Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Bir seçim daha sona erdi. Artık epey oluyor, unutuldu bile. Pop-Caz Arabesk karışımı şarkılarıyla, olağanüstü gürültüsüyle, işportavari reklam numaralarıyla her şey geride kaldı. Kenarına "dürüst başkan" sloganları iliştirilmiş ebleh suratlar şimdi duvarlardan kenti seyrediyorlar, çoğuna çocuklar sakal bıyık yaptılar zaten, komediyi belki biraz daha vurgulamak için...
Şimdi, yeniden darbe sendromlarındayız. Ekonomik paketler açıldı, açılıyor. Zamlar yağdı ve yağmaya devam edecek. Ama esas unsur bir şeylerin pahalı hale gelmesi değil. Paket ve sonrası daha ağır koşulları getiriyor, ekonomik istikarsızlık politik istikrarsızlığı doğurup getiriyor ya da hepsi birbirine ekleniyor.
Süleyman Demirel, Güreş'in süresinin uzatılmasına ilişkin tartışmada, "orduda herkesin yedeği vardır" diyor. Güreş'in yanıtı çok çarpıcı ve belki de TC dediğimiz o şeyin bir özetini veriyor: "Evet, siviller için de öyle..."
Seçimler sona erdi... Epey oluyor ama doğrusu, kimse bu işten pek birşey anlayamadı.
Seçim dediğiniz şeyde çok kazananlar ve çok kaybedenler olur, büyük zaferler, büyük hezimetler olur... Gerçi, kazananlar yok değil, hatta 27 Mart'ı bayram ilan edeneler de var; kaybedenler de yok değil; ama yine de bir durgunluk...
Düzen savunucularının kılıfları gerçi hazırdır; bu seçimlerin genel seçimler olmadığı söylenir hemen ama gerçekliğin böyle olmadığını hepimiz biliriz. Durum ne olursa olsun, her seçim, insan yığınlarının o andaki politik duruşu üzerine bir fikir verir. Kuşkusuz bu yığınlar, sınıflara bölünmüş yığınlardır, hatta sonuç itibariyla tek tek insanlardan oluşurlar; milyonlarca insan çeşitli duygu ve düşüncelerle, çeşitli konumlanış biçimlerinin etkileriyle davranır ve sonuçta ortaya bir toplam çıkar. Ama bu toplam da bir şey ifade eder ve bugün ifade ettiği somut olgu çok nettir: %20'yi aşmayan bir boy sırası...
Tartışma daha sürüyor ve sürecek. 94 Türkiye'sinde hayat çok hızlı akıyor, her gün sürece yeni unsurlar katılıyor. Hatta artık Türkiye'nin parlamenter maskeli faşizm döneminin sonuna doğru yaklaştığı söylenebilir. Böyle henüz durulmamış -ve durulma eğilimi hiç olmayan- bir ortamda olayları yorumlayabilmek; sonuçların bütün bileşenlerini bir çırpıda yakalayıvermek oldukça zordur. Çünkü yapılan, yapılması gereken şey ne basit bir seçim yorumu ne de salt paket sonrası gelişmelerin tekil olarak ele alınmasıdır, başlayıp biten bir şey yoktur. Bir zincir gibi birbirine eklenip giden bir dizi halka sözkonusudur ve bunlar dünden gelip bugüne aktıkları gibi yarına dönük yeni halkalar da oluşturmaktadırlar. Aynı anda hepsini birden elde tutabilmek bu noktada gerçek bir güçlüktür.
Ama yine de, belki biraz savruk bir yazı üslubunun arkasına sığınarak ve belirli noktaları özel olarak seçerek, daha çok kendimize yönelik uyarı halkalırını tutabiliriz.


DOĞRU-DÜRÜST BİR BOYKOT...
İLK KEZ!

Bu seçimin belki de en çarpıcı yanlarından biri, devletin ve özel bilgi araçlarının garip haber anlayışı yada taktiğiydi. İlk kez bu seçimlerde, normal "seçim sonuçları"nda hep verilen bir bilgi kategorisinin atlandığına, yok sayıldığına tanık olundu. "Toplam Seçmen Sayısı" ile "Oyların Partilere Göre Dağılımı" spotları arasında yer alması gereken "Kullanılan Oy Sayısı/Geçersiz Oy Sayısı" kategorisi ortadan kaybolmuştu... Bütün TV kanalları ve yorumcular da ustalıkla geçiştirdiler bu durumu.
Oysa tam orada, o noktada, bir halkın iradesi ve genel olarak ülkedeki duyarlı insanların (zayıf ya da güçlü) tavrı duruyordu ve görünen manzara içinde hiç de önemsiz bir ayrıntı değildi. Kimi yerlerde boykot %70'e dek vurabiliyordu. Bir çok yerde de (özellikle Kürdistan illerinde) Özgür Gündem'in o günlerdeki alaylı deyimiyle en büyük parti "Boykot Partisi"ydi. Düzen partilerinin hiç birinin %15-20'yi aşamadığı yerlerde boykotun %35-40 oranlarına yaklaşması ciddi bir olguydu. Ovacık gibi örneklerde ise 50-60 oyla MHP adayının "seçilmesi(!)" işi iyice komedi düzeyine kaydırıyordu.
Esasında her seçimde geçersiz oyların ya da kullanılmayan oyların ne kadarının politik ilgisizliğe, ne kadarının boykota denk düştüğü ayrıca ilgisizlik ile boykotun nasıl ve ne ölçüde örtüşebildiği hep tartışılmıştır ve tartışılır. Salt rakamlar üzerinden gidilerek çok karamsar tablolar üretildiği olur ya da abartılı boykot zaferleri ilan edilebilir. Ama, herhalde ilk kez bu seçimlerde sorun o denli karmaşık değildir, en azından bu kez daha iyi ölçütlere sahip olunduğu söylenebilir.
Sonuç olarak, ne kadar üstü örtülmeye çalışılırsa çalışılsın bu kez çok ciddi bir boykotun yaşandığı bir gerçektir. Şüphesiz bu boykotta, Türkiye devrimci hareketinin etkinlik payının çok sınırlı olduğu olayın esas olarak PKK tarafından organize edildiği hemen vurgulanmalıdır. Ama yine de bazı istisnalar dışında bütün solda bu konuya ilişkin bir tutum birliğinin yaşanmış olması önemlidir. Somut kampanyalara dönüşmemiş de olsa, tavır saptanışı anlamında özdeşlikler yakalanması olumlu haneye yazılabilir.


KÜÇÜK PASTA DİLİMLERİ: BİR BAŞKA BOYKOT BİÇİMİ Mİ?
Ama herşeyi sandığa gitmeyen, ya da gidip bir biçimde geçersiz oy kullanan insanların sayısıyla ilgili olarak düşünmek bir eksikliktir. Bunun dışında, ancak genel manzaraya bakınca sezilebilen bir başka tavırdan, bir protesto biçiminden sözedilebilir. Ve işin doğrusu, eğer böyle bir protesto tarzından sözedilebilirse, bunun, devrimci güçlerin etkisi ya da direktifiyle gerçekleşmediğini de eklemek gerekir. Kitlelerin çok çeşitli etkiler altında eğilip bükülen davranışları böyle bir sonuca yol açmıştır.
Seçimler bittiğinde ekranlarda beliren pasta dilimleri bunun somut bir ifadesi olmuştur. Gerçekten de bu pasta dilimlerinin gösterdiği manzara, artık 50'li, 60'lı yılların hatta 70'lerin, 80'lerin bir daha geri gelmemek üzere geçip gittiğini, kimsenin %20'yi aşamadığı bir kaosun kronikleştiğini ortaya seriyordu. Tükenmiş umutların posası yansıyordu ekrana...
Bu anlamda da seçimin asıl sonuçlarından biri ülkedeki korkunç güven bunalımının açığa çıkmasıydı. Son yıllarda fularlı hanımefendilerden ikinci baskı karaoğlanlara kadar herkes denenmiş, gençleştirme operasyonları birbirini izlemiş, her türden şirinlik numarası uygulanmış ama hiç biri bir işe yaramamıştı. O bir zamanlar çok ilgi çeken Amerikanvari seçim kampanyaları da artık eski gücünü yitirmişti.
Zafersiz seçimler ya da sonuç yaratmayan zaferler! Bugünkü tablonun gerçeği budur. Kimse içine sinecek bir zafer kazanamıyor, boy sırasında kimse çok üstlere çıkıp belirli bir süre ülkeyi yönetebilecek seviyeye gelemiyor, büyük bir güvensizliği kimse kıramıyor.
Düzen, yıldızlar da üretemiyor artık. Bu, kanıtlanmıştır.
