12 Eylül açık faşizmi toplumun yeniden şekillendirilmesi
baskı, şiddet ve depolitizasyon gibi araçlarla
gündeme gelmiştir. "YÖK" egemen güçlerin
12 Eylül aracılığıyla oluşturulmaya çalıştığı
şekillendirilmesinin üniversitelere yansımasıdır.
24 Ocak kararlarıyla iktisadi yapılanmanın uluslararası
emperyalist işbölümüne göre şekillenmenin üniversitelerdeki
izdüşümüdür. Faşist gerici ideoloji ile üniversiteleri
yeni kılıf içine sokmak amacındadır. Onbinlerce
gencin üniversiteden atılması ve genç bedenlerin
üniversiteden atıldığı için canına kıymasıdır
YÖK. Ayrıca, egemen güçler düşünmeyen, araştırmayan,
kendi sorunlarından uzak, futbol, magazin, seks
yoz kültürüyle yoğrulmuş bir üniversiteli gençlik
yaratmak için kolları sıvadı. Diğer yandan insanın
doğası gereği bireyleri bir inançla donatmak gerekiyordu.
Bu inanç da Türk-İslam sentezine dayalı, gerici-faşist
ideolojiydi. Üniversite kürsüleri bilimsel eğitimin
yerine halk katillerinin, halk katliamlarının
propagandalarının yapıldığı, özgür düşünce, araştırma
ve okumanın zararlarının anlatıldığı kürsülere
dönüştürüldü.
Bu anlamda YÖK'ün suç hanesinde:
— Üniversitelerde polis-jandarma işgalini yaşatmak,
— Polis-idare-sivil faşist işbirliğiyle gençliği
ezmek,
— Örgütlenme özgürlüğünü yok etmek; öğrencilerin
sendikal örgütlenmeleri olan öğrenci derneklerine
saldırmak,
— Üniversiteleri paralı hale getirmek, üniversiteleri
halka kapatmak,
— Öğrenci yurtlarını gerici-faşist kurumlara dönüştürmek,
— Beslenme, barınma, ders araç gereçlerinin astronomik
rakamlara yükselmesine yol açmak,
Bütün bu uygulamalara rağmen '80 sonrası ilk hareketlilik
1985'de öğrenci gençlikten geldi. Dernek kurma
çalışmalarıyla başlayan bu süreç 1986 yılında
geniş bir kitleyi kapsayan akademik-demokratik
talepler ekseninde verilen mücadele ile alevlendi.
'80 darbesi ve faşist uygulamalarının tüm ağırlığını
omuzlarında taşıyan gençlik demokratik mücadele
cephesinde filizlenmeye başlamıştı. Diğer taraftan
öğrenci derneklerinin heterojen yapısı nedeniyle
solun DKÖ'lere bakışındaki geleneksel hatalar
daha ilk günden bu alanları da sarmaya başlamıştı.
1986-'87 sürecinde TKP çizgisinde olan "Yarıncılara"
ve "Gün"e karşı diğer sol çok kararlı
bir tavır izleyerek "yarıncılar"ı derneklerden
tasfiye etti. Gençliğin faşizme ve oligarşiye
karşı yükselen mücadelesini pasifizme doğru çekme
eğiliminde olan bu kanada karşı verilen mücadele
başarıyla sonuçlanmıştı.
Öğrenci derneklerinin geliştirdiği ilk eylemlilik
kampanyası fakültelerden atılmalara karşı yaşanmıştır,
imza kampanyaları, yemek boykotları, Ankara'ya
yürüyüş gibi değişik eylem türlerinden oluşan
bu kampanya öğrenci derneklerinin öğrenci gençlik
ile tanışmasını sağlamıştı. (1987)
İkinci kitlesel ve radikal eylemlilik, yine 1987'de
"tek tip dernekleşme" yasasına karşı
geniş katılımlı "Nisan eylemiydi." Eylemin
ardından bu yasanın meclisten geri çekilmesi mücadele
bayrağını daha da yükseltti.
