20. yüzyılın son on yılına, dünyadaki genel tıkanıklık
ve bunalımın kendisini giderek yoğunlaşan bir
depresyon şeklinde ifade ettiği çözümsüzlüklerle
girildi.
Bu çözümsüzlüklerin ulaştığı boyutlar, emperyalizmin
de, reel sosyalizmin de, kendilerine bir biçimde
yeni yollar açacağı noktalara ulaştı. Dünya birbirini
infilak ettiren mayınlar gibi ardarda patlamaların
meydana geldiği bir deprem sürecine girdi.
Marksizmin yasaları, böylesine yoğun köklü bunalım
süreçlerinde ve o süreçlerin çelişkilerinin niteliğine
uygun olarak köklü tarihsel dönüşümlerin yaşanacağını
vurgular. Ki bu dönüşümleri halklar yaratır...
Son birkaç yıldır dünya sahnesinde, emperyalizmin
ve onun ideolojisinin, tarihin yayını geriye doğru
çektiği, halkları kasıp kavurduğu, onları bellek
ve kimlik yitimine onları bilinç ve inanç zaafına
mahkum ettiği bir oyun oynanıyor. Ne var ki, dünya
halklarının dinamiği ve tarihin onlardan yana
niteliği nedeniyle, bu gerilim süreci, halkların
bu kez kendisi için yarattığı patlamalara ve mücadelelere
dönüşecektir...
Eksiklikleri ve yanlışları ne olursa olsun, Ekim
Devrimi'nden bu yana yaşanan yaklaşık 70 yıllık
bir tarih diliminin gerçeklerinin (ki bu gerçekler,
Paris Komünü'nden bu yana dünyanın belleğine yazılmaya
başlanmıştır) unutturulmaya, yokedilmediği çalışıldığı
yılları, halkların gerçeklerinin yükseleceği yıllar
izleyecek.
Bilimsel kaçınılmazlıklar ve halkların volantirizmi
bunu sağlayacak güçtedir!..
Bu süreçte tarih olarak örtüştüğü için, birbirini
koşullayan çelişkilerinin yanısıra, kendi özel
seyirlerinde ayrıca değerlendirilmesi gereken
emperyalist sistemle sosyalist sistem arasındaki
ilişki, emperyalizm lehine ağırlık kazandı.
Sürecin başında, emperyalizmin ekonomik, sosyal
ve siyasi tıkanıklıkları da en az sosyalist sisteminki
kadar yoğundu. Avrupalı emperyalistlerin Avrupa
Topluluğu çerçevesinde çözüm aradığı Amerikan
Emperyalizminin ise Reagan'lı dönemde Amerikan
ruhuyla şahlanışı ile atılım yaratmaya çalıştığı
bu yıllarda gerçekte emperyalizmin 3. Bunalım
döneminin 2. Paylaşım savaşı sonunda oluşturulmuş
çözümleri eskimekte, dünya emperyalizmi yeni doygunluk
yolları aramaktaydı. Entegrasyonunun iç çelişkileri
de bu dayatmalar paralelinde yoğunlaşmıştı. Son
tahlilde Malta'da emperyalizme karşı teslimiyeti
siyasal olarak belgeleyen Gorbaçov elbette sosyalist
bloku dağıtan değil, dağılmışlığı belgeleyen kişi
olmuştur. Emperyalizm Cephesinde yaşanan açmazların
yanısıra karşı cephede yaşananlar, tam bir kapağı
kapalı istim kazanı örneğiydi.
Sosyalizmin temel özelliklerinin zaafa uğratıldığı
ve emperyalizmin şiddetli kuşatması altındaki
bu ülkelerde, siyasal devrim süreçleri başlayan
ama bitmeyen süreçler haline geldi. Bu duruma
yanıtlar üretilemediği için de, yine yanlış programlarla
belki bir süre geciktirilmiş çözülme başladı...
Sovyetler Birliği'nde, Lenin döneminde devrimin
yeni ve canlı oluşu, o süreçteki parti önderliğinin
özellikleriyle birleşince, gelişen, ilerleyen
bir dönem yaşandı. Stalin’in Sovyetler Birliği
ise dünyanın bütün olağanüstü koşullarına ve savaşın
yıkıcı etkilerine, faşist saldırganlığa karşı
sosyalist bir direniş gösterdi. Ne var ki nesnelleştirilemeyen
dönüşümlerin yarattığı olumsuz birikimler ve emperyalizmin
yarattığı basınçla izleyen dönemlerde, olumsuzluklar
ön plana çıktı.
Böyle bir süreçte, sosyalizmi yaşatma ve ilerletmenin
en temel koşullarından birinin, toplumda yaratılacak
sosyalist ekonomi, kültür ve politika dinamiklerinin
her zamankinden çok daha önemli olduğu gerçeği
gerektiği gibi kavranamadığı için buna uygun politikalar
yaşama geçirilemedi.
