Özellikle 21 Ekim Seçimleri'nden sonra ortaya
çıkan siyasal tablonun, sosyalistlerin önüne,
dün olduğundan çok daha ciddi boyutlarda ve çetin,
bir demokrasi sınavı koymuştur. Sınıf perspektifinden,
analizinden yoksun hiçbir demokrasi açılımının
ve böylesi açılımlara dayanarak yürütülecek demokrasi
mücadelesinin, sosyalizm adına, Türkiye'nin önüne
yeni ufuklar sunamayacağını görüyoruz. Meşruluk,
yasallık, yasadışılık, açık parti vb. bütün tartışmaların
özünde de kendimizi tanımladığımız mücadele alanımızın
profilinin doğru çıkartılması yatmaktadır. 21
Ekim seçimlerinin yarattığı siyasal sonuç, sosyalistleri
radikalizmlerini yeni bir zeminde, yeniden tanımlama
sorumluluğu ile yüzyüze getirmiştir. Bu yeni radikalizmin
politik öncüllerinin belirlenmesi, mücadelenin
araç ve biçimlerinin belirlenmesi sürecine de
katkıda bulunacaktır.
Öte yandan gerek Sovyetler Birliği'nde, bu ülkeye
'eski' Sovyetler Birliği dememizi gerektirebilecek
boyuta ulaşan parçalanmanın, gerekse, Yugoslavya'da
iç savaş boyutuna ulaşmış kargaşanın önümüze koyduğu
bir dizi sorun vardır. Buna, Türkiye'nin Ortadoğu
gibi dünyanın en sıcak bölgelerinden birinde bulunmasının
ve yeni dünya düzeninde üstlenmesi istenilen görevin
politik yansımaları da eklenmelidir.
Bugün, sosyalizmin itibar kaybı, sosyalistlerin
ve dünya halklarının en önemli problemlerinden
biridir. Ve bu sorunun üstesinden ancak, her alanda
gerçekçi toplum projeleri üreterek gelebiliriz.
Bu, bir yandan bu projeleri üretebilecek kadroların,
programların varedilmesini gerektirirken, öte
yandan asgari/azami ittifak koşullarımızın tartışılmasını
ve bu süreçlerin siyasal pratiğimizle desteklenmesini
ön gerektirmektedir.
Yine, dış konjonktürün de etkisi ile, milliyetçilik,
bugün her zamankinden daha yoğun bir biçimde gündemimizi
işgal etmektedir. Edecektir. Özellikle Kürt Ulusal
sorunu’nun çözümü temelinde sorgulanması ve bertaraf
edilmesi gereken şovenizm, yerine, halkların kardeşliği
yaklaşımının inşası, Türk ve Kürt sosyalistlerinin
ortak sorumluluğunu oluşturmakladır. Ancak batı
yakasında bu sorumluluğun daha yoğun olarak Türk
sosyalistlerine düştüğü/düşeceği de açıktır. Bu
temelde, bir yandan Ulusal Soruna -ve özellikle
Kürt Ulusal Sorunu'na- nasıl yaklaştığımızı tanımlarken
öte yandan da siyasal pratiğimizle, bugün durmaksızın
gıdıklanan Türk milliyetçiliğinin yaratmaya çalıştığı
saldırı zeminlerinin önüne dikilmek zorundayız.
Bu bağlamda, yazı önsöz niteliğini taşımaktadır.
Ve başlıklarını belirlediğimiz tartışma alanlarına
bir 'giriş' olarak okunmalıdır. Bugün sosyalistler
arası sağlıklı bir polemik ortamına çok ihtiyaç
duymaktayız. Sağlıklı ittifakların da siyasal
oluşum ve birliklerin de ancak sağlıklı polemik
ortamları üzerinde yükselebileceğine inanıyoruz.
