Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

 


GİRİŞ:

İllizyonistleri hepimiz çok severiz. El çabukluğuyla yaptıkları numaralar hoşuna gider insanların. Tavşanları alıp, şapkanın içinde kaybediverirler. "Mutlaka bir hilesi vardır" deriz kendi kendimize. Televizyonlardan izlediğimiz bu illizyonistlerden başka illizyonistler de var ülkemizde. Sokakta, meydanlarda, üniversitelerde kısacası insanın olduğu her yerde bulmak mümkün kendilerini. Üstelikte televizyondakilerden çok daha yetenekliler. Örneğin güpegündüz, sokak ortasında kaybediverirler insanları (Tavşanlar onların alanına girmiyor). Kaybolan insanların aileleri, "Ne yaptınız çocuklarımızı" dediğinde, diğer illizyonistler gibi; ceplerinin astarını çıkarıp "Bakın burada yoklar" diye sırıtırlar. Sonra, işkence yapıp, iz bırakmama, veya bu izleri bir şekliyle etkisizleştirme yeteneğine sahiptirler. Yüzlerce mermiyi iki-üç insanın üzerine yağdırıp, "çatışma çıktı, meşru müdafaa yaptık" derler, ve devam ederler illizyon numarlarına; maktüllerin eline sıkıştırılmış silahlar bulursunuz. Bazen anlayamazsınız hileyi. Bazen de "Aaa, sağ elini kullanan adamın, sol eline silah sıkıştırılmış, işte buldum hilenizi" dersiniz.
Aslında dikkatlice bakıldığında, hileyi anlamak pek de güç olmuyor. Şimdi "Yargısız İnfaz" denilen illizyon numaralarından birkaçına bakalım ve hikayelerini yüzlerine vuralım.
Yapılan röportajlarda da görüldüğü üzere biraz dikkatli bakınca, hilelerini anlamak pek güç değil. Zaten çoğu zaman illizyona bile başvurmadan apaçık yapıyorlar numaralarını.
Yaptıkları katliamlarla, biz devrimcileri yıldırabileceklerini yokedebileceklerini zanediyorlar. Ama yanılıyorlar. Onlar bir vurdukça, biz bin geleceğiz. Kazanan her zaman "İnsanlık Onuru" olacak. Cevahir'i vurdular, Mahir ondan bayrağı aldı, Mahir'i vurdular, Tamer doğrulup koştu, Tamer'i vurdular...Ve şimdi sen, ben, biz yürüyoruz yollarından. Bir şafak vakti yeryüzü yüreklerimizdeki ışıkla aydınlanıncaya dek...
Yargısız infazlara son!


BARİKAT: İnsanların keyfi olarak gözaltına alındığı, tutuklandığı, işkenceden geçirildiği, güpegündüz katledildiği, mevcut hukuk düzeni bir yana bırakılarak "yargısız infaz" edildiği bir ülkede yaşıyoruz. Yaşanan "yargısız infaz"lardan birisi de 7 Ekim 1988 tarihinde Tuzla'da gerçekleşen özel bir otoda 4 kişinin yargısız infazıydı. Barikat kurup arabayı durdurarak sağ ele geçirilme olasılıkları vardı. Ama böyle yapılmadı, yapılmak istenmedi. Yapılanı bize anlatır mısınız?

M. ALİ KIRDÖK:
7. 10.1988 tarihinde Tuzla köprüsü altında güvenlik güçleri barikat kurmuşlardı. Bu barikat iki gün önceden kurulmuştu. İki gün tekrarlanıp 3. gün yine aynı polisler aynı yerde önlem almışlardı. Alınan önlemler şöyle sıralanabilir: Bir, köprünün altında sayıları 10'u bulan genellikle amir konumunda olan polisler tır istasyonunun yanında yer almışlar. Yan yolun girişinde bir ekip otosu ve trafik polisleri görev yapıyor. Ana yol E-5 yolu trafiğe kapatılmış. Ana yoldan köprü üstüne giden yol üzerinde bir ekip otosu var. Yolun karşısında Tuzla tarafına giden yolda bir birim var. Aynı zamanda yolun çıkışında yine bir oto ve bir görevli grup var. Yani toplam 40-45 birinci şubeden polisin görev aldığı bir operasyon bu. Şimdi bu arada köprünün üstünde ve köprünün ayakları arkasında da polisler güvenlik önlemleri almışlar. Böyle bir ortamda işte PEKC 7843 plaka numaralı kavuniçi yabancı plakalı araç İzmit istikametinden geliyor. Araç Tuzla köprüsüne gelmeden aracın geldiği daha ilerideki ekipler tarafından köprü altındaki ekiplere bildiriliyor. Araç Tuzla köprüsünün altındaki yol ayrımına geldiğinde E-5'in kapalı olduğu, zaten polisler tarafından kendilerine ikaz ediliyor ve yan yola işaretle araç sevkediliyor. Araçta yan yola giriyor. Şimdi burada trafik polislerinin duruşmalarda söyledikleri beyanlarda araç yanaşıyor ve durmak üzere yan yola giriyor. Her ne kadar bazı polisler hızlı girdi, ateş etti diyorlarsa da trafik polisi bu aracın hızını falan bilebilecek durumda olan bir görevlidir. Aracın yavaşladığını ve yan yola girdiğini söylüyor. Bu arada araç tam köprünün altına geldiğinde köprünün üstünden, arka tarafından, köprünün ayaklarının arkasından ve diğer taraftan olmak üzere 4-5 cepheden araç üzerine kurşun yağdırılıyor. Bunun üzerine araç köprüden 20 m falan ilerleyince sağ tarafta duruyor. Araç yapılan ateş üzerine mi durdu, yoksa orda araç durduktan sonra mı ateş edildi o konu bağımsız tanık olmadığı için bizim tarafımızdan bilinmiyor. Olaydan 1 saat kadar sonra durum savcıya intikal ediliyor. Savcı olay yerine bir ambulansla ve görevli doktorlarla birlikte geliyor. Bu arada araç içerisinden cesetler çıkarılmış yere yatırılmış ve ambulansa doğru taşınıyor, savcı beklenmeden. Savcı durumu tespit ediyor ve ondan sonra bir soruşturma başlatıyor. Buradan sizin sorunuza geçeceğim. Yani araç oradan normal koşullarda geçebilir miydi veya araç içindeki insanlar araçtan çıkıp canlarını kurtarabilir miydi sorusuna gelince. Alınan güvenlik önlemleri olağanüstü, güvenlik önlemlerini alan görevliler birinci şubenin profesyonel görevlileri, 40-45 tane güvenlik görevlisinin o koşullarda güvenlik aldığı ortamda aracın da, araç içindeki şahısların da bir yere gitmesi mümkün değil. Helikopter dahi bu insanları alıp bir başka yere götüremez. Çünkü ön tarafı kesilmiş, arkaları kesilmiş, üst tarafa gitme koşulları yok, yolun öbür tarafına kaçma koşulları yok, çünkü o tarafta da önlem alınmış. Bu şahısların ya da aracın kaçma koşulları yok. Bu koşullarda 283 kurşunun araca isabet etmesi, bunların da önemli bir kısmının maktüllere isabet etmesiyle İsmail Hakkı Yalçın, Kemal Soğukpınar ve Reha Şen olay yerinde ölüyorlar.