Kendi kadrosu içinden üretip çıkardığı son yıldızlar da işe yaramamıştır. Daha da kötüsü şudur: Bugün mevcut burjuva politikacılarından en kalburüstü yüzelli kişiyi eleyip liste çıkardığımızda da, böyle bir liste içinde öne sürülse fırtına yaratacak büyük ve gizli bir yetenek görülmüyor. Ve zaten böyle bir yeni "Türk Büyüğü"ne parlama şansı verecek ekonomik-siyasal imkânlar da bugün bulunmamaktadır. Her şey öylesine berbat bir durumdadır ki, mevcut gübre yığını üzerinde herhangi bir yıldızın bir şekilde parlaması olanaksız görünmektedir.
İşbilir genç yıldızlar dönemi ve onların içinde davranabileceği geniş çerçeveler dönemi kapanmıştır. SHP, "projecilik-mühendislik" modasına uyarak kaydığı en geri noktada parti içindeki en parlak kadrosunu bulmuş, DYP ise Demirel sonrasının moloz yığınları içinden yapılabilecek en iyi seçimle Çiller'i tercih etmiştir. Ama sonuç yine de hazindir. Siyasal ve ekonomik olarak bir dönemin kapanmış olmasının en önemli etkeni kuşkusuz Kürt halkının direnişidir ama bunun yanında genelde emperyalist sistemin yaşadığı çöküntünün yanısımaları da önemli bir faktör olarak sayılmalıdır. Gitgide derinleşen kriz burjuva politikasının gözeneklerini tıkamaktadır.
Bu anlamda son yıldız olarak Özal'dan sözedilebilir. Kendi yeteneği bir yana, denk düştüğü konjonktür ve elindeki siyasal-ekonomik imkânlar itibarıyla da Özal, tekellerin kendi bağrından yetiştirdiği bir "has evlat" olarak sürece damgasını vurabilmiştir.
Mesut Yılmaz'ın ancak kötü bir versiyon olabilmesi doğrusu pek de onun kendi suçu değildir. Yani ANAP için yanlış bir tercihten sözedilemez; Mesut Yılmaz'ın yeteneksiz bir politikacı olduğu da söylenemez. Hatta diğer ANAP kalantorlarıyla kıyaslanınca 12 Eylül sonrasında birden ortaya çıkan genç prensler içindeki en yetenekli tip olduğu da söylenebilir. Ne var ki, süreç normal zaman ölçülerini aşan ivmesiyle ülkede sağda ya da solda yeralsın, bütün yetenekleri yıpratıp pörsütmekte, aciz ve yetersiz bırakmaktadır. Politikadaki seçenekleri azaltan, yapılabilecek değişiklikleri, hatta göz boyamaları, makyajları bile sınırlı şanslara endeksleyen siyasal-sosyal ortam, "Farklı" ve "yeni" bir çizgiyle ortaya atılmayı olağanüstü derecede güçleştirmektedir. Hükümet devirmeyi ve yeni hükümet kurmayı, bu işi yapanlar için de riskli kılan bir kaos, bir yönetme güçlüğü çok net olarak ortadadır.
Artık fırtına yaratılamıyor... Herkes ortalamayı oynuyor. Çünkü daha büyük bir fırtına herkesi savuruyor; daha doğrusu aslında doğudan ve batıdan esen iki farklı fırtına var, birleşip birbirlerinin şiddetini artırıyorlar. Doğudan esen, tam bir istikrarsızlığı ve siyasal tıkanıklığı dayatıyor, düzeni mali olarak da, politik seçenekler alanında da zorluyor. Batıdan ise uluslararası mali sistemin bunaltan rüzgarı esiyor, sürekli derinleşen bir krizi yaşayan Türkiye ekonomisi-siyaseti iyice savruluyor, iç düzenini günden güne yitiriyor ve hiç kimsenin içinden çıkamayacağı bir noktaya gidiyor. "Geniş tabanlı hükümet" "teknisyen hükümeti" türünden teoriler yeniden ortalığı kaplıyor.
Türkiye batmaz(!) Burjuvazi güven tazeliyor ya da mezarlık duvarında türkü söyleniyor. Aslında herkes çıkmazın çapını görüyor ve farkediyor.
Sonuç, sözel düzeyde nasıl açıklanırsa açıklansın, koca bir boşluktur... Devrimci hareketin halkı etkileyecek araçları ve gücü çok zayıf olduğu halde, çok heterojon bir kategori olan "seçmen" yığınları fiilen bir tavır koymuştur, sisteme güvensizliğini bir biçimde -ama en zayıf biçimde- ifade etmiştir. Tabii ki, "protesto" ya da "tavır" kavramları irade unsurunu içerdiği için bu duruma denk düşmemektedir, ama her ne olursa olsun ortada yine de bir duruş ve tutum vardır.


REFAH'IN YAKALADIĞI...
Ama bir başka ifade biçimi de var, çok önemli.
Seçimlerden hemen sonra -anımsanacaktır- en akıllı uslu lafları Mesut Yılmaz etmişti. ANAP grubundaki konuşmasında Yılmaz "sistem partileri kaybetmiştir" diye ilginç bir deyim kullanmıştı.
Biraz düzeltmek gerekiyor; "sistem partileri" değil aslında, gerçekte kaybedenler burjuva politikası terminolojisinde "merkez partileri" denilen, sistemi-düzeni simgeleyen partiler grubudur. "Merkez sağ" ve "Merkez sol" diye de tabir edilen bu küme bugün en çok güvensizliğe muhatap olan bloktur. Ve Refah'ınki bir kazançsa eğer -ki öyledir- bu kazanç esasen bir sistem partisi olduğu halde kendini düzenin dışında bir olgu gibi sunmaktaki başarısıyla doğru orantılı olarak gerçekleşmiştir.
Burada, hile-hurda tartışmalarının, çöplüklerde bulunan sarı zarfların o kadar da büyük önemi yoktur. Kuşkusuz Refah'ın organizasyon gücü biliniyor, örgütlenmesi için doğal mekanları, Camileri vb. kullanabilen Refah'ın bu organizasyonla çeşitli türden seçim hileleri yapabileceği çok kesindir. Sahte seçmen yazdırmaktan, ayrı semtlerde oy kullanmaya, hatta fiilen sandıkları değiştirmeye dek bir dizi yöntem herzamanki gibi uygulanmıştır ve bunları en iyi uygulayabilecek durumdaki parti de Refah'tır. Ve zaten sıkıntı da buradadır. Aynı şeyleri yıllardır bütün düzen partileri yapmaktadır, ama bugün bu partiler afişlerini yapıştırmak için bile ücret karşılığı işçi tutarlarken Refah farklı potansiyellerini harekete geçirmektedir.
Yani ortada esas sonucu etkileyebilecek bir vahim durum yoktur. Esas sonuç ise Refah'ın çok ciddi politik halklara uzandığı, belli frekansları yakaladığıdır.
Ve tabii ki sözkonusu olan, Hasan Yalçın'ın Aydınlık'ta seçimlerden sonra yazdığı gibi "halkımızın mazoşist eğilimi" filan değildir. Doğrusu kampanya boyunca kendi kendine gaz verip, DEP'in boşluğundan yararlanma hesapları yapıp, sonra da hüsrana uğrayınca "bu halk zaten mazoşist" demeye getirmek nasıl bir anlayıştır, kavramak zor. Ama kesin olan şey, bu işin mazoşizmle ya da başka herhangi bir dengesizlik türüyle ilgisinin olmadığıdır. Olan şey, kendini düzen dışı bir unsur gibi göstermeye özel çaba harcayan ve bu konuda toplumdaki derin dinsel inançları da yardıma çağıran bir partinin -inandırıcılığı ölçüsünde-politikasının sonuçlarını toplamasıdır ki, buradan devrimcilerin alacağı dersler vardır.