Polis-idare işbirliğine karşı yine bu yıllarda
(1988) görkemli bir eylem yükseldi. Polis işgali
altındaki üniversitelerde sözde bilim adamlarının
polis-savcı kimliğine bürünüp disiplin soruşturmaları
ile öğrenci gençliği sindirilmeye çalışıyordu.
Buna karşı binlerce öğrencinin katılımıyla İstanbul
Üniversitesi rektörlük işgali gençlik mücadele
tarihine damgasını vurdu.
Aynı dönemde l Ağustos genelgesini ve zindanlarda
devrimci tutsaklara karşı estirilen amansız terörü
kınamak ve devrimci tutsak ailelerinin eylemlerine
omuz vermek amacıyla yürüyüşler, boykotlar sürüyordu.
Bu yıllardaki mücadelenin niteliğini ve seyrini
kısaca özetlersek 12 Eylül politikasıyla suskunluk,
korku ve panik cenderesindeki gençliğin örgütlenme
özlem ve ihtiyaçlarına dar anlamda da olsa yanıt
verildiği söylenebilir.
Anma eylemleri, protestolar, akademik bazı istemler
doğrultusunda yapılan eylemlilikler o günün koşullarında
yüksek düzeyde idi.
Birim derneklerin merkezi yapısı İstanbul Öğrenci
Dernekleri Platformu 1986-'88 koşullarında mevcut
politikalara müdahale edebilecek yeterlilikteydi.
Birim dernek temsilcilerinden oluşan bu yapı
merkezi düzeyde politika üretebiliyor ve bu politikalar
yaşama dökebiliyordu. Tabii ki bu tanımlama, bu
yapının dört dörtlük bir işleyişinin olduğunu
savunmak anlamına gelmemektedir. Yukarıda belirttiğimiz
gibi solun DKÖ'lere bakışındaki dar, grupçu, sekter
mantıkları daha o günden mücadelenin gelişimini
sekteye uğratıyordu. Fakat bugüne veya '89-'91'e
göre bir oranlama yapılırsa sol demokratik alanlarında
en parlak birliktelik-dayanışma çağını yaşıyordu.
Bahsettiğimiz bu olumsuz olgular '89 yılında yavaş
yavaş su yüzüne çıkmaya başladı. Daha bir iki
yıl öncesinde hep birlikte, ortak bir zeminde,
ortak kararlar doğrultusunda hareket eden gençlik
örgütlenmeleri "örgütsel ilke", "bağımsız
siyasi çalışma" söylemleriyle öğrenci derneklerini
bir tarafa bırakıp kendi örgütsel politikaları
veya imzalarını (!) ön plana çıkarma kavgasına
yöneldiler. Tabii ki bu gelişmeler birden bire
ortaya çıkmamıştı. Sadece ortaya çıkmak için olgun
ortam bekleniyordu. İşte bu olgun ortamdan kastımız,
birincisi solun 1980 yenilgisinin etkilerini yavaş
yavaş atması ve palazlanması; ikincisi oligarşinin
gençliğe yönelik saldırılarının biraz daha alt
boyutlarda olması; üçüncüsü, bu dar politikaların
somuta dökülebilmesi için öğrenci derneklerinin
azda olsa kurumsallaşmaya ve meşrulaşmaya başlaması.
Ve nihayet beklenen ilk patlak Dev-Genç'ten geldi.
Mevcut İstanbul Öğrenci Dernekleri Platformu yapısının
sürecin gerisinde kaldığı, işleyişin hantal olduğu
...vs. tespitleriyle yeni bir merkezi yapı önerisi
dayatılıyordu. Merkezileşme tartışmaları sonucu
politik tavrı gereği platform ve diğer soldan
ayrılarak İYÖ-DER'i kurdu. Gençliğin devrimci
eyleminin ve örgütlülüğünün birliği ilk çatırdamayı
yaşadı. Geride kalan sol anlayışlar ise merkezileşmeye
yönelik tartışmaları sürdürerek sonuçta İÖDF'nin
kurulmasına karar verildi.