BARİKAT:Yani o kadar profesyonel güvenlik güçleri varken öncelikle arabanın lastiklerine ateş etmek gibi bir tercihte bulunmuyorlar.
M. ALİ KIRDÖK: Şimdi arabanın lastiklerinde de mermi var. Arka iki lastikte birinde iki tane birinde bir tane mermi izi var. Her ne kadar tüm polisler araç lastiklerine ateş ettik diyorlarsa da, işte toplam iki lastikte 3 mermi var. Onun dışındaki tüm isabetler aracın kapılarında, özellikle tavanda çok sayıda mermi isabeti var. Ve bunların önemli kısımları maktüllere isabet ediyor.

BARİKAT: Peki bu yargısız infazı gerçekleştirenler hakkında herhangi bir hukuksal başvuruda bulundunuz mu?
M. ALİ KIRDÖK: Olayla ilgili Kartal Cumhuriyet Savcılığı bir soruşturma başlatmıştır. Bize olaydan sonra aileler müracaat etti. Biz gittik, o dönemde avukat olan şimdi çalışma bakanı olan Mehmet Moğultay da vardı. O da bizimle geldi. Olay yerinde inceleme yaptık, hatta bazı mermi çekirdeklerini, kovanlarını yerlerden bulup savcılığa teslim ettik. Savcılık kendiliğinden başlatmış olduğu soruşturmayı bir süre sonra sonuçlandırdı , 16 polis hakkında kamu davası açıldı ve şu anda bu davalar hâla sürüyor, yani saat 13:00 sıralarında olmasına ve o saatte E-5 trafiğinin çok yoğun olmasına rağmen olayda polislerin dışında bir görgü tanığı tesbit edilmemiş, bizde tespit edemedik. Bunu araştırdık bize müracaat eden de olmadı. Yalnız orada bir yığın aracın durdurulduğu ve bir yığın insanın bu olayı gördüğü de biliniyor. Fakat kim durdu, kimdir bu insanlar, hangi araçlardır bizim somut olarak bunu tesbit etmemiz mümkün değildir. Oradaki soruşturmayı yürütmekle görevli olan polisler de bu görevlerini yerine getirmemişler. Olay yerindeki bağımsız görgü tanıklarını bu zamana kadar tesbit edemedik. Ondan diyorum araç durduktan sonra mı ateş edildi, hareket halindeyken mi ateş edilerek durduruldu, o konu şüpheli. Ancak araç parketmiş gibi yol kenarında duruyor. Buradan da aracın büyük ihtimalle durduğunu tesbit edebiliyoruz.