Demokrasi Bir Kavram Değil, Bir Mücadele Mevzisidir
Hepimizin bildiği gibi, gerek 12 Eylül Açık Faşizmi,
gerekse bu dönemin hemen ardından gelen ANAP Hükümetleri
Dönemi'nde malum (!) nedenlerle Türkiye'nin bugüne
dek, hiçbir döneminde olmadığı biçimde-insan hakları,
demokrasi, işkence vb. konuları gündeme geldi
ve hâlâ gündemde... Fakat son dönemlerde bu konular
içinde özellikle demokrasi konusu öyle bir kavram
halini aldı ki, tanım aralığı, gündelik yaşamın
en ücra köşesinden, toplumsal yaşamın en karmaşık
alanlarına dek genişledi ve bir yandan bireyin
ideolojik-politik arenalarda kendisini ortaya
koyuşu; birey açısından ‘sunum' şekli “demokratlık”,
“demokrat olmak” vb. olurken, bir yandan da varolan
toplumsal mücadelenin en genel başlığını anlatır
hale geldi.
Böylelikle 'demokrasi' kavramı; soyut anlamlar,
ütopyalar yığını olmaktan çıkıp, politik ve ideolojik
arenanın somut mücadele pratiğinde kendini tanımlayan
bir etik-moral değerler yumağına ve herşeyden
önemlisi de bu değer yumağının belirleyici bir
tavır alışa dönüşme yoluna girdi. Hepimizin kolaylıkla
anımsayacağı gibi 12 Eylül Açık Faşizmi ile başlayan
ve süregelen dönem de topluma topyekün çekidüzen
verme çabaları; gecekonduların ana caddelere bakan
yüzlerinin zorunlu olarak beyaza boyatılmasından
sokakta elele dolaşan çiftlere ‘düzen’ adına müdahale
edilmesine, memurelerin etek boylarının, hatta
makyaj tarzlarının belirlenmesine; siyasi mahkumlara
tek tip elbise giydirilmesinden insanların çocuklarına
diledikleri adları koymalarının, ana dillerinde
konuşmalarının engellenmesine dek uzandı. Gündelik
yaşamın böylesine fütursuzca işgali karşısında
artık Türkiye'de 'demokrat'ım diyen bir insanın;
insan hakları ihlallerinden işkenceye, Kürt halkının
gördüğü baskılardan kadın hakları, çevre vb. toplumsallaşmış
ya da toplumsallaşma eğilimi gösteren her konuda,
egemen söylemin-tavrın dışında, faklı bir anlayışın
söylem ve tavrını yaşamın içinde ortaya koyması,
örgütlemesi kaçınılmazlaştı.
Ve sonuçta bu denli geniş bir mücadele alanını
karakterize eden ‘demokrasi' kavramı; bir yandan
hemen yukarıdaki satırlarda genel ideolojik-politik
çerçevesini çizmeye çalıştığımız 'demokrat' insan
tavrını ifade ederken, bir yandan da burjuva ideolojisinin
farklı nüans ve pratikleriyle (‘liberal' birey
anlayışı temelinde yükselen bir birey tanımı ve
ona ait etik değerlerle), bu pratikleri belirleyen
anlayışların peşine takılıp, sosyalizmi sınıf
uzlaşmacılığına eşitleyen -doğal olarak da demokrasiyi
'sınıflar üstü' evrensel bir tema haline getiren-
‘sol' (!) anlayışların ifade edildiği bir kavram
haline geldi.
Bu nedenle de demokrasiye farklı farklı anlamlar
atfeden anlayışları, 80'li yıllarda -ve kuşkusuz
bugünlere de uzanan bir sürecin- demokrasinin
kavramsallaştırılması çerçevesinde biçimlenen
tartışmalardaki konumlanışlarına göre irdelemek
sanırız hem bu farklı ideolojik-politik çizgileri
netleştirmek hem de ‘demokrasi’ kavramı üzerindeki
en genel ‘consensus'un örtükleştirdiği ‘nasıl
ve hangi temeller üzerinde yükselen bir demokrasi'
sorusunun yanıtının belirginleşmesi bakımından
yararlı olacaktır.
Türkiye'de sınıflar üstü bir demokrasi anlayışının
bazı Marksist ve liberal aydınlar tarafından ileri
sürülen ilginç bir örneği; 12 Eylül Açık Faşizmi
tarafından kapatılmış sağ partileri de içine alan
-almaya çalışan- demokratik consensus denemeleri
oldu.