Tüm bu tartışmalar bir taraftan sürerken, diğer
taraftan ülke konjonktüründe canlı gelişmeler
yaşanıyordu. 1980 askeri faşist darbesiyle ve
faşist uygulamalarıyla içerisinde bulunduğu bunalımı
kısmen atlatan oligarşi 12 Eylül darbesi ve uzantısı
1982 anayasası ile bunalımın yükünü işçilerin
omzuna aktardı. Bu azgın sömürü yasal kılıflarını
YHK, 24 Ocak kararları, grev yasağı vs. gibi dayanaklardan
alıyordu. Bu uygulamalarla bir dönem sonra ekonominin
kısmen rahatlamasıyla üst yapıda da göreceli demokratik
haklar gündeme sokuldu. 1985 döneminin 12 Eylül
koşullarını oranla biraz daha rahat olmasının
bir başka sebebi de, 12 Eylül uygulamalarının
kitleler nezdinde tamamen teşhir olması idi. 1985
ve sonrasında kanlı yüzünü biraz gizlemek amacıyla
diğer siyasi partilerin kurumlarına izin vermek,
birtakım yüzeysel hakların tanınması, yani demokrasicilik
oyununa tekrar bir geçiş yaşandı. 1982 faşist
anayasasında iyiye doğru hiçbir değişim yapılmazken
sadece halkın tepkilerini nötralize etmek ve iktidarlarını
sağlam temellere oturtmak için bir senaryo hayata
döküldü.
Oligarşi 1987 yıllarında yaratılmaya çalışılan
mücadeleyi avucunda tuttuğu sürece müdahale etmedi.
Bir taraftan Kuzey Kürdistan'da yükselen mücadelenin
sıçramaması için gereken titizliği gösteriyor,
diğer taraftan üniversiteler başta olmak üzere
var olan demokratik mücadeleyi kendi kontrolünde
tutmaya çalışıyordu. 1988-1989 yıllarında üniversite
gençliğinin kitleselleşmesi ve eylemliliklerini
daha radikal bir zemine doğru kaydırma çabası
oligarşiyi tedirgin etmeye başladı. Bu arada Kuzey
Kürdistan'da verilen ulusal kurtuluş mücadelesi
çocuk, yaşlı, genç binlerce insanı tankların,
tüfeklerin, topların baskısına rağmen sokaklara
dökecek boyuta ulaşmıştı. Bu gelişmeler 1989-90
yıllarında oligarşinin tehlike çanlarını çınlatmaya
yetmişti. Bu süreçten sonra üniversite gençliğinin
mücadelesini dizginlemek için 12 Eylül diktatörlüğünün
uzantısı olan ANAP iktidarı aba altında sopaları
tekrar göstermeye başladı. İlk olarak Newroz kutlamaları
dolayısıyla polis İ.Ü.'ni işgal etti. Hemen arkasından
tüm üniversitelerin giriş kapılarına polis karakolları
ve üniversite koridorlarında polisler yerleştirildi.
Bu uygulamalara "12 Eylül öncesine dönmek",
"terör" "sağ-sol çatışması",
"kardeş kavgası" demagojileri temel
dayanak sağlıyordu.
Evet tehlike çanları hızla çalıyordu. Kürdistan
mücadelesi metropollerde ve üniversitelerde canlanmaya
başlamıştı. 12 Eylül yaptırımlarından toplumun
tüm katmanları bezmişti ve yavaş yavaş tepkilerini
dile getirmeye başlamışlardı. Üniversite gençliği
özerk-demokratik üniversite talebini meşrulaştırmaya
başlamıştı. Yani ülkede "Sosyalist Canavar"
kıpırdamaya başlamıştı. Daha ilk günden ezilmeliydi.
