Demokratik
Devrim Üzerine I
|
"Ülkemizde tekelci kapitalizm kendi iç dinamiğiyle
gelişmediğinden ve de yerli tekelci burjuvazi, baştan
emperyalizmle bütünleşmiş olarak doğduğundan stratejik
hedefimiz anti-emperyalist, anti-oligarşik devrimdir.
Anti-emperyalist ve anti-oligarşik devrim kavramı, kavram
olarak Milli Demokratik Devrim kavramından pek farklı
değildir. Ancak daha geniş bir muhtevayı ve niteliği
belirtmektedir. Emperyalizmin III. Bunalım döneminin
emperyalist işgal biçimini belirtmesi açısından bu kavram
daha tutarlıdır. Milli Demokratik Devrim kavramı genellikle
emperyalizmin eski istismar metotlarını temel aldığı
dönemi karakterize etmektedir."
(KESİNTİSİZ DEVRİM II-III)
Yazıya bu alıntıyla başlamanın bir anlamı var kuşkusuz.
Çünkü özellikle bu paragrafta söylenenler, bizce M.
Çayan'ın teorik serüveninin oldukça önemli bir noktasına
denk düşmektedir. Dikkatli okurlarımız önceki sayılarımızda
yayınlanan "Suni-Denge"yle ilgili yazımızdaki
bir polemiği anımsayacaklardır. Kaypakkaya ekolünden
gelen F. Ali, M. Çayan'ın aslında ilk yazılarında Mao
Zedung anlayışına uygun tahliller yaptığını ve "yarı-sömürge/yarı
feodal Türkiye" çözümlemeleriyle o dönemde "doğru
yolda" olduğunu söylüyor ve onun daha sonra "Guaveracı"
tezlere doğru kayarak sapıttığını belirtiyordu.
Biz, o yazıda, aslında bunun "eleştiri"den
çok bir gerçeğin tespiti, hatta bu anlamda bir "iltifat"
olduğunu, çünkü gerçekten de M. Çayan'ın düşüncelerinde
zaman içersinde bir teorik gelişme gözlendiğini, onun
gerçekten gitgide ÇKP tarzından sıyrılıp, bu ülke toprağına
uygun biçimleri aradığını söylemiştik.
Biliniyor, ama hatırlatmakta yine de yarar var: "Kesintisizler"
olarak bilinen metinler, zor zamanların metinleridir.
Bu yazılar, çok sıcak bir pratiğin içinde, çok hareketli
ortamlarda kaleme alınmışlardır ve özellikle II ve III.
bölümler büyük bir insan avıyla THKP-C'nin yeni eylem
hazırlıklarının çakıştığı bir döneme denk düşmüştür.
Dolayısıyla çoğu kez yazıların dilinde ekonomik davranılmış,
dönemin teorik ukalalıklarından ve karmaşasından kaçınarak
mümkün olduğunca net ve köşeli formülasyonlar konularak
geçilmiştir. Bu anlamda, aslında hareketin teorik gelişiminde
çok önemli bir halka olan "anti-emperyalist, anti-oligarşik
devrim" anlayışının böylece bir paragrafa sığdırılmış
olması bize çok şaşırtıcı gelmiyor.
Öte yandan, M. Çayan'ı, dönemin ve kendisinin gerçekliği
içinde düşünmek gerekiyor. M. Çayan, 1960'lı yılların
sonunda ortaya çıkıp gelişen kuşağın içinden sıyrılan
bir devrimci yetenektir. Bir gençlik lideri filan da
değildir aslında, gençliğin içindedir kuşkusuz ama bildiğimiz
anlamda bir gençlik tiplemesi değildir... O, kısa süren
bir dönemeçte yükselen devrimci dalganın içinde öne
çıkıyor ve diğerlerinden farklı nitelikleri sayesinde
herkes tarafından kabullenilen bir önderlik konumuna
yükseliyor. Burada salt karizmatik özelliklerinin rol
oynadığını söylemek herhalde çok gerçekçi değildir.
Dönemin devrimci yelpazesi ve insan malzemesi içinde
onun süreç üzerine teorik çözümlemeleri ve yönlendirici
özellikleriyle de öne çıktığı kesindir.
Ve işte bu teorik gelişim de bir uzay boşluğunda filan
yaşanmıyor. Dönemin bütün devrimci unsurları ve kuşkusuz
özellikle M. Çayan, yaşayıp, okuyup, yeniden yaşayan
ve böyle bir sarmal içinde gelişen insanlardır. Dolayısıyla,
M. Çayan ve çevresinin teorik gelişimi ile THKP-C'nin
teorik gelişimi ve kuruluşu aslında tam tamına özdeştir.
Her iki gelişme süreci birlikte yürümüş ve birbirini
tamamlamıştır. Bu bakımdan, Kızıldere dendiğinde yalnızca
kadrolar anlamında örgütün tahrip olmasından değil,
bir teorik ilerlemenin kesintiye uğramasından da sözetmek
gerekir. Bir devrimci teoriyi, üzerine durmadan yeni
taşlar eklenen bir yapı olarak gördüğümüzde, Kızıldere'yi
bu yapı örme işinin de sekteye uğraması olarak algılamalıyız.