BARİKAT: Sizin hukuki takipçiliğini yaptığınız bir yargısız infaz daha var. 19 Mayıs 1991 tarihinde Hasanpaşa'da Hatice Dilek ve İsmail Oral'ın katledilmeleri. Sağ ele geçirildikleri halde yargısız infaz edildikleri bu olay konusunda bizi bilgilendirir misiniz?
M. ALİ KIRDÖK: Tuzla olayı çok açık ve net. Polisin en azından görev sınırını aşarak yaratmış olduğu bir infaz. Hasanpaşa'da da aynı özellik gözlemleniyor. Polis aynı gün Sütlüce'de örgüt evi diye ifade ettiği bir evi basıyor. O evdeki soruşturmaya bağlı olarak akşam H. Paşa'da Hatice Dilek ve İsmail Oral'ın bulunduğu eve geliyor, saat 10:00-10:30 sıralarında. O sırada ilkokul 2. sınıfa giden Hatice Dilek'in oğlu Özgür Cihan, yatak odasında uyuyor, Hatice Dilek ve İsmail Oral büyük bir ihtimalle çay içiyorlar. Çay bardakları falan var olay yerinde. İşte biz olayı Hatice Dilek Aslan'ın eşinin bize müracaat etmesiyle olay sabahı öğrendik. Evin yetkili organlar tarafından açılmasıyla eve girdik. Evde çok sayıda kurşun giriş deliği yok. İçte duvarda üç tane vardı, Özgür Cihan'ın yattığı odanın duvarında pencerede üç tane kurşun deliği vardı. Esas kurşun izleri evin arkasında balkon duvarı tarafındaydı. Burada Özgür Cihan'ın bize anlatımları oldu. Özgür Cihan polislerin kendisini uyandırdığını, bir polisin kendisini televizyon odasına götürdüğünü ve orada polislerin arasında annesini gördüğünü, annesinin kendisine "babana haber ver" diye söylediğini, bu arada polisin Hatice Dilek'i yere yatırarak ayağıyla kafasına bastığını söylüyor çocuk. Ve bu arada görevli polis çocuğu almış karakola getirmiş, yakındaki H. Paşa karakoluna, sabah da çocuğu babasına şubede teslim etmişler. Çocuk bunları bize anlatırken, biz çocuğu savcılığa götürdük. Çocuk savcılığada da bize anlattığı gibi olayı ifade etti ve evde yapmış olduğumuz araştırmalarda da çocuğun bu ifadesi doğrulanıyordu. Çünkü ev içerisinde silahlı çatışmayı gösteren en ufak bir emare yoktu. Özellikle H. Dilek'in öldürüldüğü odada kan izi, yere saplanmış bir kurşun çekirdeği bir de parçalanmış daire giriş kapısı. Onun dışında çatışmayı gösteren herhangi bir belirti yok. Biz bundan hareket ettik. Ve bu göstergeler çerçevesinde olayın bir yargısız infaz olduğunu, çatışmanın öyle küçük bir evde kesinlikle olmayacağı, olsa dahi bunun izlerinin olması gerektiğini ifade ettik, aynı zamanda Özgür Cihan'ın ifadesiyle olayın zaten aydınlandığını söyledik. Çünkü Hatice Dilek Aslan'ı öldüren mermi tam kulak arkasından girip beyni tahrip ederek çıkan bir mermi, dolayısıyla o yarayı alan bir şahsın ayakta durması ya da konuşması tıbben zaten mümkün değil. Çünkü anında insanı hareketsiz bırakan ve öldüren bir kurşun yarası. Hatice Dilek Aslan ile oğlunun bir konuşması olduğuna göre, yaşanan bir olay olduğuna göre Hatice Dilek Aslan'ın muhtemelen Özgür evden çıkarıldıktan sonra öldürüldüğü ayan beyan ortaya çıkıyor. Bu durum araştırılıyor. İsmail Oral için ise polis ön kapıdan geldiğinden arka balkona gittiği arka balkondan diğer tarafa atlamak isterken polislere ateş ettiği ve polislerin de ona ateş etmek suretiyle onu öldürdükleri yönünde polislerin iddiaları var. Tabii şimdi bu iddiaların aksini maddi delillerle kanıtlama imkanı da son derece zayıf. H.Dilek Aslan'da yaşayan bir tanığımız var. Özgür, İsmail'i olaydan sonra uyandığı için görmüyor. İsmail arka taraftan atlarken vuruluyor ve çok sayıda kurşun yarası almak suretiyle de ölüyor.
Olay bu.

BARİKAT: Olaydan sonra emniyet teşkilatında göstermelik görevden alınmalar oldu mu? Siz verdiğiniz hukuk savaşında ne gibi kazanımlar elde ettiniz?
M. ALİ KIRDÖK: Şimdi bu tür olaylarda ben Türkiye'de yargısız infaz ve işkence davalarında sanık olarak yargılanan hatta mahkum olan, hiçbir emniyet görevlisinin görevinden alındığına tanık olmadım. Buna tanık olmadığım gibi, işte Tuzla davasında 6 sene önce memur olan görevliler, şu anda rütbe almış durumdalar. H. Paşa davasında yine öyle. Bırakalım idari soruşturmayı, görevden almayı, bu şahıslar ödüllendiriliyorlar. Biz olaya profesyonel avukat olarak bakıyoruz. Haliyle bu tür olaylara müdahalenin kazanımları "genel güvenlik görevlilerinin görevlerini yaparken kanunlara uygun davranmaları şeklinde yönelimleriyle mümkün bunu göremiyoruz. Yani daha sonra, işte Tuzla olayı başlangıçta, ondan sonra Cihangir olayı oldu, ondan sonra H. Paşa olayı oldu, ondan sonra 12 Temmuz oldu, seri bir şekilde yargısız infazlar gelişti, devam etti. Kazanım olduğunu söyleyemeyeceğim. Kamuoyu bilgilendi, mahkemelerde yargılamalar halen devam ediyor ve halen bir sonuç yok. İşte hukuksal olarak biz davayı kazandık, kaybettik diyecek durumda değilim. Onun için davanın sonuçlanması gerekli. Henüz davalar sonuçlanmadı.

BARİKAT: Hepimizin bildiği gibi hukuk sistemimiz çok yavaş işliyor. Davalar yıllarca sürüyor ve bazen yakaladıkları insanları asabilmek için çok beklemek zorunda kalabiliyorlar. Acaba hukuk sisteminin bu açığını yargısız infazların hızlılığı ve pratikliği ile mi kapatmaya çalışıyorlar?
M ALİ KIRDÖK: Şunu açık söylemek gerekiyor. Bu tür olaylarda bir tepki var, yani bu tür olaylar, infazlar polisin tepki eylemleridir. Gösterilerde "kahrolsun insan hakları" diye yasal demokratik, kitle örgütleri aleyhine slogan atan polislerin, bu tür olaylar karşısında tepkilerini bu şekilde dile getirmeleri son derece doğal. Hukuk sistemimiz içerisinde bunu yasaklayan, cezalandıran kurallar var. Bunun önü kapatılmış durumda ancak devlet bu tür olaylara prim veriyor. Bu tür olayları yaratanların üzerine gitmiyor, idari yönden herhangi bir cezalandırma yönüne gitmiyor, olay tamamen adli organlara bırakılıyor, adli organlarda bu olayda yargılananlar memur olduğu için doğal bir etkileşim içerisinde bulunuyorlar. Tuzla davası sonrasında bizzat Adalet Bakanlığı'nın olaya ilişkin görevlendirmeleri vardır. Adalet Bakanı ölen şahısların TİKKO örgütü mensupları olduğu, terörist oldukları yönünde savunmalar yapıyordu. İçişleri bakanı yine o şekilde savunmalar yapıyordu. Bunlar gazetelere falan yansıdı. Biz bunu mahkemelerde dile getirdik, yani bir insanın TİKKO örgütü üyesi olması, veya eyleme gidiyor olması dahi (ki böyle bir durum yok), o şahsın öldürülmesini gerektirmez. Polisin görevi yakalamak ve adli organlara teslim etmektir. Eğer adli organlar bu şahsın idam cezasını gerektiren bir fiili varsa, gereken cezayı verirler. Yasamızda idam cezası da mevcut. Sonuçta bu polisin kendi tepkisi, devlet bunun önemini kendi idari tahkikatıyla almadığı için yani devlet caydırıcı olmadığı için bu tür olaylar artarak devam ediyor.

