Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

2. sayımızın "sunu" yazısını anımsatarak başlamak gerekiyor: "BARiKAT bir zorluğun ortasında doğdu, zorluğun ortasında yürüyor" demiştik. Ve biraz da içe dönük bir söyleyiş içeren o yazıda zorlukları özetlemeye, nasıl bir ortamda bir şeyler yapıldığını anlatmaya çalışmıştık.
Ama, "zorluk" dendiğinde salt koşullarla ilgili olanları sıralamak bir şeyleri eksik bırakmak anlamına geliyordu. Gerçekten de eksik kaldı. Çünkü koşulların yeterliliği ya da yetersizliğinin ölçüsü o koşullarda neyi yapmaya çalıştığınız, ufkunuzun ne kadar geniş olduğu ile ilgilidir. Ve bu ufkun genişliği oranında koşullar dardır, zorluklar yaşanır.
BARİKAT, bu anlamda zor bir işi önüne koymuş, görev edinmiştir. Yalnızca varolan dergilere bir yenisini eklemek sözkonusu olsaydı -ki bu başlangıçta hiç düşünülmediği halde objektif olarak gerçekleşebilen bir durumdur- aynı ölçüde sancılar yaşanmayabilirdi. Ama, BARİKAT, yukarıda sözü edildiği gibi geniş bir ufkun ürünüdür ve bu durum -itiraf etmek gerekir- onun kendi darlığı ile çelişmektedir. Devrimci hareketimizin bir ifade tarzı olarak BARİKAT, henüz bu ufkun genişliğini de yeterince ifade edebilmiş değildir. Ancak zamana yayılan bir anlatım tarzı ile bazı şeyler ortaya konulabilmektedir.
Devrimci harekette yeni bir söylemi, yeni bir yaklaşım tarzını yakalamak, bir dizi nedenden ötürü paslanmış olan kilitleri açmak BARİKAT'ın ifade etmekle yükümlü bulunduğu perspektifler dizisinin bir başka önemli boyutudur. Genel olarak devrimci hareketin, bugün özellikle yeni gelişen sol potansiyeli eski bir "dalga boyu"ndan aradığına ve böylece bir "buluşma"nın eksik kaldığına inanıyoruz. Yeni bir söylem ve yeni bir "dalga boyu"nun gereğine inanıyoruz. Ve bu anlamda da BARİKAT'ın tarzını, kendisine ve kendi dışına yaklaşımını yeniden ortaya koymak, açımlamak bir zorunluluk olmaktadır.
BARİKAT, kendini ortaya koymak istiyor.
* * *
60'ların sonunda Mahir ÇAYAN'ı anımsıyoruz. "Ülkemizdeki teorik keşmekeş" diye başlayıp "kör dövüşü"nü anlatan o ünlü paragraf herkesçe bilinir; Mahir ÇAYAN böylece o dönem solundaki durumun bir özetini yapmaya çalışır. Bu özet, aslında sol-içi farklılaşmaların çokluğundan daha ötede bir şeyi, devrimci pratiği önler hale gelmiş olan bir polemik yarışını anlatmak ister.
Bugün aynı paragraf yeniden okunduğunda insanın içi bir parça hüzün doluyor. Çayan Yoldaş'ın o dönem "keşmekeş" dediği şeyin bugünle kıyaslanırsa nasıl "nur alem nur" bir "sadelik" olduğunu gözlemliyor insan. 701i yılların sonu için "keşmekeş" sözcüğü çok hafif kalırken, ’90'ların başında artık sözcükler bütünüyle yetersiz hale geliyor. Üstelik en önemlisi, 70'li yıllarda "büyüyen" bir sol potansiyel heterojenleşirken -ki bu yinede iç rahatlatıcı bir şeydi- '90'larda bir dizi bilinen gelişme sonucu küçülmüş olan sol potansiyel artık taşıması mümkün olmayan bir heterojenliği yaşıyor. Belli bir seviyeye düşmüş olan kitlesellik eğrisi ortalıktaki karmaşayı kaldıramıyor ve bundan da ayrıca etkileniyor.
Aslında Marksist cenahtaki farklılıklar o kadar da büyük bir olumsuzluk işareti değildir. Bu durum insanları "hadi birlik olalım" kolaycılığına itebilecek kadar büyük bir çözümsüzlük de değildir. Marksizm-Leninizm düşüncesi, herkesin kendi ölçülerince kendilerine çizdiği çerçeveler kadar dar değildir. Bilimsel sosyalizm bir zenginliktir ve bu zenginliğin içinde özellikle pratik politika alanında farklı yönelimler barınabilir. Farklı yorumlama ve taktiklerin varlığı bu anlamda bir facia değildir. Facia, belli bir seviye korunamadığında, teorik tartışma kendi düzeyinden aşağıya düştüğünde, "zekadan aşağı vurulduğunda" başlıyor ve "keşmekeş" deyimi de, sosyalist saflarda farklı yorumların varolmasını değil, farklılıkların politik olmayan zeminlerde oluşup politik olmayan söylemlerle ifade edilmesini anlatıyor.
BARİKAT, bunun farkındadır.
BARİKAT, kendisine korumakta kararlı olacağı bir politik düzey koymak istiyor.
* * *
Geçmişe cesaretle bakmak gerekiyor. Her ne olursa olsun, sonuçta birbirleri için ölüme gidebilen, birbirlerinin idamını önlemek için ölümcül eylemler yapabilen bir kuşaktan bugünkü noktaya nasıl gelinmiştir? Aradan geçen süreçler neleri öğretmiştir, neleri öğretmemiştir? Dünden bugüne akıp gelen nedir?
Ya da belki daha farklı bir bakış açısı denenebilir. Geçmişte de her şey bütünüyle farklı mıydı, yoksa "bugün" dediğimiz şey o geçmişte zayıf da olsa bir aykırı damar olarak mevcut muydu, diye sorulabilir. Derin bir sorgulamadır bu. Bir dönemin politik kalitesinin ve insan kalitesinin -ki her ikisi de devrim konusundaki açık içtenlikten kaynaklanır- önemi hiçbir şekilde inkar edilemez. Örneğin, Mete HAS'ın evine girip sağda solda açıkta duran mücevherata başını bile çevirmeden "yalnızca bir günlük hasılatınızı istiyoruz" diyen bir düzey ile, 80 öncesinin ipini koparmış kent sokakları kıyaslanırsa zaten çok net bir fark ortaya çıkar. Dönemin insanlarının kendi aralarındaki ilişkileri de canlı tanıklar tarafından ifade edildiği gibi belli bir düzeye tekabül ediyor. Bütün bunlar çok önemli ama yine de tümüyle herşeyi açıklamıyor.