Askeri diktatörlüklerin kendi iç bütünlüklerinden
(böylesi tarihsel anlarda egemen blok'un farklı
fraksiyonlarını kendi aralarında daha da hızlanan
iç çatışmaları gibi nedenlerden) kaynaklanan heterojen,
dolayısıyla kırılgan ve çok parçalı özelliğine
dayanarak kurulmaya çalışılan bu demokratik consensus
denemeleri, her ne kadar sosyalist bir jargonla
dile getirilmeye çalışıldıysa da, böylesi bir
demokrasi anlayışı temelinde yükselen girişimler
oldu. 12 Eylül Askeri Diktatörlüğü'nün toplumu
‘hizaya getirme' amacıyla devleti güçlendiren
politikalarına karşı bir mücadele zemini oluşturmaya
çalışan bu girişimler bütünü; daha çok İKP'nin
İtalyan Komünist Partisi tespitlerinden yola çıkıp,
militarist bir devlet anlayışına karşı, toplumun
sivil kurumlarını-yapılanmalarını oluşturan, temsil
eden toplumsal güçlerin, tamamını bir bütün altında
toplayıp uzlaştırmayı hedefliyordu. 1900'lü yılların
başlarında, özellikle Gramsci tarafından teorize
edilen görüşlerden öte, 190O'lü yılların Gramsci'li
İKP'sinde köklü bir ideolojik-politik kopuşu gerçekleştiren,
1960'lı yılların E.Berlinguer önderliğindeki İKP
tezlerinden, özellikle İKP'nin katolik çoğunluk
ve Hıristiyan Demokrat Parti için öne sürdüğü
‘tarihsel uzlaşma’ tezinden etkilenen bu denemeler,
doğal olarak varoluş alanlarını, sınıf temelinde
yükselen siyasal güçler yerine, 12 Eylülzedeleri
oluşturan toplumsal güçler üzerinde oluşturmaya
çalıştı. 12 Eylül Askeri Diktatörlüğü'nün sosyalistlerden,
diktatörlüğün ağzıyla, egemen bloğun yönetme erkini
iyi kullanamayan siyasetçilerine dek uzanan yoğun
baskı ve terörü karşısında tüm toplumsal güçleri
demokratik bir toplum için birlikle hareket etme
ortak paydası altında toplamaya çalışan bu denemeler
şöylesi bir yol izledi:
Açık Faşist Diktatörlüğün toplumun çok geniş kesimlerini
kapsayan yoğun terörü yüzünden onun sınıfsal karakteri
ve dinamikleri geri plana itilip, görünür -yani
otoriter/militarist- yanı ön plana çıkartıldığından,
böylesi otoriter/militarist bir güce ve bu gücün
kaynağı olan yapılanmaya karşı savaşmak herşeyin
önüne geçti. Askeri Diktatörlüğün sınıfsal dinamikleri
gözardı edildiğinden de ona karşı verilecek mücadelede
sınıf temelli analizlerden uzaklaşılıp, sadece
ve sadece Askeri Diktatörlüğün otoriter/militarist
yanına yönelik bir mücadelenin sınıflar üstü toplumsal
güçler birliği oluşturulmaya çalışıldı.
Kabaca özetlersek "düşmanımın düşmanı düşmanıma
karşı verilecek demokrasi mücadelesinde benim
doğal müttefikim olur" şeklindeki bir anlayışla,
temel mücadele eksenini militarist/otoriter devlet-sivil
toplum çatışmasına oturttuklarından, Askeri Diktatörlük'ten
zarar gören herkes, ideolojik, politik, sınıfsal
kimliğine bakılmaksızın, sivil toplum cephesinin
fahri üyesi haline geldi. Böylelikle Türkiye'de
demokrasi mücadelesinde sınıf temelli açılımlar
yerine kişisel ittifaklar dönemi başladı. Böyle
olunca da ne demokrasi kavramının sınıfsal içeriği,
sınıf dinamikleri ile ilintisi önemsendi ne de
böylesi bir birliktelik içinde yeralacağı umulan
insanların demokrasi anlayışları sorgulandı. Sonuçla
sınıfsal yaklaşımdan yoksun, ideolojik, politik
çerçevesi belirsiz bir girişimler bütününde, herkes
kendi programatik çıkarları için davrandığından,
demokrasiyi Hıristiyan batının bir fitnesi olarak
gören radikal İslamcılardan Süleyman Demirel’e
kadar her doğal üye “demokrat” oluverdi.