BARİKAT: Düzen ve insan ilişkilerinin kokuşmuş olduğu bir ortamda, insanlık onuru adına verdiğiniz mücadelede başarılar diliyor ve teşekür ediyoruz.
M ALİ KIRDÖK: Ben teşekkür ederim.

BARİKAT: Her geçen gün insanlık dışı uygulamalara sahne olan ülkemizde, 22 Mart 1994 günü, bu uygulamaların çarpıcı bir örneğini yaşadık, Newroz kutlamaları sonucunda gözaltına alınan Velat Han Gülşenoğlu'nun yaşadığı bu çarpıcı örneği bize anlatır mısınız?
EREN KESKİN: Olay 22 Mart günü cereyan ediyor. Söz konusu Velat Han Gülşenoğlu iddia edildiğine göre Newroz eylemi sonrasında gözaltına alınıp Kasımpaşa Karakolu'na götürülüyor. Karakolda bir trafik polisi üzerini ararken Velat'ın belindeki silahı çektiği bunun üzerine polisin ondan önce davranıp Velat'ı yaraladığı iddia ediliyor. Şimdi bir kere ben Velat'ı yakından tanıyorum.Velat'ın abisi yakın arkadaşım olduğundan Velat'ı çocukluğundan beri bilirim. Velat henüz 17 yaşlarında genç bir üniversite öğrencisi. İşin garipliği bir eyleme gelen insanın, her an gözaltı gibi bir olasılık olduğu için belinde silahla gelmesi mantıklı bir olay değil. Üstelik, bu kişi bu yıl üniversiteye başlayan 17 yaşındaki bir genç. Kurşunla yaralandıktan 45 dakika sonda hastaneye götürülüyor. Hastaneye götürüldükten sonra neler olduğunu biliyoruz. Çok zorda kalmadıkça isminin açıklanmasını istemeyen bu kişi bizi telefonla aradı. Bu kişinin anlattığına göre yaralı halde olan Velat hastaneye bir arabanın bagajında getiriliyor. İte kaka merdivenlerden "hadi yürü" diye çıkartılıyor. Velat hastaneye getirildiğinde zaten durumu çok kötüymüş, ölmek üzereymiş. Ve bu halde Velat hastahanenin bir köşesinde 15 dakika hiçbir tıbbi müdahale yapılmadan bekletiliyor, ve orada ölüyor. Trafik polisinin Velat'ın silahını çekmeye davrandığında kazara vurduğu söyleniyor. Ama adli tıptan öğrenebildiğimiz kadarıyla Velat diz çöktürülmüş vaziyette kurşun boynundan girip kulağının arkasından çıkmış. Bu da olayın kazara olmadığını gösteriyor.

BARİKAT: Yani olayın Trafik polisi tarafından yapıldığı iddia ediliyor.
EREN KESKİN: Şimdi önce şu noktalar var. Biz olaydan sonra dört avukat birlikte Kaşımpaşa Karakolu'na gittik. Kasımpaşa Karakolu'nun komseri bizi görünce paniğe kapıldı, olayı nasıl anlatacağını şaşırdı. Ve şöyle komik bir durum ortaya çıktı. Komserin söylediğine göre olay burada oluyor fakat olay esnasında bizim karakolda hiçbir polis yoktu diyor. Nasıl bir karakol polissiz olur o bir kere hiç inandırıcı değil. İşte arama esnasında Velat'ın silahı olduğunun ve silahını çekmeye davrandığını görünce o sırada kazara vurmuş. Trafik polisi karakolda rahat rahat bir üst araması yapıyorsa, adam vuruyorsa bu büyük bir sorumluluktur. Trafik polisinin karakolun içinde üst arama yetkisi zaten yoktur. Henüz dava açılmadığından dosyayı tam göremiyoruz. Bu nedenle gerçekten Trafik polisi midir Velat'ın katili bilemiyorum.

BARİKAT: Onlar bu şekilde iddiada bulunuyorlar. Peki sizin bu konudaki düşünceleriniz nedir?
EREN KESKİN: Olay açık bir infaz. Ben üzerinde silah falan olduğuna hiç inanmıyorum. Onunla birlikte gözaltında olan kişilerle görüşmeye çalışıyoruz. Eğer onlarla görüşebilirsek olay daha açıklığa kavuşacak.

BARİKAT: Şu anda Türkiye'de yargısız infazlar çok açık bir şekilde yapılıyor. Bunun herhangi bir hukuksal dayanağı var mı? Yoksa kendileri uydurma dayanaklar mı yaratıyorlar?
EREN KESKİN: Şöyle söyleyeyim. Türkiye'de her şey yasal kılıfına uydurularak yapılıyor. Bir kere terörle mücadele yasası açıkca polisi koruyor. Polis vazife ve selahiyetleri yasası da çok açık bir biçimde polise geniş yetkiler veriyor. O nedenle çok kolay sahte tutanaklar düzenleyerek yasal kılıfına uydurabiliyorlar. Özellikle terörle mücadele yasasında çok ağır hükümler getirildi polis tarafından. O nedenle yasal kılıfına uyduruyorlar diyeyim, yasal dayanağı var demeyim de.
BARİKAT:Bu ve bunun gibi insanlık dışı uygulamalara karşı hukuk savaşında size başarılar dileriz. Çok teşekkür ederiz.