Dememiz şu ki; '68’i pek seven, '68'in "engin hoşgörü"süne övgüler düzenleri öyle çok ciddiye almamak gerekiyor. Üstünden uzun zaman geçince, artık uzaktan -ve çoğu kez artık başka bir pencereden- bakılınca bazı şeyler belki de sağlıksız bir "nostalji güzelliği" kazanıyor, ya da kazandırılmak isteniyor. Bugüne çözüm üretme kaygısı taşımaksızın, "biz eskiden böyle yapmazdık" lafları edilebiliyor.
Oysa, orada, o geçmişte de derinlerde yatan birşeyler var. Bir gelenek var; '60’1ı yıllar gökten inmemiş, uluslararası ve yerel boyutları olan bir mirasa eklenip gelmiş. Ve o mirasın olumlu-olumsuz etkileri altında gelişip serpilmiş. Büyük bir samimiyetle özümsenmiş iktidar perspektifi, politik düzey ve savaşın sıcak temposu bu mirasın olumsuz etkilerini sıfıra çok yakın bir noktaya kadar azaltmıştır ama yine de bir filiz kaçınılmaz olarak vardır.
Daha sonra bir başka kuşak geldi. 70'li yılların ikinci yarısı, yoğun bir kitleselleşme ile sivil çetenin yozlaştırıcı etkilerinin bir karmaşası olarak yaşandı. Yaygınlaşan ama nitel anlamda 71'in düzeyini yakalayamayan bir politik hareketlilik gözlenir bu dönemde. Kuşkusuz, yayılan şeylerin bir ölçüde sığlaştığı doğal bir kural olarak doğrudur. Ama yayılmanın sağlıksızlığı oranında bu sığlaşmanın niteliksel özelikler kazandığı da doğrudur. Böylesi koşullardadır ki, o aykırı filiz büyümüş, sonuçta -bir ölçüde hareketimizi de kapsayan- genel bir olumsuzluklar ortamı yaratmıştır.
Dolayısıyla, bugünün sorunu, kronolojik yanlışlar dökümü yapmak değil, "sonuçlar"ın gerisindeki şeyi, nedenleri yakalayabilmek sorunudur.
BARİKAT, işte bunu yapmak istiyor. Aykırı bir damarı bulup -kendisi ve devrimci hareket için- kesip atmak, kurutmak istiyor.
* * *
Bu damar nerededir?
Şöyle açmakta yarar var: Politik stratejiler ve çizgi tespitleri esasen belli mevcut veriler üzerinden yapılan gelecek kurgulamalarıdır. Yani, akıp giden zaman belli bir noktada durdurulur ve dünyanın-ülkenin o anda varolan iktisadi, politik, sosyal, kültürel vb. verileri üzerinden bir yorumlama yapılır, "gidişat" üzerine bu verilerden çıkarımlara gidilir. Başka bir deyişle gelecekteki sürecin nasıl gelişebileceği ve nasıl geliştirilebileceği üzerine öngörüler yakalanır. Ve bu öngörüler üzerine politik hareket formülasyonları kurulur. Makro düzeydeki devrim ve sınıf mevzilendirmesindeki sorunlar dan daha alt düzeydeki pratik çalışma programlarına, örgüt biçimlenişlerine ve yönergelere dek ayrıntılanan kurgulamalar ortaya çıkar.
Ama hayat durmaz. Bütün bu kurgulamayı siz merkezi bir örgütlülükle o akıp giden hayatın içine sokarsınız. Devrimci pratik, düşünülenlerle hayatın kesişme noktası olur. Bu bir sınanıştır ve hayatın direncidir. Bu süreçtedir ki, kurgulamış olduğunuz politik zincir yaşamın dönüştürülmesi sürecine ya uyar ya da onun -bazen tümüyle bazen de kısmi düzeyde- direnciyle karşılaşır; sizi (eğer kör bir inadın sahibi değilseniz) yeni çözümlemelere, öngörülere, sentezlere ulaştırır. Hiç şüphesiz her zaman çözümleme ve öngörülerin Marksist yöntemle yapıldığı düşünülür ve söylenir ama hayat “yemyeşil”dir ve üstelik Montaigne'in bir yerde dediği gibi "yanlışın bir tek yüzü ve biçimi yoktur."
Dahası felsefi açıdan da durum böyledir. "Özne, kendini ya da kendinden olanı tam anlamında bir nesne olarak kavrayamaz; böyle bir şey bilginin gerçek kaynağı olan özne-nesne karşıtlığının kalkması olurdu." (A.Timuçin/NİÇİN YAPISALCILIK DEĞİL /Süreç Yay.) Yani kendinize hayatın aynasında bakmanız gerekir. Geriye çekilip, belli bir uzaklıktan bir nesne gibi inceleyebileceğiniz bir sonuçlar-olgular kümesine ihtiyacınız vardır. Ve belli bir uzaklıktan, bir ölçüde yabancılaşarak bakmadığınızda olgunun bütün cephelerini görmeniz mümkün değildir.
Ama sonuçta bu bir süreçtir. Ve elbette siz sürecin en başında yaptığınız öngörü ve kurgulamalarla iddia sahibisinizdir. Politik bir parti ya da hareket olmanın doğal gereğidir bu. Eğer siz, bir politik parti ya da hareket olarak ortaya çıkma ihtiyacını duymuşsanız, bu, mevcut diğer siyasal yapılanmaları, onların öngörü ve politikalarını doğru bulmadığınız, sürecin ancak kendi ürettiğiniz o politikalarla ileriye götürülebileceğine şiddetle inandığınız içindir. Bu, kuşkusuz bir iddiadır. Ama, henüz sınanmamış bir iddiadır ve sizi sürecin daha en başında bütün diğer iddiaları defterden silip atmakta haklı kılmaz. Politikanızı uygularsınız, başka politikaları eleştirirsiniz ama hayatın göstergelerinin dışında salt kendi sübjektif niyetlerinizle kimseye "temyizi mümkün olmayan" hükümler kesemezsiniz. Kendi politikalarınıza inanmak, başkalarına sövmenizi de gerektirmez. Sorun oldukça basit görünüyor. Ama gerçekte hiç de öyle değil. Bu ülkede politikanın, Marksist yöntemin bu yalın gerçeği pek sık ve yaygın olarak unutulur. Çoğunlukta insanlar, daha politik hareket olduklarını iddia ettikleri ilk andan itibaren, Hoca Nasreddin'in dünyanın ortasını işaretlemesine benzer bir yöntemle yere bir çizgi çizerler ve bu çizginin iki yanında kalanları döneklik, hainlik, anarşistlik vb. kalıplarından birine sığdırırlar. Daha ilk andan itibaren dünyanın bütün doğrularını kendilerinin keşfedip temsil ettiklerine inanırlar ve artık yaşam bu “ölümsüz hakikat”lere uysa da uymasa da farketmez. Öyle ki, bir noktadan sonra, o "ölümsüz hakikat" ile uyuşması (!) için gerçeğin kendisi bile değiştirilebilir. Ve artık, bu "açık seçik" doğruları benimsemeyen herkes kendisine satırlardan satır beğenir! Burjuvaziye dolaylı hizmet ettiği varsayılır ve gayrı her şeyi hak etmiştir!
