Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Hiç yüzünüz kızarmaz mı sizin?
Onca yıl sonra, dile kolay, 1971'den bugüne yirmi küsur yıl geçmiş...
Yirmi küsur yıl... Hiç kininiz azalmaz mı sizin?
Yirmi küsur yılda yirmi gram dürüstlük girmez mi dağarcığınıza?
Şu kadarcık olsun değişmez mi o berbat ahlakınız?
Ve sıkılmaz mı hiç insan bunca yıldır aynı şeyleri söyleyip durmaktan, aynı yalanları ısıtıp ısıtıp ortalığa sürmekten...
AYDINLIK...
ŞU BİLDİĞİMİZ AYDINLIK...
Yirmi küsur yıl sonra aynı yerdeyiz yine... Yine o diz boyu ahlaksızlığıyla o bildiğimiz AYDINLIK, yine aynı kötü numaralar.
Bayatladı artık ve bıktırdı...
Geçtiğimiz günlerde, 11 Mart '95 tarihli AYDINLIK'ta yine klasik bir "Perinçek yapımı" şarlatanlık izledik. Yöntemiyle, diliyle, artık kolayca tanıdığımız küçük hileleriyle tam bir "PDA Production"un tanığı olduk.
Ama bu kez, "AYDINLIK Usulü Tarih
Yazımı"nın geçmişe göre çok daha net ve olgunluğa erişmiş bir biçimiyle karşı karşıyaydık. Ve doğrusu, artık bu ölçüde belirginlik kazanmış bir tarih yazım biçimini okurlarımda tanıtmamak haksızlık olurdu. Eğer bu yazının üstünden atlayıp geçseydik, BARİKAT okurunu, çok öğretici bir deneyimden de mahrum etmiş olurduk. Çünkü, Marksist tarih anlayışının bu kadar altüst edilmiş bir biçimini tanımamak, gerçekten devrimci olmak isteyen insanlar için ciddi bir eğitim eksikliği anlamına gelirdi.
Ama, -en baştan doğrusunu söyleyelim- bu tanıma işi de öyle pek sanıldığı kadar kolay değildir. BARİKAT okuru, daha işe başlarken bu uğraşın oldukça zor olduğunu bilmelidir. Çünkü, bu "tarih yazım usulü"nde yalnızca BARİKAT okurunu değil, az çok içtenlikli her devrimci insanı ahlaki olarak çok zorlayacak unsurlar mevcuttur ve gerçekten mideniz dayanıklı değilse böyle bir anlama çabasına hiç girişmemenizde büyük fayda vardır.
Çünkü, hiç yüzü kızarmayan, daha doğrusu kızaracak bir yüze sahip olmayan insanlarla karşı karşıya olduğunuzu eğer en baştan bilmiyorsanız, "bu kadar zırvanın nasıl becerilip biraraya getirildiği" sorusu karşısında aciz kalabilirsiniz. Gerçekten de herhangi bir devrimci insanın böylesi bir yalan-dolan yığını içersinde bocalamaması çok zordur. Devrimcilik kavramım "dürüstlük" kavramıyla hep birarada düşünmüş ve öğrenmişseniz, bütün bu akıl almaz sahtekârlıklar içersinde ne yapacağınızı şaşırırsınız.
"AYDINLIK USULÜ TARİH YAZIMI"NIN TEMEL KURALLARI:
Aslında iyi bakıldığında, bu "tarih yazım biçimi"nin çok belirgin ve temel kuralları vardır ve bunlar pek zorlanmadan görülebilir.
Örneğin "AYDINLIK Usulü Tarih Yazımı"nın birinci ve en önemli kuralı, zayıflamış -ya da zayıfladığı varsayılan- belleğe oynamaktır...
Sözgelimi bir yazıda sözünü ettiğiniz olaylar yirmi küsur yıldan fazla zaman önce gerçekleşmişse, arada yeni kuşakların yetiştiğini ve bu kuşakların sözkonusu döneme İlişkin bilgilerinin zayıf olduğunu bilirsiniz. Ya da en azından böyle bir varsayıma sahipsinizdir. Devrimci hareketin bugünkü insanlarının çoğunluğu bırakınız 1971'i, 1980'i bile yetişkinlik dönemlerinde yaşamamışlardır. Sorun yalnızca bilgi sorunu da değildir; daha da önemlisi belirli bir atmosferi yaşamamıştır insanlar. 1960'lı yılların sonunda Türkiye'nin manzarası nedir, yaşanan gerçeklik nasıldır, ortalığa nasıl bir hava hakimdir?... Bunlar uzakta kalmış şeylerdir.