BARİKAT: Bilindiği gibi son yıllarda "Yargısız İnfaz" denilen bir kavram ortaya çıktı ve gün geçtikçe sayıları artıyor. Bunlardan biri de 13 Ağustos 1993 günü saat 12:00 civarında Perpa İş Merkezi'nde, Devrimci-Sol üyesi oldukları öne sürülen 5 kişinin "Yargısız infazı"ydı. Olayı bize anlatırmısınız?
HALKIN HUKUK BÜROSU (Av. Ümran Gün): Yargılı veya yargısız infaz, yani kavram ne olursa olsun aslında anlatılmak istenen şey aynı. Herhangi bir hukuk kuralının ya da yasanın gerektirdiği şartlara uyulmaksızın güvenlik güçlerince insanların katledilmesi olayını anlatıyor. Bugüne kadar yapılan infazların genel boyutu şu meşruluğa vardırılmak istendi devlet güvenlik güçlerince, "söz konusu kişiler örgüt üyesi, teslim ol çağrısına karşılık verildiği için çıkan çatışmada öldürüldüler" noktasıydı. Fakat daha önce yaşanan infazlar olsun, sizin sorduğunuz Perpa olayı olsun, olayın öyle olmadığını ortaya koymuş durumda. Yani adı geçen, öldürülen şahısların siyasi kimliğinin ne olduğu da çok fazla önemli değil aslında bir infaz olayında. Çoğu zaman zaten öldürdükleri kişinin kimler olduğu da bilinmemektedirler. Örgüt üyesi öldürüldü deniyor ama günlerce kimlikleri dahi açıklanamıyor. Bu yanıyla "söz konusu öldürülen şahısların örgüt üyesi oldukları" açıklamaları genellikle sorumluluktan kurtulmaya yönelik bir çaba olarak kalıyor. Perpa olayında da örneğin yapılan açıklamalar ilk başta aynıydı, Devrimci-Sol'dan elemanların Perpa'da bulunduğu, çatışma çıktığı, sonuçta 5 kişinin öldüğü noktasındaydı. Fakat bu operasyonda basına yansıyan görüntüler oldu, sesler oldu; onlarda dahi çok çeşitli şüpheler uyandı. Çünkü yeterli bir teslim ol çağrısı yapılıp-yapılmadığı dahi şüpheli. Artı bir silahlı çatışmanın olduğu konusunda ciddi şüpheler oluşuyordu. Bu sadece gördüğümüz görüntülerle sınırlı kalmıyor. Aynı zamanda olay sonrası, olayın cereyan ettiği yere gidildiğinde karşılaşılan deliller, bulgular da bu şüpheyi arttırıyor. Nitekim pek çok sayıda kovan kullanıldığı belirtiliyor, karşılıklı çatışma olduğu için. Fakat olay yerinde yapılan incelemelerde, daha çok kullanılan mermilerin kafeteryanın dışından içeriye girdiği tesbit edilmiştir. Nitekim bu o dönemde basına duyurulmuştu. Bir takım "polisiye tedbirler" alınmıştı, infazın üzerinin örtülmesi için. Örneğin kafeteryanın camları anında değiştirilmişti. Oysa bu çok ciddi bir delildi. Yani kurşunların içeriden-dışarıdan çıkışlarını tespit açısından önemliydi. İnsanların nerelerde mevzilendiğini ve hangi kurşunlardan yara alıp öldüklerini tespit etmek açısından önemliydi. Fakat dediğim gibi deliller önemli ölçüde ortadan kaldırılmıştı. Bu şu yanıyla biraz kamuoyuna mal oldu
-aslında olmaması gereken bir yan bizce- söz konusu kişilerin örgüt üyesi olmadıkları konusunda kamuoyunda ciddi bir belirti oldu. Gerek öldürülen Selma Çıtak'ın ailesinin televizyondaki söylemleri, gerek olayın geçtiği yerin herkesin uğrayabileceği bir kafeterya olması bunu biraz kamuoyuna maletti. Yani bir yargısız infaz diye tabir edilen olayın kamuoyunca biraz daha sorgulanmasına neden oldu. Ama demin de belirttiğim gibi öldürme, katletme olaylarında belirleyici olacak şey öldürülen kişinin siyasi kimliği ya da herhangi bir kimliği olmamalı. Ortada devletçe, yaşam hakkına gereken önemin verilmemesi durumu sözkonusu. Pek çok infaz olayında şu tartışmalar yürütülmüştür. Öldürme dışında sağ yakalamanın koşulları nekadar zorlandı? Perpa'da da bunu sorduğumuzda öldürme dışında ele geçirmenin hiçbir koşulu zorlanmamıştı. Bu insanlar kaçabilir miydi noktasında sorgulama yaptığımızda kaçmaları mümkün değildi. Bunu sıradan insan dahi söyleyebilir. Çünkü çok yüksek bir binanın bilmem kaçıncı katındaki bir kafeteryanın giriş çıkışları sınırlı sayıdadır. Tutulduğu andan itibaren kaçmaları sözkonusu değildir. Artı polisin oraya herhangi bir kimlikle girmesi de çok kolaydı. Yani sivil giyim altında, müşteri kılığı altında girerek olayları denetim altına alması da mümkünken bu yollarda tercih edilmedi. Ya da dışarıya servisler yapması sözkonusu kafeteryanın böylesi bir metodla mesala paket servisi istendiğinde öldürülenlerden biri de kafeteryanın sahibi, onun dışarıya çıkması vesaire sözkonusu olabilirdi. Bu gibi yöntemler hiç denenmemişti. Daha önceki olaylarda da olduğu üzere işin kolayı seçildi. Klasik bir teslim ol çağırısı ya yapılmış ya yapılmamıştır. Ama dediğim gibi televizyona yansıyan görüntülerden bir teslim ol çağrısı yapılmadığı, artı teslim olmanın koşulları yaratılmadan zaten bir infazın gerçekleştirildiği görülüyor. Perpa olayı aslında bu yanıyla üzerinde durulması gereken bir olay. Bazı şeylerin kamuoyu gözünde anlaşılır olmasını sağladı. Daha öncede yargılı-yargısız infaz kavramları geçiyordu da, çoğu insan bunun nasıl cereyan ettiğini bilemeyecek durumdaydı. Ama bir Perpa olayı katliamların nasıl olduğunu biraz net bir şekilde göstermiş oldu. Bir bu yanıyla bir de bundan sonraki süreçte devlet terörünün artık sadece örgüt üyelerini değil sıradan insanları da vuracağını göstermesi yanından önemli.