Ama ‘demokrat’lık payesinin herkese böyle kolaycacık
dağıtılması, asıl sorulması gereken ‘nasıl bir
demokrasi’, ‘nasıl bir toplum’, ‘nasıl bir dünya’
gibi can alıcı sorular ve yanıtlarını gündem dışı
bırakmak, bunu hep daha sonraya ertelemek pahasına
oldu. Böyle olunca da iktidara geldiklerinde demokrasiyi
yok edeceklerine yemin billah eden dini bütünlerle,
burjuva demokrasisinden daha ileri bir demokrasi
istediğini, pratikleri istekleri ile çelişiyor
da olsa, iddia edenlerin ‘demokrasi' başlıklı
tartışmaları ve ittifak denemeleri Türkiye'nin
‘demokrasi mücadelesi'nde (!), eğer tehlikeli
diye adlandırmayacaksak, çok şenlikli ve ilginç
bir görüntü yarattı.
Türkiye'de diğer bir ideolojik çizgiyse, demokrasi
kavramını olmazsa olmaz ansiklopedik yedi sekiz
maddeye eşitleyip, neredeyse ampirik bir olguya
indirgemiş durumda. Bu çizgi temelindeki yaklaşımların
ortak savı, söylemde farklılıklar gösterse de,
reel sosyalist ülkelerin bir bir dağılıp kapitalist
sisteme eklemlenme yarışına girdiği bir dünyada,
hazır demokrasi de 'burjuva demokrasisi'ne eşitlenmişken,
"Türkiye'de de sadece 141-142 ve 163'ün olmadığı
bir demokrasi istemenin tam zamanıdır" diye
ifade edilmektedir.
Türkiye'nin bireyselliğe pek fazla izin vermeyen
sosyo-politik kültürel tarlalarında, kendi bireyselliklerinin,
kendi anladıkları düzlemde bile, pek tadını çıkartamayan
bu 'liberal' ideologlarımız (!), böylesi bir demokrasi
anlayışı doğrultusunda, bir yandan başkaldırıyı
'elveda'sız kullanamayan bir köşe yazarının yaptığı
gibi, "komünizm iflas edip tüm dünya demokrasiye
geçerken, biz 141-142-163 kamburunu neden sırtımızda
taşıyalım" biçiminde yazılar yazıp, biz 141-142-163'ü
kalkması ile Türkiye'nin Avrupa'daki anti-demokratik
görünümünün silinip, AT'na daha rahat girilebileceği
ve böylelikle de askeri darbelerin önüne geçilebileceği
yollu akıllar verirken, bir yandan da, başkaldırıya
'elveda' demiş olmalarından olsa gerek, Türkiye'deki
tüm antidemokratik uygulamalar karşısında gösterdikleri
sinik, teslimiyetçi tavrı her konuda sürdürüp,
Avrupa'da örnek aldıkları liberal yandaşları karşısında,
Türkiye gibi bir ülkede, liberal olmanın/olamamanın
traji-komikliğini sergilediler.
Dışarıda demokrasi olduğu için içerde de demokrasi
isteyip, demokrasiyi en az ve en fazla dışarıdaki
gibi anlayan bu yaklaşım sonuçta; demokrasiyi
burjuva demokrasisine eşitlediğinden, sosyalistler
açısından, böylesi bir yaklaşımla hem varolan
mücadele pratiğinde, temel hakların edinilmesi
ve korunması doğrultusunda kararlılığı ve mücadeleci
bir yaklaşımı ön plana çıkartarak, hem de ‘burjuva
demokrasisi'ne karşı ‘sosyalist demokrasi'yi ve
bunun sınıf mücadelesi içerisinde kristalleşmiş
örneklerini, Komün, Sovyetler, İşçi Konseyleri
vb. gündeme getirerek ideolojik ve politik arenada
mücadele etmek, ertelenemez, öncelikli bir hesaplaşma
haline gelmiştir.