Bir bütün olarak bütün kesimleriyle toplumun sosyalizmin
yöntem, amaç ve prensiplerini içselleştirmesi
en önemli çözüm stratejisi iken, parti bunun tam
aksi bir rotaya girdi. Birçok değeri ve gerçekliliği
kendinden menkul hale getirerek kitlelerden koptu.
Çeşitli terimlerle tanımlanmaya çalışılan Sovyetler
Birliği ve diğer reel sosyalist ülkelerdeki çözülmenin
ana teması budur. Marksizmin, marksizmin adına
çarpık bir şekilde savunulması ve uygulanması
nedeniyle (sosyalizm adına sergilenen pratiğin
modern revizyonizm olduğunu 8O öncesi süreçte
ifade ettiğimiz) bu ülkelerdeki reel sosyalizmin,
ileriye dönük yeni toplumsal dinamikler yaratmadan
yaşamını bu statükoda sürdürmesi mümkün değildi.
En azından, onunla her planda sürekli çatışan
koskoca bir emperyalist sistemin varlığına karşı
güçlenme sorunu vardı.
Grafiğin sosyalizm lehine alabildiğine yükseldiği,
sosyalizmin başta yeni sömürgeler olmak üzere
tüm dünya halkları üzerinde geniş bir prestij
yarattığı, egemen ulusal kurtuluş savaşları dönemi
olarak belirginleştiği 60'lı yıllar, aynı zamanda
reel sosyalizmin zaaflarının da somutlaştığı yıllar
oldu. Bugün (Küba'nın ve bir iki ülkenin daha
özel durumları dışında) son olarak sıranın Sovyetler
Birliğinin geldiği çözülme daha o yıllarda, doğal
olarak en zayıf başından beri iç dinamiği zaaflı
devrimler yaşanmasının yanısıra, reel sosyalizm,
her planda indirgemeci mantıklar üretiyordu. İçerde
ekonomik indirgemeci bu politikanın en somut mantığı
ve uygulamaları olarak belirginleşirken, dış ilişkilerde
de özünde çok farklı bir durum söz konusu değildi.
Ulusal kurtuluş mücadelelerine destek ve katkı
amacı, yeni sömürgelere sosyalist model ihracı
uygulamasına dönüşmüştü. Bu ihraç mantık, çoğu
kez devletçilik ve anti-emperyalizm düzeyinde
algılanıp uygulanmaya çalışıldı.
Dolayısıyla da öncelikle sosyalist kampa bu bağlamda
destek ve katılım gösteren ülkeler çözülmeye başladı.
Endonezya, Mısır, Somali gibi oluşumun örnekleri
oldu. Aynı süreçle 1956 Çekoslovakya sarsıntıları,
yanlışlıklarla dolu bir sosyalizm sürecinin bunalımının,
yanlış yöntemlerle "çözülmesiyle" geçici
olarak atlatıldı. Gerçekte ise daha sonraki patlamaların
nüvesi kılınarak atlanıldı!..
Sosyalizme kendi toplumsal dinamiklerinin belirleyiciliğinde
değil, ikinci paylaşım savaşındaki faşist işgalin
yarattığı özel koşulların itimiyle, anti-faşizm
çelişkisiyle Komünist Partilerin, Anti-Faşist
Halk Cephesi içindeki etkinliği temelinde ve Kızılordu
desteği ile geçen Doğu Avrupa ülkeleri için sorunlar,
Sovyetler Birliğinden daha sancılıydı.
Genellikle, I. Paylaşım Savaşı sonunda ulusallaşma
sürecine giren ve çoğu sanayileşme dengesini oturtmamış
tarım ülkesi olan bu ülkeler, Sovyetler Birliği'nin
politikalarının uyduları haline geldiler. Sovyet
yardımıyla yaşamını sürdüren Doğu Avrupa'ya yapılan
bu yardımların sosyalizmi yaşatmak ve ilerletmek
bağlamında kalıcı bir katkısı olmadığı görülmektedir.
Emperyalizmin cazip organizasyonu Berlin Duvarı
şovuyla Batı Almanya'ya kayıtsız koşulsuz teslim
olan Doğu Almanya, Kohl'ün verdiği cep harçlığı
ile Batı Almanya tezgahlarına akın ederek, emperyalist
blokta Körfez Savaşına kadar sürecek geçici bir
Almanya korkusu da yarattı.
Diğer Doğu Avrupa ülkeleri ise, yeni ve bakir
pazar alanları olarak topraklarının kapılarını
sonuna kadar ve birbirleriyle yarışarak emperyalizme
açtılar. Güçlü bir anti-komünizm ve şovenizm dalgası,
40 yıllık “proletarya diktatörlüklerini” alaşağı
etti.