Örneğin, bırakın 60ların* sonunu, 80 öncesini bile kavramakta zorlanmaktadır bu insanlar. Çok basit örnektir, bu insan kuşağına bir POL-DER olayını anlatabilmek gerçek bir sorundur. Devlet güçlerinin günümüzdeki sarsılmaz homojenliğini yaşayan insanın, "Emniyet Müdürlüğü bahçesinde oturma eylemi yapan polisler" gibi bir manzarayı kafasında hayal edebilmesi gerçekten de zordur.
Aynı biçimde 60'Iarın sonundaki toplumsal muhalefetin karmaşık yapısını, devrimci unsurların bu karmaşanın içinden kendilerine yol arayışını ve bu arayışın kendine özgü güçlüklerini kavramak da bugünkü devrimci kuşaklar için pek kolay değildir. Marksizm-Leninizm'in henüz bu ülke toprağında kendisi önceleyen tarihsel akımlarla yanyana durduğu ve kerte kerte gerçekleşen hesaplaşmalar ve kopuşlarla kendi bağımsız yolunu çizdiği bir süreçtir yaşanan. M. Çayan'ın "savaş içinde arınmak" dediği olguya denk düşen zorlu ve sancılı bir yürüyüş, bütün dönemi karakterize etmiştir.
Ve tabii ki, dün için "yaşanan" olgu, bugün "okunan" bir tarih olmuştu. Ama kuşkusuz ikisi aynı şey değildir. Burada çok ciddi bir atmosfer sorunu vardır, belirli bir tarihsel dönemi yaşandığı koşullardan, o koşulların çerçevelediği siyasal psikolojiden soyutlayabilmek imkansızdır.
Üstelik, işin bu bölümü bir yana, bugünkü devrimci kuşak açısından düne ait kuru tarihsel bilgi anlamında bile küçümsenmeyecek bir bellek kopukluğu vardır. Yani, anılan dönemde kim nasıl davranmıştır, neler yazıp çizmiştir, sosyal olgular karşısında hangi devrimci güçler hangi tavırları almışlardır, bunlar da çok fazla bilinmemektedir.
İşte bu yüzden, eskilerin şu ünlü sözü, "hafıza-i beşer, nisyan ile malûldür" (toplumsal bellek, unutkanlık île sakatlanmıştır), "AYDINLIK usulü tarih yazımı"nın en temel unsurunu oluşturmaktadır.
İkinci kural ise daha da basittir: Sansasyon ve sansasyonal cümlelerin araşma gizlenen belirsizlik...
İyi AYDINLIK okurları bilirler; AYDINLIK, eğer tarihsel bir olaydan sözediyorsa, bütün yazı içersinde tek bir objektif kanıt bulamazsınız. İddialar her zaman çok kalın çizgili ve nettir. Ama bunu destekleyen "kanıt" ve "tanık"lar ya hiç ortada yoktur ya da belirsizdir. Anlatım tarzı da çoğu kez buna uyar: ya bulanıklık yaratacak abuk sabuk sorular ortaya atılıp sahipsiz bırakılır ya da "sanılıyor", "söyleniyor" gibi sözcüklerin arkasına saklanılır. Esasen tipik kontra bildirisi yöntemidir bu ve tek bir ciddi amacı vardır: okuyanlardan en azından bir bölümünün zihnini bulandırmak!
Örneğin, sözü geçen yazıda bir "eski DEV-GENÇ yöneticisi" vardır. Kocaman kocaman laflar eder... "O günleri bizzat yaşamış"tır... Bütün süreci çözümler ve sonuca varır: "darbecilere alet olmuştuk!"
Kimdir bu "eski DEV-GENÇ yöneticisi" peki? Kim bu önemli şahsiyet? Kendi kimliği, kişiliği yok mudur? Kendi adıyla oturup yazı yazacak, ne düşünüyorsa söyleyecek siyasi cesareti yok mudur? Neden çıkıp kendi başına kendi düşüncelerini söylemez de AYDINLIK'ın yazısında "konu mankeni" olmayı tercih eder? Bütün bunlar bilinmez...