Üniversite kapılarına karakollar dikildi. Koridorlar
kantinler sivil-resmi ve işbirlikçilerle donatıldı.
Polis-idare-sivil faşist işbirliği pekiştirildi.
Disiplin soruşturmaları yoğunlaştırıldı. Gözaltılar,
işkenceler yoğunlaştırıldı. Devrim dalgası yükselmeden
bastırılmalıydı. Bugüne geldiğimizde bir taraftan
gerici-faşist çetelerin yoğun saldırıları bir
taraftan gözaltında kaybolmalar; sokak infazları,
bir diğer taraftan polisin (sağ-sol çatışmasını
bahane ederek) okulda tamamıyla meşrulaşması durumu
var. Ayrıca demokrasiciliğin yeni bir sahtekarlığı
olan SHP-DYP koalisyon hükümetinin iki yüzlü politikaları
bu gelişmelere daha uygun bir ortam yaratacaktır.
Demokrasi, insan hakları naralarıyla demokratik
kitleyi bünyelerinde toplayıp geride kalan radikal
solu kitlelerden yalıtıp yok etme hesabı peşinde
olan koalisyon hükümeti daha ilk günden halka
sunduğu vaatleri bırakıp katliamlara, zamlara,
baskılara yöneldi. Sadece maske değiştiren oligarşi
tüm kanlı yapısıyla yine tarihin sahnesindeki
yerini aldı. Oligarşi cephesindeki bu gelişmeleri
şimdilik bir tarafa bırakıp üniversite gençliğinin
bu süreçteki örgütlenme ve sorunlarına dönelim.
Öğrenci gençliğin mücadelesi bugün geldiği nokta
itibariyle hiçte açıcı durumda değil. Daha yazının
başında anlattığımız solun birliktelik ve DKÖ'lerdeki
çalışma perspektifindeki sakatlıklar bugün en
doruk noktasını yaşıyor. Bu gün herkesin hemfikir
olduğu "kitleselleşme" ve "tıkanma"
sorunlarının kaynağı tam da buralarda yatıyor.
Ülkemizde bu gün iki merkezi örgütlülük mevcut.
Bunlardan birincisi TÖDEF, ikincisi ise, İÖDF.
İkisinin oluşumunu ve geldikleri süreci irdelersek
bu gün gençliğin içine bulunduğu sorunların doğal
sonuçlar olacağını görürüz. TÖDEF dar grupçu mantığın
ön planda tutularak benmerkezci politikaların
sürece zorunlu bir dayatma olarak getirildiği;
"ne yapıldıysa biz yaptık, ne yapılacaksa
biz yapacağız"ın dışında hiçbir alternatif
bırakmayan bir mantığın ürünü olarak ortaya çıktı.
Devrim mücadelesinin genel çıkarlarının bir tarafa
bırakılıp kendi öznel çıkarlarını herşeyin üzerinde
tutan bir yansıma... Tüm devrimci-demokrat kitleyle
örgütlenebilecek onlarca politikayı sadece imza
kaygısı güdüldüğü için genel çıkarların tehlikeye
atılması pahasına da olsa kendisi örgütlemeye
çalıştı. (6 Kasım, 10 Nisan boykotu) Fakat başarıya
ulaşamadı. Çünkü ülkemizde genelde az olan bir
devrimci potansiyelin bölünmesi faşizme ve oligarşiye
karşı verilen demokratik talepler düzlemindeki
mücadele bayrağını yükseltmek yerine gün be gün
gerileterek, meşruluk çemberinin genişlemesi yerine
daralmasını sağladı. Bu da bir tek oligarşinin
işine yaradı, yarıyor da. Diğer taraftan İÖDF
süresine bir bakılacak olursa, Dev-Genç dışındaki
diğer solun bir araya geldiği bir örgütlenme.