Gerçekten bir kesinti sözkonusudur. Çünkü, -işin asıl
hazin bölümü budur- 72 sonrasının yoğun inkarcılık döneminde,
THKP-C'yi ve temel tezleri savunma konumunda kalan devrimci
kuşak da bu teorik kesintiye katkıda bulunmuş, mücadeleden
yan çizme eğilimlerinin ve Kesintisizleri kıyısından
köşesinden törpüleme girişimlerinin karşısında, onu
bir bütün olarak müdafaa ederken aslında bir tür kısırlaşma
sürecine de girilmiştir. Çünkü, M. Çayan ve THKP-C'nin
gelişimiyle özdeş olan devrimci teorik çerçeve gerçekte
donmuş bir çerçeve değil (yukarda belirttiğimiz gibi)
savaşın içindeki insanların savaşırken geliştirmeyi
sürdürdükleri bir çerçeveydi ve Kızıldere sonrasında
hareketin reorganizasyonunu, silahlı mücadelenin sürdürülmesini
önlerine koyan insanların aynı biçimde bu teorik gelişmeyi
sürdürmeleri de bir zorunluluktu. Oysa, savunma kaygısı
içinde çoğu kez bu görev geri plana düşmüş ve THKP-C
metinlerindeki bir dizi teorik belirleme açılamadan
ve geliştirilemeden kalmıştır.
"Anti-emperyalist, anti-oligarşik devrim"
kavramının da esasında böylesi bir akıbete uğradığını
söylemek çok yanlış olmayacaktır. Yeni bir anlayışın
formüle edildiği bu paragraftaki kopuş noktası çok ciddi
olarak ele alınıp geliştirilmemiştir.
KAVRAM VE BELLEK...
Gerçekten de bu noktada bir kopuş vardır. Milli Demokratik
Devrim kavramından "anti-emperyalist anti-oligarşik
devrim" kavramına uzanan bir teorik başkalaşıma
tanıklık eden bir söylemle karşı karşıyayızdır. Belki
henüz bütün mantıki sonuçlarına dek ulaşmamıştır ama
iki kavram arasında su götürmez bir farklılık olduğu
da kesindir.
M. Çayan'ın ASD yazılarında formüle edilen MDD kavramı,
daha çok "anti-emperyalist ve anti-feodal"
bir devrim süreci öngörür. ÇKP tarzının dönem üzerindeki
etkisi yazılarda belirgin olarak hissedilir. Aslında
bu, doğaldır da. Sorun, 1960'ların bütün dünyada solunan
havasıyla ilgilidir. Bugünden bir bakışla anlamak belki
zordur o dönemi; bir kamplaşmanın su yüzüne çıktığı
dönemdir yaşanan. Bir yanda, boyunduruğu altına aldığı
SBKP'yi ve onun teorik karteli altındaki partileri gitgide
sağ çizgiye sürükleyen Kruşçev ve ağır sovyet bürokrasisi
vardır. Kruşçev öncesi süreçteki durum ve Marksizm-Leninizm'in
yaratıcı teorik özünün o dönemde ne ölçüde sakatlandığı
ya da sakatlanmadığı tartışılır tabii ama çok kesin
olan gerçek Kruşçev'le açılan dönemde artık kesin bir
revizyonist çerçevenin çizildiği ve adeta II. Enternasyonal
dönemine geri dönüldüğüdür. Geçmişte, SSCB'nin bekası
uğruna diğer ülkelerdeki devrimci güçlerin iktidar perspektiflerinin
kısmen köreltildiği bir gerçekse de, bu durum Kruşçev
dönemiyle birlikte bütün Leninist tezlerin açık tahrifi
noktasına varmış, örneğin "barış içinde bir arada
yaşama" tezi giderek zora dayanan devrim tezinin
reddine vardırılırken bütün dünyada uzlaşıcı bir çizginin
hegemonyası kurulmuştur. Öte yandan, bu teorik kartel
bütün dünyadaki Marksist teorik gelişimi de ciddi şekilde
sakatlamış, merkezi empoze yoluyla kendi öz teorik üretimleri
köreltilmiş partiler gitgide zayıflarken, yeni gelişen
devrimci akımlar da adeta yok sayılmıştır. Hatta yok
sayılmakla da kalmamış, dünyanın çeşitli köşelerinde
gelişen devrimci hareketler -eğer SBKP'ye biat etmemişlerse!-
binbir türlü hakaretin muhatabı da olmuşlardır.
Bu dönem, Kruşçef in temsil ettiği sağ çizginin karşısında
ÇKP'nin geliştirdiği tezler dünyanın her köşesini devrimci
bir yönde etkilemiştir. Maocu -mantalitenin sonraki
dönemeçlerde vardığı sonuçlar, sözgelimi "üç dünya
teorisi" gibi gariplikler kuşkusuz bu tezlerin
içinde potansiyel olarak aslında saklıdır ama dönemin
özgün konjonktürü içersinde sözkonusu tezlerin devrimci
etkisi de kesindir. "Barış içinde bir arada yaşama"
tezinin sağcı yorumunun reddi, "barışçıl geçiş"
teorilerine karşı alınan konum ve en önemlisi de dünyanın
mevcut haldeki "zayıf karnı" üzerine yapılan
saptamalar bunun örnekleridir. Yaşanılan dönemeçte dünyanın
kırlık alanları olarak tanımlanan yarı-sömürge ve bağımlı
ülkelerdeki devrimci potansiyelin altının böylece çizilmesi,
bu vurgunun teorik formülasyonu olarak da "halk
savaşı"nın bir anlayış olarak Çin gerçekliğinden
hareketle ortaya konulması çok önemlidir. Yarı-sömürge
ve bağımlı ülkelerde sosyalizme açılan bir kapı olarak
ulusal demokratik devrimlerin mümkün olduğu ortaya konulmuş
ve bu devrimlerin ülkeyi boyunduruk altında tutan emperyalizm
ve işbirlikçilerinden çıkarları zedelenen bütün güçleri
-işçi sınıfının öncülüğünde tek bir cephede birleştirebileceği,
hem teorik düzeyde ifade edilmiş, hem de pratikte kanıtlanmıştır.