Aslında bu işin bir sırrı vardır tabii... Göz dolduran bir sıfat sunulmak istenir genç insanlara, öyle bir sıfat ki bu, kendince bir büyüsü var: Dev-Genç yöneticisi! 68lerin Dev-Genç'i, dile kolay! O Dev-Genç denilen örgütün anılan dönemdeki yönetim kurullarından gelip geçen insanların sayısı belirsizdir oysa... Ve bu "eski 'DEV-GENÇ yöneticileri"nin bir çoğunun da bugün nerelerde fink attığı bilinir. Ama olsun, yine de "eski DEV-GENÇ yöneticisi" sıfatı havalı bir sıfattır, kullanılmasında bir sakınca yoktur!
Daha sonra, yazının ilerleyen bölümlerinde biraz biraz durum netleşir gibi olur. Bu kez "Eski DEV-GENÇ Bölge Yürütme Kurulu Üyesi ve dönemin İTÜ Öğrenci Birliği Başkanı, THKO davasından yargılanmış bir lider..." diye birinden sözedilir (TC polisinin her yakaladığı devrimci nasıl TV'de hemencecik "Örgüt lideri" oluyorsa, AYDINLIK literatüründe de bu eskiler hemen "lider" olurlar!) Bu kişi, daha önce sözü edilenle aynı kişi midir, bilinmez! Bu bir habercilik tekniğidir, sual olunmaz!
Daha sonra ise ortaya bir başkası çıkar: "DEV GENÇ İstanbul Bölge Yürütme Kurulu Üyesi Namık Kemal Boya!" Ve aynı incileri ondan dinleriz...
Bu kişi ilk ikisiyle aynı kişi midir? Yazıdan bunu da anlamak mümkün değildir...
Ve böyle sürer... Doğu Perinçek de tabii ek olarak kendisiyle yapılmış bir röportajı yazıya bir yerinden iliştirir ama kendi tanıklığının sol çevrelerde beş paralık değeri olmadığını iyi bildiğinden bu kadarla bırakamaz her şeyi. Bütün o şatafatlı sıfatlarla sunulan belirsiz tanıklıklar bu pekiştirme çabasının bir ürünüdür. Aslında durumun zavallılığının oldukça farkındadır. Öylesine farkındadır ki, kimi bulursa "lider" yapar! Örneğin o dönemde, THKP-C'nin bir militanı olan (ve sonradan Perinçek'e iman etmiş bulunan) Kamil Dede birden "THKP-C liderlerinden" biri olur! THKP-C'nin liderliğinin düpedüz Mahir Çayan'da yoğunlaştığını, Dede de bilir, Perinçek de ama yine de bu "rütbe yükseltmesi"ni yapmakta bir mahzur görmezler; çünkü okuyucuyu etkilemek için havalı sıfatlar gereklidir!..

DENİZ GEZMİŞTEN TELGRAF: "ACELE GEL!"
Yöntem böyledir işte... Ve bu yöntemin en "sağlam(!)" yanı da kuşkusuz Perinçek'in şahsi anılarına dayanmasıdır. Bu kez öyle "eski DEV-GENÇ'Lİ" gibi belirsizlikler yoktur, bizzat en sağlam tanık kürsüdedir: Perinçek!
Örneğin, Deniz Gezmiş yakalanır. Yakalanınca da hanyayı konyayı anlar ve mutlaka yaptığı yanlışları, işlediği günahları anlatacak bir güvenilir dost arar! Aklına kim gelir? Tabii ki Doğu Perinçek! Başka kim olabilir ki? O dönem bütün devrimcilerin canları gibi sevdikleri, en çok görmek istedikleri dostları Pcrinçek'tir!.. Hemen telgraf çeker, "acele gel" diye. (Bu telgraf Perinçek tarafından saklanır hâlâ...) Ve Deniz, görüşmede ne varsa dökülür! "Tarihi hatalar yaptıklarını" itiraf eder ona. İçini döküp rahatlar. Tarihin cilvesine bakınız ki, bütün cuntacıların "en tehlikeli grup" olarak tanımlayıp "ilk tutuklanacaklar" listesine koyduğu PDA'nın şefi 12 Mart sonrasında heüz avukattır, "cuntaların oyuncağı" olan Deniz Gezmiş ise idamlık tutuklu!..
