Sürece
Bakış ve 3. Bunalım Dönemi Kavramı Üzerine
Suni Denge-2
|
Esasında "Bunalım Dönemleri" kavramı THKP-C'nin
teorik zincirinde bir noktaya oturmakla birlikte, salt
ona özgü bir kavram değildir. Bir tür saplantı da değildir.
Daha önce sözünü ettiğimiz gibi, burada da sorun, olguları
anlaşılır hale getirme sorunudur.
Kapitalist sistemin tekelci çağla birlikte sürekli ve
genel bir bunalıma girdiği ve böylece bütün ülkeler
açısından bir devrimler çağının açıldığı biliniyor.
Serbest rekabet döneminin hızlı gelişme sürecini tüketen
kapitalizm, tekeller ve mali oligarşiler dönemine geçtiğinde
artık sürekli bir bunalımın da içine girmiştir. Artık
sözkonusu olan, bilinen devrevi krizlerin de ötesinde,
onları da kapsayan sürekli bir çürüme halidir. Bir üretim
biçimi olarak ve onu sarmalayan politik çerçevesiyle
kapitalizm artık toplumsal üretici güçlerin ciddi bir
engeli halindedir.
Öte yandan, artık "tek bir zincirin halkaları"ndan
oluşan dünya açısından bunalım geneldir de; Sistem bir
bütün olarak bunalımı yaşamaktadır ve her parça bu genel
çöküntü durumunu kendi sürecinde yeniden üretmektedir.
Böylece tekelci kapitalizm sistemin temel çelişmesini
de öne çıkarıp, ancak tek bir yolla, devrim yoluyla
çözülebilir hale getirmiş ve bütün ülkeler açısından
proletarya devrimlerinin objektif koşullarını mümkün
kılmıştır.
Ancak, doğal ya da toplumsal her süreç gibi, bu sürekli-genel
bunalım süreci de tekdüze ve her aşaması birbirinin
aynı olan düz bir çizgi izlememiştir. Sistemin bunalımı,
kendi iç dinamiklerinin ve bu dinamikleri etkileyen
konjonktürel durumların baskısı altında, zaman içersinde
biçimsel evrimler geçirmiştir. Sistem olarak emperyalizmin
özünün ve temel niteliklerinin aynı kaldığını söylemeye
bile gerek yok. Ama emperyalizm, süreç içinde, sömürü
ve işgal biçimleri, metropoller arasındaki ilişkiler
ve karşıt güçle ilişkiler gibi bir dizi faktörün etkisiyle
değişimler geçirmekte ve bu değişim noktalarından hareketle
belirli dönemleri ayırdedebilmek mümkün olmaktadır.
Yani sonuçta yapılan şey, çok karmaşık bir işlem değildir.
Sorun, somut durumların ve ayrım noktalarının tesbit
edilmesi, pratiğe yararlı soyutlamalara dönüştürülmesidir.
Sözgelimi; Ekim devrimi ile dünyada açılan süreç yeni
bir konjonktürü ve ilişki-çelişkileri ifade eder. Artık
ortada yeni bir dünya manzarası vardır ve en azından
bu manzarada kapitalizm ilk kez ete-kemiğe bürünmüş
net bir alternatifle karşı karşıyadır. Şüphesiz bu durum
yüzyılın hemen başındaki durumdan farklıdır, dolayısıyla
dönemsel ayrım noktaları bulma şansı vardır.
3. Bunalım dönemi kavramı da, 2. Paylaşım savaşı sonunda
oluşan yeni dünya manzarasının açıklanma çabasının bir
ürünüdür.
Gerçekten, bu döneme salt yüzeysel olarak baktığımızda
bile, geçmişe oranla farklı bir şeylerin olduğu net
olarak görülür.