BARİKAT: Olayın yargısız infaz olduğunu gösteren kanıtlar nelerdir?
H.H.B (Av. Ümran Gün): Şimdi onları şöyle sıralayalım. Deminki konuşmalarım arasında da geçti. Basından öğrendiğimiz kadarıyla bir inceleme heyeti olay yaşandıktan sonra olay yerine gitmişti. Şu bulgular tespit edilmişti. Dükkan küçük bir kafeterya, giriş çıkışlar bellidir. Artı en önemlisi maktüllere ait bir silahın hemen basına gösterilmemesi olayıdır. Bir senaryo hazırlandıktan sonra geç saatlerde basının alınması söz konusudur. Ve asıl önemlisi, içeriden dışarıya bir merminin atılması sözkonusu değildir. Bütün mermiler kafeteryanın dışından içeriye girmiş durumda. O yüzden de bütün camları hemen değiştirmişlerdi. Artı cesetlerin bulunduğu konumlar da önemli. Yani bir çatışma pozisyonu söz konusu değil, cesetlerin tamamının üstüste, yanyana bulunduğu şekilde. Yine o dönemde esnafların konuşmaktan çekinmesi sözkonusu. Yani bir ateş içinde kalan diğer insanlar var arada, kazara kurtulanlar var, neredeyse başka insanlar ölecekti. Artı bu operasyonda bir insanın kaybolması olayı da yaşandı. Erdoğan Şakar, belki hatırlarsınız. Orada olduğu bilinen, söylenen bu insan operasyondan sonra kaybedildi, yok oldu. Halen bu insanın akibeti konusunda bir bilgi yok. Genel hatlarıyla bunlar.

BARİKAT: Kafede çalışan Selma Çıtlak'ın sağ olarak ele geçirilmesi söz konusu, ama sonradan merdivenden inerken öldürülmesi olayı var.
H.H.B (Av. Ümran Gün): Şimdi onlar da bizim ilk aldığımız duyumlardı. Ama insanların korkması, konuşmaması durumu var. Otopsi tutanaklarına da baktığımızda pek bir şey anlayamıyoruz. Genel şeyler, iç kanama, beyin kanaması ... vs. gibi. İç organ delinmesinden kaynaklanan iç ve dış kanamalar. Kafatası kırıklarıyla beyin kanaması, beyin dokusu harabiyeti sonucu ölüm. Mermilerin isabet ettiği bölgeler de çok önemli. Genellikle mermilerle öldürücü bölgeler de karşılaşıyoruz. Polis vazife ve selahiyetleri yasasına olsun, ya da polise silah kullanma yetkisi veren diğer iç düzenlemeler e göre olsun, zorunlu kaldığı hallerde polisin kişiyi hedef alırken öldürücü olmayan bölgelere ateş açması gerekir. Bu meşru müdafaayı anlatmaya çalışıyor. Polis kendince, "Bunu meşru müdafaa durumunda kaldım, işte o yüzden beni öldürme kastı ile hareket edene karşı kendimi korudum ve sonuçta öldü" gibi gerekçeler gösteriyor. İşte yargısız infazlarda karşılaşılan durum bu. Öldürücü bölgelere ateş edilmemesi durumu çok istisna. Tüm operasyonlarda, tüm infazlarda insanların vücudunun tamamı taranıyor, yani ayak parmaklarından başlıyor başına kadar onlarca mermi yağmış oluyor. Örneğin 16-17 Nisan operasyonlarında olduğu gibi.

BARİKAT: Olaydan bugüne değin ne gibi hukuksal girişimlerde bulundunuz, sonuç nedir?
H.H.B (Av. Ümran Gün): Biz hukuk bürosu olarak olay yaşandığı andan itibaren olay yerine gitmeye, oradan bilgiler almaya çalıştık. Fakat olayı sınırlı sayıda duyarlı avukatın uğraşısı olarak bırakmak istemedik. Gerek İHD, gerek ÇHD olsun, başvurular yapıldı. Yani genelde insan haklarına duyarlı kurumların harekete geçmesini istedik. Ve nitekim bunu başardık. İHD, ÇHD, Özgür-DER, TİYAD'dan oluşan heyetler olay yerinde incelemelerde bulundu. İlk etapta konuyu en açık şekilde kamuoyuna duyurmaya çalıştık. Ve önemli ölçüde kamuoyunun gündemini meşgul ettik. Onun dışında da infazı gerçekleştirenlerin yargılanması konusunda yine suç duyurusu yaptık. Ama henüz dava açılmadı soruşturma sürüyor.
ÇHD İstanbul Şubesi olarak olayla ilgili soruşturmaya gittiğimizde karşılaştığımız tablo oldukça ilginçti. "Günlerdir kamuoyunu, basını, parlementoyu böylesine meşgul eden böyle bir katliama ilişkin herhangi bir hazırlık evrakı dahi açılmamıştı. Yani herhangi bir soruşturma yoktu. Ve inanıyoruz ki avukatlar topluca suç duyurusunda bulunmasaydık suç duyurusu dilekçemizi savcıya kabul ettirmemiz dahi güç olacaktı. Savcının ilk tepki ve tutumları bunu açıkca gösteriyordu.