İşte devrimci olmayan üslubun kökeni büyük ölçüde bu çarpılmada yatar. Artık bütün ihtiyat payları kalkar ve eleştiri sövgüye doğru evrilir.
Ve öte yandan, devrimci yöntem de, bu aynı gerçeğin farkedilmesinde, içe sindirilmesinde yatar. Bu bir düzey yakalamaktır ve bu düzey kendi doğrularını hayata uygulayıp savunmak ama öte yandan "herşeyin sırrını keşfetmişlik" küstahlığına kapılmamak, başkalarına saygıyla yaklaşmak biçiminde kendini gösterir.
BARiKAT, bu düşünce tarzını içselleştirmeyi kendine ilke ediniyor.
BARİKAT, kendi politik hattının doğruluğuna inanıyor ve güveniyor, ama öte yandan dünyanın kendisinden ibaret olmadığını da biliyor ve çevresine olan saygısını ilişkilerinde üslubunda somutlamayı istiyor.
* * *
Bu anlamda, sol-içi şiddet üzerine her gün söylenen bir dizi iyi niyet sözcüğünün de pek fazla anlam ifade etmediğini düşünüyoruz. Birkaç yıl önce hafif propagandif koku taşıyan bir "geçmiş özeleştirisi" çağrısı dinlemiştik. Doğrusu pek anlamlı değildi. Çünkü sorun, basitçe geçmişe dönüp "şunlar yapılmamalıydı, yanlıştı" demek değildi. Bütün olan bitenlerin olup bitmesine zemin hazırlayan, onların yapılmasına yol açan bir mantalite vardı, ucuna eklenilmiş bir gelenek vardı. Sorun, tek tek olayların özeleştirisi ya da bunların bir daha yapılmaması üzerine temennilerde bulunulması değil (ki sorunun kaynağını kurutmayan "özeleştiri" kaçınılmaz olarak "temenni"dir), olgunun gerisindeki düşünme tarzının yok edilmesiydi.
Düşünme tarzı dediğimiz şey ise, tam tamına yukarıda özetlediğimiz çarpılmaya dayanıyordu. Yani, A hareketinden bir insan, B hareketinden bir insanı (B hareketinin politik çerçevesinde kendini devrime adamış bir insanı!) yoketmeyi içine sindirebiliyorduysa, bu, kendisinin en saf "Marksist-Leninist", diğerlerinin ise "hain" olduğu konusundaki derin inancından kaynaklanıyordu. Bunun açıkça söylendiği de oluyordu ama söylenmese de tetiğin ardındaki mantık üstü örtülü olarak bu idi. Üstelik, bunun üzerine, sosyalist kimliğin bir sosyalizm projesi üzerine kurulamamış olmasına dayanan bir boşluk (kuşkusuz sosyalist toplum ilişkileriyle doldurulamayınca feodal ilişkilerle dolan bir boşluktu bu) ekleniyor ve nihai amaç ile araçlar arasındaki bağın koptuğu bir ortamda da neyin "mubah" olduğu belirsizleşiyordu.
Burada bir damar vardır, eklenilmiş bir gelenek vardır. "Sosyalist" pratiğin çöküşünün de bir yönüyle ve bir açıdan nedeni olan bir gelenektir bu. Bu gelenek MK üyelerinin eceliyle ölmelerinin istisna sayıldığı, MK toplantısında adam vurulup üstüne üstlük dört ülkenin birden ajanı ilan edilebilen, her kapı arkasında hain aranan, ideolojik mücadele içersine kriminoloji ve ceza hukukunun fena halde sokulduğu... bir gelenektir. Bu bir tarzdır ve ideolojik-ruhsal biçimleniştir. “Politik iddialılık” ile "politik rakipsizliği" birbirine karıştıran bir mantıktır.
Hatta geçmişte fiilen bu çatışmalara hiç katılmamış olmak ya da her nasılsa katılınmış çatışmaların trajik sonuçlar yaratmamış olması da gerekmiyor, herhangi bir şeyi de düzeltmiyor; çünkü şiddet unsuru içerilmiş bir olgu olarak ideolojik-söylemde ve politik mantalitede yaşıyor. Ve yarın açığa çıkabilecek, çıkması mümkün bir potansiyel öğe olarak duruyor.
Öyleyse sorun, düpedüz bu olgunun kırılması, yeni bir söylemin ve deyim yerindeyse Marksizm-Leninizm’in yeni bir kavranışının yaratılması sorunudur. Ya da daha doğru bir anlatımla söylersek aslında yapılması gereken şey, Marksizm-Leninizm’in üzerinde uzun yıllardır birikmiş olan tozu üflemek, onun capcanlı özünün etrafını sarmış kabukları ve bütün teferruatı silkeleyip savurmaktır. Marksist teorinin üzerine sarılmış II. Enternasyonal yosunlarını Lenin'in nasıl söküp attığı anımsansın; bugünkü görev bir başka boyutta da olsa bu duruma benzemektedir ve eğer öyleyse, sorun geçmiş sosyalist pratiğe de bakış ve onu değerlendirme sorunudur. Arkamızda yoğun derslerle yüklü bir gelenek vardır. Bugün sahip olduğumuz doğru ya da eğri her ne varsa bize o tarihin içinden akıp ulaşmıştır. Bu anlamda da, o tarihi önsel yargılardan uzak bir objektiflikle ele almak, olumsuzlukları tespit edip, aykırı filizleri kurutmak görevi önümüzdedir. Sahiplenmek ve aşmak filleri aynı süreçte içice geçmiştir.