Gerçekleşen, bir karşı devrimdi. Kimi kez halk,
Elena'nın incileri ve gardrobu gibi renkli spekülasyonlarla
oyalanırken kolay bir darbe karşı devrim sürecini
başlattı, kimi kez, de Polonya'da olduğu gibi,
çarpık sosyalizmin sefil bir duruma düşürdüğü
halkın tepkileri, dipten gelen dalganın yarattığı
karşı devrime dönüştürüldü. Büyük bir hızla, IMF
Dünya Bankası, AET fonları ve kredileri, çok uluslu
tekellerin ortaklık girişimleri, dış borçlandırma,
kültür emperyalizmi ağları örüldü.
Sovyet sosyalist modelinin başını çektiği reel
sosyalizm bunalımını yaratan en önemli çelişkilerden
biri, diktatörlük ve demokrasi kavramlarının,
Marksist-Leninist ideolojideki yanıtlarının tam
olarak verilmemesi idi. Kapitalist toplumlarda
da, sosyalist toplumlarda da, birlikte yaşayan
ve biri diğerini yok etme mücadelesi veren demokrasi
ve diktatörlük birbirine karşı bir imha stratejisini
izler. Kapitalist toplumda (emperyalizmle birlikte)
demokrasiyi yoketme sürecine giren güç burjuva
diktatörlüğüdür. Nitekim bugün dünyada burjuva
demokrasilerinden sözetmek de artık olası değildir.
Öte yandan, kuramsal açıdan sosyalizm süreci proletarya
diktatörlüklerinin sınıfların ortadan kalkışlarına
kadar proletarya demokrasisi tarafından adım adım
söndürülmesi sürecidir.
Ne var ki reel sosyalist ülkelerde, bunun tam
tersi bir yola girilmiş parti ve devlet bir aygıt
olarak sınıftan ve halktan soyutlanmıştır.
Tarihsel koşulların yarattığı, dünya şartları
ve ülkelerdeki gelişmelerden kaynağını alan devrimlerin,
başlangıçtaki doğal eksikliklerini dönüştürme
gücü göstermemişlerdir.
Bolşevik Devrimi dahil bütün devrimlerden sonra
muzaffer Komünist Partiler ve onların önderleri,
Emperyalist-Kapitalist sistemin ve iç düşmanların
saldırılarına karşı sosyalist iktidarı korumak
ve kapitalist ve feodal kalıntıların temizlenmesi,
sosyalizmin inşası sürecinin geleceğinin garantiye
alınması için güçlü bir devlet güçlü bir parti
yaratma ihtiyacını doğal olarak duymuşlardır.
İktidarın ele alınmasından sonra, muzaffer partiler,
devrim savaşımı içerisinde sosyalizmi kavramış
ve onun için en önde savaşmış kadrolarının büyük
kısmını şehit vermiş olmalarının yarattığı büyük
bir insan açığıyla eski düzenin pisliklerinin
temizlenmesi ve sosyalizmin adım adım inşa edilmesi
gibi zorunlu bir görevin gerçekleşmesine girişmişlerdir.
Sosyalizmi kavramış az sayıda kadroyla, devrimin
zaferinin korunması, kalıntılarının temizlenmesi
sosyalizmin inşasının ideolojik, politik, ekonomik,
sosyal, felsefi, kültürel, hukuki, teknik vb.
çok karmaşık sorunlarının çözülmesi milyonların
seferberliği ve ülkenin tüm olanaklarının değerlendirilmesi...
gibi çok yönlü bir faaliyetin yürütülmesinin ne
denli zor bir görevler bütünü oluşturduğunu hepimiz
teslim ederiz. Böyle bir sürecin sosyalizmin prensiplerine
uygun bir şekilde yaşatılması, herşeyden önce
her alanda ihtiyaç duyulan eğitimli kadro sorunu
olduğu halde en büyük açlıkta bu anlamda ortaya
çıkıyor. Dolayısıyla yaşanan sorunların nerdeyse
tümünün kaynağına inildiğinde, bütün sorunların
anası olan bu problem karşımıza çıkıyor.
