmak istiyor.
* * *
Öte yandan, devrimci ilişkilerdeki yöntem sorununun
salt teorik bir şey olduğu, yani salt teorik anlamda
bazı iyi dileklerin ifade edilişiliyle çözülebilir
bir sorunun olduğu epey şüphelidir. İki sürecin
çakışması önemlidir: Yapılan iş ve o işi yapan
insanların bilincinin şekillenişi...
Kuşkusuz, üslup ve ilişki yöntemi konusundaki
çiğ davranışların, sekterliklerin yukarıda açıklamaya
çalıştığımız teorik-ideolojik kökenleri var. Çok
derindeki o aykırı filiz var. Ama bunların yanında,
devrimci pratiğin uzun sürecinin -bu pratikte
gerçekten bütün enerjileriyle yer alanlar açısından-
olgunlaştırıcı etkilerini eklemek gerekiyor. Devrimci
pratik, özellikle düşmanla cepheden karşı karşıya
geliş sürecine girildikçe belli bir törpüleyici
etkileşim yaratıyor. FSLN bölünmesi yıllarında
yaşamış insanların “birbirimize saygıyı hiç yitirmedik”
deyişleri anımsanabilir, ya da bugün çeşitli ülkelerde
gerçekleşen, yaşayan ilişkiler düşünülebilir.
(El Salvador vb.)
Elbette, bu örneklerde de durumun o kadar toz
pembe olmadığı söylenebilir.
Doğrudur, belki de gerçekten öyledir. Ama yine
de cephe hattında geçirilen zamanın bir şeyleri
ürettiği inkar edilemez.
Bu açıdan bakıldığında da, dünkü yada bugünkü
karmaşa ve keşmekeşin o kadar da ümit kırıcı olmadığı
söylenebilir. Devrimci sürecin kendisinin —ki
bu süreç kendiliğinden bir olay olmaktan çok iradi
müdahaleyi içerir- devrimcileri de eğiteceğine
güvenmek gerekiyor. Sağlıklı birlikler, ayrışmalar,
böyle netleşen kimlikler zemininde yakalanabilecektir.
BARİKAT, devrimci süreci, sosyalist ilişkilerin
ve bu ilişkiler içinde yaşayan kendisinin olgunlaşma
süreci olarak algılıyor.
* * *
Ama bu gelenek, aynı zamanda devrimci insanlara,
çevrelere bugünden ve şimdiden genel bir saygı
duymayı da bir önsel adım olarak düşünüyor. Bunun,
dar politik hesapların ötesinde içselleştirilmiş
bir doğal davranış olması gereğine inanıyor.
Politik hareket ve partilerin içinde yer aldıkları
süreçlerden kendilerine avantajlar sağlamaları
yada daha doğru bir deyimle bu süreçleri kendi
varlıklarını yeniden üretme alanları olarak görmeleri
son derece doğaldır. Ancak bu durumun politik
çerçevenin dışında kalan araçlarla, örneğin "nalıncı
keseri" benzeri bir araçla yapılmasının birçok
şeyi çığırından çıkardığına inanıyoruz. Politik
geleneğimizin, içinde yeraldığı süreçleri kendi
payına tahvil etme açısından pek "akıllı"
olmadığı öteden beri söylenir; doğrusu bundan
çok rahatsız da değiliz. Yalnızca kısa vadeli
dar hesapları düşünebilen bir "akıllılık"
gelecekte de bizden uzak olacaktır. Örneğin bu
geleneğin insanları geçmişte bir dizi cezaevinde
direniş çizgisinin ön safında yer almışlar, bir
yığın sıkıntıyı omuzlamışlardır. Ama öte yandan
bu gelenek, kendisi gibi direnen başka insanların
varlığını aklından çıkarmamış, onları yok sayarak
bütün süreci kendi hesap defterine yazan bir üslubu
benimsemeyi doğru bulmamış, dahası ahlaki olarak
içine sindirememiştir.
Diğer yandan, bu gelenek devrimci mücadele sürecinde
şehit düşmüş insanlara genel bir saygı duymayı
da alışkanlık edinmiştir. Bu süreçte yitirilmiş
bütün insanların "ölümsüz" olduğuna
inanıyoruz ve pratik davranışlarımızda sloganlarımızda
bunu göstermeyi ilke sayıyoruz.
BARiKAT, köşe başlarında, evlerinde katledilen
bütün devrimci insanları kardeşi sayıyor. Lice'de
cenaze töreninde vurulan Kürt gencini, dağdaki
gerillayı kardeşi sayıyor. Ve bunu diplomasi olsun
diye de söylemiyor, doğru olduğu için söylüyor
Bizim katıldığımız ya da katılmadığımız görüşler
uğruna olsun, bu insanlar kendi doğrularıyla ölüme
gidiyorlarsa, saygı duymak gerekiyor.