Bu anlayışla mücadele edilmesi gereken bir diğer
alan ise, onun Avrupa'daki ve dünyadaki değişim
ve yeni oluşumlara dair yaptığı değerlendirmeler,
göndermelerdir, örneğin bugün AT denince akla
ilk gelen bu ülkelerdeki demokrasi ve demokratik
haklar olmaktadır. ‘Tam üyelik' çevresinde dönen
tartışmalar, bunun Türkiye'ye ekonomik bağlamda
getirip götüreceklerini çok kısaca geçip, dönüp
dolaşıp 'demokrasi' ve siyasal kurumlaşmalar üzerinde
odaklanmaktadır. Bu yaklaşım, yüzünü hep o tarafa
döndüğünden olsa gerek, ‘hiç olmasa NATO ülkelerindeki
kadar demokrasi' isteyip durmaktadır. Demokrasinin
‘beşiği' diye Avrupa bellenince de, başkaldırıya
‘elveda' demiş olmanın rehavetinin de etkisiyle,
ülkede gerek Askeri Diktatörlük, gerekse ANAP
Hükümetleri döneminde dayatılan tüm anti-demokratik
yasa ve uygulamaları AT içindeki çeşitli gruplara,
(sanki 12 Eylül Askeri Diktatörlüğü'nü ‘kadife
eldiven içindeki demir yumruk’ diye tanımlayarak,
bu ülkede yaşanan katliam ve vahşete, eğer açıkça
değilse, sessiz kalarak onay verenler de aynı
ülkeler değilmişçesine) ‘şikayet’ edip, bu yasaların
kaldırılması, anti-demokratik uygulamaların durdurulması
işini bu grupların yönetime yapacağı baskılara
ihale etmek, bu yaklaşımla ‘demokrasi' mücadelesi
verenlerin (!) gündelik alışkanlığı haline geldi.
Bu anlayış bir yandan ülkedeki demokrasi mücadelesini
iç toplumsal dinamikler yerine dışsal bir belirleyiciyle,
AT'na havale ederken, öte yandan meşru zeminlerde
mücadele etmekte olan toplumsal muhalefet odakları
karşısında takındığı tavır ile 12 Eylül sonrasının,
toplumsal muhalefetin dağınıklığın ve sosyalistlerin
bu muhalefete önderlik etmedeki yetersizliklerinin
de etkisi ile insanların canları pahasına edinilmiş
ancak son derece sınırlı demokratik kazanımlarını
korumak ve geliştirmek için işbirliği edebilmenin
bütün yollarını da kapamaktadır.
Sorunun bir başka boyutu da özellikle '80'li yılların
ikinci yarısı ile birlikte, toplumsal muhalefetin
ciddi bir baskı unsuru olamadığı ve sosyalistlerin
belirleyiciliğinin bulunmadığı koşullarda, kimi
demokratik hak ve kazanımların, sözgelimi İnsan
Hakları Komisyonu'na kişisel başvuru hakkının
tanınması gibi görünürdeki yumuşamaların, tümüyle
yönetim erkini elinde bulunduranların iç ve dış
siyasal manevralarının gereklerine göre ayarlanmasıdır.
Bu durumda özellikle Türkiye'nin AT'na tam üyelik
başvurusunun gündemde olduğu dönemlerde, ülkenin
'dış görünüşü'ne çekidüzen verme kaygısı ile,
yönelimin ‘yukardan' tanıdığı kimi hakların bırakın
daha da genişletilip düzeltilmesini, varlıklarını
sürdürüp sürdürememeleri bile daha başından Türkiye
AT ilişkilerine mahkum edilmiş oluyordu. Nitekim
AT ile ilişkiler, son dönemde, Türkiye'nin Topluluğa
alınmaması gibi bir olasılık belirip, düş kırıklığı
yaratınca, Körfez Krizi'nin de etkisi ile ABD'ne
daha çok yanaşıldı ve Avrupa Topluluğu'na girmek
için katlanılan demokrasi oyununa, bu oyuna gerçekten
inanmış 'liberal' köşe yazarlarını şaşkın bakışları
arasında, bir anda son verildi.
Körfez Krizi'nin de yardımı ile içerde başkanlık
sistemine geçiş denemeleri yapılır, Marcosvari
bir yönetim modeli, tüm topluma, adeta deli gömleği
giydirilircesine dayatılırken, KHK'ler, basına
sansür, 'savaşa hayır" kampanyalarına yönelik,
Türkiye'nin işkenceyi önleme sözleşmelerine ilk
imza atmış ülkelerden biri olma ya da İnsan Hakları
Komisyonu'na kişisel başvuru hakkını tanıma gibi
görüntülerine taban tabana zıt, devlet kaynaklı
saldırılar ve gözaltında 'şaibeli' ölümler gündemi
dolduruverdi.