Yakalanan şeyin ne olduğunu anlamak için, yitirilen şeye, son on yılın sürecine dönüp bakmak gerekiyor. Daha önce de bir yerde söylediğimiz gibi, bu süreçlerde politik bakımdan daha önemli olan, esasında 12 Eylül'den çok sonradan Özal ile başlayan ve simgelenen dönemdir. Gerçekten, 12 eylül toplumsal muhalefeti ve devrimci güçleri büyük ölçüde ezmiştir, şiddetle bastırmıştır, bu yadsınamaz. Ama yine de şiddetin salt kendi başına bir biçimlenme yaratmadığını biliyoruz. Asıl biçimlendirme eylemi, devlet terörünün kurumlaştırıldığı, kalıcı formların yaratıldığı bir ortamda işe başlayan Özal yıllarında yaşanmış ve bu çok "verimli" zemine korkunç bir toplumsal deformasyonun temelleri atılmıştır. Özal ekolünün cunta devamcılığının avantajıyla ortaya koyduğu en belirgin özellik, geleneksel burjuva siyaseti kalıplarından farklı olarak, sınıflar karşısında alınan net tutum ve kapitalizmin açıkça savunulmasıdır. Geleneksel merkez partilerinin -özünde ikiyüzlü olan- klasik ve populist politikasının eski dokusu büyük ölçüde delinmiş, "sosyal devlet", "hukuk devleti" gibi demogojik normlar savrulmuş, toplum yaşamındaki ekonomi-dışı değer ve kategoriler ayıklanıp atılırken geçmiştenberi geleneksel değerler ve yapılarla hep belirli bir uyumsuzluk açısında duran kapitalist tarz (bu kez kültürel olarak da) bütün ülkeye egemen kılınmıştır. İlk kez para ilişkileri gerçekten bütün toplum üzerine tartışmasız bir hakimiyet biçiminde yayılmış, bu ilişkilerle kaynaşmayan moral faktörler deforme edilerek etkisizleştirilmiştir. Sözünü ettiğimiz bu olgu, "hakim üretim ilişkisi" gibi klasik bir kavram çerçevesinde düşünülmemelidir; ülkede kapitalist üretim ilişkilerinin uzun yıllardır hakim olduğu zaten biliniyor. Burada vurgulanmak istenen nokta, bu ilişki biçiminin artık kendi öz nitelikleri ile üzerinde yeşertildiği toprağın özellikleri arasındaki çelişkileri de büyük ölçüde gidermiş olması, böylece bütün davranış kalıplarıyla, söylemiyle, tarzıyla sürece hakim olmasıdır. Kendi öz niteliği açısından tümüyle maddi çıkara dayanan, ahlaksız ve faydacı olan kapitalist mantalite ilk kez devlet katında da kendini bu ölçüde açıkça ortaya koymuş, oradan tüm toplumsal kesimlere dek artık yadırganmayan bir toplumsal gerçeklik olarak inmiştir. Bütün sövalyevari davranış kalıpları ve değerler fena halde hırpalanmış, yerine en kaba ve en soysuz türünden pragmatizm geçirilmiş ama bu yalnız belirli bir toplumsal elit içinde kalmamış, aşağıdaki sosyal sınfların da tümüne uzanan ciddi bir etkileniş yaratmıştır. Bütün politik kıpırdanışların bastırıldığı bir süreçte böylece depolitizasyon dediğimiz olgu en uçlara dek konumlandırılabilmiştir.
"En uçlara" diyoruz, olayın canalıcı noktası budur; çünkü süreç içinde işin ölçüsü öylesine kaçmış, apolitizm, kültürel-siyasal deformasyon, insani duyarsızlık ve yabancılaşma öyle bir noktaya varmıştır ki, (burada bir bileşen olarak sosyalizmin son yıllardaki prestij kaybı da eklenmelidir) sonuçta depolitizasyon, kendi düz anlamına dek varıp dayanmıştır. Yani, kitlelerin davranışlarının düzen içine, düzen içindeki politik dalaverelere kanalize edilmesi noktasından hızla kayılarak bütünüyle ilgisizlik aşamasına ulaşılmıştır. Her sınıf için ve her durum için aynı ölçüde değil ama genel olarak toplumsal manzaranın gelip dayandığı nokta budur.


DÜŞKÜNLEŞEN İNSAN,
ZEMİN KAYMASI...

Düzen insanı kaybetmiştir.
Devrimci yönelimin altını oyarken, kendi altını da oymuştur.
Düzen, insanı düşkünleştirmiş, insanca yanlarından önemli parçaları törpülemiş ve bu arada onu kendi oturduğu zemin açısından da yitirmiştir. Kuşkusuz bugün milyonlarca insan düzenin cephesinde, çitin öte yanındadır ama artık büyük bir güvensizliğin içinde dönüp duran şekilsiz bir yığın olarak...
Toplumda, günlük dilde yaygın olarak (enazından bir zamanlar) kullanılan bir kavram vardır: idealizm...
Felsefi anlamını kastetmiyoruz; kastımız, günlük dilde kulanılan "idealist genç, idealist hukukçu vb," biçimindeki kullanımıdır ve kullanım, çok kaba olarak "kendi günlük-dar çıkarını değil, daha yüce, daha toplumsal olguları, hedefleri düşünmek..." biçiminde tanımlanabilir.
Hemen anımsanacaktır, sözgelimi 68-72 sürecinde böyle bir tanımın çok geçerli olduğu bir atmosfer yaşanmıştır. Gerçekten, anılan dönemde, devrimciler için "Rusya'dan beslenme" masallarını uyduran en gerici güçler bile, bir yandan da o insanların kendi maddi çıkarlarından öte bir şeyler için ortalığa atıldıklarını teslim etmek zorunda kalabiliyorlardı. İster Kemalist söylemlerle karışmış olsun, isterse başka biçimler altında gelişin, ortada genel olarak sınırları çok geniş ufuklarla çizilen bir ilginç zemin vardı. Bu bir atmosfer sorunuydu, uzun süre böyle bir atmosferin altında yaşandı. Olay salt devricilerle ve onların yarattığı imaj ile ilgili olarak düşünülmemeli; daha geniş bir çerçeveye bakılmalı; sözkonusu atmosfer gerçekte yukarıda sözünü ettiğimiz kapitalizmin kendi öz niteliği ile monte edildiği toprağın özellikleri arasındaki çelişkiye denk düşüyordu. Geniş yığınların kültürü ve psikolojik yapısı henüz kapitalizmin salt maddi çıkarı öne süren ve hakim kılan yapısına çok uyumlu değildi ve bu durum burjuva politikasının söylemini, tavrını da bugünkü biçiminden değişik bir çerçeveye oturtuyordu. Geleneksel değerlerle de beslenen kültürel-psikolojik yapıya çarpmamak için burjuva politikacıları da uşağı oldukları sistemden "özerklik"lerini vurgulamaya, daha iki yüzlü bir "genel toplumsal çıkar" demogojisine yönelmeye zorlanıyorlardı. Gözlerini son yıllarda politikaya açanlar için kavraması zor olabilir ama sözgelimi anılan dönemde, hatta 70'ler sonrasında bile bir devlet yöneticisinin çıkıp "zenginleri çok sevdiğinden" sözetmesi, açıktan rüşveti ve köşe dönmeciliği savunması bugünkü kadar kolay alışılabilir bir durum değildi. Yine, sözgelimi devlet yöneticilerinin ya da politikacılırın, gerçekte hizmetkârı oldukları işadamlarıyla, müteahhitlerle vs. kamuoyu önünde birlikte görünmekten çekinmeleri, toplum yapısında henüz canlılığını koruyan toplumsal düşünme eğiliminin yarattığı baskılanmanın bir ürünüydü. Sonuç itibarıyla durum tabii ki değişmiyordu, kimin kime hizmet ettiği, görme yöntemini bilenler için yeterince netti ama yine de söz konusu olan körparmağım gözüne gözüne bir durum değildi. İnsanlararası güven ilişkilerinden basit değer ölçütlerine, "iyi insan" denilen o yaratığın tanımlanış biçimine dek (ki bu tanımlanış en kaygan olanıdır) her alanda bir değerler çatışması uzun süre varlığını korudu. Hatta egemen güçler içinde bile klasik işbirlikçi klanların hakimiyet dönemi ile özellikle 80 sonrasında sürece vahşi bir cesaretle dalan "yuppie"ler (ya da "piranha"lar) dönemi arasında öze ilişkin olmasa da ciddi farklar vardır. Herhangi bir şekilde bir üretim faaliyetine hiç girmeden korkunç bir parayı ortada döndürebilen rantiye düzeni, neticede ortaya halk deyimiyle "sonradan görmelik" denilen bir kültürel yapıyı da çıkarmış ve belirli bir süre sonra da artık yadırganmaz bir noktaya ulaştırmıştır.
Bütün bu fotoğraflar kuşkusuz ardarda sıralanıp daha derinlemesine çözümlemelerle incelenebilir. Ama sonuçta, nereden bakılırsa bakılsın, dün ile bugün arasında yaptığımız her kıyaslamada karşımıza kaçınılmaz olarak çıkan olgu, toplumsal deformasyon ve had safhaya tırmanmış yabancılaşmadır.