BARİKAT: Bir de 30 Nisan 1993 günü Uğur Yaşar Kılıç ve Şengül Yıldıran adlı iki üniversite öğrencisinin "yargısız infaz" edilmesi vardı. Onların yaşamış olduğu bu hukuk-dışı olayın hukuki takipçisi olarak, siz ne diyorsunuz?
H.H.B (Av. Ümran Gün): Olay açık bir infaz, açık bir katliam. Bu olaydan tesadüfen kurtulan bir insan var. Ergül Uzundiz. Bu kişinin anlatımları tüyler ürpertici şeklide olayı açıklığa kavuşturuyor. Sonuçta infazın gerçekleştirildiği ev bir öğrenci evidir. Öğrenciler kendi kimlikleriyle evi tutmuşlardır. Herkesin bildiği öğrencilerdir o çevrede. Gerek Uğur'u gerek Şengül'ü kendi okullarında tanımayan insan yok gibidir. Bu olayın hukuki tanımı tek kelimeyle katliam ya da infazdır. Yani bunu yaşam hakkının sona erdirilmesi...vs. gibi tanımlamak soyut kaçıyor. Yaşanılan katliamdır. Bunu emniyet istediği kadar meşru müdafaa yaptık, yani çatışma çıktı, çatışma sonucu öldürdük dese de üzeri balçıkla sıvanamayacak, açık bir infazdır! Şuna da değinmek istiyorum; bu olay kamuoyu vicdanında da yer etti. Orada öldürülenler öğrenciydi, bir gün sonraki 1 Mayıs için hazırlanan öğrencilerdi. Kendi pankartıyla, sloganıyla yürümek istiyorlardı, son hazırlıklarını yapıyorlardı, ama katledildiler. Ergül Uzundiz, olayın tek tanığı olduğu için halen cezaevinde, bir örgüt üyesi muamelesi görmeye devam ediyor. Çünkü aksi durum infazın kabulü anlamına gelecektir. Yani bugün Ergül'ün cezaevinde kalmaması, yani örgüt üyesi olduğuna dair şüphenin giderildiği noktasında karar verilmesi, Uğur'la Şengül'ün katledildiğini kabul etmek anlamına gelecektir. O yüzden şu an halen cezaevinde Ergül.

BARİKAT: Uğur'la, Şengül'ün tek suçları düşünen-sorgulayan üniversite öğrencileri olmalarıydı. Bu da devletin artık en küçük bir toplumsal muhalefete bile tahammül edemediğini mi gösteriyor, yoksa?
H.H.B (Av. Ümran Gün): Elbette. Yani suç kavramıyla açıklamaya çalışırsak, en fazla işledikleri "suç"; akademik-demokratik bir üniversite mücadelesi sürdürmeleri, toplumsal muhalefetin bir yerinde yer almalarıdır. O zaman neden bu insanlara yönelindi sorusu geliyor akla. Sorunun cevabı da çok uzakta değil. En küçük talebe, muhalefete karşı gözdağı verilmesidir aslında. İnsanların en ufak bir kıpırdanışa gitmemesi yönünde verilen bir mesajdır. Ama gerek Uğur ve Şengül'ün katledilmesi olsun, gerekse diğer infazlar olsun, sonuçta bunun bu tip infazlarla önlenemeyeceğini gösterdi. Dün Uğur-Şengül forumlarda konuşuyorlardı, bugün onların yerini başkaları doldurdular. Yani bir gözdağı provasıydı, ama tutmuyor, tutmaz da!

BARİKAT: Güvenlik güçleri her yargısız infazdan sonra "Bir ihbarı değerlendirdik, teslim ol çağrısına teröristler ateşle karşılık verdi..."gibi alışıla gelmiş açıklamalarda bulunuyor. İçeridekiler "terörist" bile olsalar, mevcut hukuk düzeni, güvenlik güçlerine "yargısız infaz" hakkını tanıyor mu? Bir hukukçu olarak siz ne düşünüyorsunuz?
H.H.B (Av. Ümran Gün): İçerdekiler örgüt üyesi olsalar, hatta kanlı katiller olsalar, bilmem kaç kişinin katili diye lanse edilmiş adli suçlular olsa bile; yasalar, hukuk polise adam öldürme yetkisi tanımıyor. Açıkça tanımıyor fakat, TC Anayasası'ndan başlamak üzere bir takım düzenlemelerde açık kapılar da bulunuyor Örneğin Anayasa'da yaşam hakkının düzenlendiği 17. maddenin 4. fıkrasında, yaşam hakkının ortadan kaldırılabileceği durumlar sayılır. Bu konuda takdiri kullanacak polis olunca, ve bu ülkemiz polisi olunca çok rahat adam öldürme olayları yaşanabiliyor. Polis vazife ve selahiyetleri yasası'nda da benzeri düzenleme var. Yani silah kullanma yetkisini tanıyan madde var bu yasada. Her ne kadar bu yasada öldürme yetkisi açıkça tanınmıyorsa da, düzenleniş şekli polisin yorumuna, takdirine bırakıldığı için yine bir adam öldürme olayı çok rahatlıkla gerçekleşebiliyor. Ama aslında bir yorum, niyet sorunu. Eğer devletin güvenlik güçlerinde ille de sağ yakalayacağım niyeti olsa, sağ yakalama konusunda binbir türlü yöntem bulunur. Niyet öldürmek olunca, yasa da kendilerine göre yorumlanıyor.
Bütün insan hakları alanında yapılan uluslararası sözleşmelere Türkiye imza atıyor. Çekinceli veya çekincesiz. Şöyle bir sözleşmede Türkiye tarafından imzalanmış. Bir Birleşmiş Milletler Sözleşmesi bu. Bu sözleşmeye göre; devlet toplu katliam, infaz yapmama yükümlülüğü altına giriyor. Artı sözleşme bu yükümlülüğü getirirken, devletin kendi personelini eğitme ve bu noktada ceza vermesini de düzenliyor. Yani devlet infazın, katliamın gerçekleştirilmemesi noktasında çeşitli görevlerle donatılıyor. Herhangi bir menfaat, kamu menfaatı v.s. buna gerekçe yapılamaz deniliyor. Bu sözleşme de TC. için bağlayıcılık taşıdığı halde infazlar peş peşe geliyor. Burada anlatmaya çalıştığım şey; dışarıda bir demokrat ülke görüntüsü yaratmaya çalışırken, içeride ise infazlara devam ediliyor. Bu konuda bir örnek vermek istiyorum; işkence olayı sıkça yaşanır. Ülkemizde günlük yaşamın nerdeyse bir parçası haline gelmiş durumda. Bu konudaki bütün sözleşmeleri de imzalamıştır Türkiye, hatta yapılan sözleşmelere ilk imzayı atmış bir ülkedir. Ama bakıyorsunuz, her sıradan karakolda dahi işkence yapılabiliyor.