Fakat yine dar grupçu, sekter mantıkların etkin
olduğu bir platform olarak somutlanıyor. Öğrenci
derneklerinin merkezi yapısı anlamına gelen federasyon
bugün derneklerin değil siyasi anlayışların federasyonu
halindedir, imza kaygısının herşeyin üzerinde
tutulduğu olumsuz sol gelenek bu platformda da
yansımasını buluyor. İÖDF'nin bir yıllık geçmiş
sürecini değerlendirdiğimizde ortaya çıkan tablo
mücadelenin geriye düşmesinin tablosudur. 3 Ocak,
cezaevleri, seçim vs. gibi ülkenin can alıcı sorunları
karşısında sadece suskun kalan bir öğrenci gençlik
yaratıldı. Akademik-demokratik talepler doğrultusunda
yine hiçbir çalışma yapılamamıştır.
Oysa ki eski platform (İÖDP) işleyişinin hantallığına
ve yetersizliğine alternatif olarak ortaya çıkan
bir yapıydı. ÖD'lerinin önünün açılmasını, kitleselleşme
sorununa çözüm ve anlık gelişmelere karşı anında
merkezi düzeyde tavır koyabilen bir yapı olma
hedefiyle ortaya çıkmıştı. Fakat bunların yapılmaması
yukarıda da belirttiğimiz gibi sadece sonuçlarıdır.
Çünkü ÖD'leri ve diğer KO'lerı sadece anlayışların
politikalarını dayatacağı politik çalışmalarını
yapabileceği bir alan olarak görülmesi gençlik
hareketini bu noktaya getirdi. ÖD'lere sadece
örgütlülüklerin kendilerini ifade edeceği alanlar
olarak bakılması bu sonuçları doğurdu.
Daha kısa bir süre önce yapılan kurultay (İÖDF)
seçimleri anlatmak istediklerimizin somut bir
ifadesi olacaktır. Normal toplantı ve çalışmalarını
10-15 kişiyle yapan, bazen da hiç toparlanamayan
dernekler seçimler döneminde 100-150 üyeye ulaştılar.
Dernek çalışan ve üyelerin azlığından dolayı toplantı
ve çalışma yapamayan dernekler seçim haftasında
10 (l delegeyi 10 üye seçiyor) delege çıkarabildiler.
Naylon üye, naylon örgütlenme, naylon mücadele
formülasyonu kendisini böyle pratiğe döktü. Daha
fazla delege göndermek için başvurulan yöntemler
devrimci dürüstlükle pek bağdaşmayan yöntemlerdi.
Sadece çok delege gönderme mantığının temel olması
bu kurultay ve örgütlenmenin sağlıksızlığını açıkça
sergiliyor. Geçen yılın 15 kişilik ÖTK'ları yıl
sonunda üç kişi ile toplantı yapıyorlar. Bu yöntemlerle
ortaya çıkan bir örgütlülük faşizmin koyduğu barikatları
aşma noktasına eksik kalacaktır. Gençliğin mücadelesini
geliştirme ve yükseltme noktasında önderlik yapmakta
yetersiz kalacaktır.
Başka ifadeyle, '80 sonrasında siyasi anlayışların
kendilerini ifade edebileceği yerler olarak düşünülen
ve kadro sıkıntısı gidermek noktasında tabiri
caizse "çiftlik" gibi görülen ÖD'lerinde
eline sepeti alan daha fazla meyve toplamaya çabaladı
durdu. Bu arada ÖD'leri alanın sorunlarından alabildiğine
uzaklaştırıldı. Yani ÖD'ler kendi mezarlarını
kendileri kazdılar ya da birileri mezarın kazılması
için daha fazla kazma salladı...
Oysaki ÖD'leri siyasi örgütlenmenin bir alt kurumu
değildir. Tüm bu eleştirel değerlendirmelerimiz
"siyaset yasakçılığı" mantığına dayandırılabilir.