Böylece, bu ülkelerdeki devrimci potansiyele yeni ufuklar
açılmıştır ve yeni bir kanal sağlanmıştır. Öte yandan,
bu sınıfsal-siyasal çözümlemeler, mücadele araçları
ve stratejik yönelimler konusunda da bir başka zenginliğin
kapısını aralamış, ülkenin zayıf karnı sayılan kırlık
bölgelerinde başlatılan bir gerilla savaşının giderek
gelişip bu bölgelerde büyük bir halk ordusunu yaratabileceği,
böylece önce kırsal alanlarda iktidar odakları ve bölgeleri
yaratan devrimci güçlerin giderek ülkenin metropollerini
kuşatıp son darbe noktasına varabileceği de kanıtlanmıştır.
Çin ve Vietnam devrimleri bu açıdan aslında her devrimin
bir momentte yaşadığı olgu olan "ikili iktidar"
konusuna başka bir boyut getirmiş, Rus devrimi örneğinde
yaşanan kent ayaklanmasından farklı bir yolun, uzun
süren bir savaş içersinde iktidarın parça parça koparılması
yolunun da mümkün olduğunu, böylece zamana yayılan ama
nihayetinde son bir atak ile taçlanan bir iktidar perspektifinin
geçerli olabileceğini göstermiştir. Bu, sonu gelmez
bir "hazırlık" söylemiyle devrim anını, ayaklanma
saatini bekleyen ama kendini böyle bir an beklentisine
mahkum ettiği için de gerçekte yavaş yavaş devrim/iktidar
perspektifinden kayan, çürüyen klasik partilerin mantığının
karşısına çarpıcı bir başka tarzın konulmasıydı.
Bütün bunlar, dönemin koşullarında gerçekten ön açıcı
tespitler ve pratikler olmuştur. SBKP'nin giderek sağ
şerite daha fazla kayan çizgisi karşısında bu olgular
dünyanın bir çok köşesinde devrime ciddiyetle inanan
ve yol arayan insanları derinden etkilemiş, 19601ı yılları
boydan boya sarsan devrimci dalga büyük ölçüde bu etkileşimin
eseri olarak yükselmiştir. Daha doğrusu dalga, kendi
ifadesini bu yeni ufuklarda bulabilmiştir.
1960'ların sonuna gelindiğinde dünyadaki devrimci cephenin
durumu budur. Ve kuşkusuz kimse bu genel manzaradan
soyut değildir. Dalga, Vietnam'la kabarıp, Küba'da son
derece orijinal biçimler almakta ve dünyanın bütün köşelerinde
hükmünü sürdürmektedir. Dönem boyunca Türkiye'de olan
bitenleri basit olarak Fransa'daki "Mayıs"
fırtınasına bağlamak bu açıdan çok büyük bir sığlık
örneği sayılmalıdır. Çünkü, burada Fransa da dahil her
tarafı sürükleyen, sarsıp coşturan daha genel, daha
büyük bir fırtına vardır.
THKP-C kadrolarından sözettiğimizde işte tam bu ortam
içinde devrimci teorik gıdalarını alan insanlardan sözediyoruz.
Büyük bir denk düşme vardır. 1960'ların sonunda tıkanma
noktasına varmış olan Türkiye'nin hastalıklı ekonomisi
büyük bir hızla hoşnutsuz yığınları yaratmakta, ülke
kitle eylemleriyle kaynamakta ve bu karmaşanın içinde
de Türkiye'nin yeni devrimci kuşağı kendi yolunu aramaktadır.
Klasik Marksist eserlerin su içer gibi okunduğu, her
köşede yoğun teorik tartışmaların yaşandığı bir dönemdir
bu. Bu tartışmaların daha çok üniversiteler ve gençlik
çerçevesinde gerçekleşiyor olması da hiç öyle kompleks
duyulacak bir durum değildir. Dünyanın her yerinde devrimci
hareketin ilk teorik tartışmaları üniversitelerde başlamıştır
ve Türkiye dünyadan ayrıksı bir özelliğe sahip değildir.
Bu tartışmalara tanık olunurken Türkiye bir yandan da
bir talihsizliği yaşamaktadır. Dünyanın her köşesinde
omurgaları SBKP tarafından ne kadar çarpıtılmış olursa
olsun yine de ciddi fiziksel varlıklara sahip KP'ler
vardır. Türkiye'de ise reformizmi-revizyonizmi filan
bir parafa bizzat kendi varlığı çok tartışılır olan
bir TKP sözkonusudur ve bu anlamda yeni kuşakların önünde
geçmişten kalan önemli bir teorik-örgütsel miras yoktur.
TİP, işte böyle bir noktada, biraz da bu siyasal boşluğun
eseri olarak doğmuştur. "Resmi" KP olmanın
uluslararası avantajlarını yaşayan ama mülteciliğin
çürütücü zemininde gitgide ülkeden kopan TKP'nin elinde
"illegalite" artık politik yokluğun bir örtüsü
haline dönüşmüşken, ülke içinde ilk kez ciddi bir legal
parti ortaya çıkıyor ve açıkça sosyalizmi telaffuz eden
tavrıyla nispeten yeni bir şey yapmış oluyordu. Dönemin
şartları içinde gerçekten de TİP'in Türkiye soluna olan
bu hizmetinin altını çizmek gereklidir. Sistemin krizi
derinleşir ve toplumsal hoşnutsuzluk yükselirken ortaya
çıkan TİP, bir penceredir; açılmıştır ve içeriye giren
hava solun uzun süredir küflenmiş olan köşelerinde olumlu
etkiler yaratmıştır. Hoşnutsuzluk içinde yol arayan
binlerce insan en azından "sosyalizm" diye
bir alternatifin varolduğunu -TİP'in savunduğu politik
çizgiden de bir ölçüde bağımsız olarak- farketmişler,
büyük kentlerden taşra kasabalarına dek yayılan bir
etki ortaya çıkmıştır.