Bugüne dek bunu basına açıklamamıştır Doğu Perinçek! İlk kez açıklanan bir tarihsel gerçekle birden ve hazırlıksız olarak karşı karşıya bırakır "bizi! Olayın iki tanığından biri artık konuşma olanağından mahrumdur, diğeri de Türkiye solunun en güvenilir(!) kadrosu olan Doğu Perinçek'tir!
Tarih böyle yazılır işte! Siz inanırsınız ya da inanmazsınız, keyfiniz bilir! Zaten bu bir yüzde hesabıdır: okuyanların kaçta kaçının bu şarlatanlığa inanacak kadar saf olduğu üzerine yapılan bir yüzde hesabı vardır ve Perinçek, çok düşük yüzdelere bile çoktan razıdır. Çünkü O, bütün devrimcileri kandıramayacağını bilecek kadar akıllıdır,

DENİZ GEZMİŞİ KİM SAKLADI?
"1968'in ünlü gençlik liderinin yerinde artık yanlış bir devrim stratejisinin kurbanı olmuş bir genç insan vardır,.,"
Deniz Gezmiş'ten sözediliyor... O, artık "kitlelerden kopmuş, bireysel mücadele biçimlerinin sürüklediği yerlerde askeri darbe plancılarının inisiyatifi altına düşmüştür."
Tanık kürsüsünde malum şahıs, N. Kemal Boya vardır. "Deniz ahmak değildi" diyor Boya ve sürdürüyor: "... Böyle bir adamın 'üç kişiyle dağa çıkıyorum' demesini anlamanı." Boya'nın gerçekten de artık doğru yolu bulduğu anlaşılıyor, Deniz'i anlamıyor, "üç kişiyle dağa çıkılabilirliği" de anlamıyor. Kendisi artık "ahmaklık"tan ciddi şekilde kurtulmuş ve "gerçekçi" olmuştur ve böyle bir duruş noktasından Deniz'i anlaması da oldukça güç görünüyor.
Boya'ya göre bu bir ahmaklıktır! Ve Deniz de "ahmak" olmadığına göre, "bu işleri arkadan yönlendiren, destekleyen bir güç vardır."
İşte böylece tarihsel gerçeği yakalamış oluyoruz. Bu "gücün" kim olduğu da açık: 9 Mart'ta darbe hazırlayan cuntacılar!
Dolayısıyla, "donemi yaşayanların deyimiyle" (şu kanıtın mükemmelliğine bakın!) dönem boyunca yapılan devrimci eylemler aslında "sipariş usulüyle" yapılan ısmarlama eylemlerdir.
Örneğin, Denizlerin Amerikalıları 4 Mart'ta kaçırıp 8 Mart'ta bırakmaları, tarihlerin bu harikulade rastgelişi cuntacıların "siparişinden başka nasıl açıklanabilir ki? Denizlerin ve bütün devrimci kuşağın yıllardır durmadan silahlı mücadele üzerine kafa yorup hazırlanmış olmaları elbette bu olayı açıklayamaz(!)
Çünkü mesele şöyledir: Darbe hazırlıkçıları aslında Deniz'in her şeyini bilmektedirler. Hatta elindeki silahlar yetersiz bulunur, "bu silahlarla mı ihtilal yapacaksın" denir ve yenileri sağlanır! Kaldığı bütün evleri cunta şefleri zaten bilmektedir. AYDINLIK'ın deyimiyle Deniz "... bir bakıma devletin, hatta Amerikalıların bilgisi dahilinde oradan oraya gitmiş, saklanmış, kaçmış, yakalanmış "...
Mahirlere gelince, onların zaten "Deniz'lere rekabet etmek"ten başka bir dertleri yoktur! Deniz bütün bunları yapınca, onlar da duramazlar, "daha fazla maceraya sürüklenirler", "darbenin kollarına atılırlar,"
1971 denilen şey işte bundan ibarettir: Darbe yapmak isteyen hırslı subaylar vardır ve devrimciler de bu hesapların basit oyuncularıdır!..