Biz sosyalistler, iktidarı ele aldığımız andan
itibaren, devleti eritmeyi, tamamen söndürmeyi
amaçlayan bir felsefenin savunucuları olduğumuz
halde dünya konjonktürü ve bölge, ülke şartları
sosyalistleri parti, devlet aygıtını bir dönem
için bile olsa güçlendirme ve kazıma politikasına
itmiştir. Bu da, bugüne kadarki sosyalist iktidar
pratiklerinin hemen hemen devamında olduğu gibi,
devrim savaşımı oluşturulmuş kurum, kuruluş ve
mekanizmaların iktidar ele geçirildikten sonra
parti ve devlet aygıtının güçlenmesine koşul olarak
partimizin ve devletimizin otoritesinin tesis
edildiği alanlarda başka otoritelere ve mekanizmalara
ihtiyaç kalmamıştır gibi mantıklarla köreltilme
ve ortadan kaldırılma yoluna gidilmiştir. Bizim
edebiyatımız ne olursa olsun, bunun pratikteki
anlamı, sınıfın ve emekçi yığınların, sosyalizm
inşası süreçlerine aktif ve bilinçli katılımını
sağlayacak yerel inisiyatiflerin yokedildiği ortamda
parti ve devlet mekanizmasının bağlamdaki, tek
güç ve otorite kaynağı haline getirilmesi. Parti
ve devlet yapısının toplumdaki çıkar ve üçkağıtçılar
gözünde tek ikbal kapısı haline getirilmiştir.
Ve bu zararlı unsurlar parti ve devlet otoritesi
arkasına sığınarak çıkar ve ayrıcalıklar elde
etmek için çeşitli yöntemlerle bu mekanizmalara
sızmışlar ve en içten içe kemirmişlerdir. Sosyalist
bilince sahip kadroların sayıca azlığı
güçlü bir denetim mekanizması kurulmasına olanak
vermemiştir. Denetimin zayıflığı ise, parti ve
devlet güç ve olanaklarının şahsi çıkarlar adına
kullanılması vb. uygulamaların yaygınlaşması sonucunu
doğurmuştur. Giderek parti ve devlet halktan kopmuş,
halka yabancılaşmış ve bu mekanizmalar içinde
yer alan insanların oluşturduğu ayrıcalıklı bir
kast doğmuştur.
Bürokrasinin felç eden otoritesi ekonomik indirgemecilik
enternasyonalizm anlayışındaki çarpıklık bunların
tümüyle eş önemde sosyalist insan yaratılmayışı,
sosyalizmin 20 yıllık pratiğini oldukça geri bir
noktaya itmiştir.
Son dönemde reel sosyalist ülkelerdeki çözülüş
ve çöküş sürecinde sosyalist değerlere ve ideallerle
sahip çıkan toplumsal güç ve dinamiklerin çok
cılız bir varlık göstermesinin kaynağında; onlarca
yıl boyunca halk kitlelerinin gözü önünde sosyalizmin
adına söylenmiş rezaletlerin yarattığı birikimin
yol açtığı yaygın kitlesel tepki yatmaktadır.
Bu tepkiyi etkilemeyi ve kendi çıkarlarına göre
yönlendirmeyi beceren emperyalist sistem modern
revizyonist yönetimlerin kendilerine sağladığı
destekle, gelişmeleri istediği kanala sokabilmiştir.
Bütün bu gerileyişe ve çöküşe rağmen, onlarca
yıllık sosyalist uygulamaların oluşturduğu sosyal
kazanımlar emperyalizmin bir süre için sunduğu
boyalı ve dünyanın geçici ilizyonu ortaya çıkınca,
halkların kaybettiği değerlere yeniden sahip çıkması
yolundaki sürecin de ilk maddi özellikleri olacaktır.
Sovyetler Birliği'ndeki gelişmeleri siyasal noktayı
koyan Gorbaçov döneminin söyleminde, yer yer doğru
teşhisler ve çözüm yolları vaat edilmesine karşın,
pratikte ve resmi sonuçlarda olumsuz gidişe set
vuracak ama dönüştürecek önlemler ve mekanizmalar
yerine, onların kendi meralarında kalmalarını
doğuran politikalar saptanmıştır. Sonuç olarak
Glasnost ve Perestroika, merkezi planlamanın çözülmesinin,
liberalizmin etkinlik kazanmasının reformu olmuştur.
Böylelikle, küçük çapta özel mülkiyet olanağı,
işletme ve devlet kuruluşlarına ithalat-ihracat
yetkisi, uluslararası emperyalist tekellerle ortaklık
koşulları, fiyat esnekliği, iş hacmine bağlı vergi
sistemi gibi sosyalist üretim tarzına aykırı özellikler,
reel sosyalizmi tüketme yarışına girmiştir. Bu
sonuç, sosyalizmin gerçeklerine yabancılaşma sürecinin
tanımıdır.