Düzen, en kaba türden maddeciliği (yine felsefi anlamını değil, günlük dildeki "çıkarcılık" karşılığını kullanıyoruz) öylesine yaymıştır ki, sonunda insani olan her şey kaçıp saklanmış, vıcık vıcık bir mal gözlülük gelip onun yerini almıştır. Düzen politikası, böylece, hep üzerine basarak ve öne çıkarak kitleleri kandırdığı zemini öğütmüştür, bu onun trajedisidir. Salt maddi çıkar bağlarına ve bireyle dayanan bir idelojiyi toplumsal dokuya enjekte eden ve böylece her türden tepkiyi nötralize etmeyi uman sistem, bu kez ortaya koca bir çöp yığını çıkarmış ve işte bu çöp yığını yeni bir tepki dinamiği haline dönüşmüştür. Çünkü bu yolla inşa edilen nötralizasyon, başarılı olduğu ölçüde, düzenin kendi politik aktörleri de aynı genel güvensizliğin muhatabı olmak zorunda kalmışlardır. Parlamenter avanaklığın devamı için asgari düzeyde de olsa gerekli olan "güven" unsuru zedelenmiştir. Toplumsal ilişkilerdeki aşırı çürüme ve salt çıkarın bütün değerlerin üstünü örtmesi zamanla kaosu öyle bir noktaya taşımıştır ki, burjuvazinin kendi politik kadroları da üzerinde demogoji yapılabilen "millete hizmet-vatan aşkı vb" gibi temaları yitirmişler ya da artık bu temalar oldukça zayıflamıştır. Bunun yerine ikame edilen "işbilir mühendis", "becerikli müteahhit-politikacı" tipi de kısa ömürlü olmuştur. "İşbilir" ama "ahlaksız" politikacı-yönetici tipi tabii ki siyaset hayatında önemli bir yer kaplamıştır ama genel güvensizlik ortamından bu ikame temanın da payını alması nihayetinde kaçınılmaz olmuştur.
Yaratılan çürüme, yeni bir tepki dinamiğini bağrında üretmiştir; çünkü insanoğlunun temel niteliklerini tümüyle yoketmek mümkün değildir. İnsanoğlunun bütünüyle ve sonsuza dek salt burnunun ucuna bakar hale getirmek ve orada tutmak mümkün değildir.
Refah'ın tümden sahte bir görüntüyle de olsa kısmen yakaladığı frekans işte bu çerçevenin içinde bir yerlerde aranmalıdır. Şüphesiz olgu, bu denli dar bir açıklamanın içine sığmaz, dinsel faktörler, harcanan büyük para kaynakları, vb. yoğun şekilde süreçtedir ama bu yakalanan frekans da çok önemli bir noktadır. Çamur yığınına olan insani tepki kendine akacak kanalları aramış ve sonucu itibarıyla bir başka çamur yığınına gidiyor da olsa bu kanalları bulmuştur.
Herkes farketmiş olmalıdır; ilk kez bu seçimde istisnasız her propaganda afişinde "dürüstlük" bu ölçüde cırtlak renklerle bir seçim malzemesi olarak kullanılmıştır.
Şaşırmamak gerekiyor, çünkü ülke bir baştan bir başa gerçek bir pislik yığını içine gömülmüştür. Bütün insani ilişkilerin, inançların ve değerlerin törpülendiği bir ortamda her türden soygun, talan kanıksanır olmuş, insanların tek bir kuruma olsun güveni kalmamıştır. Her şeyin tel tel dökülmesi ve çürümesi ortamında böylece aslında her insanda doğal olarak bulunması gereken bir özellik olan "dürüstlük", bir öntakı olarak oy değeri kazanmış ama işin kötüsü bu arada artık kendi anlamını da yitirmiştir. Yaygın inanç boşluğu, "İnanılabilecek bir şeylerin" ihtiyacını doğururken, aynı zamanda bu boşluğu doldurmak için ortaya atılan her alternatifi de olağanüstü bir hızla öğütmektedir.
Tam bu noktada Refah'ın üzerine atladığı, milyonlarca insanın kalbinde büyüyen o büyük adalet açlığı, tutunacak dal yokluğudur. Kuşkusuz Refah burada din unsurundan gelen önemli bir avantaja sahiptir. Bütün partilerin adaylarının isimlerinin öntakısı olarak "dürüstlük ve ahlaklı olmak" kullanılsa da, bu sıfatı ruhani garantiyle bir ölçüde pekiştiren, "ahlaklı" olma haline yarım yamalak bir arka plan bulabilen tek parti Refah'tır. Tabii ki, aslında Refah'ın da öyle çok büyük bir oy oranı tutturmadığı, boy sırasını aşamadığı söylenebilir, buna Kürdistan boyutundaki devlet desteği de eklenebilir. Ama yine de bütün bunlar, mevcut sıçramayı çok fazla açıklamaz. Bu bir olgudur. Elbette, sonunda boyaları dökülecektir, o çok sözü edilen "dürüstüğün" varolmadığı ve varolmasının mümkün olmadığı pek uzak olmayan bir gelecekte görülecektir ama şu anda böyle bir halkanın -inandırıcılığı ölçüsünde- yakalanmış olduğu bir gerçekliktir. Binlerce insandaki "sistem adamı"na güvensizlik duygusu, Refah'ın "aykırı" görünen tipine oy olarak yansımıştır. Ellerine cetvel-iletki alıp, dosya hışıdatarak hesap adamı gibi görünmeye çalışan, mühendisçe bilgiçlikler taslayan sistem tiplemeleri -ki solda da bu yönde ciddi eğilimler mevcuttur- yaya kalmış, Refah'ın dinsel destekli, "idealist" makyajlı politikacısı prim toplamıştır. Korkunç bir yabancılaşmanın tam ortasında, bu yabancılaşmaya oynayanlar, bunu marifet sayanlar sınıfta kalmışlardır.
Refah için sorulabilecek "neden bugün?" sorusunun yanıtı da bu çizgiler içinde bireylerde gizlidir. Gerçekten bu soru önemlidir. MNP'den MSP'ye ve günümüze akıp gelen bu siyasi kadronun son otuz yıldır aşağı yukarı bugün söylediklerinin aynını söylediği bilinmektedir. Üç aşağı beş yukarı bu söylem, islami temele dayanan ve "ahlak-maneviyat" kavramlarını sloganlaştıran bir tarzı tutturmuştur. Bugün de temelde bir değişiklik olduğu söylenemez. Refah'ın bugün artı olarak islami olmayan kesimlere açılan riyakar bir politika izlediği öne sürülse de, bu durum gerçeğin tümünü açıklamaz ve bu söylemin düne göre daha fazla oy sağlaması yine açıklanmaya muhtaç bir olgu olarak kalır.
Bunda sözkonusu olan farklı seçim taktiklerinin başarısı değil, halkın bugün yaşadığı çöp yığınının ortasında "adalet" gibi geniş ufuklu kavramlara daha fazla ihtiyaç duyuyor olmasıdır. 30 yıldır söylenegelen şeylerin bugün daha çok ilgi çekmesi, insanların kendilerini her zamankinden daha çok boşluk duygusu içinde hissetmeleri ve bu boşluğun düzen sınırlarını objektif olarak, pratik olarak aşamayan sosyalistler tarafından doldurulamıyor oluşuyla ilgilidir.
Bu bir talihsizliktir ve belki de bir ironidir. Çünkü gerçekte bütün bu olumsuzluklar yığını, devrimci hareketin nasıl büyük bir şansın önünde durduğunu da göstermektedir.
En basitinden, yalnızca "dürüstük" ve "adalet" kavramlarını ele aldığmızda bile, bu kavramların başlıbaşına bir potansiyel oluşturduğu Türkiye toprağında, yalnızca devrimci hareketin, yalnızca onun bu niteliklere sahip olduğu görülür. Yalnızca sosyalistler gerçekten düzen dışındaki bir duruş noktasındadırlar ya da en azından böyle bir önsel zeminleri vardır. Ki, dürüstlük ve adalet kavramları, ancak mevcut düzenin dışında, daha doğrusu tam karşısında durulduğunda anlam kazanabilirler.
Oysa Refah, yalnızca görüntüsel olarak kendini orda duran bir olgu gibi pazarlamaktadır. Gerçekte, bir düzen partisi olarak, düzen partisi olduğu için namussuz ve ahlaksızdır. Faiz vb. konularındaki demogojik karışıklıklar bir yana, Refah, bugünkü vahşi ticaret dünyasından ve evrenin en büyük ahlaksızlığı olan "artı-değer"den bir milim bile uzak değildir. Ve bu temel öyledir ki, çok gecikmeksizin kendi içinde barındırdığı bütün diğer tali pislikleri ve ahlaksızlık örneklerini su yüzüne çıkarır. Çünkü bu düzen, kendi özdoğası gereği insanların birbirinin sırtına basarak yükseldiği bir düzendir. Refah'ın yaptığı ise bu zemin üzerine hiç bir şey söylememek, bu konudaki bütün çelişkileri ustaca geçiştirmek ama genel bir "adalet" söylemiyle ortalığı bulandırmaktır. Ama işte bu kadarı bile kitleler için bir frekans olabilmektedir.