MART'IN 9'U VE MART'IN 12'Sİ
"AYDINLIK usulü tarih yazımı"nın BARİKAT okurunu artık iyiden iyiye sıktığını ve midesini fena halde bulandırdığım biliyoruz. Ama bir kez başlayınca, bütün tiksinme duygularını biraz bastırıp sürdürmek gerekiyor. BARİKAT okuru da bu sabrı göstermeli, en azından kusma gibi tepkilerini daha sonraya bırakacak kadar dayanıklı olmalıdır.
Sürdürüyoruz. Ve sürdürürken, şu 9 Mart meselesine değinmek artık bir zorunluluk oluyor. Çünkü bu konuda da kuşaklararası bellek kopukluğuna ve yanıt verebilecek durumda olanların ürkekliğine güveniyor AYDINLIK. Bugünün havasını soluyup yaşayan bir devrimci kuşağa dün üzerine "karmaşık" ve "karanlık" bir öykü anlatılıyor. Çok ustaca diziliyor herşey. Önce bir '68 manzarası çiziliyor. Bu manzarada öğrenci hareketi var, bu hareket içinden çıkıp tuzaklara düşen "sabırsız" çocuklar var ve nihayet karanlık köşelerde karanlık işler çeviren cunta grupları var. Bu sonuncular, en güçlüleridir ve tabii bütün diğerlerini kullanıyorlar... Daha doğrusu bayrağında PDA yazılı şu "Nuhun Gemisi"ne binmekte geç kalanlar, hem kullanılıyor, hem de ziyan olup gidiyorlar...
Oysa, durum hiç de böylece çizildiği ölçüde karanlık ve karmaşık değildir. Ortada ne kurban olmuş gençler vardır, ne de onları kullananlar... Bütün olup bitenler, 1960'ların ikinci yarısında gelişen büyük bir toplumsal hareketlenmenin sonuçlarından ibarettir.
1960'ların sonlarına doğru, yeni-sömürgeci "kalkınma hamlesi"nin barutunu tüketmesiyle birlikte yaşamın bütün alanlarında tıkanan Türkiye tarihinin en canlı dönemecine girmiştir. Üstelik, aynı sürece bir yandan dünyanın bütün köşelerinde esen bir devrimci fırtına, bir yandan da emperyalist kampın iç çöküntüleri denk düşmüştür. Böyle bir ortam içerisinde ülke daha önce hiç tanık olmadığı ölçülerde büyük bir toplumsal çalkalanışa sürüklenmiştir. Taptaze bir havadır bu. Ülkenin her yanı kıpır kıpır bir haldedir. Üniversiteler capcanlıdır, kırsal kesim toprak işgalleri ve mitinglerle çalkalanmaktadır ve işçi sınıfı nihai olarak 15-16 Haziran'a dek varan bir dizi patlamalarla ortalığı sarsmaktadır.
Ve tabii ki aynı günler, Marksist düşüncenin de en hızlı biçimde yaygınlaştığı günlerdir. Böylesi bir canlı ortamda soluk alıp veren genç insanlar Marksist klasikleri adeta yutmakla, yoğun tartışmalar her yanı
kaplamaktadır. Gerçekten de ülke tarihinde bu kadar yoğun bir teorik tartışma süreci daha önce ve daha sonra yaşanmamıştır. Üstelik, bu genç insanların arkasında kendilerine sağlıklı bir teorik-pratik miras bırakmış bir geçmiş de yoktur. İnsanlar tarihsel bir hareketliliğin ortasında bir yandan yoğun bir pratiği yaşarlarken diğer yandan da kendi yollarını aramaktadırlar.
Bu, o kadar kolay da değildir. Çünkü, bu topraklarda Marksist-Leninist düşünce dışında bir dizi başka akım da vardır ve bu akımlar henüz Marksizm-Leninizmle yan yana durmaktadırlar. Başka bir deyişle, ülkenin tarihinden köklerini alan "geçmişin kötü ruhları"nın gölgesi henüz yeni doğmakta olan bilimsel sosyalizmin üzerine abanmaktadır. Dolayısıyla, doğmakta olan devrimci akımlar oldukça sancılı anırma süreçlerinden geçmekte, zorlu kopuşlarla kendilerini saflaştırmaktadırlar. Bir bataklığın içinden yürüyerek gelen devrimci hareket, yolda hesaplaşmalar yaşamakta, bu arada zaman zaman etkisi altına girdiği geçmişin ünlü isimleriyle de hesaplarını görmektedir. Hem kadrosal hem de teorik bir süzülme dönemidir yaşanan... Ve nihai olarak bu süzülme, ülkenin gördüğü en devrimci harekete yol açmış, etkisi bütün geleceğe yayılan devrimci akımları yaratmıştır.