Bu anlamda TİP, bir ölçüde orijinalitedir. Kuruluşundan
itibaren Marksist-Leninist kavrayıştan ve örgüt tarzından
uzakta bir yerde durduğu ve açıkça sağ-parlamenterist
bir çizgiye yaslandığı halde yaygın bir kitlesel ilişkiler
zemini yaratması bakımından devrimci hareketin gelişimine
tarif edilmez yararlar sağlamıştır. Dönemin öncü kadrolarını
bir çoğu şu ya da bu biçimde TİP içersinde bulunmuşlar,
daha sonraki bölgesel-kitlesel çalışmalarında da bir
ölçüde bu dönemin kitle ilişkilerine dayanmışlardır.
Daha sonra olan şeyler ise aslında dünyanın bir çok
köşesinde olanlardan farklı değildir. 1960'ların yükselen
dalgası içinde gelişen devrimci arayışlar dünyanın bir
çok köşesinde geleneksel partileri önce zorlamış, sonra
parçalamış ve arayışın devrimci yönüne uygun yeni yapıları,
yeni devrimci anlayışları ortaya çıkarmıştır. 1968'lerde
Türkiye'de yaşanan tartışma ve kopuşmaların -yakın tarihten
kaynaklanan özgünlükler taşısa da- bu genel manzaradan
çok değişik bir durum sergilediği söylenemez. Sonuçta
gerçekleşen olgu, dönemin koşulları içinde Türkiye için
bir devrimci çıkış arayan, iktidar perspektifi diye
bir derdi olan insanların bu çıkışa yönelmeleri ve bu
süreçte de kopuş yaşamalarıdır. Elbette bu kopuş, başlangıcı
itibarıyla eksiklidir. Yol arayan yeni kuşağın kendine
güvensizliği -ki bu güvensizlik için onların çok haklı
nedenleri vardır- ve kendi çıkışlarına tarihsel kökler
arama ihtiyaçları ilk zamanlarda Türkiye solunun bazı
tarihsel kimlikleriyle yoğun bir içiçeliği getirmiştir.
Ama pek kısa bir süre sonra, gerçekle bu kimliklerin
de -tüm devrimci söylemlerine karşın- derin bir oportünizmle
sakatlanmış oldukları farkedilmiş ve bu kez farklı kopuşlar
yaşanmıştır.
Nihayetinde, sözcüğün tam anlamıyla "biz bize"
kalınmıştır. Devrimci arayış içindeki yeni kuşak, bu
kaostan çıkma sorumluluğunun kendi omuzlarında olduğunu
artık farketmiştir ve bu bilinci somut yapılara, çalışma
biçimlerine dönüştürmenin çabasındadır.
İşte tam bu süreçte, bugünden geriye bakıldığında aslında
"görüntüsel" olduğu farkedilen bir tartışma
gündemdedir: Sosyalist Devrim-Milli Demokratik Devrim
tartışması...
Tartışma, görüntüseldir ve üstelik bir anlamda "talihsiz"dir
de... Çünkü, gerçekte tartışılan şeyin, derinlerde bir
yerde olan esas farklılığın üstünün biraz örtülmesine
neden olmuş, en azından sonradan böyle bir amaç için
kullanılabilmiştir.
Gerçekte tartışılan şey ise, düpedüz devrim sorunudur
ve bundan başka da bir şey değildir. 1960'ların yukarıda
çizmeye çalıştığımız manzarasında TİP bir yerde durmaktadır.
SBKP kontrolündeki teorik tekelin Türkiye'deki gözdesi
gerçi yine TKP'dir ama TİP yöneticileri de ideolojik
planda bu tekelin temel dogmalarından uzakta değildir.
TİP yöneticilerinin "Sosyalist Devrim" tezleriyle
bu uluslararası hegemonyayı zorladığı, en azından SBKP'nin
herkes için "doğru çizgi" olarak saptadığı
"Ulusal Demokratik Cepheler" çerçevesinden
taştığı söylenebilse de, işin daha temel olan bölümünde,
yani devrim ya da parlamentarizm ikileminde bu çizgiden
bağımsız değildir. Daha kuruluşundan itibaren parlamentarizm
partiye hakimdir ve üstelik bu eğilim 1965 seçimlerindeki
-nispeten milli bakiye sisteminden kaynaklanan- başarıyla
da perçinlenmiştir. "Barışçıl Geçiş" tezi
bütün diğer geleneksel partilerde olduğu gibi TİP'te
de egemen haldedir. Bu tartışmanın çok anlamlı olmadığı,
her devrimin zaten kendi yapılış biçimini sürükleyip
getireceği söylenebilirse de, böylesi bir söylem daha
çok demagojik bir içerik taşır. Çünkü bunlar uluslararası
düzlemde tartışılan ciddi tezlerdir ve nihayetinde bu
tartışma yarı-sömürge ve bağımlı ülkelerde devrimci
çıkışları isteyip istememe sorunuyla bağlantılıdır.