Bu yabancılaşma, sadece Gorbaçov dönemiyle başlamamış,
Gorbaçov döneminde patlama ve artık kendini siyasal
olarak da ifade etme sürecine girmişti. Ve her
halka, kendi özelliklerine, gücüne bağlı olarak
çözülür. Herşeye rağmen 70 yıllık bir birikim
sürecinin yaşandığı Sovyetlerin çözülüşü, Romanya,
Macaristan ya da Doğu Almanya'nın çözülüşüyle
özdeş olamaz. Nitekim, Sovyetler'de gösterilen
çeşitli "farklı eğilimlerin" de kendilerine
siyasi ifade yolları bulabilmesi, şimdilik cılızda
olsa bir direnişin göstergesidir.
Uluslar sorununun bütün yakıcılığıyla çelişkilerini
yansıtması Sovyetlerin en büyük problemlerinden
biridir.
İleriye doğru çözüm yolunda halkların kimliğinin
tekrar tarih sahnesinde boy göstermesiyle mümkün
olacağı bir süreç yaşanması gerekirken, diğer
eski reel sosyalist ülkelerin ardından Sovyetler
Birliği'nin emperyalizmle aşamalı bir teslimiyet
ilişkisi geliştirmesi gündeme gelmiştir.
Emperyalizmin en önemli atardamarlarından birinin
militarizm olduğunu ve militarizme karşı mücadelenin
emperyalizme karşı topyekün mücadele kapsamında
ele alınması gerektiğini kavramayan Sovyetler
Birliği "Dünya Barışı" yaftasına sığındı.
Bu bağlamda daha önce emperyalist demagojiye teslim
olmuş, karşılıklı silah indirimi görüşmeleri ile
açtığı sayfayı Malta’da yeni bir boyuta sıçratmıştır.
Dünyadaki belli başlı çelişkilerin bir diğer önemli
öğesi olan ulusal ve toplumsal kurtuluş savaşlarının
da, bu genel havaya bağlı olarak çok ciddi boyutlarda
gerilemesi, Nikaragua örneğinde olduğu gibi zaferi
kazanan devrimci partinin yönetimi seçimle iade
etmesine kadar varmıştır.
Sosyalizmin gerileyen prestiji, sosyalist sistemin
ve ulusal kurtuluş, savaşları dalgasının tüm dünya
halkları için ne denli büyük anlamlar ifade ettiği,
bu yıllarda çok daha yakıcı ölçülerde somutlaşmıştır.
Sadece sosyalistler değil, hemen hemen bütün toplumsal
ideolojiler ve kesimler gerçek niteliklerini,
özelliklerini kimliklerini, iradelerini yitirmişlerdir,
inançsızlıkla inkarcılık şüphecilik en yakın ölçüler
olmuş, bu ortamı hümanizmle yenmeye çalışan insanlık,
salt hümanizmin ne denli gerçek ötesi bir hayal
olduğunu görmüştür.
Bush ve Amerikan emperyalizmi, bu tarihsel fırsatı
gerektiği şekilde değerlendirdi. Dizginlerden
boşalan ABD, siyasal, ekonomik ve askeri üstünlüğünü,
yepyeni bir çehre vereceği yeni bir dünya yaratma
yolunda kullanmaktadır. Ortadoğu çıkarmasının
en önemli amaçlarından biri temelleri önceden
yaratılmış olanakların üzerinde Amerikan emperyalizmin
"dünyanın en büyük ve özünde tek" efendisi
rolünü pekiştirmek, bunun altını çizmektir. Bu
arada, özelde Ortadoğu, emperyalizmin stratejik,
ekonomik ve siyasal İhtiyaçları doğrultusunda
yeni bir şekil verilmesi, silah ve petrol tekellerinin
tıkanıklıklarının aşılması, emperyalist bloktaki
çelişkilerin ABD lehine çözüme kavuşturulması,
Sovyetler Birliği'ne askeri ve siyasal planda
son bir ders ve gösteri sunularak tamamen sindirilmesi,
Kürdistan ve Filistin halklarının gelişmekte olan
mücadelelerinin setlenmesi özünde böyle bir sürecin
rolü için öteden beri gayretle donatılan Irak'ın
biçilen bu rolü farklı yorumlayarak girdiği bölge
gücü havalarına son verilmesi, Ortadoğu'nun Uzakdoğu'daki
olası gelişmeler hesap edilerek (ve bu bölgelerin
cazip olanakları gözetilerek) buralarda somut
askeri varlığın doğuracağı avantajlar gibi çeşitli
hedefler, aynı strateji çerçevesinde gerçekleştirilmiş
oldu.