Ama aynı günlerde siyasal alan, içinde yalnızca Marksistlerin devindiği bir boşluktan oluşmamak tadır. Bir yanda işçi sınıfının mücadelesi ve yoksul köylülüğün direnişleri yaygınlaşır ve bunların bağrından yeni bir devrimci akım doğarken, bir yandan da ülke tarihinin derinliklerinde kökleri olan başka güçler vardır. Emperyalizm, tıkanan yeni-sömürgeci düzenin açmazlarına bir siyasal çözüm olarak bir açık-faşist cuntayı el altından tezgahlamaya başlamıştır. Ama, bugüne oranla 1968'lerde devlet kurumları içinde işler daha karışıktır. Sözgelimi, ordunun bugünkü ölçüde homojenliği henüz sağlanamamıştır. Devletin diğer kurumlarında da henüz sağlamlaştırılıp tek renkli hale getirilememiş köşeler vardır. 1960'dan beri orduda karışıklık bitmemiştir. Ordu birimleri arasında hâlâ Harb okulları, vb.. gibi kendine özgü "dükalık"lar vardır. Hâlâ "kötü giden işleri zapturapt altına almayı" tasarlayan, bunun için klasik "emir komuta" kademelerini çiğnemeye hazır güçler varlıklarını sürdürmektedir. Alt kademe subaylar içerisinde kıpırdanış bir türlü bilmemektedir. Ülkenin o günkü durumu ve gelişen devrimci hareketin çekim etkisi de özellikle ordunun alt kademelerinde karışıklığı beslemektedir, daha doğrusu düzenle entegrasyonları henüz bugünkü ekonomik-ideolojik boyutlarına erişmemiş olan bu alt kademeler de böyle bir etkiye fazlasıyla açıktırlar. Gerçekten de devrimci hareketler, o dönemde ordu içinde hiç küçümsenmeyecek sayıda insanı etkileyip örgütleme olanağını yakalamıştır.
Öte yandan sosyalist cephede bu durumdan etkilenerek sınıf perspektifinden kayanlar, bu "zinde" güçlerin devreye girmesinin "işleri kolaylaştırabileceğini" sananlar da az değildir. Yeni gelişen kuşağın çoğu şöhretli olan bu kesimlerden kopabilmesi oldukça sancılı olmuştur.
Sonuç olarak, 1970'lere gelindiğinde durum böyledir. Her yanı, her kesimi saran toplumsal hareketlilik ve onun bağrından doğan devrimci hareket büyürken, bir yandan da devlet kademeleri içindeki karışıklık artmakta ve emperyalizm bu karışıklığı bir an önce sadeleştirip homojenleştirme kaygısıyla sürece daha doğrudan girmektedir.
İşte manzara budur... İşçi hareketleri, yoksul köylü direnişleri, yükselen devrimci hareket ve öte yanda nihai olarak konumlan burjuvaziyle denk düşen başka güçlerin hararetli toplantıları,.. Devrimci hareket, halk savaşı gibi tezler üzerinden kendi savaşçı çizgisini giderek netleştirirken, diğer kesimler de hangi askeri birliklerin hangi durumlarda nasıl davranacağının hesaplan içindedirler.
O günler, tam anlamıyla "yoğun" günlerdir... "Toplantı"lar bitmez tükenmez gibidir... Bir yanda artık devrimci hareketlerin örgütsel yapılarının oluştuğu toplantılar vardır, Öte yanda da "üniformalılar "ın toplantıları... Ve kuşkusuz, darbe tasarlayan güçler, kendi dışlarındaki bu büyük siyasi potansiyeli gözardı etmemişler, bu potansiyeli bir biçimde kullanma düşüncesine sahip olmuşlardır. Ama bu kez 1960 günleri yaşanmamaktadır, köprülerin altından çok sular akmıştır. Bu kez karşı karşıya oldukları güç, vatan-millet edebiyatına kolayca kanan bir güç değildir. Karşılarında, devlet mekanizmasını kökten parçalayıp bütün düzeni değiştirmek isteyen ve bunun için örgütlenen sosyalist güçler vardır. Ve tabii ki bu kez hesaplar tutmamıştır. Şu ya da bu toplantıda ne söylenmiş olursa olsun, nihai olarak bu hesap tutmamıştır. Devrimciler, nihayetinde kendi yollarından yürüyüp kendi çizdikleri perspektifle savaşmışlardır. Bu gerçeği kimse gölgeleyemez. Türkiye tarihinin hiç bir dönemi devleti böylesine tanı cepheden karşısına alıp savaşan güçler görmemiştir; bu, hiçbir anlık durumun spekülatif Çarpıtılmasıyla gölgelenemeyecek bir gerçektir.