Ama her ne olursa olsun, böylece düzen kaybettiği insanı bir başka koluyla yeniden yakalamakta, farklı bir yedeklemeyi gerçekleştirmektedir. Her şey bu ölçüde basit değildir elbette; evet, sistem, insanı kendi kaşıtı güçlere, devrim cephesine kaptırmamıştır ama insanlar doğrusu çok tercih edilen bir yöne de gitmemişlerdir. Tekelci büyük burjuvazi için Refah hiç de tercih edilebilir bir parti değildir; tek tek her büyük burjuvaya sorulsa birçoğunun "merkez partileri"nin adaylarını yeğleyeceği bilinen birşeydir. Bu anlamda bir hoşnutsuzluğun olduğu rahatça söylenebilir. Ama öte yandan aynı rahatlıkla, bu tepki kanalının çitin sınırları içinde kalmasından tekelci burjuvazinin hoşnut olduğu da söylenebilir.


DOLDURULMASI GEREKEN BOŞLUK...
Buraya dek söylenenlerle bile salt bir seçim sonrası değerlendirmesinin aşıldığı ve devrimci hareketin yönelimine ait saptamalar yapıldığı görülebiliyor. Bunu sürdüreceğiz.
Ama belki de bir geçişten önce, Refah'la da ilgili olan son bir çizgiyi koyabiliriz. Bu son çizgi, Refah'a karşı solun tutumu konusundaki ciddi kaygılarımızla ilgilidir. Gerçekten de olgu, yukarıda açmaya çalıştığımız cepheleriyle kavranmadığından, solu zaman zaman "laik cephe"ye kaydıran kaos noktalarına varmak mümkün olabilmektedir.
Şöyle söyleniyor:
"Turan Dursun günleri başlamıştır..." ve "şeriatçı-yobazlığa karşı" bir ideolojik-politik kampanya başlatılmalı, yüzleri açığa çıkarılmalıdır...
Bu tutumun bayraktarlığını tabii ki AYDINLIK yapıyor ama devrimci güçler içinde de zaman zaman bu rüzgara kapılanların sayısı az değildir.
Oysa problem işte tam bu noktadadır. Devrimci güçlerin dinci cepheye karşı özel bir anti-şeriatçı kampanyayı örgütlemesi, daha doğrusu düzene karşı mücadeleden ayrı bir sürecin içine girmesi kesinlikle vahim bir hatanın kapısının açılması anlamına gelmektedir. Refah'ın "şeriatçı yüzünü açığa çıkarma" adı altında devrimcilerin mevcut laik-şeriatçı kavgasına eklenmesi akıl kârı bir iş değildir. Herşeyden önce Refah'ın "açığa çıkarılması gereken" yüzü onun şeriatçılığı ya da dinsel ideolojiyi rehber ediniyor olması zorunlu değildir. Zaten bu alanda daha fazla "açığa çıkacak" ne olduğu da tartışmalıdır. İslami kesim açıkca bugünki pislik yığınının karşısına bir alternatif olarak şeri düzeni koymaktadır ve yasal sınırlara sığdırabildiğince bu alternatifi kendisi lanse etmektedir.Yani gizlenen çok birşey olduğu söylenemez.
Refah sözkonusu olduğunda esas açığa çıkarılması gereken olgu, onun bugünkü düzenin bir dişlisi olduğu, boyluboyunca bu pisliğin içinde yer aldığı ve sistemin kadrolarını oluşturduğu noktasıdır. Vurulması gereken nokta, yaratılan sahte "aykırılık" imajıdır. Aynı şekilde sözgelimi ABD emperyalizmine karşı demogojik düzeydeki söylemlerin de sahte olduğu, bu söylemin altında derin mali-politik bağlantıların yattığı, vurulabilecek bir başka noktadır.
Yani devrimci hareket açısından sorun dinsel inanç-ateizm ya da şeriatçılık-laisizm gibi kör kuyulara düşmeden, gerçekten sisteme ve emperyalizme alternatif olanın, böyle bir duruş noktasında bulunanın kim olduğunun çok net olarak ortaya konması sorunudur. Lokal düzeyde yobazlık örneklerine kayıtsız kalınamaz, kalınmamalıdır. Ama yukarıda sözü edilen genel politik atılım perspektifinden bir milim bile kaymak ciddi bir çarpılmanın kapısını aralamaktır.
Devrimci hareket, Refah'ın üstünde cirit attığı toplumsal-ideolojik ufuk boşluğunu doldurmalıdır. Bu, özel bir anti-Refah politikanın değil, devrimci hareketin politik sıçramasının konusudur. Bu halkayı yakalamak ve devrimci hareketin düzenin tam karşısında tuttuğu yeri kanlı-canlı gerçeklik haline getirmek bugünkü görevin canalıcı noktasıdır. Devrimci hareketin alternatif olma hali kendiliğinden görülebilir bir durum değildir ve bizim durduğumuz yerin otomatik bir sonucu olarak yaşamda karşılığını bulamayacaktır. Bu durum, ancak devrimci hareketin kendisini düzene karşı cepheden açtığı bir savaşta turnusol kağıdı haline getirmesiyle sahici bir nitelik kazanacaktır. Sözünü ettiğimiz, hemen anlaşılacağı gibi, silahlı mücadeleyi temel alan bir iradi müdahaleden başka bir şey değildir.
Kim, düzenin bugünkü bunalımının ve çürümüşlüğünün kendiliğinden şekilde devrimci kampa bir yönelim yaratacağını, devrimci kampın "tebliğ etmiş bulunduğu" devrimci konumlanış noktası nedeniyle bir çekim noktası olduğunu düşünüyorsa safdildir. Kim, bu çürümenin tam ortasında, salt sözel plandaki bir propagandif çabanın kitlelerin islami akıma kaymasını önleyeceğini umuyorsa, safdildir. Böyle bir propagandif çaba, düzenin çarklarına temelden saldıran bir politik atılımı içermiyor, onu temel almıyorsa, çoğu kez, hatta her zaman devrimcileri de düzenin "laiklik" kanallarına düşüren bir yedeklenmişlik görünümüne varacak ve orada boğulacaktır. Sonuç bundan ibarettir.


UFUKLAR SORUNU
Biraz daha derine inebiliriz.
Belki de bu biraz, tersyüz etme, tersinden düşünme işlemidir. Son yıllarda, reel olana uymanın bir marifet sayıldığı biliniyor. En yaygın söylem şudur: "artık büyük ideolojik davalar öldü; artık insanları günlük-küçük çıkarlarından, yaşam alanlarındaki sorunlarından yakalamak gerekir..."
En yılışık özel TV yorumcusundan, inançsızlığı ve örgütsüzlüğü yaşam tarzı edinmiş eski sosyalistine dek çeşitli çevrelerden uzunca süredir dinlemeye çalıştığımız hep bu mavaldır. Bu hikaye, bir düzeyde "sosyalizmin, büyük insanlık ideallerinin öldüğü" söylemine denk düşürülürken, bir başka düzeyde çeşitli köşelerinden sivil toplumculuğa bulaşmış bir anlayışla artık sosyalist mücadelenin "yeni" tarzı olarak sunulabiliyor.
Tabii bütün bunların bizimle ne ilgisi olduğu sorulabilir. Ama her şey o kadar basit değildir. Devrimci güçler de bu düşünme tarzının bütünüyle kendilerinden uzak olduğunu söyleyebilecek durumda değillerdir. Bu düşünme tarzı, çok dolaylı biçimlerde devrimcilerin davranış kalıplarına, politika üretimlerine sirayet etmiştir. Gerileyen toplumsal muhalefetle birlikte geri noktalara düşen devrimci harekette, politik-ideolojik düzlemde de bir geri kayma eğilimi gözlenmiştir. Elbette kimse sosyalizmin büyük davasının, geniş ufuklu perspektif zenginliğinin köreldiğini söylememiştir ve söylemiyor ama pratikte geri durumda olan yığınlara yaklaşma adına ciddi zemin kaymaları yaşanmıştır, yaşanıyor.
Sözgelimi, bu bağlamda devrimcilerin bir ölçüde ve bir anlamda sendikacılaştığı söylenebilir.