Ölüme gitmek, direnmek, bu ülkede hep yanlış anlaşıldı,
dar politik düşüncelerle bakıldığı için çoğu kez
sanıldı ki, konu (birebir tarzda) savunulan çizgi
ile ilgilidir. Ölümü göze alma yada işkenceye
direnme tutumu kişinin sahip olduğu politik anlayışı
ile doğrudan bir ilişki içine sokulunca, iki olgunun
birbirinin kanıtı olarak sunulabilmesi imkanı
doğuyor ve bu durum gerçekten dar bir politik
avantaj sağlıyor.
Oysa sorun, böyle dar bir çerçevenin dışındadır.
Sorun, insanın yaptığı işi ciddiye alması, kendini
ciddiye alması, uğruna savaştığı düşünceyi içselleştirmesi
sorunudur. İBRAHİM, siyasal mantalitesindeki çok
temel yanlışlara rağmen, kendi tarzında komünizm
davasını bütün vücut hücrelerine sindirmiş adamdır;
DENİZ, silahlı mücadele anlayışının yanlışlığı
bir yana, bütün varlığını emperyalizme karşı savaşın
aracı yapmış insandır... ve diğerleri... yoksa,
"görüşlerinin doğruluğu" gibi dar bir
çerçeveye kim nasıl sığdırabilir bunca yiğit ölüyü?
Sözgelimi, yoldaşlarına ihanet yerine ölümü seçen
bir Bedreddin Şınlak ile sehpaya çıkarken gülümseyen
o işçi arkadaşı, Necati Vardar'ı ya da yaşı bile
tutmadan aramızdan koparılan Erdal Eren'i kim
hangi ölçülerle birbirine kıyaslayabilir?...
Sorun, yaptığını içme sindirmiş, kendine bir yaşam
tarzı kılmış olmaktır. Sorun insanın kendi düşüncelerini
yaşamasıdır, bugünkü düzenin sunduğu bütün şeyleri
eliyle itebilmiş olmasıdır. Yani kör ölünce badem
gözlü filan olmuyor, bu insanlar salt öldükleri,
yiğitçe öldükleri için değil, düşünceleri uğruna
ölümü göze alabildikleri için kardeşimizdirler.
Sosyalizm, bir "gizli din" değil, ona
"inanmak" da çok fazla anlam ifade etmiyor.
Dünyayı değiştirme eylemine başka insanlarla birlikte,
örgütlü olarak katılmaktan sözediyoruz biz. Bu
bir seçiştir, tercihte bulunmaktır belli bir yaşam
biçimini seçmek ve düşüncelerini bu yaşam biçiminde
cisimleştirmektir. Sosyalizme bakış tarzı ve yöntem
konusunda doğru ya da yanlış düşünmek kuşkusuz
önemlidir ama en az bunun kadar önemli olan şey
insanın hangi tarzı seçmiş olursa olsun ona inanması,
yaşamının doğal bir parçası yapmış olmasıdır.
Yüzlerce namluyla kuşatılmış halde sehpaya doğru
yürürken sizi ayakta tutan şey işte bu moral ve
ahlaki üstünlüktür, düzen soytarılarının size
karınca gibi ufacık görünmelerinin nedeni budur.
Bu kadarla bitmiyor. Bugün bu ülkede yüzlerce
olanaksızlığın içinde çalışan, sosyalizme inandığı
için derde - mihnete katlanıp yürüyen binlerce
insan var. 12 Eylül deformasyonunu silkeleyip
atmaya çalışan liseli çocuklar var, fabrikaların
kara listelerine geçmiş işçiler, dergi köşesinde
çalışan insanlar var. Saygı duymak gerekiyor.
40 yaşını geçmiş '68 soytarıları şirket odalarında
fink atar ya da sosyal-demokrasi hidayetine ererken,
bu insanlar sosyalist olmanın artık "demode"
sayıldığı günümüzde sosyalizme yalnızca inanmayı
değil, onu yaşamayı seçiyorlar. Üstelik bunu "kayıplar
listesi"ne girme, "infaz"a uğrama
riskini göze alarak yapıyorlar. Saygı duymak gerekiyor.
Ve bu ülkede, yirmi-otuz yılını devrimci mücadeleye
hasretmiş, hâlâ köşe dönücüler safına katılmamış,
kendi tarzınca kendi siyasal hareketi içinde çaba
gösteren insanlar var. Saygı duymak gerekiyor.
BARiKAT, bunu kendine ilke ediniyor.
BARİKAT, yalnızca ciddiyetsizliği, ikiyüzlülüğü,
büyük laf edip küçük yaşamayı sevmiyor ve aynı
ölçüde de kendine yontan dar politik hesapçılığı
sevmiyor.
***
BARİKAT, ekmeğin büyümesini çok önemsiyor. Ekmek;
devrimci hareketin kitleselliği, gücüdür.