Şüphesiz, o günlerde yaşanan yoğun politik kaynaşma içersinde devrimci hareketin bu güçlerle temas noktaları olmuştur. Daha doğrusu, devrimci hareketin bizzat kendi örgütsel ağı içinde yer alan ordu mensupları bu temas noktalarında rol oynamışlardır. "Bizi bu toplantılara çağırmazlardı -diyor Doğu Perinçek, çünkü bizim böyle bir şeye katılmayacağımızı biliyorlardı..." Doğrudur! En azından cümlenin birinci bölümü doğrudur. Çünkü, Perinçek tayfasının "halk savaşı ve kırlardan şehirlerin kuşatılması" üzerine bol bol gevezelik edip duran bir lapacılar sürüsü olduğunu o dönemde Türkiye'de herkes bilmektedir. Adı "Kampus
Maocusu"na çıkmış bu grubun şöhreti öylesine kötüdür ki, ülkedeki aklı başında hiç kimse bu papağan sürüsünü bir yere çağırmayı düşünmemiştir. Çünkü, nihayetinde birilerini "kullanmayı" düşünen güçler de bu binlerinin kullanıldıklarında "ne işe yarayacaklarını" bilmek isterler! Oysa, Perinçek grubunun bağırıp çağırmaktan başka bir şey bilmediklerinin herkes farkındadır. Bütün bunların en çok farkında olan da kuşkusuz İbrahim Kaypakkaya'dır. Gevezelikle devrimciliğin karşı karşıya durduğu bir noktada Kaypakkaya tez elden yolunu seçip kendisi ve çevresini bu garip topluluktan kurtarmıştır...
Yani, "biz zaten gitmezdik ki" edebiyatının beş paralık değeri yoktur aslında. Kaldı ki, Perinçek'in devlet ve ordu üzerine, Kemalizm üzerine '75 sonrası düşünceleri anımsanır ve düne bir de o referans noktasından bakılırsa, aslında bunun doğru da olmadığı görülür. Yani, bir çağrılsa, Perinçek hemen gitmeye ve bunu da yeni bir ayetle desteklemeye hazırdır! Bugün Kemalizm! yerlere göklere sığdıramayan, dün ise devlete Milli Hükümet kurulup ordunun Rus sınırına yığılması formülleri öneren ve bunu pratikte de devrimcileri ihbar ederek tamamlayan, üstelik 12 Eylül sorgulamalarında devlete olan hizmetlerini övünme vesilesi yapan bu lanetli grubun, düne dönüp kaale alınmadıkları için çağrılmadıkları toplantılar üzerine söz söylemesi gerçekten gariptir!
Devrimcilerin şu ya da bu toplantıya katılmış olmaları ise hiç sorun değildir. Sorun, bu toplantılar sonucunda ortaya ne çıktığıdır. Devrimciler, işçi sınıfını esas alan kendi perspektiflerinden sapıp, kendi örgütlenmelerini dağıtıp cunta heveslerine düşmüşler midir?
Bu sorunun yanıtı yeterince açıktır. Yakın tarihi salt gazetelerden izleyen insanlar bile bu konuda net yanıtlara ulaşabilirler.