Türkiye düzleminde ise, barışçıl ya da şiddete dayalı
geçiş biçimleri üzerine söylenen sözler, herkesin ne
yapmak istediğiyle ilgili sözlerdir. Yani, böyle bir
tartışma, mevcut devlet mekanizmasını parçalayıp yeni
bir mekanizma aracılığıyla sosyal düzeni değiştirmek
ya da bu mekanizmayı aynen devralıp yürümek biçimindeki
iki temel yönelime denk düşer. Burada şiddet sevdalısı
olmak gibi bir sorun da yoktur. Sorun, devlet ve sınıflar
ilişkisi üzerine en temel Marksist tezlerin nasıl kavrandığı
sorunudur. Bu tezlerin kavranış biçimi doğal olarak
işin ta en başında atılan adımları belirler. Eğer, bir
devrimin zorunlu ve gerekli olduğunu düşünüyorsanız,
burjuvazinin zor aygıtlarının gücünü kırmak için sınıfın
kendi zor aygıtlarını kurmasının zorunlu olduğunu düşünüyorsunuz
demektir ve dolayısıyla örgütsel yapınızı da işin başından
itibaren bir "savaş örgütü" olarak tasarımlarsınız.
Bu, legal imkanların ve bu arada parlamentonun, seçimlerin
kullanılmasının reddi değildir ama bu alanların esas
alınmaması ve gerçekten bir savaşa hazırlanılması ya
da onun ilk biçimleriyle başlatılması sorunudur.
Gerçek sorun tam da buradadır. Dünyada ve Türkiye'de
dipten gelen bir yeni devrimci kuşak devrimci bir çıkışı
zorlamakta, bu zorlamanın tam karşısında da marksizmin
en temel tezlerini unutturmaya çalışan, bu açıdan II.
Enternasyonalle çok benzeşen bir uluslararası teorik
merkez ve onu izleyen partiler durmaktadır. Konumlanış
böyledir.
Ve bu konumlanış içersinde doğrusu en az önem taşıyan
teorik sorun SD ya da MDD sorunudur. Doğal olarak, devrimci
kuşak bu dönemeçte kendi teorik malzemesini oluşturmak
için uluslararası arenadaki diğer kampa yönelmiş, oradaki
devrimci tezleri Türkiye'ye bir biçimde uyarlamaya çalışmıştır.
Orada ise yukarıda çerçevesini çizdiğimiz ÇKP tarzı
ulusal demokratik devrim tezleri ve onun çeşitli varyasyonları
vardır. Kuşkusuz tartışma kaba yürümüştür. Geleneksel
çizgilerden kopuşun her türlüsü her zaman teorik bir
şiddeti içerir, üstelik bu insanlar ülke tarihinin en
hareketli dönemlerinden birinde bir yandan yaşayan bir
yandan kendi teorik donanımlarını- tamamlamaya çalışan
insanlardır, dolayısıyla öğrenip tartışan ama tartışırken
de öğrenen bir konumdadırlar. Doğal olarak, tartışma
çoğu kez "Bağımsız Türkiye-Sosyalist Türkiye"
gibi sloganların düzeyine de sık sık inmiştir, zaman
zaman bugünden bakınca çok kaba görünen demokratik devrim
formülasyonlarının ortaya konduğu olmuştur. Ama zaten
bizzat M. Çayan'da teorik formülasyonlarda böyle bir
indirgemecilik riskinin olduğunun farkındadır. "Elbette
hayat hiçbir zaman şu veya bu şemalandırmaya harfiyen
uygun akmaz. Her soyutlama ve şemalandırma gerçeğin
bir kısmını ihmal eder, bir kısmını ise, ister istemez
abartır. Fakat teorik tahlil, hayatın giriftliğini ve
çok yanlılığını kolay anlaşılır hale getirerek, eylem
kılavuzluğu görevini yerine getirir." derken söylemeye
çalıştığı da budur.
Öte yandan, aynı tartışmaya "geçmişin kötü ruhları"da
sık sık karışmıştır. Bütün kuşaklar boydan boya kesen
bir form olarak Kemalizm işin içindedir örneğin. Önlerine
Milli Demokratik Devrim gibi bir yolu koymuş olanlar,
anti-emperyalist "cephe"de kimleri biraraya
getirecekleri sorusunu doğal olarak sormuşlar ve yanıtlar
aramışlardır. Kuşkusuz çoğu kez yanlış yanıtlara varılmıştır
ama bugünden bakılınca bunu algılamak kolaydır. Yaşanan
koşullarda ise formülasyonlara ve hayata bakılmakta,
hayatta karşılıklar aranmaktadır.
Yine de her şey sanıldığı kadar basit değildir. Örneğin
bu insanlar, oldukça kısa sürede soyut bir anti-emperyalizmden
kurtulmuşlar ve kendilerini sağa, işçi sınıfı dışındaki
güçlerin boyunduruğuna çekmek isteyen odaklardan yakalarını
sıyırmışlardır. Üstelik, hesaplaşıp bağlarını kopardıkları
bu insanlar M. Belli gibi ağırlıkları olan insanlardır
ve yine de bunu yapabilmişlerdir. Öte yandan Kemalizm
konusundaki yanlış algılamaları teorik düzeyde çok kalın
çizgili olduğu halde pratikte bu insanlar oynanan "cunta"
oyunlarının bir parçası olmamışlar, sınıf vurgusundan
kopmamışlardır.
Sınıf vurgusu çok nettir. M. Çayan'ın MDD polemiklerinin
en önemli bölümünü "işçi sınıfının devrimdeki öncülüğü"
konusunu bulandırma çabalarına yönelttiği eleştiriler
oluşturur. Yani, Sosyalist Devrim'i savunan TİP'in böylece
otomatik olarak "işçi sınıfının öncülüğünü"
vurguladığı, Milli Demokratik Devrim'i savunan M. Çayan
ekolünün de otomatik olarak "küçük burjuvazinin
öncülüğünü" vurguladığı biçiminde komikleştirilen
şema hiç de gerçeği ifade etmez. M. Çayan çevresinde
odaklanan grubun zaman içersinde yol arkadaşlarından
bir bir kopmasının temelinde de hep bu sorun yatar.