Aynı ikircikli anlayış, bir yanda 141-142-163'ncü
maddelerin kaldırılması çalışmalarını sürdürüp,
‘demokrasi' şovu yaparken öte yandan da gözetim
süresini 45 güne çıkaran, savcılara tutuklama
yetkisi veren anti-terör yasalarını komisyonlara
sürmekten çekinmedi. Aynı anlayış Kürt siyasal
varlığının tanınması konusunda da kendisini gösterdi.
Ülke içindeki ‘demokrasi şovu'nu uluslararası
konjonktürün siyasal dengelerine göre belirleyen
yöntem anlayışı, ‘komünist olunacaksa onu da biz
yaparız' diyen yönetim mantığını hiç aratmayarak,
salt Ortadoğu'nun ‘yeniden yapılanmasında masa
başında bir kez elde edebilmek amacıyla Kürt ulusal
varlığını ve Kürtlerin ana dilleri ile konuşma
haklarını birden bire tanıyıverdi.
Demokrasi kavramsallaştırmasındaki yanlışın bir
diğer türevsel uzantısı da TBKP olayında kendisini
açığa vurdu. Yine tamamen AT’ndaki komünist ve
sosyalist gruplara dayanarak Türkiye'ye dönen
TBKP, önderliği, yönelimle 141-142 kaldırılır,
kendileri yasallaşırsa, Türkiye'nin dış görünüşünün
düzeleceği ve böylelikle AT'na girişinin kolaylaşacağı
yollu pazarlıklara girişip, bu pazarlığın adını
da ‘demokrasi mücadelesi' koymaktan çekinmediler.
Bu temeldeki bir yaklaşım, demokrasi mücadelesini
sadece ve sadece I41-I42’nin kaldırılmasına eşitleyip,
ANAP’ı en iyi anlayan parti -yada farklı bir söylemle
ANAP'a en yakın çizgi- haline gelmeyi içine sindirebilirdi.
Burada hemen belirtelim; elbette sosyalistler
açısından Türkiye'deki tüm anti-demokratik yasaların
ve uygulamaların kalkması doğrultusunda verilecek
bir mücadele çok önemlidir. Ama mücadele çizgisini
salt bu maddelerin kalkması ile sınırlayıp, burjuva
demokrasisinden bir adım öte gidemeyenlerle, hedeflerini
sosyalist bir dünyaya ve demokrasiye kilitleyenler
hiç mi hiç karıştırılmamalıdır. Öte yandan Türkiye’deki
sosyalist hareketin meşruluk zemini yasallık/yasadışılık
boyutunda düzenin hukuk anlayışına eşitlemekten
çekinmediler. Böylelikle de meşruluk zeminini
toplumsal mücadelenin içinde tanımlayan sosyalist
harekete karşı düzenin uyguladığı, uygulayacağı
terörün 'yasal' kılıfı olmayı da peşinen kabullendiler.
Ve sonuçta vesayetleri altında bulunduğumuz babalarımızın
bize ‘ihsan'ı olan bir demokrasi ile yetinmemek
için bu gibi anlayışlar ve bunların her türden
türevleriyle ideolojik-politik arenalarda yapılacak
bir hesaplaşma hem biz sosyalistler açısından
hem de Türkiye'deki demokrasi mücadelesinin esenliği
açısından ivedilik taşıyan bir durum haline gelmişti.
Böylesi bir hesaplaşma için çizilebilecek çerçeve
şu temel noktalara dayanmalıdır:
Türkiyeli sosyalistler bir yandan toplumsallaşma
eğilimi gösteren ya da toplumsallaşmış tüm mücadele
alanlarında, meşruluğunu kendilerinin belirlediği
zeminlerde yer alırken, bir yandan da, pratiğe
ait sorunların içinde boğulup daralmadan, Paris
Komünü, Sovyet Konseyleri, gibi tarihsel örneklerinin
ışığında, mücadele içinde yaşanan sosyalist demokrasi
örneklerini gündeme getirip mücadele ile içice
geçen, birbirini besleyen bir tartışma zinciri
başlatmak yükümlülüğü ile karşı karşıyadırlar.
Ancak böylelikle sosyalist demokrasinin sınıf
mücadelesi içinde kristalleşmiş örneklerini, teorinin
ve bilincin tozlu raflarından gün ışığına çıkartıp,
demokrasi mücadelesi zeminini belirleyebilme şansına
kavuşabiliriz.