BARiKAT, kuşkusuz bu konuda mükemmeliyetçi bir idealizme sahip değildir, bugünden yarına herşeyin değişebileceğini düşünmemektedir.
Ama, BARİKAT, Marksizm'i, kendi özüne yabancı olan düşünme tarzlarından kurtarmayı da bir görev saymakta, bunu sosyalist olmayan ilişkilerin kırılması yolunda gerçek bir adım olarak düşünmektedir.
***
Öte yandan, dışa karşı şiddetin (ya da potansiyel şiddet eğiliminin), özünde "içeriden", siyasi hareketlerin kendi bünyeleri içindeki yanlış ilişkilerden kaynaklandığı yolunda çok ciddi kanıtlar vardır.
Kendi iç ilişkilerinde kolektiviteyi yaşayamayan yapı, yetiştirdiği yaratıcı olmayan "militan" tipi ile dışarıya karşı da saldırgan bir üslubu üretmiş oluyor. Başka deyişle, bir ve aynı hastalık içerde eksik-cılız insan tipine, dışarıda ise tahammülsüzlüğe yol açıyor. Demokratik-merkeziyetçilik ilkesinin çok ciddi bir yanlış kavranışına yıllardır tanık olundu. Örgüt içi demokrasiyi seçimlere indirgeyen ve "merkezi yan esastır" bahanesi altında demokrasiyi "ihlal edilebilir" bir olgu olarak ele alan mantık, aslında ilkenin Leninist özünün hiç kavranmamasıyla eş anlamlıdır. Gerçekte, demokrasi ve merkeziyetçilik örgüt içinde birbiri aleyhine genişleyen-daralan vb. alanlar değil, kendi kanallarında akan ayrı olgulardır. Marksist-Leninist örgüt, kendisini oluşturan insanların iradelerinin katılımıyla kararlar politikalar üreten ve bu kararları en kesin merkeziyetçilikle uygulayan bir yapılanmadır. Leninist parti, dünyayı değiştirme eylemiyle, bu eylemde yer alan insanların değişimini aynı sürecin sorunu sayar ve öyleyse örgüt fikrinin özünde içsel bir olgu olarak demokrasi vardır; seçimlerin niteliğinin ötesinde bir sorun olan demokrasi bütünsel bir katılımı içerir. Merkezi işleyiş ise örgütlü olmanın, örgütlü çalışmanın doğal gereğidir. Yani bunlar birbirine karşı olan, birbirini azaltan-çoğaltan olgular değildir.
Leninist örgütün kendi ağırlıklarına sahip köşe taşlarıdırlar.
Sorun böyle kavranmadığında ise, örgütsel yapı, insanların içinde dönüştükleri, katılıp öğrendikleri bir okul olmaktan çıkıp, idari bir işleyişe doğru evrilmekte ve bununla paralel olarak dışarıya karşı aynı sığ bakış hakim olmaktadır. İçerdeki her farklı düşünceyi "hainler hizbi" sayan çarpık anlayış dışarda bütünüyle bir hainler güruhu görmektedir!
Ve tabii, politik çözümleme ve uygulamadaki yetersizlik de öte yandan, kısa kesmeye kolay olana, içe kapanıp kemikleşmeye yol açıyor! Birçok kez, birçok olayda herkesin tespit ettiği gibi kemikleşme ve şiddet eğilimi geçmişte daha çok iç sorunların üstünün kapatılmasına hizmet etmiştir. Yetersiz politik kapasite çoğu kez "yeterli" bir dövüşkenliğe yol açmıştır.
İnsanların, sol atmosfere ya da politik hareketlere çoğu kez önce siyasal olmayan dostluklar-akrabalıklar yoluyla geldiği bilinir. Çok yanlış da değildir bu, her zaman böyle olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Sorun bu değildir, sorun bu "geliş"ten sonrası, insanların o noktada takılıp kalmaları ya da kalmamalarıdır. Oysa kalın çizgilerle kendini kapatan yapı giderek bu insanlar, "dergi okuru" yapmakla, yaratıcı kişiliği öldürmektedir. Nihayetinde bu bir kültürel biçimleniştir ve bu kültür "harekete bağlılık" olgusunu politik temelinden kaydırmakta, böylece kapalı devre bir bilgilenme mekanizması yoluyla gelişen insan tipinde "bağlılık" feodal motiflere uzanan bir edilgenliğin üzerine oturmaktadır. Ki, aynı süreç dışa karşı da yine politik zeminden kaymış bir bakış açısını beraberinde getirmektedir.
Sonuçta denebilir ki, devrimci yöntemden her uzaklaşma, her potansiyel şiddet eğilimi aslında "içerde" üretilmekte, varolan iç örgütsel işleyişlerin türevi olarak gelişmektedir.
BARİKAT, sorunu böyle kavramaktadır.
BARİKAT, kolektiviteyi genel bir sorun olarak algılıyor, böyle algılanmasını istiyor.
***
Mesele bu kadarla bitmiyor.
Bir Kürdistan sorununu anımsayalım; örneğin yıllar yılı Türkiye Devrimci Hareketi'nin bu konudaki garip durumu bilinir. BARiKAT geleneği de içinde olmak üzere uzun yıllar sol bu konuda "ortak mücadele” ile "ortak örgütlenme" arasına son derece anlamsız bir "eşittir" işareti koymuş, böyle bir mantaliteyi sürdüregelmiştir. Böylece uluslararası bir sömürge olan ve bu durumdan kaynaklanan bir dizi karmaşık sorunu yaşayan Kürdistan'ın devrimcilerine adeta bir sol Misak-ı Milli dayatılmış; ayrılma hakkının, ayrı siyasi irade kurma hakkı ile bir bütün oluşturduğu gerçeği yok sayılmıştır.
Bu durum, çoğunlukla Kemalizm’in yoğun ideolojik etkisine dayanılarak açıklanır. Bu etkinin belli bir şovenist dozu Türk Solu'na yüklediği; solun, resmi ideolojinin bu tarihsel kökeninden kopamadığı söylenir. Kuşkusuz bu doğrudur, bir gerçeğin tespitidir. Ama yetersizdir, eksiktir, sorunun bir yönünü görememektir. Üstelik bu yetersiz tespit son yıllarda sol herkes "Kemalizm’in etkilerinden kurtulmak" için kırk tas su dökünürcesine bir "arınma" hummasına kapılmıştır. Birdenbire bir "Kürt sevgisi" peyda olur ve herkes doğuya tapınmaya dururken, Kemalizm’e günde beş vakit sövmek, adeta ters yönden bir ulusal inkarcılık düzeyinde "Türk" ile başlayan herşeyi hakarete bulamak yeni bir moda olmuştur.