Dünyadaki bu gelişmelerin, ülkemiz dahil, bütün
yen sömürgelerde. gerilla örgüt ve partilerinden,
revizyonist cepheye varıncaya kadar siyasal tablonun
nerede ise bütün çizgilerini olumsuz yönde etkilemesi
gerçeğini iyi çözümlemek gerekir. Genelde sosyalizmin
halklar üzerindeki prestijinin zaafa uğraması
sonucu, ilerici-demokrat kesimlerin umutsuzluk
ve inançsızlıkla sarsılması, kimilerinin, partileri
ile birlikte düşmana teslim olması belki daha
kolay anlaşılabilir. Ama dün Marksist-Leninist
ideolojiyi savunmak adına halkların mücadelesi
adına düşmana kurşun sıkanların bugün belleklerini
ve kimliklerini yitirerek büyük bu boşluk içinde
savrulmalarının sebebi nedir?
Bu durum, sosyalizmi değil, onun modellerini savunmanın
kaçınılmaz sonucudur. Onların yaptıkları, çoğunlukla
sosyalist ülkelerin herhangi birisini sosyalizmin
kalesi olarak ilan edip ona yönelme, ona sığınma,
tapınma ve biat etme tutumudur.
THKP-C'nin evrensel temaların üzerinde yükselen
özgür çizgisinin ve tezlerinin herşeye rağmen
ayakta kalmasının nedeni, sosyalist ideoloji anlayışının,
özgücüne güven ilkesine, bağımsız, strateji ve
taktikler yaratma halkalarını doğru yakalamış
olmasıdır. Dolayısıyla, kendisi evrensel bir gerçeklik
ve kimlik haline gelmiş, kalıcılığının ve başarısının
yolunu çizmiştir.
Kürdistan Halkı Gerçek Tarihini Yazmaya Başladı
Dünyadaki bütün bu karmaşa ve belirsizliklerin
içerisinde, bir halk, yüzlerce yıllık tarihinin
en belirgin ve yoğun sayfalarını yazıyor. Dünyamız
yaygın bir çözülüş ve gerileme dönemine tanık
olurken Kürdistan Ulusal Kurtuluş Savaşı nezdinde
yeni atılımların da müjdesini veriyor.
İdeolojik plandaki başlıca eksikliklerimizden
biri olan Kemalizm sorununun yanıtları 1987'de
resmileşirken, ulusal sorun konusundaki netliğin
sağlanması gecikti. Konu öteden beri tartışıldığı
ve belirginleştiği halde devam eden bu gecikme,
kuşkusuz önemli bir eksiklikti.
Uluslararası sömürge ülke Kürdistan, kendi gerçeklikleri
ve tercihi ile doğru olanı yaparak, ayrı örgütlenmesi
ve mücadelesi ile kendi kurtuluş yolunu çizmeye
başlamıştır.
Yıllar boyu Türk solunda, "sömürge",
"ilhak", "ezilen ulus", "ayrı
bir örgütlenme", "ortak örgütlenme"
kavramları, ciddi bir karmaşa içinde tartışıldı,
Kürdistan'ın yapısal ve siyasal çözümlenmesinden
gereken sonuçları çıkarmanın önündeki en önemli
engel, "ayrı örgütlenme" problemiydi.
Bir ulusun kendi kaderini saptama hakkı, başka
birilerinin bu hakkı "tanıma" tartışmasının
anlamsız bir söylemden ibaret olduğu doğal ve
tarihsel bir haktır.
Sözkonusu ulus, bu hakkı, ayrı, bağımsız örgütlenmesi
ve önderliği ile, kendi inisiyatif ve çizgisi
ile kullanacaktır. Ortak Cephe'de, özel Birleşik
Programlarda, halkların mücadelelerinin çakıştığı
noktalarda, bütün enternasyonalist dayanışmalarda
olduğu gibi elbette buluşulacaktır.
Bu enternasyonalist dayanışmayı daha güçlü, daha
gerekli ve zorunlu kılan, özel koşulların sözkonusu
olması, Uluslararası Sömürge Kürdistan’ın ülke
tahlili ve örgütlenme tarzı konularının zorlama
tartışmalara sokulmasını gerektirmez. Aynı şekilde
bu nedenle, bilinen kavramların, Marksizmin terminolojisinin
alabildiğine zorlanması ve aynı anlama gelen sözcüklere
ayrı işlevler yüklenmesi de gerekmez.
Türk solunun genel olarak şovenizmi gerçek anlamda
aşamadığı, özel koşullanma ve olumsuz geleneksel
özelliklerinden sıyrılarak durumu değerlendirilmediği
bir gerçektir.
Kürdistan değerlendirmeleri, örgütlenme tarzı
tartışmaları, artık cesaretle parçalanması gereken
eski geleneksel yargıların üzerinde yükselemez.
O ülkeye ilişkin çözümlemeleri, diğer çözümlemelere
adapte etmeye çalışarak yapmak, yanlışlıkların
önemli nedenlerinden biri olmaktadır.