"Sendikacılaşmak" kavramını yanlış anlamalardan korumak ve iyi açmak gerekir. Sözü edilen şey, sosyalistin, yani, nihai amacı sınıfsız-sömürüsüz bir dünya olan insanın zaman içerisinde kendini güncel olana, günlük demokratik mücadeleye ya da düzen sınırlarını aşamayan zayıf politik hedeflere teslim etmesidir. Güncel olanın önemsiz olduğunu söylemiyoruz elbette ama büyük ufukların kaybından, unutulmasından sözediyoruz. Ülke koşullarından ötürü zorunlu olarak politikleşen -ama düzen içi sınırlar içinde politikleşen- güncel mücadele, zamanla çoğu kez politik mücadelenin kendisi yerine geçmiş, kendisine iktidar mücadelesinin aleyhine olarak yer açmıştır.
Tabii bu reddedilebilir ve her şeyin yolunda olduğu söylenebilir ama doğrusu salt sosyalist dergilerin konu başlıkları ve alanlara taşıdıkları sloganlar bile bunu pek doğrulamamaktadır.
Sözgelimi, -belki kıyaslamaların doğru olmadığı hemen söylenecektir ama- '70 yılının ANT ya da AYDINLIK dergileri ile bugünki sosyalist dergilerin arasında ufuk zenginliği açısından ciddi farkların olduğu kesindir. Daha çok haber, daha çok güncellik gelip bugün ortalığı kaplamıştır.
Sözgelimi, neden bugün alanlarda "Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi/Kahrolsun Siyonizm" ya da "Tek Yol Devrim/Yaşasın Sosyalizm" gibi geniş perspektifli sloganların bir ölçüde azaldığı ya da gereğince yer kaplamadığı sorulabilir.
Sözgelimi, bugün önümüze gelen "istikrar paketi"nin, ABD-İsrail hattında hazırlandığını dünya alem bilmektedir. Buna karşın, "paket"in maliyeti, zamlar ve işçi çıkarımı üzerinde kampanyalar yürüten devrimci güçlerin, işin uluslararası bağlantılar yönünü, emperyalist ilişkilerin teşhirini neden Erbakan gibi bir soytarıya bıraktıkları da yine bir başka sorudur.
Bir başka düzen soytarısı, bir Özel TV yorumcusu 1 Mayıs'ı anlatırken "artık 1 Mayıslarda Tek Yol Devrim sloganı duyulmuyor; kapatılan fabrikalardan, zamlardan sözediliyor" diyordu. Kuşkusuz bu yalandır; 94 1 Mayıs'ının gerçeği bu değildir.Ama yine de, bu ukalaca laf yığını içinde küçük bir dozda gerçeğin olup olmadığını kendimize sorabiliriz. Gerçekten de solda bugün kitlelere yaklaşma kavramının eksik bir kavranışı yavaş yavaş öne çıkmıştır. Çok ağır bir suçlama gibi görülebilir ama riski göze alıp söylemek gerekiyor: Özal ile örülen salt günlük çıkara yönelik politika yapma tarzı, belirli bir dozda sola da bulaşmıştır. Süreç içinde, şu ya da bu akımdan bir çok içten devrimcinin kafasında eski romantizmin, büyük hedefli politikaların biraz geride kaldığı; şimdi artık insanların ancak kendi kör çıkarlarına yöneldikleri, öyleyse bizim de oraya inip frekanslar yakalamamız gerektiği fikri belirli bir yer kazanmıştır. Söylem düzeyinde ya da literatürde değil ama politik-psikoloji olarak böylesi bir durum yaşanmaktadır.
Aynı şekilde, yine son on yılda zirvesine tırmanan mühendislik ve projeci-ekonomistlik tavrının da sola yine belirli bir dozda bulaştığı söylenebilir. Kırk yıldır sağ politik kadroların sosyal-demokrasiye (ve esasında sosyalistlere) yönelttiği, "hayalcilik" ve "salt yıkıcılık" suçlaması zamanla gerçekten devrimcilere dek uzanan etki uçları yaratmıştır. Devrimcilerin en önemli yanlarından biri olan "ütopya sahibi olma" durumu böyle bir baskılanma altına girmiş, devrimci romantizmin artık zayıfladığı gerekçesiyle varılan noktada "marjinaliteyi aşma"nın yolu olarak projeci-ekonomist tavırlara bir yoğunlaşma yaşanmıştır. Reel sosyalist pratiğin çöküşü sonrasında insanlarda çok haklı olarak gelişen "artık kitlelere somut-yeni bir sosyalizm projesi sunulmalı" düşüncesi, biraz deforme olup gitgide yerelleşip güncelleşen projelere doğru küçülmüştür.
Bütün bunlarda bir anormallik olmadığı, gerçekten de insanların günlük sorunları içinde yaşamsal deneyimleriyle örgütlenmesinin doğal olduğu söylenebilir. Doğrudur, gerçekten de bir yanıyla böyledir. Ama bizim vurgu yapmaya çalıştığımız şey de zaten bu genel doğrudan farklı bir şeydir.
Burada riskli olan giderek M. Çayan'ın 70'te çerçevesini çizdiği bir çalışma tarzının sürece hakim olmasıdır. Anımsanacaktır, şöyle çiziyordu bu çerçeveyi M. Çayan: "Devrimci mücadeleyi, yaşadığımız dönemde, evrim ve devrim aşamaları diye kesin çizgilerle ayıran, uluslararası revizyonizmin, pasifizmin bu soruya cevabı şudur:
'Kitlelerin içine girerek, kitlelerin acil gereksinmeleri etrafında, kitleleri örgütleyip, eyleme sokma ve kitlelere siyasi bilinç götürüp örgütleme,yani emekçi kitlelerin ekonomik ve demokratik hak ve istemleri etrafında kitleleri örgütleyip, siyasi hedefe yönlendirme.' " (KESİNTİSİZ DEVRİM)
Çoğu kez bu sözler devrimci kesimlerde pek anlaşılamadı ya da bazen anlaşılmak istenmedi, böylesi bir yaklaşımla Çayan'ın ekonomik-demokratik mücadeleyi, güncel sorunları reddettiği, herşeyi getirip silaha bağladığı sanıldı. Oysa burada konulan, devrimci iktidar hedefleyen rota ile sağcı çalışma tarzı arasındaki keskin farktı. Ve burada "silah" kavramından öte birşey vardır. Çoğu kez görmezlikten gelinir ama cüretle söylemek gerekiyor: ekonomizmin silahlı bir türü de vardır. Sağ şeritten yürümenin silahlı bir yolu da vardır. Yani, silahlı eylemler yürüten bir kolunuz da olabilir, silahlı mücadeleyi temel aldığınızı da söyleyebilirsiniz, ama pratikte bütün siyasi ömrünüz bir sıçrama sözkonusu olmaksızın nicel gelişmeler gerilemeler ve yine gelişmelerle geçer. Bir genel iktidar planına bağlı olmayan faaliyet, çok ciddi eylemler gerçekleştirdiği halde pratikte kendiliğindenciliğin çizgisini hiç aşamaz ve uzayıp-kısalmayan, herkesin zamanla kanıksadığı bir yapı olarak kalırsınız. Silahlı örgüt ile iktidar perspektifine sahip devrimci parti arasında böyle ciddi bir fark vardır. Ve bu fark, özünde sıçrama planı ve iradesiyle güncele takılıp kalmak arasında bir farktır.
Nasıl Lenin ekonomizmi eleştirdiğinde ekonomik mücadeleyi reddetmiyor, fakat oklarını yerelliğe ve kendiliğindenciliğe yöneltiyorduysa, Çayan'ın da "Revizyonist çalışma tarzı"nın resmini çizerken kaygısı günlük mücadeleleri bir kenara koymak değil ama orada yatan kısır döngüyü parçalamaktır. Ve bugün, bu konuda söylenenler hiç eskimiş değildir. Geniş ufukların zayıfladığı noktada "yayın organı-sendika-gençlik örgütü" çerçevesinde yürütülen bir çalışmanın devrime ciddi bir sıçrama potansiyeli sağlayamadığı ve sağlayamayacağı bugün yeniden unutulmaktadır.
Bu yoldan gidildiğinde, gerçekten varılacak bir menzil yoktur.
Bu yoldan gidildiğinde, insanların günlük çıkarları üzerinden politika yapmak adına günlük küçük başarılar denizinde boğulmak ve yıllar yılı ciddi bir atılım yaşamadan kalan siyasal yapılar olmak kaçınılmazdır.
Bu yoldan gidildiğinde, esasen düzen içinde bir olgu olan günlük kaygıyı düzen dışına, geniş perspektiflere taşımak şansı olmayacaktır.
Bugün gerekli olan, yürüme değil, sıçramadır.
Sıçrama ise büyük politikayla ve pratikte politikleşmiş bir silahlı savaş yoluyla mümkündür.