Oysa sorunun pek görülmeyen bir başka yönü vardır: Kürdistan'a ortak örgüt misak-ı milliyetçiliğini dayatan mantık bir başka kaynaktan da: açmaya çalıştığımız yanlış-benmerkezci Marksist anlayıştan da beslenmiştir. Ve hatta aslında gerçek kaynağı da orasıdır. Yani sorun basitçe şovenizm sorunu değildir; hatta Kürdistan sorunu da değildir. Yanlış beslenmiş bu "Marksist" prototipi elinden gelse Uruguay proletaryasını da yönetmeye çalışır! Çünkü bu mantalite, kendisinin mutlak hakikatleri bildiği ve en doğru "ML" çizgiyi tek başına temsil ettiği; öyleyse başkalarının "gereksiz" olduğu kanısındadır. Ve o zaman, kendine fatih misyonu biçen bu yapı Kürdistan devrimcilerinin kendilerini ifade eden bir örgüte ihtiyaçları olmadığına, mevcut "ML" yapının bu iş için "yeterli" olduğuna karar verir. Ve ancak sonradandır ki, bu "yeterlilik kararı"nın üzerine konjonktür yorumları ve "ortak mücadelenin gerekleri" gibi açıklamaları "giydirilir." Oysa işin özü, daha geride bir şeyde, "başkaları adına düşünme", "başkaları için iyi olanı belirleme" hakkını kendinden bulan çarpılmış "Marksizm" anlayışındadır. Ve bu mantalitenin ucu Kemalizm’in etkilerine ne kadar gidiyorsa, zamanın III. Enternasyonalinde somutlanan “ağabeylik” anlayışına, Lenin'in uyarılarına rağmen gelişen tepeden belirleyici ilişki anlayışına da o kadar uzanır. Türkiyeli devrimciler -ki bundan Kürdistan devrimcileri azade değildir- böylelikle bir politik geleneğe eklenmişler, uzun yıllar gıdalarını böyle bir gelenekten almışlardır. Çin Devrimi ya da İspanya'yı belli bir modele göre yönlendirmeye çalışan "enternasyonalist" mantık biçimi, sonradan her ülkeye uyan (!) "kapitalist olmayan yol" ve "UDC" teorileriyle berbat şekilde yozlaşarak devrimci özünü yitirerek devam etmiş ve sonuçta bir birikim halinde akıp bize dek uzanmıştır.
Öyleyse, sorun bu konuda da hiç yüzeysel değildir. Basit anlamda "şovenizmden arınma"ya indirgenemez; daha derindeki bir başka şeyden kendini herkesin-herşeyin önüne ve üstüne koyan bir çarpılmış Marksizm anlayışından kurtulmak gerekiyor.
Bu anlamda BARİKAT kendini dünyanın ekseni sayma tarzındaki bir düşünme tarzını bünyesinden uzak tutmayı istiyor.
BARİKAT, çok net söylenirse, dünya ve ülke devrimci hareketi konusunda sorumluluk duyuyor ama kendini dünya ve ülke devrimci hareketinin trafiğini yönetmekle de yükümlü saymıyor.
***
Bütün bunları söylemek, yaşamın gerçekliğinin üstüne çıkmak, onun dayatmalarını yok saymak anlamına gelmiyor. Biliyoruz ki, "yanlış" ile "ihanet" arasındaki mesafenin korkunç ölçüde daraldığı, hiçbir ara rengin yaşamasına izin vermediği, yanlışın yanlış olmakla kalmayıp otomatik olarak karşıya hizmet anlamına geldiği dönemeçler vardır. Pratik hayatın dönüm noktalarıdır bunlar, teorik formülasyonların politik programların sınandığı momentlerdir. Önsel olarak bu politikaların sahipleri kendilerini ve başkalarını nasıl ortaya koymuş olurlarsa olsunlar, hayat bu ortaya koyuş biçimlerini tarihsel planda sınar. Bilinen örnek olduğu için anımsanabilir; 1914'ün ünlü savaş oylaması vardır, çok ciddidir. Tek bir davranış, ayağa kalkıp "evet" ya da "hayır" demek çok belirleyicidir. Kuşkusuz orada "evet" ya da "hayır" denilmesine yol açan düşünce tarzlarının evveliyatı ve arka planları vardır, geçmişten birikip gelen ayrı kavrayışlar vardır ama tam o noktada olay açık, görünür bir düğüm haline gelmiştir. Ve kendi geçmişlerinden gelerek o noktada şöyle ya da böyle bir tavır almış olanlar, daha sonra AKP ve SDP gibi millerce ilerden görünebilir ölçüde birbirinden ayrı iki kolu oluşturmuşlardır.
Ya da 1917'nin Şubat-Ekim arası düşünülebilir; baş döndürücü bir hızla herşeyin net ayrıştığı (salt teorisyenlerin-kadroların bilincinde değil, kitlelerin bilincinde de ayrıştığı) bir süreç yaşanmıştır. Yaşamın sakin bir tempo izlediği günlerde "yanlış düşüncelere sahip olmakla nitelendirilebilecek insanların grupların, sıcaklık yükseldikçe nasıl açık ihanet noktasına ulaştıkları hep biliniyor.
Yani şu çok sık yinelenen anlamında bir "hoşgörü"den sözetmiyoruz biz. Epeydir bu laf pek seviliyor. Ortalıkta "68 ruhu" gevezeliğiyle üretilen, "yıkılan duvarlar" edebiyatıyla beslenen bir "hoşgörü" rüzgarı esip duruyor. Devrimci güçlerin birbirlerine karşı ne kadar "hoşgörüsüz" olduğundan dem vurulup, devrimciler daha munis insanlar olmaya davet ediliyorlar.
Biz "hoşgörü"den sözetmiyoruz.
"Hoşgörü", "hoş görmek" fiilinden geliyor, her türden yanlışı es geçmeyi ilke edinmiş "derviş" tavrını çağrıştırıyor.
Biz, yanlışı hoş görmek derdinde ve niyetinde değiliz. Derdimiz yanlışı hoş görmek değil, doğruyu kendi üzerimizde tekelleştirmemek, kendi iddiamızı bizzat tarihin yargısı yerine geçirmemektir.