Ayrıca, uluslararası atmosferin belirgin bir etkisi
olsa da, M. Çayan'ın teorik formülasyonlarının (ilk
dönemde bile) birebir şekilde ÇKP şablonunu yansıttığı
söylenemez. Böyle bir şablon çıkarma tavrı daha çok
Perinçek çevresine ve daha sonra TKP/ML çizgisine has
bir tutum olmuştur. İlk dönemde bile M. Çayan'da Türkiye
toprağını anlama çabası daha fazla gözlenmektedir.
Uzatılabilir, tartışılabilir... Ama konumuz açısından
önemli olan şudur: 1960'ların sonunda Türkiye'de, forumlarda,
TİP kongrelerinde ve hemen her yerde tartışılan konu
göründüğü kadar basit değildir; daha doğrusu tartışılan
şey, daha gerçek, daha kapsamlı bir başka tartışmanın
detayından ibarettir. Bu tartışma ise sorunun tam özüne,
devrim sorununa denk düşmektedir. İlk bakışta 1960'ların
sonundaki bloklaşmanın genel bir söylemle MDD'ciler
olarak tanımlanan kanadı çok karmaşık ve şekilsiz bir
yığın olarak görülse de aslında soruna bir başka açıdan
bakıldığında karşımıza bir sadelik çıkar. MDD yığını
içersinde gerçekten de "asker-sivil aydın zümre"
tekerlemesini dilinden düşürmeyen kronik cuntacılardan
Perinçek grubuna dek herkes vardır ve o günün karmaşası
içersinde bu odakların söyledikleri şeyler arasındaki
farklar da çoğu kez nüans farkları olarak algılanabilmiştir.
Oysa bu yığın, kendi bünyesinde, Türkiye devrimi için
yol arayan insanları da barındırmaktadır.. Bu insanlar,
giysilerini ve şapkalarını dahi Çinlilere benzetmeye
çalışan, Pekin radyosunu kendisine referans kaynağı
seçen dönemin "kampus maoistleri"nden çok
farklıdırlar. Zaten onlar, sözgelimi Sovyetler Birliği'nin
durumu ve tanımlanışı konusunda da kendilerini hem ÇKP'den
hem de onun Türkiye'deki "şubelerinden kesinlikle
ayrı bir yere koymuşlardır. Dönem boyunca sık sık yinelenen
"biz dünya sosyalist hareketinin trafik polisi
değiliz, biz bu ülkede devrim yapmaya çalışıyoruz"
türündeki söylemler, belki bu insanların sosyalizmin
uluslararası sorunlarına yönelik teorik çabalarında
bir eksikliğe yol açmıştır ama bir yandan da böylece
ortaya konulan bir içtenlik vardır. M. Çayan ve çevresi,
işin başındanberi şablonculuğa karşı bir tutumdadırlar
ve teorik çabalarında yeni açılımlara yönelik bir esneklik
gözlenmektedir.
Öte yandan, yine aynı dönemde, aynı şekilsiz yığın içersinde
dolanıp duran sağ eğilimler karşısında da zaman içersinde
netleşen bir tutum sözkonusudur. Bu açıdan, biz, özellikle
Kemalizm sorununda M. Çayan ve çevresine bugün sık sık
haksızlık edildiğini düşünüyoruz. Bu çevrenin çizmiş
oldukları devrimci stratejik anlayış içersinde, özellikle
ittifaklar sorununda çok net hataları olduğunu yadsımak
elbette mümkün değildir. Bu anlamda, Kemalist kesimlerin
devrimci cephe içersinde konumlandırılmış olması ya
da böyle bir tasarımın yapılmış olması "geçmişin
kötü ruhlarının sosyalist düşünce üzerindeki ağırlığını
koruduğunu göstermektedir. Ama, öte yandan, 1971'e bugünden
bakıldığında görülebilen bir başka gerçek de, THKP-C'nin
teorik metinleri ile onun yaşamış oldukları arasında
ciddi bir açının varolduğudur. Yani, teorik metinlerinde,
bildirilerinde Kemalizm konusunda ciddi çözümleme hataları
gözlenen THKP-C'nin pratiği hiç de umulduğu ya da söylendiği
gibi Kemalist kesimlere endeksli değildir. O, önüne
işçi sınıfının önderliğinde bir devrim anlayışı koymuş
ve bu amaçla yola çıkmıştır. Sözgelimi, 12 Mart öncesinde
tezgahlanan "sol cunta" hesapları konusunda
alınan tutum, canlı tanıkların anlatımına göre, oldukça
sağlıklıdır. Yine, bu insanlar, mevcut devlet cihazını
"kötü yöneticilerden" kurtarma gibi saflıkların
peşinde değildirler; onlar bizzat bu devlet mekanizmasının
parçalanması gibi bir perspektife sahip olarak halk
savaşı çizgisini ortaya koymuşlardır. Ve yaşamları da
böyledir. Yani, bir biçimde, kendi politik yaşamları
ve savaşları içersinde Kemalizmden medet ummuş bir konumları
yoktur. Aslında o dönemde Türkiye solunun başına gelen
şey, bir anlamda her ülkede yaşanan şeydir. Hemen her
ülkede ve her zaman bilimsel sosyalizmin yayılması,
ondan önce aynı topraklarda hüküm sürmüş olan farklı
ideolojik şekillenişlerin bulaşıcı etkileri altında
gerçekleşmiştir. Ve bilimsel sosyalizm, çoğu kez kendini
bu önceki şekillenişlerden de arındırarak güçlenip serpilmiştir.