9 Mart olayı bütün bu cunta tartışmaları açısından bir dönüm noktasıdır. Gürler ve Batur liderliğindeki cuntacı ordu kademeleri 9 Mart 197l'i bir darbe tarihi olarak saptamışlar, ancak aynı günlerde Tağmaç-Sunay kanadı duruma hakim olarak bu girişimi doğmadan bitirmiş ve nihayetinde üç gün sonra bu kez 12 Mart tarihinde askeri darbe gerçekleştirilmiştir. Ordu içinde bazı kesimlerin ve belki öteden beri umudunu böyle bir "sol" cuntaya bağlamış olanların hayalleri de böylece suya düşmüştür. THKP-C ve diğer devrimci güçler de kuşkusuz açıkça orta yerde gerçekleşen bu olaylarla ilgilenmişler, kendi konumlarını saptamaya çalışmışlardır. Örneğin, devrimci güçlerin 9 Mart gecesi belirli yerlerde alarm durumunda gelişmeleri izledikleri de doğrudur. Dönemin tanıkları da bütün bunları zaten çeşitli yerlerde yazıp, söylediler. Ama devrimcilerin kaderlerini bu harekâta bağladıklarını gösteren bir tek kanıt bile yoktur. Aksine devrimciler, kendilerine dolaylı olarak iletilen teklifleri de reddetmişlerdir.
Tarih açıktır… O, sizin "komplocu" kafanıza uyar ya da uymaz, ama değiştiremezsiniz onu. Bu ülkenin koca bir devrimci sürecini "gizli güçlerin sipariş eylemleri"ne indirgemek ise öyle büyük bir ahlâki zorlanmayı gerektirir ki, bu kadarını ancak bütün devrimci normlardan kopmuş olan AYDINLIK yapabilir... 12 Mart'ta karşı tavır konusunda da gevezelik yapmaya gerek yoktur. 12 Mart'ın ilk gününde DEV-GENÇ'in koyduğu yetersiz ve eksik tavrı ikide birde öne sürüp buradan pay çıkarmaya çalışmak, insanların tarih bilgisiyle alay etmekten başka bir şey değildir. Koca bir tarih vardır ortada... Tarih 12 Mart günü bitip tükenmemiştir!.. Sonrası vardır ve o sonrasında savaşanlar ve yan çizenler vardır. Cuntayla dişe diş savaşan, silahını canını ortaya koyan ve bu uğurda şehit düşenler bir yandadır, Perinçek'in zavallı TİİKP'si öte yanda...
Daha da ötesi vardır... 1972'lerin de sonrası vardır... Ve orada, yine eğrisiyle doğrusuyla devrimci mücadeleyi yükseltmeye çalışan devrimci güçleri ve en büyük misyon olarak kendine ihbarcılığı seçmiş olan AYDINLIK çevresini görürüz. Ayrım yine çok nettir: Devrimciler ve herkesin lanetlediği muhbirler güruhu!..
Tarih açıktır... Ve tarih bütündür... Darbeden hemen sonra dergide "Devrim Ateşi Söndürülemez!" diye kocaman manşet atmış olmak, tarihin bir parçasıdır. Ama daha sonrası ve daha sonrası vardır... Ve orada yine devletin "itfaiyecisi" rolündeki Perinçek güruhuyla karşılaşırız!

BİTİRİRKEN...
Artık yeter! Perinçek ve tayfası aslında bu kadarlık bir karşılığı bile haketmiş değildir.
Ayrıca öte yandan, "AYDINLIK Usulü Tarih Yazımı" diye haksız yere paye verdiğimiz bu çerçöp yığını hakkında da BARİKAT okurunun yeterince bilgilendiğini, hatta epey sıkıldığını biliyoruz. Kaldı ki, Perinçek'in bütün safsatalarını tek tek ele almak ve onu girdiği bütün labirentlerde izleyebilmek mümkün değildir. Örneğin, "12 Mart'ta ordunun devletin baskı aracı olduğunu yalnız biz söyledik" diye şişinen Perinçek'le, 12 Eylül savcılarına "APOCU'LAR iddianameleri bizim sayemizde hazırlanmıştır" diye yağ yakan Perinçek aynı kişidir. "Onlar Kemalizmi savundular, Aydınlıkçılar ise Marksizm-Leninizmi savundular" diye 12 Mart devrimcilerini suçlayan Perinçek'le bugün Kemalizm'de yeni cevherler keşfeden Perinçek de aynı kişidir... Bunlar o denli karmaşık labirentlerdir ki, bunu kabullenebilmek, namuslu insanların harcı değildir.
Bir tek şey ise çok kesindir: müthiş bir devrimci düşmanlığı...
Tarihi neresinden ne kadar çekiştirir seniz çekiştirin…




 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92