Kaldı ki Kürdistan sorunun tartışması ve çözümü,
Misak-ı Milli ile sınırlanamaz. Dört parçanın
mücadele ve örgütlenme sorunları bir bütün olarak
irdelenmek zorundadır. Bir bütün olarak değerlendirmekten
sözederken, bütünsel düşünüp parçada çözüm üretebilmeyi,
ama parçadaki çözümlerin, Kürdistan'ın bütünlüğünün
kurtuluşu stratejisine bağlı olarak planlanmasının
kastediyoruz.
Bu bağlamda tek tek sınırları içinde kaldığı her
ülkenin tarihsel, siyasal, sosyal ve ekonomik
özelliklerine bağlı problemleri ve taktikleri
olması gereken Kürdistan'ın bir bütün olarak da
stratejisi ve mücadelesi olmak zorundadır. Onun
bu ulusal zorunluluğunu parçalayarak kaderini
başka bir ulusun kaderiyle özdeşleştirilmesi -düşünülemez-
gerektiği savunulamaz.
Bütün Ortadoğu halklarının kaderinde son derece
yakın çizgilerle birbirine bağlı noktalar olmakla
birlikte, bu ulusta, bütün soyut tartışmaların
yanlışlarını yenerek, kendi öznellikleri içinde,
kendi tarihi, sosyal, kültürel ve psikolojik özelliklerinin
ortaya koyduğu ulusal bilincinin doğurduğu gerçekliği
yaşamalıdır.
Kürdistan ülkesinin sınırları içinde bulunduğu
diğer ülkelerin de bağımlılık ağı içinde olmaları,
bu ülkelerle Kürdistan'ın bağımlılık ilişkisinin
çözümlenmesinde bir zorluk yaratmamalıdır. Çünkü
ortada herkesin bildiği son derece somut ve yakın
tarihsel gerçekler vardır.
I. Paylaşım Savası sonunda, emperyalizm, bu ülkenin
tarihsel ve toplumsal dinamiklerini, Ortadoğu'ya
vermek istediği yeni biçime uygun olarak yeniden
parçalamıştır. Dolayısıyla, uluslararası konferanslarda
çizilen sınırlarla, emperyalizm bu ihtiyacını,
çift yönlü bir taktikle gerçekleştirmiştir. Türkiye,
İran, Irak ve Suriye'den elde ettiği çıkar ve
bağımlılık ilişkilerinin karşılığında, Kürdistan'ı
sömürgelerine rüşvet olarak dağıtmıştır.
"Al ve yut" denilen bu ülkenin bu son
pozisyonu, gerçekte emperyalizmin tercihidir.
Devletlerarası Sömürge gerçeğinin böyle bir süreç
sonunda yaratılmış olması, hakim ulusun emperyalizmle
ilişkisinin şu ya da bu biçimde oluşu ile çelişmez.
K. Kürdistan'la, 84'ten bu yana silahlı mücadele
temelinde yaratılan olgular, Kürdistan tarihinin
şimdiye kadarki en güçlü olgularından biridir.
Bu durum, halkların kurtuluşu yolunda silahlı
mücadelenin belirleyiciliğinin ve öneminin altını
bir kez daha çizerken, Kürdistan'ı bütün dünyanın
gündemine güçlü çizgilerle sokmuştur. Bağlantılı
olarak, hâlâ Kürtlere ayrı örgütlenme ve mücadele
hakkı tanıyıp tanımama konusunda düşünen ve tartışan
kesimlere de tartışmasız bir yanıt oluşturmuştur.
Şimdi bütün Ortadoğu halkları gibi Türkiye halkının
da tarihe karşı görevleri kapsamında, Kürdistan
kapsamındaki en önemli görevi de kendi mücadelesini
yükseltmektir. Böylelikle, emperyalizm ve Ortadoğu'daki
faşist oligarşilerin Ortadoğu düzeni sarsılacaktır..
Bu düzen Ortadoğu devrimci çemberi yaratılarak,
Ortadoğu'lu halklar lehine bozulacak ve kaderleri
birbirleri ile her zaman olduğundan daha fazla
yaklaşmış olan bu halklar, ayrı örgütlenmeleri
ile yarattıkları kimlikleriyle ortak cephelerde
buluşacaktır.
Enternasyonalist dayanışmanın en güzel örnekleri,
Ortadoğu halklarının bu tarihsel dinamiğiyle yaratılacaktır..
Türkiye Devrimci Alternatifini Ortamı Ve Dinamikleri
12 Eylül, Türkiye'de, siyasal, ekonomik, sosyal,
kültürel vd. tüm alanları kapsayan radikal bir
değişimin dönüm noktası olmuştur.