Burada temel sorun, pratik olarak bağımsız sosyalist
bir konum tutulabilmesidir. Ve THKP-C, kendi pratiğinde
aslında böyle bir kopuşu gerçekleştirmiş ya da en azından
bu kopuş için elverişli bir pratik zemini yakalamıştır.
Eğer "Kemalizmin etkisi" denilen şey, devrimci
hareketin düzen ve devletle cepheden hesaplaşmasını
engelleyen, onu iktidar perspektifinden kaydıran bir
törpü ise, THKP-C, doğrudan düzene karşı savaş açan,
iktidarı hedefleyen bir yapı olarak bu törpüyü pratikte
kırmıştır. Kısaca, THKP-C'yi, MDD'ciler denilen o yığının
sıradan bir parçası olarak saymak, bilerek ya da bilmeyerek
aradaki ayrım çizgilerini silmek vahim bir hatadır.
Ve 1960'ların sonundaki o tartışmayı da karikatürize
edip salt bir "aşamalı-aşamasız devrim" tartışması
olarak algılamak, öyle sunmak aynı ölçüde vahim bir
hatadır. Bu, derinliği, asıl derindeki sorunu ve tartışmayı
kavranmamaktır. Derindeki o tartışma ve farklılık ise
tümüyle parlamentarizmle devrimci sosyalizm arasındadır.
Kongrelerde ve dergilerde tartışılanlar, bu anlamda
ancak bir yüzey oluştururlar, esasa ilişkin tartışma
ise daha derinde bir yerde sürmektedir.
MİLLİ DEMOKRATİK DEVRİM
Nedir Milli Demokratik Devrim ve bu ölçüde tartışma
konusu olmasının nedenleri nelerdir?
Esasında, Milli Demokratik Devrim kavramı, Leninist
Demokratik Devrim anlayışı ile sömürge ve yarı-sömürge
ülkelerdeki özgün koşulların ele alınışından doğan bir
devrimci çözüm biçimidir. Ortada hiç de tu kaka edilecek,
günah keçisi yapılacak bir kavram yoktur. Mantığın bir
ucu Çarlık Rusyası'nda ve Lenin'in çözümlemelerindedir,
diğer ucu da sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde yaşanan
orijinalitededir.
Çok basitleştirerek anlatmak mümkündür: Rus devrimi
biliniyor, Lenin'in "Sosyal Demokrasinin İki Taktiği"
broşüründe yoğunlaşmış olan çözümlemeleri de aynı ölçüde
biliniyor. Lenin açısından 1900'lerin başında sorun
oldukça nettir. Ortada Rusya diye devasa bir imparatorluk
vardır ve bu ülke kapitalizmle birlikte en geri üretim
biçimlerini de bağrında barındırmakladır. Bir yanda
kapitalizm gelişirken, öte yanda feodal sopa ve onun
kurumlarını işini sürdürmektedir. Rusya, batılı anlamda
bir demokratik devrim yaşamamıştır. Bütün bu karmaşık
mozayiğin bir sonucu olarak da soluk aldırmaz bir otokrasi,
Çarlık işbaşındadır. Üstelik bu Çarlık, aynı zamanda
bir sömürgeci imparatorluktur ve hakimiyeti altındaki
topraklar "halklar hapishanesi" sıfatıyla
anılmaktadır.
Böyle bir ülkede işe girişen Lenin ve Bolşevikler, üzerinde
durdukları toprağı kavramak gibi bir derde sahiptirler.
Ve durumu çözümledikçe farkına varırlar ki, Rusya'da
eksik kalmış bir adım vardır... Sosyalist bir atılımın
yolu, geri üretim ilişkileri ve toplumsal yaşamı felç
haline sokan Çarlık tarafından tıkanmıştır. Rusya'daki
burjuva güçler ve onların politik temsilcileri ise bu
tıkanmayı süpürüp atabilecek güçten ve yetenekten yoksundur.
Salt bir beceriksizlik ve basiretsizlik anlamında değil,
burjuvazi bu yetenek ve şanstan tarihsel anlamda da
yoksundur. Artık 1900'lerde yaşanmaktadır ve kapitalizmin
tekelci aşamaya geçip bulun o eski devrimci niteliklerini
geride bıraktığı bilinmektedir.
Durum böyleyse ne yapılacaktır?
Sözgelimi, işçi sınıfı, otokrasinin ve geri üretim ilişkilerinin
tasfiyesini artık bu iş için mecali kalmamış olan burjuvaziden
bekleyecek ve böylece sosyalist bir devrimin gelişmesini
belirsiz bir beklentinin arkasına mı takacaktır?
Lenin'in saptaması biliniyor... O, 1900'lerin Rusya'sında
özü itibarıyla burjuva olan bu görevin de işçi sınıfının
omuzlarına yıkıldığını, yani işçi sınıfının esasında
kendisine ait olmayan bir işi de yüklenmesi gerektiğini
belirliyor.
Anlaşılır bir durumdur... Ve tartışılacak pek fazla
şey de yok aslında burada. Sosyalist bir devrimle yükümlü
olan ve o devrimin motoru sayılan işçi sınıfı, sosyalist
devrim için tarihin ününü açmak zorunda kalıyor. Demokratik
Devrim böylece onun önüne soyut bir teorik tercih olarak
değil, bir tarihsel zorunluluk olarak gelip dayanıyor.