BARİKAT: Sizler hukukçular olarak bu yargısız infazlara, katliamlara karşı bilinçli bir kamuoyu oluşturmak için neler yapıyorsunuz? Yapılan girişimlerden elde edilen sonuçlar yeterince kitlelere yansıtılabiliniyor mu? Mesela Uğur'la Şengül olayındaki son durum nedir?
H.H.B (Av. Ümran Gün): Hukukçular olarak çok fazla birşey yapabildiğimiz söylenemez. Çünkü toplumdaki genel duyarsızlık, hukukçular arasında da mevcut. İstanbul barosuna kayıtlı en az 12.000 avukat var. Ya da avukatların dışında konuya duyarlı olabilecek olayı soruşturabilecek savcı ve hakimler var. Önce avukatlardan başlayalım. 12.000'e yakın avukat olmasına rağmen, olaylarda sorumluluk gösteren, uğraşan avukat sayısı ne yazık ki çok az. İşte en son avukatların bir örgütlülüğü olarak ÇHD 1-1,5 yıldır kurulmuş durumda ve gerçekten bu konuda duyarlılık gösteren bir kurum. Ama yine de, genel avukatlar kitlesini harekete geçiremediği için eksik kalıyor. Fakat ÇHD'nin şu ana kadar yaptığı çalışmalar bile, gerek Perpa'da olsun, gerekse Uğur ve Şengül olayında olsun yaşanılan infazların boyutunu kamuoyuna yansıtmak bakımından gerçekten çok önemli işleve sahip oldu. Yani henüz geniş avukat kitlesiyle yapılmadığı halde, bir takım gerçekler istenildiğinde, duyarlılık gösterildiğinde kamuoyuna yansıtılabiliniyor. Bu yanıyla avukat kitlesinin ciddi bir duyarsızlık içinde olduğunu düşünüyorum. Tabii bunları harekete geçirecek olan da, bu duyarlı olan kesimdir. Nitekim ÇHD (Çağdaş Hukukçular Derneği)'nin de, HHB (Halkın Hukuk Bürosu)'nun da yapmaya çalıştığı da bu zaten.
İnfazlara duyarlılık gösterdiğimizde, uğraştığımızda, takipçiliğini yaptığımızda biz belirli sonuçlar alabildik. Fakat bunlarda sınırlı sonuçlardır. Örneğin soruşturmaların açılması, davaların başlatılması...vs. noktasında. Ancak gerek geçmişte gerekse 89'lardan bugüne kadar gerçekleşen infazlarda henüz bir sonuç alabilmiş değiliz. O da şundan kaynaklı ilk etapta yargılamaların sürdüğü mahkemelerdeki savcı ve hakimlerin davalara yaklaşımı. Çünkü daha iddianameler hazırlanırken bile meşru müdafaa sınırları içinde kalındığı belirtilerek iddianameler düzenleniyor. Yani bir adam öldürme kastı hiç tartışma konusu bile edilmiyor. Mahkemelerin ve savcıların yaklaşımı bu olunca, yararlanan polislerin rahatlıkları sözkonusu oluyor. Uzunca bir süre duruşmalara gelip ifade vermemeleri, polise gösterilen bazı imtiyazları gösteriyor. Örneğin başta terörle mücadele yasasında tutuklanmamaları gibi bir hüküm var. Her ne kadar bu hüküm iptal edildiyse de, yine yargılamayı sürdüren hakim ve savcıların tutumları nedeniyle hiçbir zaman tutuklanmadılar. İsimlerinin basına yansıması, fotoğrafların çekilmesi yasaklanıyor. Gizli duruşma yapılması hemen mahkemece kabul ediliyor. Bu tip yaklaşımlar nedeniyle, yargılamalar uzun sürüyor. Uzun sürse de kısa sürse de ortaya ne çıkar, bir de o önemli.Meşru müdafaa kapsamında açılan bir davadan çok fazla birşey çıkmıyor. 80 sonrası yaşanılan bir örnek vardı; Ahmet Karlangaç'ın-gerçi işkencede öldürülmüştü- işkencede öldürülmesi sabit olmasına rağmen davası 7-8 yıl sürdü, sonuçta beraatle sonuçlandı. Yani demek istiyorum ki bu tip davalardan çok fazla bir sonuç beklemiyoruz, ama karamsar da değiliz. Şöyle ki; yargı yollarının tüketilmesi olayı var ülkemizde. İşte mahkeme, temyiz v.s. aşamalarının sonuçlanmasından sonra -tabii bu yıllarca sürüyor- Avrupa İnsan Hakları Konseyi'ne bir başvuru imkânını ülkemizde son dönem uygulamaya koymuş bulunuyor hukukçular. Biz bu imkanı kullanıyoruz. Makul sürede açılmayan davalarda da bu yola başvuruyoruz. Orada bir mahkumiyet kararı çıkarmak mümkün değil, ama orada bir devletin yargılanması sözkonusu. Yapılanın, bir katliamın kabulü söz konusu. Bunu da şu an için gerek hukukçular açısından, gerekse kamuoyu vicdanı açısından olumlu buluyoruz.
Uğur'la Şengül olayında henüz soruşturma sürüyor. Henüz dava açılmadı. Demin de belirttiğim gibi, makul sürede dava açılmadığı takdirde, Avrupa İnsan Hakları Konseyi'ne kişisel başvuruda bulunacağız.


BARİKAT: Ülkemizde yargısız infazların olmadığı günleri görmek dileğiyle, çok teşekkür ediyoruz.
H.H.B (Av. Ümran Gün): Aynı dileği bende paylaşıyorum. Ben teşekkür ederim.


 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92