Hayır! Söylemek istediğimiz bu değil. Tabii ki
anlayışlar bulundukları alanlarda kendini ifade
edeceklerdir. Fakat bu ifade etme ÖD'lerinin yaptığı
tüm eylemlilikleri sahiplenme, hele de bunun bir
devrimci ilke arkasına saklanılarak yapmak değildir.
"Eylemde Birlik Ajitasyon ve Propaganda da
Serbestlik" ilkesi adına ÖD'leri ve diğer
kitle örgütlerinin örgütledikleri panel, şenlik,
forum, yürüyüşlerde korsan, pankart açmak, bildiri,
kuş dağıtmak olsa olsa "eylemde birlik provokasyonda
serbestlik" ilkesinin pratikleri olabilir.
Kaldı ki ilkeler devrimci mücadelenin gelişmesi
içindir. Eğer dayattığımız ilkeler mücadeleyi
geriye götürüyor ve var olan eylemliliği provoke
ediyorsa bu ilkelerin doğruluğu konusunda şüpheye
düşmek pek de yanlış olmayacaktır.
Bütün bu sorunların çözümü konusunda son olarak
şunları öneriyoruz:
İstanbul'da var olan iki merkezi gençlik örgütlenmesinin
İYÖ-DER ve İÖDF'nu kendilerini feshetmeye ve ortak
ilkeler temelinde yeni bir merkezi yapı kurmaya
çağırıyoruz. Faşizme karşı mücadele güçlü ve ilkeli
birleşik örgütlenmeden geçer. Sağlıklı örgütlenme
olmaksızın sağlıklı mücadelenin olamayacağına
inanıyoruz. Bu öneri üç sene öncesine dönmek temelinde
getirilen bir öneri değil. Tam tersine bundan
sonraki süreci göğüsleyecek, güçlü bir öğrenci
hareketi yaratma özlemiyle getirilen bir öneridir.
Bugünkü somuta baktığımızda devrimci öğrenci gençliğin
önündeki sorunların her gelen gün biraz daha katlandığını
ve mücadelenin daha da çetinleştiğini görüyoruz.
Son süreçte gerici-sivil faşist çetelerin sahneye
çıkması, sokak infazları, gözaltında kaybolmalar
bunlardan sadece birkaç tanesidir. Gençliğin birleşik
örgütlenmesi oluşturulmadan sivil-faşist saldırıları
polis-idare işbirliği geriletilemeyecek, akademik-demokratik
mücadele noktasında pek bir varlık gösterilemeyecektir.
Bu gün birim örgütlülüklerden başlayacak, herkesin
süreci sağlıklı temellerde değerlendirmesiyle
ve sürece ilişkin eleştiri-özeleştiri-birlik temelinde
bir tartışma ile mücadeleyi doğru ve güçlü bir
rotaya oturtmalıdır. Genel mücadelenin çıkarları
için hiçbir kaygı taşımadan harekete geçmek gerektiğine
inanıyoruz.
Gerçi getirdiğimiz öneriler yeni Amerikalar keşfetme
mantığına dayanmamaktadır. Belki de yıllardır
söylediklerimizi, yazdıklarımızı bir de burada
tekrarlayacağız. Çünkü sürecin gelmiş olduğu nokta
bizi buna zorlamaktadır. Çünkü bizler şuna inanıyoruz:
bizim gibi ülkelerde azgın sömürü, azgın baskı,
şiddet, kan temelindeki bir egemenliğe karşı hak
alma mücadelesi mutlaka ama mutlaka birlik temelinde
gerçekleşebilecektir. Bu amaçla da askeri temellerde
ortak zeminde mücadelenin koşullarının oluşturulması
gerekmektedir. Bu ilkeli birliktelikle birimlerde
ÖD için samimi bir mücadele başlamalıdır. Birim
dernekleri gerçek kimliklerini kazanıp, alan sorunlarını
temel alınca kitleselleşmenin önü açılacaktır.