Sosyalist ülkelerde ‘reel sosyalizm', ‘bürokratik
parti devleti' vb. isimlerle tanımlanan ‘varolan
sosyalizm'den kopuş, hem bu ülkelerin en yetkili
parti sorumluları tarafından hem de kapitalist
ülke yetkilileri tarafından en genel ifade ile
‘demokratikleşme çabaları' adı altında sunulmaktadır.
"Sosyalist" ülkelerdeki bu kopuşun ‘demokrasinin
gecikmiş inşası' gibi algılanması, Marksizmin
ekonomist-dogmatik tahrifatıyla sosyalizmin devrimci
yorumu arasındaki teorik-pratik kopuşu 'demokrasi'
kavramının ardına gizlemekte, ‘nasıl bir sosyalizm'
sorusunun yanıtını gözardı ederken, ‘sosyalist'
ülkelerdeki ‘muhalif hareketlerin hepsini aynı
kefeye koymamıza ve dolayısıyla sosyalizmin devrimci
yorumunu savunan hareketlerle anti-sosyalist hareketleri
karıştırmamıza neden olmaktadır. Deyim yerindeyse
sapla samanın ayrılmasına bugün her zamankinden
daha çok ihtiyacımız vardır. Hele hele kimi ‘eski
tüfeklerimiz’in Marksizmin bittiği yolu fetvalarını
görünce...
Evet bugün ‘Yaşasın Sosyalizm' şiarını ortaya
atmak ve bunu her zamankinden gür bir sesle haykırmak
elbette çok önemlidir. Ama hangi sosyalizmin yaşaması
gerektiğini tanımlamak da, kapitalizmin ve burjuva
demokrasisinin kutsandığı, toplumsal histerilerin,
barbarlığın yeniden ayağa kalktığı bir dünyada,
insanlığa ve kendimize yepyeni bir ütopyayı sunabilmek
ve onu ‘erişilmez’ olmaktan çıkarabilmek için,
en az ‘Yaşasın Sosyalizm’ şiarı denli önemlidir.
Bunun kadar önemli bir diğer konu da ‘sosyalist
insan' olgusudur. Bugüne dek Marksistlerin arasında
insana ait ontolojik bir yaklaşım, ekonomist-dogmatik
çizginin özellikle Türkiye varyasyonlarının etkisiyle
hep idealizme bırakıldıysa da, artık Marksist
felsefede, insana ait ontolojik bir çalışmayı
gündeme getirmek ertelenemez olmuştur. Böyle bir
çalışmayla hem varolan sistemin birey anlayışıyla
ideolojik bir hesaplaşmaya girişerek, sosyalist
bireye ait etik-moral değerleri üretebilir ve
böylelikle kimlik bunalımını çok yoğun yaşayan
toplumumuzdaki insanlara, kendimizi de ayırmaksızın,
alternatif bir kimlik ve insan olgusu anlayışı
sunabiliriz hem de böylesi bir çalışma gündelik
yaşamın en ücra köşelerini ideolojik bir hesaplaşmadan
geçireceği için, gündelik yaşam alanlarının egemenlik
ilişkilerini nasıl bilfiil ürettiğini gözler önüne
sererek, biz Türkiyeli sosyalistlerin pek sıklıkla
birbirine karıştırdığımız gündelik hayatın politikleştirilmesiyle
gündelik hayatın politikanın emrine verilmesinin
nedenli birbirinden ayrı olgular olduğunu sergileyebiliriz.
Böylelikle de ‘kadınlar olmadan kurtuluş olmaz'
deyip, sözgelimi eşini döven ya da devrimciyken
makyaja karşı çıkıp devrimciliğini askıya aldığının
(!) daha ikinci günü pür makyaj sokaklara fırlayan
vb. ödünç ahlakların-bilinçlerin tiranlığı altında
kodlanmış kimliklerle ödünç yaşamları yaşayanların
devrimci-sosyalist birey anlayışı ile uzak yakın
bir ilgilerinin bulunmadığını gösterebilir ve
popülizmin sosyalizmin iğdiş eden maliyetinin
her keresinde devrimci yaklaşımlara fatura edilmesinin
önüne geçebiliriz.
|