Oligarşinin emperyalizm ile ilişkilerinden, oligarşi
ittifakı içindeki sınıf ve katmanların çelişkilerinin
çözümüne, kabaran ve nicelik olarak oldukça önemli
boyutlar kazanan devrimci hareketin yükselişini
boğmaktan toplumun yeniden şekillendirilmesine
kadar birçok çelişkinin topyekün çözüm süreci
olan 12 Eylül ve sonuçları, toplumsal güçler açısından,
aradan geçen yıllara rağmen ne yazık ki henüz
gerektiği şekilde aşılmış değildir.
1971'de sonuçlandırılmayan bir operasyon olan
12 Mart'tan da alınan derslerle ve elbette, ABD
başta olmak üzere uluslararası ilişkilerin sınanmış
senaryolarının tecrübeleriyle gerçekleştirilen
12 Eylül amaçlarının tümüne ulaşmıştır.
Oligarşik ittifak içinde tekelci sermayenin etkinliğinin
sağlam ve tartışılmaz kılma sonucu yaratılmıştır.
Yukarıdan aşağıya gelişen kapitalizm ulaştığı
yeni sermaye birikimi ve uluslararası tekellerin
(emperyalizmin) geliştirmeye çalıştığı yeni ekonomik
boyutlar için de böyle bir düzenlemeye gereksinim
vardır. Bu düzenleme, kuşkusuz salt ekonomik bir
düzenleme değil, siyasal ve kültürel egemenliğin
de pekiştirilmesini içeren bir düzenlemedir. Bu
sayede, bir kurum olarak devlet de yetkinleştirilmiştir,
sarsılmaya başlayan geleneksel imajı ve otoritesi
yeniden tesis edilmiştir.
Zor'un büyüyen rolü ve etkinliği, çözümü sürüncemede
kalan bütün problemlerde kullanılmıştır. Sadece
toplumsal muhalefeti ezmek yolunda değil, her
türlü yeniden organizasyonda, görece özgürlüklerden,
kazanılmış haklara kadar emekçi halkların tüm
haklarının gaspında zor tek yöntem olmuştur.
ANAP iktidarı süreci de 12 Eylül sürecinin doğal
devamı olmuştur. Ülkenin kültürel ve psikolojik
bütün değerleri sarsılmış, yozlaştırılmıştır.
Depolitizasyon, dejenerasyon had safhaya çıkarılmıştır.
Bir yandan güçlü bir terör dalgası, bir yandan
"Türk-İslam Sentezi" formülasyonlarıyla
işlenen faşist ideoloji ve emperyalist kültürün
bütün öğeleriyle, basın yayın araçlarıyla toplumun
her kesimini bombardımana tutulmuştur. Öte yandan
burjuva muhalefette büyük ölçüde etkisizleştirilmiştir.
Ayrıca radikal dinci akımın büyüyüp gelişmesi,
sol hareketin hâlâ aşamadığı zayıflıklar nedeniyle,
yeni ve güçlü bir potansiyel tehlike oluşturmaktadır.
Eylül '80'den önce gerçekten ciddi gelişmeler
gösteren devrimci hareket ne yazık ki askeri faşist
diktatörlük döneminde görevlerini yerine getirememiştir.
Yükselen grafiğine rağmen, 12 Eylül öncesi devrimci
hareketin niteliği, niceliğine denk düşmüyordu.
Bu süreçten payımıza düşen sorumluluğu alıyoruz.
Çünkü stratejimizin gerektirdiği mücadele çizgisini
layıkıyla hayata geçiremedik.
Geri çekilmememize, faşizme teslim olmamamıza
ve 1984'e kadar mücadelemizi yetersiz de olsa
sürdürmemize rağmen dönemin siyasal gereksinmelerini
karşılayamadık. Dönemin politik-askeri görevlerini
başarıyla gerçekleştiremedik. Ama kuşkumuz yok
ki, mücadele dolu geçmişimizde olduğu gibi bundan
böyle de ülke koşullarını gerektirdiği mücadele
ve örgütlenme taktiklerini üretip, uygulama süreci
içinde kitlelerle her alanda buluşup kucaklaşacaktır.
Hareketimiz, inkarcılığa, sağ ya da "sol"
tasfiyeciliğe ve icazetli sosyalist akımlara ödün
vermeden, politik-askeri savaş metotlarını uygulamada
çelikleşecek ve kitleler içinde kök salacaktır.
Dünya ve ülkenin tüm moral bozucu aktörlerine
rağmen Ekim Devrimi öncesinde savaşan sosyalist
militanların ihtilalci dinamizmi, kararlılığı
ve coşkusu ile savaşılacak. Devrimin iradesinin
uzlaşmaz temsilcileri olarak, oligarşinin kalelerine
dalga dalga saldırarak zafer bayrağını hedefe
dikeceklerdir.
Ve hareketimiz bu zor, uzun soluklu ama onurlu
görevi, mutlaka yerine getirecektir.
|