İnsanın içindeki büyük davalara ve geniş perspektifli hedeflere olan inanç ölmemiştir ve ölmeyecektir. Son on yılda günlük-basit düşünen insan kültürünü yaratmak için yapılan bütün çalışmalar ve bu konuda sağlanmış ciddi başarılara karşın yine de tümüyle zafer kazanılmamıştır. Çünkü bu politika kendi kendisinin kurdudur ve nihayetinde büyük bir güven boşluğunu, dolayısıyla yeni bir ufuk açlığını üretmektedir.
Kim, devrimci hareketin iktidar perspektiflerinin şimdilik çok alıcısı olmadığını, öyleyse biraz aşağı inip günlük yaşam içinde, daraltılmış hedeflerle çalışmanın doğru olduğunu düşünüyorsa, kendini -çürüme gibi görünmeyen- bir çürüme tarzına terkediyor demektir. Yeniden söylemekte yarar var: İnsanların günlük çıkarlarıyla ilgili mücadelenin önemi yadsınmaz, yadsınamaz. Ama, onları bir başka hedefe, düzenin dışında bir hedefe çağırmak, bunu yalnızca sözle değil, politik mücadelenin bütün zengin biçimlerinin eksenine yerleşmiş olan temel mücadele tarzıyla yapmak, mevcut sürece büyük hedeflerle bir bıçak gibi girmek ve gündemi sarsmak bugün hem mümkündür, hem de yalnızca böyle bir atılımla sıçrama şansı vardır. Yoksa hızla akıp giden süreç, kendi akışının her noktasında devrimci hareketin etki gücünü yetersiz kılacak, yaşama arkadan yetişmek mümkün olmayacaktır.
"İstikrar Paketi" sonrasının öfkeli mitingleri yapılırken Anayasa'daki "Olağanüstü Hal İlanı" maddesini kullanması için kışkırtılan Demirel, bütün bu olanların "normal" olduğunu, herhangi bir telaşa gerek olmadığını söylemişti. Bu tavır, gerçekten çok öğreticiydi. Gerçekten, bastırılması halinde farklı zeminlere kayabilecek bir enerjinin böylece açığa çıkarılmasında, önce kabarıp sonra da inişe geçeceği kesin olan bir dalganın yaşanmasında bir mahzur görmediler.
Düzenin güvendiği esas olgu, devrimci hareketin içinde bulunduğu durumdur. Her şeyin sonuçta sistem sınırlarında boğulacağı, devrimci hareketin de bunu önleyebilecek durumda olmadığı düşüncesi "telaşa gerek yok" rahatlığının temelini oluşturmuştur. Nitekim, yaşanan da bu doğrultuda olmuştur. Kabarmayı iniş izlemiştir.
Süreç yakalanmalıdır... Bugün temel sorun budur. Ve bugün politik seviyesi ve söylemi biraz yükselmiş bir sendikacılık türüyle kitleleri sarsabilmek, onların zaten varolan sloganlarına benzer versiyonlar ekleyerek kalıcı bir hareket yaratabilmek mümkün değildir. Başka bir yerde de söylediğimiz gibi bu ülkede her hak arama mücadelesi zorunlu ve doğal politik renkler kazanır. Ama politikanın bu kadarıyla yetinen ve kolaycılığa teslim olup kendi ufkunu daraltan bir mantık, hiç bir zaman ciddi bir güç olamayacak ve tam da M.Çayan'ın dediği batağa saplanıp kalacaktır.
Ya da, böylece oluşan umut boşluğunu, debdebeli söylevlerle ortaya çıkan islami kesimler dolduracaktır. Lenin'in bir yerde kullandığı harika deyimle "genç hoşnutsuzlar nüfusu" ya çürümeye, ya da o momentte düzene en aykırı imajı çizen herhangi bir yere kayacaktır.
"Genç hoşnutsuzlar nüfusu" gerçekten de toplumun en kritik kesimidir. Hemen sınıf-dışı kategorilerle davrandığımız söylenebilir ama gerçekten de bu kesim biraz öyledir. Bu kesim, krizin her derinleşme noktasında salgıladığı bir yığınsal güçtür ve çeşitli kollardan gelip kendilerini harcayan düzene karşı yoğun nefret noktasında buluşurlar. Devrimci hareket de, her zaman pratik savaşçı kadrolarını bu kesimde üretmiş, en gözüpek militanlarını buradan almıştır.
Ama, siyasi hayat -maalesef- boşluk kabul etmemektedir. Bu geniş nüfus akıntısı, önünde gerçekten hoşnutsuzluğunu ifade edebileceği doğru bir kanal bulamazsa, boşlukta da kalmamakta, nefret ettiği düzene muhalif görünen başka odaklara kayabilmektedir. Geleneksel olarak solun potansiyeli olan gençlikte, işsizlerde ve gecekondularda islami kesimin artan yayılması ancak böyle açıklanabilir.


SIRADANLAŞMANIN ÇÖKÜNTÜSÜ: SHP
Taşradaki SHP kurmaylarının ve özellikle de "reel olan"a teslim olmuş eski devrimci tayfasının Kürtlere ve devrimcilere ateş püskürdükleri, "onlar yüzünden" sağın geçitlerinin açıldığını iddia ettikleri biliniyor. Böylece hezimet nedenleri içine "hain Ecevit" faktörü dışında bir faktörü de eklemiş olmak kuşkusuz onları rahatlatmaktadır.
Oysa gerçek, tümüyle farklıdır. Gerçekte SHP, sağa kaydığı için, daha doğru bir deyimle düzen içindeki yerine artık imaj olarak da oturduğu için bu noktaya varmıştır. Düşüşün gerçek nedeni budur. Ve düşüş sürecektir. SHP, diğer düzen partilerinden kendisini ayıran o sahte-zahiri çizgiyi silip atmış, böylece varlığını toplumsal muhalefet kesimlerinin tercih nedeni olmaktan çıkarmıştır. Bütün politikaları ve taktikleriyle o, sıradan bir düzen partisi haline gelmiştir. Oyunun kuralı gereği biraz "sıradışı" bir düzen partisi olması gereken SHP, sıradanlaşmış ve kendi kaderini belirlemiştir. Daha doğrusu zor, oyunun kurallarını bozmuştur.
1974'ü anımsayabiliriz: 1974'te, Ecevit bütün sağ ile arasına sahte ama gözle görülebilir, kalın bir çizgi çekmiş ve bunu hırçın bir kavga ile beslemiştir. Bütün popülist sloganları harmanlayıp ortalığa süren Ecevit, böyle bir "farklı imaj" atağıyla başarıyı yakalayabilmiştir.
Oysa 80 sonrasından bugüne uzanan zincirde SHP tam tersine her geçen gün merkeze, sıradan sağcı partilerin yanına, hatta zaman zaman daha sağına kaymış, tercih edilebilir noktadan uzaklaşmıştır. Sağın geleneksel partileri dururken, "yeni" bir sağcı partinin tercih edilmesinin de zaten mantığı yoktur. Yazının en başındanberi işleyegeldiğimiz sorun açısından bakarsak da olgu şudur; SHP "kurtarıcı umut" olma demogojisinden reel politikaya, müteahhit tavrına ve dolayısıyla daha çok merkeze kaymış ve nihayetinde kendini "en özelleştirmeci", "en liberal" vb.. diye sıralanabilecek bir zincirde bulmuş ve boyunun ölçüsünü de almıştır.
Ama, doğrusu, bu noktada olmak bir tercih ya da irade sorunu da değildir. Sözkonusu olan parti kurmaylarının yeteneksizlikleri ya da yumuşaklıkları filan da değildir.
Sorun, üzerinde yaşanan toprağın bugünkü özellikleriyle ilgilidir. Yaşanan koşullar bugün çok somut yol ayrımlarını dayatan koşullardır ve toprak hamasi edebiyatı, farklı görünme çabalarını kaldırmamakta, altını boşaltmaktadır. Bütün politikası herkese boncuk dağıtmak ama en çok da çalışan sınıflara vaad savurmak üzerine kurulu olan bu "sömürge tipi sosyal demokrasi" için somut tavra zorlayan koşullar ölüm demektir. Fiilen bir düzen unsuru olan "sosyal demokrasi" sürecin ısındığı her kritik sorunda "birlik ve bütünlükten yana", yani egemen güçlerden yana olan tavrını somutlamak zorunda kalır ki, bu nokta, yukarıda sözünü ettiğimiz zahiri-sahte ayrım çizgilerini siler geçer.
Açmaz bu noktadadır ve dolayısıyla her gün daha fazla merkeze kaymak artık bir kader gibidir.