Bu yazıyı okuyan arkadaşlarımız, herkesin aynı
şeyi yazıp çizdiğini düşünebilirler. Evet gerçekten
de bu sorunlar üzerine çok şey yazıldı çizildi
ve kağıt üzerinde genelde aynı genel doğrular
yazıldı. Fakat pratikte bu pek böyle işlemiyor.
Bize yarınlara doğru en büyük adımı mücadeleye
karşı samimilik ve çaba artıracaktır. Şu bir gerçek,
bu kadar sorunu olan bir ülkede bu sorunu yaşayan
ve bu sorunlar için her şeyini koyanlar kazanacaklardır.
Ama bu kazanımı en az kayıpla, en hızlı ve en
güçlü biçimde nesnelleştirmek için küçük-günlük
hesaplarla değil, uzun vadeli perspektiflerle
davranmak gerekir.
ORTAÖĞRENİM GENÇLİĞİ SINIRLARI
ZORLUYOR
12 Eylül sonrasında en çok deformasyona uğratılan
kesimlerden olan orta öğrenim gençliği, son
dönemlerde yeniden silkinip canlanmaya çalışıyor.
Liseliler, belki henüz güçsüz ama çok önemli
adımlarla yeniden sahneye çıkıyorlar.
22 Ocak 1992 günü İstanbul çapında öğrenci
birliklerinin ortak çağrısıyla Milli Eğitim
Müdürlüğü önünde toplanan liseliler meşru
ve haklı bir gösteri düzenlediler.
"Öğrenci Birlikleri Yasallaşsın"
"Anti Demokratik Yasalara Hayır!"
"Yaşasın Özgür Bilimsel Eğitim!"
"Gerici Faşist Eğitime Son!"
"Yaşasın Öğrenci Birlikleri!"
yazılı dövizlerle Milli Eğitimin önüne yığılan
50'ye yakın liseli, hazırladıkları basın açıklamalarını
okudular. Okul yönetimlerinin gerici-faşist
yönetmeliklerini, bilimsellikten kopuk eğitim
sistemini ve ders programlarını teşhir ettiler.
Polisle işbirliği halinde davranan, hatta
polis gibi tutum alan okul müdürleri ve öğretmenleri
kınadılar, dayakla eğitimin kaldırılmasını
istediler.
Ve tabii polis gecikmedi. Bu haklı ve meşru
gösteri bir anda çevik kuvvet-sivil polis
tarafından savaş alanına çevrildi. Büyük bir
hırsla saldıran polis, öğrencileri yerlerde
sürükledi, coplarla ve tekme tokat dövülen
gençlerden 15'i gözaltına alındı. Gözaltında,
polisin kendi mantığınca "kışkırtıcı"
olarak saptadığı öğrenciler taş zemine yatırılarak
üzerlerine yüründü ve hepsi de dövüldü. Karakoldan
1. şubeye götürülenler aynı biçimde sorgulandılar.
Kız öğrenciler içinde bazılarının bu süreçte
baygınlık geçirdiği gözlendi.
Daha sonra ailelerin ve duyarlı çevrelerin
çabalarıyla tümü serbest bırakıldı.
Ama liseliler yılmıyorlar. Henüz küçük adımlar
attıklarını biliyorlar. Sorun kararlılık sorunu
ve liseliler bunun bilincinde. Ortaöğrenimde
yavaş yavaş bir maya tutuyor, birşeyler filizleniyor.
Gelecek süreçte devrimci kanallara akacak
büyük bir enerji kendini yavaş yavaş açığa
çıkarıyor.
BARİKAT, bu enerjiyi ve eylemliliği selamlıyor.
Ortaöğrenim gençliğinin yükselen mücadelesini
selamlıyor. Onların öğrenci birlikleri çerçevesinde,
daha programlı eylemliliklerini desteklemeye
herkesi çağırıyor. |
|