Tarihin tıkanıklık noktaları, keskin dönemeçleri olduğunu, bu dönemeçlerde uçların netleştiğini biliyoruz. Bazılarının bu noktalarda -bugünkü düşüncelerinin seyrine göre bakılırsa- belirli uç noktalara koyabileceğini düşünür ve öngörü olarak söyleriz. Ama durduk yerde, sırf biz bir çizgi koyup yürümeye başladık diye, bunun şerefine hainler ve kahramanlar yaratamayız. Böylece bir seviyesizliğe de dayanak bulunamaz, şiddet eğilimine ise hiçbir şekilde meşruiyet sağlanamaz.
BARİKAT, ilkeli, kesin ve net olmak ile sağa sola dayanaksız türden "tarihsel yargılar" savurmak arasında ciddi bir fark olduğuna inanıyor ve bunu anlatmak istiyor.
* * *
Öte yandan, devrimci ilişkilerdeki yöntem sorununun salt teorik bir şey olduğu, yani salt teorik anlamda bazı iyi dileklerin ifade edilişiliyle çözülebilir bir sorunun olduğu epey şüphelidir. İki sürecin çakışması önemlidir: Yapılan iş ve o işi yapan insanların bilincinin şekillenişi...
Kuşkusuz, üslup ve ilişki yöntemi konusundaki çiğ davranışların, sekterliklerin yukarıda açıklamaya çalıştığımız teorik-ideolojik kökenleri var. Çok derindeki o aykırı filiz var. Ama bunların yanında, devrimci pratiğin uzun sürecinin -bu pratikte gerçekten bütün enerjileriyle yer alanlar açısından- olgunlaştırıcı etkilerini eklemek gerekiyor. Devrimci pratik, özellikle düşmanla cepheden karşı karşıya geliş sürecine girildikçe belli bir törpüleyici etkileşim yaratıyor. FSLN bölünmesi yıllarında yaşamış insanların “birbirimize saygıyı hiç yitirmedik” deyişleri anımsanabilir, ya da bugün çeşitli ülkelerde gerçekleşen, yaşayan ilişkiler düşünülebilir. (El Salvador vb.)
Elbette, bu örneklerde de durumun o kadar toz pembe olmadığı söylenebilir.
Doğrudur, belki de gerçekten öyledir. Ama yine de cephe hattında geçirilen zamanın bir şeyleri ürettiği inkar edilemez.
Bu açıdan bakıldığında da, dünkü yada bugünkü karmaşa ve keşmekeşin o kadar da ümit kırıcı olmadığı söylenebilir. Devrimci sürecin kendisinin —ki bu süreç kendiliğinden bir olay olmaktan çok iradi müdahaleyi içerir- devrimcileri de eğiteceğine güvenmek gerekiyor. Sağlıklı birlikler, ayrışmalar, böyle netleşen kimlikler zemininde yakalanabilecektir.
BARİKAT, devrimci süreci, sosyalist ilişkilerin ve bu ilişkiler içinde yaşayan kendisinin olgunlaşma süreci olarak algılıyor.
* * *
Ama bu gelenek, aynı zamanda devrimci insanlara, çevrelere bugünden ve şimdiden genel bir saygı duymayı da bir önsel adım olarak düşünüyor. Bunun, dar politik hesapların ötesinde içselleştirilmiş bir doğal davranış olması gereğine inanıyor.
Politik hareket ve partilerin içinde yer aldıkları süreçlerden kendilerine avantajlar sağlamaları yada daha doğru bir deyimle bu süreçleri kendi varlıklarını yeniden üretme alanları olarak görmeleri son derece doğaldır. Ancak bu durumun politik çerçevenin dışında kalan araçlarla, örneğin "nalıncı keseri" benzeri bir araçla yapılmasının birçok şeyi çığırından çıkardığına inanıyoruz. Politik geleneğimizin, içinde yeraldığı süreçleri kendi payına tahvil etme açısından pek "akıllı" olmadığı öteden beri söylenir; doğrusu bundan çok rahatsız da değiliz. Yalnızca kısa vadeli dar hesapları düşünebilen bir "akıllılık" gelecekte de bizden uzak olacaktır. Örneğin bu geleneğin insanları geçmişte bir dizi cezaevinde direniş çizgisinin ön safında yer almışlar, bir yığın sıkıntıyı omuzlamışlardır. Ama öte yandan bu gelenek, kendisi gibi direnen başka insanların varlığını aklından çıkarmamış, onları yok sayarak bütün süreci kendi hesap defterine yazan bir üslubu benimsemeyi doğru bulmamış, dahası ahlaki olarak içine sindirememiştir.
Diğer yandan, bu gelenek devrimci mücadele sürecinde şehit düşmüş insanlara genel bir saygı duymayı da alışkanlık edinmiştir. Bu süreçte yitirilmiş bütün insanların "ölümsüz" olduğuna inanıyoruz ve pratik davranışlarımızda sloganlarımızda bunu göstermeyi ilke sayıyoruz.
BARiKAT, köşe başlarında, evlerinde katledilen bütün devrimci insanları kardeşi sayıyor. Lice'de cenaze töreninde vurulan Kürt gencini, dağdaki gerillayı kardeşi sayıyor. Ve bunu diplomasi olsun diye de söylemiyor, doğru olduğu için söylüyor Bizim katıldığımız ya da katılmadığımız görüşler uğruna olsun, bu insanlar kendi doğrularıyla ölüme gidiyorlarsa, saygı duymak gerekiyor.
Ölüme gitmek, direnmek, bu ülkede hep yanlış anlaşıldı, dar politik düşüncelerle bakıldığı için çoğu kez sanıldı ki, konu (birebir tarzda) savunulan çizgi ile ilgilidir. Ölümü göze alma yada işkenceye direnme tutumu kişinin sahip olduğu politik anlayışı ile doğrudan bir ilişki içine sokulunca, iki olgunun birbirinin kanıtı olarak sunulabilmesi imkanı doğuyor ve bu durum gerçekten dar bir politik avantaj sağlıyor.