Ama bu artık, bildiğimiz türden bir Burjuva Demokratik
Devrim değildir. Özü itibarıyla burjuva bir devrim olduğuna
hiç şüphe yoktur tabii, ama artık sözkonusu olan işçi
sınıfının ve onun partisinin inisiyatifinde gelişen
ya da gelişmesi gereken bir devrim sürecidir ve bu devrimin
perspektifinde hiç kesintisiz biçimde sosyalizme geçilmesi
vardır. Tartışmalarda bu sorunun neden abuk-sabuk noktalara
sürüklendiğini de doğrusu anlamak pek mümkün değildir.
Çünkü, esasında aralarında uçurumlar olan "aşama"lar
yoktur, elbette 'İki Taktik'te "önce bir şeyi yapmak
ve daha sonra bir başka şeyi yapmak" anlamında
ayrım noktaları vardır ama Lenin'in kafasında bütün
bunların bir bütünlük oluşturduğu da yeterince nettir.
Duraklamaksızın sosyalist bir devrime geçmek... Kesintisiz
bir devrimci anlayışın özü böyledir.
Sözkonusu olan şey, işçi sınıfının tarihin önünü açmasıdır
ve bu kez onun politik inisiyatifi klasik olanı zorlar.
Sözgelimi, burjuva devrimlerinde devrimi sürükleyen
burjuvazinin yedeği olan köylülüğün bu kez yeni bir
yaklaşımla kavranışı vardır. Bolşeviklerin yaklaşımında,
köylülük ve Çarlığın yıkılmasında çıkan olan diğer güçler,
artık işçi sınıfının iradesi ve önderliği altında gerçekleştirilecek
olan bir demokratik devrimin yedekleri, ittifaklarıdır.
Aşırı bir indirgemeye tabi tutularak çok kabalaştırıldığında
Rus Devrimi için bolşeviklerin çizdiği rota "proletaryanın
yoksul köylülükle ittifak halinde Çarlığı devirmesi
ve sonra hiç duraksamaksızın, bu kez nispeten değişen
bir ittifaklar kombinezonuyla, sözgelimi tarım proleterleriyle
birleşerek sosyalist bir devrime geçmesi"dir.
Demokratik Devrim'in güçleriyle Demokratik-Devrim, Sosyalist
Devrim'in güçleriyle Sosyalist Devrim... Çok kabalaştırıldığında
durum böyledir ve bunun akla yakın olmadığı söylenemez.
Ama burada çok önemli bir ayrıntı var, onu atlamamak
gerekiyor: Devrimci strateji ya da ittifaklar sorunu
Lenin'de canlı bir sorundur. Yani, ittifak denilen şeyin
aslında devrimci gücün yaşama müdahalesiyle yakından
bağlantılı olduğu Lenin'de çok iyi kavranmıştır. Gerçekten
de ittifaklar sorunu, devrimci gücün bir "sınıflar
şeması" çizip sonra da "müttefik olarak tespit
edilmiş" bu sınıf ve tabakaların devrimci cepheye
"gelmelerini" beklediği bir durum değildir.
Bu, bizzat devrimci iradenin sözkonusu sınıflar -içindeki
örgütlenişiyle ve kendi eylemiyle yaratacağı bir yörünge,
bir çekim alanı sorunudur. Canlı bir süreçtir bu ve
dolayısıyla yaşamın içinde devinen onu değiştiren, onun
tarafından etkilenen bir güç olarak devrimci irade,
süreçteki güçler ilişkisinde değişiklikler yapabilme
yeteneğine de sahip olmak durumundadır. Bolşevik Parti
ve Lenin, böyle bir konumdadır işte, demokratik devrim
ve onun ittifak anlayışları da Lenin'de yazılıp geçilmiş
şeyler değildirler. Bütün bunlar kuru formülasyonlar
değil, yaşamın akış yönünün tespiti ve bu akışa müdahil
olma çabası teorize edilmiştir.
Rusya, bütün bu saptamalara harfiyen uymuş mudur? Tabii
ki hayır! Şubat-Ekim arasının nasıl bir karmaşıklık
olduğunu herkes bilir... Şubat Devrimi, 1905'lerde tanımlanan
biçimlere kuşkusuz uymamıştır. Örneğin, çarlığın devrilmesi
ortaya bir devrimci işçi-köylü hükümeti değil, düpedüz
bir burjuva hükümetini çıkarmış, daha doğrusu devrimin
süreci içinde henüz yeterince inisiyatife ulaşamamış
olan Bolşevikler daha bir süre İkili iktidar karmaşasını
yaşamışlardır. Bu durum gerekli kılmıştır Nisan ayında
tezlerin kaleme alınmasını.
Ve sonrası biliniyor...
Bütün bunlardan varılabilecek sonuç ise, olayların pratikteki
gelişimi ne olursa olsun, Lenin tarafından İki Taktik'te
özetlenmiş "Demokratik Devrim" tezinin devrimci
güçlerin önünde ufuk açtığıdır.
Özellikle, sosyalizme geçişin önünü tıkayan geri-üretim
ilişkileri ve siyasi yapılar sorununu Rusya'ya göre
daha yakıcı olarak yaşayan geri-bıraktırılmış ülkelerin
devrimcileri açısından bu yeni ufkun önemi daha sonraki
süreçlerde derinden hissedilmiştir. Bu temelden hareketle
sözkonusu ülkelerde devrimciler anti-emperyalist ve
anti-feodal süreçlere uygun politik stratejiler saptayabilmişlerdir.
Milli Demokratik Devrim adıyla kavramlaşan devrimci
anlayış da, yine aynı ufkun bir ürünü olmuştur.
(GELECEK SAYIDA SÜRECEK)
|