Ekmek büyümelidir. Ekmeğin büyümesi, o büyüme
içinden bizim ve başkalarının alacağı dilimin
de büyümesi anlamına gelir, gelecektir.
2. sayımızda, devrimci hareketin marjinalleştirilmesi,
kitlesellik kanallarının tıkanması için, dünyadaki
genel gerilemeyle örtüşen bir politik operasyonun
güncelliğini vurgulamıştık. Devrimci hareketin
zaten öteden beri sınıfta ciddi bağlarının bulunmadığını
ya da kısmi olduğunu, ama yaşanılan süreçte bu
durumun kalıcılaşma tehlikesinin çok vahim boyutlar
gösterdiğini anlatmaya çalışmıştık. Ve demiştik
ki, devrimci hareket bu açmazın çözümünü bulmalıdır,
sürecin öznesi olmalı, sistemin krizinin derinleşmesine
iradı bir müdahaleyle katılmalı, bu müdahaleden
kitleselliğini üretmelidir.
Devrimci hareketin bugün böyle çok önemli bir
derdi var. BARİKAT'ın derdi de bununla çakışıyor.
Küçük olsun benim olsun mantığının ötesinde bir
şeylerin zorlanması gerekiyor artık.
BARİKAT, kendi politik kavrayışının sürece egemen
olmasının, kendi büyümesinin çok önemli olduğuna
inanıyor.
Ama BARİKAT; kendi büyümesiyle genel büyümeyi
birlikte düşünüyor ve birbirinin türevi olduğuna
da inanıyor.
***
BARİKAT, okurunu böyle bir anlayışla eğitmek,
onlara böyle bir birikimi aktarmak istiyor.
Çok kolay farkedilen bir şeydir; her siyasal çevre
ya da örgütlenme belli bir süreç sonra bünyesinde
yer alan insanlarına belirgin renkleri olan bir
kişilik tarzı, bir ruhsal biçimleniş verir. Bu
genel bir atmosfer sorunudur. Devrimci mücadelede
birçok şey kitaplardan değil, yaşanılan örneklerden
ve çevre içindeki diğer insanlardan öğrenilir.
Başlangıçta o politik hareket içerisine şu ya
da bu yolla katılmış olabilirsiniz, ama bir süre
sonra çevrenizdeki ilişkilerden, insan davranışlarından,
şu ya da bu sorunda konmuş bir tavırdan, konuşulan
ve yapılan şeylerden durmadan iyi ya da kötü bir
sürü şey kaparsınız, dağarcığınız bunlarla yüklenir.
Sonuçta şu ünlü "üzümlerin kararması"
atasözünde olduğu gibi belli bir benzeşiklik oluşur.
Bugün bir iki konuşma ve davranış ise bir insanın
-adeta şivesinden anlaşılır gibi- nasıl bir gelenekten
geldiği anlaşılabiliyorsa kuşkusuz tesadüf değildir.
Esasen bu durum, kaygı duyulacak, rahatsız olunacak
bir şey de değildir. Gerçeklik budur, süreç böyle
gelişmektedir. Sorun, kuşaklardan kuşaklara, insanlardan
insanlara neyin aktığı, ne gibi genetik özelliklerin
taşındığıdır.
Burada büyük bir sorumluluk vardır ve bu sorumluluk
politik yapılanmaların özellikle belli bir düzeyinde
yer alan insanların omuzlarındadır. Sosyalist
ilişki yöntemlerini kendi davranışlarında cisimleştirmek
ve genetik olarak çevresinde yeni bir kimlik biçimlenişi
yaratmak bu sorumluluğun özüdür.
BARİKAT, bu sorumluluğun kendisine düşen payını
omuzlarında hissediyor.
BARİKAT, kendi bünyesinde yer alan insanları
ve okurlarını böylesi ilişkiler yönünde etkilemeyi
görevi sayıyor ve bunun genel bir görev olduğunun
artık farkedilmesini istiyor.
* * *
Böylesi bir yaklaşım, belirli bir yazım ve anlatım
tarzını da zorunlu kılıyor.
Solda şimdiye dek gelenek olmuş laf arası "eleştiri”leri,
politik olmayan terimler, şatafatlı böbürlenmeler
ve suçlama yığınları kapımızın dışında bir yerde
duracaktır. Büyük lafların küçük şeyler için rastgele
edilivermesi, dile pelesenk olmuş revizyonist-oportünist-tasfiyeci
vb. gibi terimlerin yerli yersiz kullanılması,
Marksist ustaların zaman ve mekan gözetmeksizin
alıntılar yoluyla gereksiz yere tanık sandalyesine
çıkartılması esasen her zaman politik yetersizliğin
işaretleri olmuştur. Üstelik böylesi bir yöntem
herhangi bir şeyi de pek çözmemekte, karmaşa daha
da üst boyutlara yükselmektedir.