Oysa sorun, böyle dar bir çerçevenin dışındadır. Sorun, insanın yaptığı işi ciddiye alması, kendini ciddiye alması, uğruna savaştığı düşünceyi içselleştirmesi sorunudur. İBRAHİM, siyasal mantalitesindeki çok temel yanlışlara rağmen, kendi tarzında komünizm davasını bütün vücut hücrelerine sindirmiş adamdır; DENİZ, silahlı mücadele anlayışının yanlışlığı bir yana, bütün varlığını emperyalizme karşı savaşın aracı yapmış insandır... ve diğerleri... yoksa, "görüşlerinin doğruluğu" gibi dar bir çerçeveye kim nasıl sığdırabilir bunca yiğit ölüyü? Sözgelimi, yoldaşlarına ihanet yerine ölümü seçen bir Bedreddin Şınlak ile sehpaya çıkarken gülümseyen o işçi arkadaşı, Necati Vardar'ı ya da yaşı bile tutmadan aramızdan koparılan Erdal Eren'i kim hangi ölçülerle birbirine kıyaslayabilir?...
Sorun, yaptığını içme sindirmiş, kendine bir yaşam tarzı kılmış olmaktır. Sorun insanın kendi düşüncelerini yaşamasıdır, bugünkü düzenin sunduğu bütün şeyleri eliyle itebilmiş olmasıdır. Yani kör ölünce badem gözlü filan olmuyor, bu insanlar salt öldükleri, yiğitçe öldükleri için değil, düşünceleri uğruna ölümü göze alabildikleri için kardeşimizdirler. Sosyalizm, bir "gizli din" değil, ona "inanmak" da çok fazla anlam ifade etmiyor. Dünyayı değiştirme eylemine başka insanlarla birlikte, örgütlü olarak katılmaktan sözediyoruz biz. Bu bir seçiştir, tercihte bulunmaktır belli bir yaşam biçimini seçmek ve düşüncelerini bu yaşam biçiminde cisimleştirmektir. Sosyalizme bakış tarzı ve yöntem konusunda doğru ya da yanlış düşünmek kuşkusuz önemlidir ama en az bunun kadar önemli olan şey insanın hangi tarzı seçmiş olursa olsun ona inanması, yaşamının doğal bir parçası yapmış olmasıdır. Yüzlerce namluyla kuşatılmış halde sehpaya doğru yürürken sizi ayakta tutan şey işte bu moral ve ahlaki üstünlüktür, düzen soytarılarının size karınca gibi ufacık görünmelerinin nedeni budur.
Bu kadarla bitmiyor. Bugün bu ülkede yüzlerce olanaksızlığın içinde çalışan, sosyalizme inandığı için derde - mihnete katlanıp yürüyen binlerce insan var. 12 Eylül deformasyonunu silkeleyip atmaya çalışan liseli çocuklar var, fabrikaların kara listelerine geçmiş işçiler, dergi köşesinde çalışan insanlar var. Saygı duymak gerekiyor. 40 yaşını geçmiş '68 soytarıları şirket odalarında fink atar ya da sosyal-demokrasi hidayetine ererken, bu insanlar sosyalist olmanın artık "demode" sayıldığı günümüzde sosyalizme yalnızca inanmayı değil, onu yaşamayı seçiyorlar. Üstelik bunu "kayıplar listesi"ne girme, "infaz"a uğrama riskini göze alarak yapıyorlar. Saygı duymak gerekiyor.
Ve bu ülkede, yirmi-otuz yılını devrimci mücadeleye hasretmiş, hâlâ köşe dönücüler safına katılmamış, kendi tarzınca kendi siyasal hareketi içinde çaba gösteren insanlar var. Saygı duymak gerekiyor.
BARiKAT, bunu kendine ilke ediniyor.
BARİKAT, yalnızca ciddiyetsizliği, ikiyüzlülüğü, büyük laf edip küçük yaşamayı sevmiyor ve aynı ölçüde de kendine yontan dar politik hesapçılığı sevmiyor.
***
BARİKAT, ekmeğin büyümesini çok önemsiyor. Ekmek; devrimci hareketin kitleselliği, gücüdür.
Ekmek büyümelidir. Ekmeğin büyümesi, o büyüme içinden bizim ve başkalarının alacağı dilimin de büyümesi anlamına gelir, gelecektir.
2. sayımızda, devrimci hareketin marjinalleştirilmesi, kitlesellik kanallarının tıkanması için, dünyadaki genel gerilemeyle örtüşen bir politik operasyonun güncelliğini vurgulamıştık. Devrimci hareketin zaten öteden beri sınıfta ciddi bağlarının bulunmadığını ya da kısmi olduğunu, ama yaşanılan süreçte bu durumun kalıcılaşma tehlikesinin çok vahim boyutlar gösterdiğini anlatmaya çalışmıştık. Ve demiştik ki, devrimci hareket bu açmazın çözümünü bulmalıdır, sürecin öznesi olmalı, sistemin krizinin derinleşmesine iradı bir müdahaleyle katılmalı, bu müdahaleden kitleselliğini üretmelidir.
Devrimci hareketin bugün böyle çok önemli bir derdi var. BARİKAT'ın derdi de bununla çakışıyor. Küçük olsun benim olsun mantığının ötesinde bir şeylerin zorlanması gerekiyor artık.
BARİKAT, kendi politik kavrayışının sürece egemen olmasının, kendi büyümesinin çok önemli olduğuna inanıyor.
Ama BARİKAT; kendi büyümesiyle genel büyümeyi birlikte düşünüyor ve birbirinin türevi olduğuna da inanıyor.
***
BARİKAT, okurunu böyle bir anlayışla eğitmek, onlara böyle bir birikimi aktarmak istiyor.
Çok kolay farkedilen bir şeydir; her siyasal çevre ya da örgütlenme belli bir süreç sonra bünyesinde yer alan insanlarına belirgin renkleri olan bir kişilik tarzı, bir ruhsal biçimleniş verir. Bu genel bir atmosfer sorunudur. Devrimci mücadelede birçok şey kitaplardan değil, yaşanılan örneklerden ve çevre içindeki diğer insanlardan öğrenilir. Başlangıçta o politik hareket içerisine şu ya da bu yolla katılmış olabilirsiniz, ama bir süre sonra çevrenizdeki ilişkilerden, insan davranışlarından, şu ya da bu sorunda konmuş bir tavırdan, konuşulan ve yapılan şeylerden durmadan iyi ya da kötü bir sürü şey kaparsınız, dağarcığınız bunlarla yüklenir. Sonuçta şu ünlü "üzümlerin kararması" atasözünde olduğu gibi belli bir benzeşiklik oluşur. Bugün bir iki konuşma ve davranış ise bir insanın -adeta şivesinden anlaşılır gibi- nasıl bir gelenekten geldiği anlaşılabiliyorsa kuşkusuz tesadüf değildir.