Bir yıl önce, hatta altı ay önce hükümetten çekilmesi halinde SHP'nin oy durumunun biraz daha düzeleceğini artık çocuklar bile bildiği halde, bunun yapılmamış oluşu da aynı açmazın bir sonucudur. Çünkü burada bir mecburiyet vardır. Ülkenin yaşadığı keskin yol ayrımlarında bir tercih yapılmış, daha doğrusu varolan durum netleştirilmiş ve parti olarak soluk borularını kesmek pahasına düzen çerçevesinde görev alınmıştır. Bu bir tercih bile değildir; yaşanan süreç, yerleri ve çizgileri netleştirmektedir.
Ayrıca, bugün muhalif bir düzen partisi olarak söylenebilecek şeyler de pek azalmıştır. Eğer çitin o yanında duruyorsanız, muhalif olmanızın zemini erimiştir, yapılanlardan, söylenenlerden farklı şeyler söyleyebilmenizin imkânları çok daralmıştır.
Açmaz budur. Ve bu nedenle merkez partilerinin kan kaybettiği bir süreçte tam merkezde durmak, Çiller ve Türkeş ile Taksim'de bir üçlü oluşturmak, özelleştirmede daha özelleştirmeci, Kürt sorununda daha Misakçı olmak, MGK cuntasının piyonu olarak istikrar paketleri imzalamak bir mecburiyettir. Siyasal olarak intihar anlamına da gelse, başka bir alternatif yoktur.
Ama bir şey var ki, çok önemli: bu durum, yani bu kan kaybı, "kitlelerin sağa kayması" gibi basit bir tesbite sığmaz. Bu tesbit, gerçeğin ancak bir bölümünü görmektir. Gerçekte sözkonusu olan, kitlelerin, "böyle bir solu istemedikleri" dir ki, devrimci hareket açısından bu altı çizilmesi gereken önemli bir durumdur.


"KÜRSÜ" TARTIŞMASI ÜZERİNE...

Burada sorulabilir: Israrla boykot tavrına katılmamayı seçenler ne kazanmışlardır?
Bu yazı, bir seçim değerlendirmesi değil; o bakımdan bu seçimlerde ne olup bittiğinden çok gelecekle ilgileniyoruz ama bir yandan da şu "seçimleri kürsü olarak kullanma" tezini tartışmak gerekiyor.
Gerçekten, "kürsü" düşüncesi ve pratiği bugün çok ciddiye alınabilir mi?
Seçimleri, siyasi gerçekleri açıklamanın bir aracı olarak niteleyenler bu konuda iyi bir sınav mı vermişlerdi?
Sözgelimi, en güçlü araç olan özel TV'lerde arasıra lütfedilen açık oturumlar anımsanabilir. Düpedüz canlı yayın fırsatı olduğunda da bu iddiada olanlar dişe dokunur ne söylemişlerdir? Kuşkusuz, BSA'nın İstanbul adayı Kafaoğlu baca filtrelerinin ne zaman takılacağını söylemiştir; yerel seçime katılan insanların kent üzerine planlarını açıklamaları da doğaldır, garipsemiyoruz. Ama hiç kazanma şansı bulunmayan bir seçimde, bir yayın fırsatını ülkenin gerçeklerini açıklanması için değerlendirmek anlamında BSA adayı ne yapmıştır, bu soru çok tartışmalıdır.
Bizce, bütün Kürt hareketi ve bütün solun çoğunluğunun tavrına karşın seçimlerde kalmayı tercih edenler, böyle bir "kürsü" işlevini bile yakalayamamışlar ve sonuçta bütün meşruiyetini yitirmiş bir seçimde hazin bir şekilde rol almışlardır.
Ama, bu bir yana, bir bütün olarak "Kürsü" sorununun kendisi de çok tartışmalıdır.
Artık biliniyor; iki temel tez var. Birincisi "sol marjinaldir, birleşelim" şeklinde özetlenebilir. İkincisi de "sol marjinalidir, açılalım" cümlesinde ifade edilebilir.
Tabii ki, sorun, ne birleşmeleri, güçbirliklerini, ne de legal imkânları reddetme sorunu değildir. Ama devrimci hareketin tıkandığı bir noktada, bu tıkanmanın doğru rotaya oturan bir politik atılımla değil de, legalleşme ve seçim kürsüleri yoluyla aşılabileceğini düşünmek, yazının başından beri açmaya çalıştığımız çürümeye kendini mahkum etmektir.
Bugün, silahlı mücadeleyi temel alan bir politik katılım üzerine, böylece yaratılmış bir örgütsel kalıcılık ve kanallar üzerine oturmayan herhangi bir açılımın uzun vadeli herhangi bir şansı yoktur. Bu, açılımların gereksizliği anlamına gelmez, sınırlarının ne olduğunun bilinmesini bize sağlar.
Ve sözü edilen şey basit olarak mekanik aletler, silah vb. değildir. Biz bir eksenden sözediyoruz. Ancak bu eksene bağlı olarak gelişecek bir zemin sonsuz açılım olanaklarını sağlayabilecektir. Bugün kitlelerle ilişki kuramamak diye bir sorun yoktur. Proletarya ve özellikle büyük kentlerin yoksul halkı bir maden gibidir. Hangi damara el atsanız, size karşılık verir ve hatta çoğu kez siz yetemez olursunuz. Ama kalıcılık sorunu ayrıdır ve tam orada insanların neden sizin örgütlü ilişkiniz olmayı tercih edeceği sorusu vardır. Neden şu ya da bu örgütlenme değil de, sözgelimi A örgütü bir tercih nedeni olacaktır? Bu soru gerçekten önemlidir; çünkü çoğu kez söylemlerin ve programların arasında da sanıldığından daha az temele ilişkin farklılık vardır.
Tam burada sorun, iktidara karşı yürüyüş açısından tavrınız ve mücadele yöntemlerini nasıl harmanlayıp nasıl uyguladığınızdır. Yoksa, bugün düzen partileri için sözünü ettiğimiz güven bunalımı, bir başka boyutta, halkla devrimci örgütler arasında da sözkonusudur. Ciddi olarak böyle bir güvensizlik vardır ve bunu ancak somut bir davranışla, çok net bir sıçramayla kırabilirsiniz. Böyle bir zemine dayanmayan sözel propagandayı nicel olarak ne kadar artırırsanız artırın, yine de bu çaba insanların çitin bu yanına geçmesini sağlamayacaktır.
70'te Çayan "günlük maişet derdiyle uyuşturulmuş kitleler" dediğinde, pek büyük ahlaki tepkiler yıllarca yazılıp çizilmişti. Halkımıza "uyuşuk" diyen bu anlayışın "iki silah sesiyle herkesi uyandırma" hayali içinde olduğu ciddi ciddi söylenip, yazılmıştı.
Oysa, Çayan'da da sorun tam tamına güven sorunuydu, bu güvenin bizzat somut olarak sağlanması sorunuydu. Ve bu, insanların "uyuşuk"luğundan çok daha farklı bir şeydi, bugün daha iyi kavranması gereken gerçek budur.


SONUÇ: HALK BİRİLERİNİ GERÇEKTEN UYARIYOR MU?

Gerçekten halk birilerini uyarıyor mu? CUMHURİYET'e bakarsanız, o, solu, yani "sosyal demokrasi"yi uyarıyor!
Aslında, uyarı denen şeyin kendisi çok tartışmalıdır. Yani insanlar kimseyi uyarmak için özel olarak davranmazlar ve davranmıyorlar. Ama yine de milyonlarca insanın salt seçimlerde değil, başka türden kritik noktalarda da ortaya koydukları tavırların bileşkeleri, politika sahnesindeki aktörler için dikkate alınması gereken göstergeler olurlar.
Bu anlamda, gerçekten bir uyarıdan sözedilebilir. Ama uyarılan, durumu değerlendirmesi gerekeni iyi tesbit etmek kaydıyla...
Uyarılan -uzatmaya hiç gerek yok- biziz. Halk, çalışan yığınlar, hoşnutsuz kütleler, asıl bizi, devrimcileri uyarmaktadırlar. Bu uyarıyı algılamamak gerçek bir körlüktür.
Bu uyarı, bize yapmamız gerekenleri, silkinip atılmamız gereken süreci anlatmaktadır. Gerçekten de tam bugün gelip dayanılan nokta çok kritiktir. Toplumsal muhalefetin ve devrimci hareketin büyük potansiyellere ulaşma şansıyla kısırlaşıp güdükleşme riski aynı sıkışmış zaman diliminde yanyana durmaktadır. Her ikisi de mümkündür.
Sorun, devrimci hareketin, bizim, hangi yolu seçeceğimiz sorunudur.
Ve burada, işin güzel yanı budur, yeniden keşfedilecek bir yol sözkonusu değildir. Yol, bilinmektedir. Yeterince yürüme iradesi gösterildiğinde, büyük potansiyellere ulaşmanın mümkün olduğu görülecektir.


 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92