Öte yandan böyle bir yöntem, adeta "tefrika"
halinde uzayan, uzadıkça politik temelinden kayan
ve okuyanı sıkarken yazanı da gereksizce kemikleştiren
bir verimsizliğe yol açmaktadır.
BARiKAT, bu yolu seçmeyi uygun ve doğru bulmuyor.
Arka planı olmayan laflar etmeyi, yetersizliği
kapatan terimler yığınını akıllıca bulmuyor. Satır
arası çırpıştırmalar yerine doğrudan ve kapsamlı
polemikleri, düzeyli eleştirileri tercih etmeyi
seçiyor.
BARİKAT, politikanın düzeyinin korunması
ve yükseltilmesi gereğine inanıyor; bunun genel
bir görev olduğunun kavranmasını istiyor.
***
Türkiye toprağının buna ihtiyacı vardır, sol potansiyelin
buna ihtiyacı vardır.
Türkiye toprağı artık radikalizmle sekter olmayan
bir söylemin birlikte varolabildiğini görmek,
yaşamak istiyor. Bu mümkündür ve gereklidir. Hem
radikal ihtilalci bir çizginin gereklerini yerine
getirmek, hem de olgun sosyalist politikacılar
olmak mümkündür ve gereklidir.
Bu bir ihtiyaçtır.
BARİKAT, bu ihtiyacı anlıyor.
BARİKAT, politik çizgisine ve yönteminde
varolan radikalizmi, kendi içinde ve dışında geliştirdiği,
geliştireceği sosyalist ilişkilerle bütünleştirmek
istiyor.
* * *
BARİKAT'ın derin inancı, böylesi ilikiler için
olgunlaşmış bir zeminin artık çok net şekilde
varolduğudur.
Bugün devrimciler, artık soğumakta olan, daha
rahat değerlendirilebilir bir tarihin verilerine
sahiptirler. Belki bir açıdan acı verici bir talihsizlik
olan "sosyalist" pratiğin trajedisi,
bir başka açıdan avantajlar da sağlamıştır. Devrimciler
bugün bu tarihsel geçmişten dersler çıkarma, bu
dersleri çıkarırken daha objektif ve önyargısız
olma konusunda daha fazla imkanlara sahiptirler.
Yeni bir çağdaş sosyalist yaklaşımı yakalayıp,
yeni bir söylem üretebilme şansları daha yüksektir.
Üstelik, yine bir açıdan hüzün veren bugünkü gerileyiş,
bir başka açıdan daha sağlıklı adımların nedeni
olabilir. Sosyalist olmanın moda, olmamanın ayıp
sayıldığı; insanların MHP çetesinin saptırıcı
işlevli saldırılarıyla sola itildiği ve bununla
orantılı olarak da devrimci harekette sosyalist
dozun azaldığı o eski günlerden çok uzaktayız.
Bugün insanlar sola mahallesindeki çeteden kurtulmak
için değil, gerçekten mevcut sistemden kurtulmak
için yöneliyor ya da en azından böyle bir yönelişin
koşulları var.
Yani, alttan belki daha az ama kendini "anti”likle
tanımlamayıp sosyalist kimlikle tanımlaması açısından
daha sağlam sayılabilecek genç insanlar geliyor
ve gelmeye devam edecek. Bu bir zemindir, belki
yetersiz ama iyi bir zemindir.
BARİKAT, bu yeni zeminde eski yanlışların
yinelenmesinin büyük bir zaman israfı olduğuna
ve öyleyse geçmişten çıkarılmış bir dizi dersin
yeni sürece yansıması gerektiğine inanıyor.
* * *
Sonuç olarak, en başa dönüp yinelemek zorunluluğu
var: BARiKAT, kendisine zor bir yolu seçiyor.
Genel bir karmaşanın içine atılıyor ve kuşkusuz
sayıları hiç küçümsenmeyecek başka sosyalistlerle
birlikte zor bir işi, sosyalist ilişki tarzının
sürece hakim kılınması işini deniyor, başarmak
istiyor. Bunun zemini vardır, koşulları vardır,
BARİKAT kendini hiç de yalnız hissetmiyor.
Ve BARiKAT, ne bir politik hareketin bizzat kendisi,
ne de onun tek ifadeleniş biçimi olmadığı için
önümüzde duran bu görevin yalnızca dergi boyutunda
sınırlanmadığının bilincindedir. Derginin ya da
yazılı anlatım biçimlerinin ötesinde bu görevin
politik hareketimizin bütünü açısından geçerli
olduğuna inanıyoruz.
BARİKAT, kendi sınırıyla ilgili olarak yalnızca
bunu ifade edip bilince çıkarmayı ve kendi çerçevesinde
uygulamayı asli görevi sayıyor.
|