Esasen bu durum, kaygı duyulacak, rahatsız olunacak bir şey de değildir. Gerçeklik budur, süreç böyle gelişmektedir. Sorun, kuşaklardan kuşaklara, insanlardan insanlara neyin aktığı, ne gibi genetik özelliklerin taşındığıdır.
Burada büyük bir sorumluluk vardır ve bu sorumluluk politik yapılanmaların özellikle belli bir düzeyinde yer alan insanların omuzlarındadır. Sosyalist ilişki yöntemlerini kendi davranışlarında cisimleştirmek ve genetik olarak çevresinde yeni bir kimlik biçimlenişi yaratmak bu sorumluluğun özüdür.
BARİKAT, bu sorumluluğun kendisine düşen payını omuzlarında hissediyor.
BARİKAT, kendi bünyesinde yer alan insanları ve okurlarını böylesi ilişkiler yönünde etkilemeyi görevi sayıyor ve bunun genel bir görev olduğunun artık farkedilmesini istiyor.
* * *
Böylesi bir yaklaşım, belirli bir yazım ve anlatım tarzını da zorunlu kılıyor.
Solda şimdiye dek gelenek olmuş laf arası "eleştiri”leri, politik olmayan terimler, şatafatlı böbürlenmeler ve suçlama yığınları kapımızın dışında bir yerde duracaktır. Büyük lafların küçük şeyler için rastgele edilivermesi, dile pelesenk olmuş revizyonist-oportünist-tasfiyeci vb. gibi terimlerin yerli yersiz kullanılması, Marksist ustaların zaman ve mekan gözetmeksizin alıntılar yoluyla gereksiz yere tanık sandalyesine çıkartılması esasen her zaman politik yetersizliğin işaretleri olmuştur. Üstelik böylesi bir yöntem herhangi bir şeyi de pek çözmemekte, karmaşa daha da üst boyutlara yükselmektedir.
Öte yandan böyle bir yöntem, adeta "tefrika" halinde uzayan, uzadıkça politik temelinden kayan ve okuyanı sıkarken yazanı da gereksizce kemikleştiren bir verimsizliğe yol açmaktadır.
BARiKAT, bu yolu seçmeyi uygun ve doğru bulmuyor. Arka planı olmayan laflar etmeyi, yetersizliği kapatan terimler yığınını akıllıca bulmuyor. Satır arası çırpıştırmalar yerine doğrudan ve kapsamlı polemikleri, düzeyli eleştirileri tercih etmeyi seçiyor.
BARİKAT, politikanın düzeyinin korunması ve yükseltilmesi gereğine inanıyor; bunun genel bir görev olduğunun kavranmasını istiyor.
***
Türkiye toprağının buna ihtiyacı vardır, sol potansiyelin buna ihtiyacı vardır.
Türkiye toprağı artık radikalizmle sekter olmayan bir söylemin birlikte varolabildiğini görmek, yaşamak istiyor. Bu mümkündür ve gereklidir. Hem radikal ihtilalci bir çizginin gereklerini yerine getirmek, hem de olgun sosyalist politikacılar olmak mümkündür ve gereklidir.
Bu bir ihtiyaçtır.
BARİKAT, bu ihtiyacı anlıyor.
BARİKAT, politik çizgisine ve yönteminde varolan radikalizmi, kendi içinde ve dışında geliştirdiği, geliştireceği sosyalist ilişkilerle bütünleştirmek istiyor.
* * *
BARİKAT'ın derin inancı, böylesi ilikiler için olgunlaşmış bir zeminin artık çok net şekilde varolduğudur.
Bugün devrimciler, artık soğumakta olan, daha rahat değerlendirilebilir bir tarihin verilerine sahiptirler. Belki bir açıdan acı verici bir talihsizlik olan "sosyalist" pratiğin trajedisi, bir başka açıdan avantajlar da sağlamıştır. Devrimciler bugün bu tarihsel geçmişten dersler çıkarma, bu dersleri çıkarırken daha objektif ve önyargısız olma konusunda daha fazla imkanlara sahiptirler. Yeni bir çağdaş sosyalist yaklaşımı yakalayıp, yeni bir söylem üretebilme şansları daha yüksektir.
Üstelik, yine bir açıdan hüzün veren bugünkü gerileyiş, bir başka açıdan daha sağlıklı adımların nedeni olabilir. Sosyalist olmanın moda, olmamanın ayıp sayıldığı; insanların MHP çetesinin saptırıcı işlevli saldırılarıyla sola itildiği ve bununla orantılı olarak da devrimci harekette sosyalist dozun azaldığı o eski günlerden çok uzaktayız. Bugün insanlar sola mahallesindeki çeteden kurtulmak için değil, gerçekten mevcut sistemden kurtulmak için yöneliyor ya da en azından böyle bir yönelişin koşulları var.
Yani, alttan belki daha az ama kendini "anti”likle tanımlamayıp sosyalist kimlikle tanımlaması açısından daha sağlam sayılabilecek genç insanlar geliyor ve gelmeye devam edecek. Bu bir zemindir, belki yetersiz ama iyi bir zemindir.
BARİKAT, bu yeni zeminde eski yanlışların yinelenmesinin büyük bir zaman israfı olduğuna ve öyleyse geçmişten çıkarılmış bir dizi dersin yeni sürece yansıması gerektiğine inanıyor.
* * *
Sonuç olarak, en başa dönüp yinelemek zorunluluğu var: BARiKAT, kendisine zor bir yolu seçiyor. Genel bir karmaşanın içine atılıyor ve kuşkusuz sayıları hiç küçümsenmeyecek başka sosyalistlerle birlikte zor bir işi, sosyalist ilişki tarzının sürece hakim kılınması işini deniyor, başarmak istiyor. Bunun zemini vardır, koşulları vardır, BARİKAT kendini hiç de yalnız hissetmiyor.
Ve BARiKAT, ne bir politik hareketin bizzat kendisi, ne de onun tek ifadeleniş biçimi olmadığı için önümüzde duran bu görevin yalnızca dergi boyutunda sınırlanmadığının bilincindedir. Derginin ya da yazılı anlatım biçimlerinin ötesinde bu görevin politik hareketimizin bütünü açısından geçerli olduğuna inanıyoruz.
BARİKAT, kendi sınırıyla ilgili olarak yalnızca bunu ifade edip bilince çıkarmayı ve kendi çerçevesinde uygulamayı asli görevi sayıyor.

 


 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92