Öncelikle, 2. Paylaşım savaşı sonrasında sosyalizmi
seçmiş ülkelerin sayısı ve gücü artık çok farklı bir
noktadadır. Dünya yüzeyinde sosyalizm, somut yüzölçümü
anlamında olsun, politik etkinlik açısından olsun çok
yaygın bir haldedir ve dünyanın hatırı sayılır bir bölümü
emperyalizmin egemenlik alanı dışına çıkmıştır. Sosyalist
ülkelerin nitelikleri, zaafları, kendi aralarındaki
derin çelişkiler ve bu çelişkilere rağmen sosyalizmin
bir "blok" oluşturup oluşturmadığı çok tartışılabilir.
Geçmişte de tartışılmıştır ama herşeye karşın görmezlikten
gelinemeyecek olan, bu ülkelerin toplamının o konjonktürde
emperyalist kontrolün dışında olduğu ve politik-askeri-ekonomik
bir güç olarak yer aldığıdır. Yani, ortada, kendi içinde
nasıl bölünmüş olursa olsun, emperyalizmin her davranışı
sırasında hesapladığı, dolayısıyla da bu davranışları
sınırlayan bir somut güç vardır. Bu konumlanış, sahnede
yalnız SSCB'nin yer aldığı geçmiş döneme göre yeni bir
durumdur ve kuşkusuz bu emperyalizm açısından politik-ekonomik
bir daralma anlamına gelmiştir.
Kontrol alanının daralması salt yüzölçümsel bir olgu
da değildir. Salt pazar daralması değildir. Sosyalizm,
bu süreçte, sosyalist ülkelerin bütün iç zaaflarına
karşın olağanüstü bir etki ve prestij kazanmıştır. Dolayısıyla
bu prestij ve dönem boyunca yükselerek süren halk savaşları
da aynı hesap hanesine eklenmelidir. Üstelik bu savaşların,
emperyalist pazarı ve kontrol alanını daraltmaları için
mutlaka zafer kazanmış olmaları da gerekmiyordu. Halk
savaşlarının bizzat varlığı ve sürdürülüyor olmaları
bile, bağımlı/yeni sömürge ülkelerin bir çoğunu yatırımlar
açısından öyle bir "güvenilmezlik" noktasına
sürüklemiştir ki, sonuçta "parayı sokağa atmayı"
rasyonel bulmayan tekeller açısından bu ülkeler "fiilen"
pazar olmaktan çıkmışlardır.
Öte yandan aynı süreç, dıştaki daralmayı içe, metropollere
de taşımış, pazarları genelde daralan emperyalizm, kendi
metropollerinde de refah ve esneklik payını düşüren,
krizleri sıklaştırıp derinleştiren etkiler yaşamıştır.
Dönem bir bütün olarak incelendiğinde, dıştaki yaralar
ile içteki toplumsal hareketliliği kronolojik olarak
izlemek mümkündür ve bu denk düşmeyi "Metropol
gençliğinin ulusal kurtuluş savaşlarından ideolojik
etkilenişi" faktöründen çok ( ya da onunla birlikte
) esas olarak ekonomik kökenler açısından ele almak
gerekmektedir.
Yani bu dönem, ciddi bir nüfuz daralması dönemidir.
Ve hatta bu "daraltıcı" faktörler arasında,
sosyalizmle hiç ilgisi olmayan önderlikler altında gelişen
ulusal-dinsel hareketleri bile saymak gerekir.
Öte yandan aynı dönem, emperyalizmin normal çözüm yolu
olan "genel paylaşım savaşı" yolunun da tıkalı
olduğu bir dönemdir. Şüphesiz böyle saptamalar hiç bir
zaman tam bir kesinlikle ortaya konamaz ama o konjonktürde
pazar sorununun yeni bir dünya savaşıyla çözülmesi gerçekten
de pek kolay değildir. Artık ortada başka alternatif
ve potansiyel güçler vardır ve dünya üzerinde pervasızca
savaşılmasına izin vermeyecek bir ilişkiler zemini üzerinde
dönmektedir. Karşılıklı konumlanış, durmadan yükselen
olağanüstü bir silahlanma seviyesine yol açmış, Amerikan
politikacılarının pek sevgili atom bombalarıyla öğündükleri
40'lı yıllar çabuk geçmiş, ortaya bir denge çıkmıştır.
Böyle bir manzarada artık "cihan harbi" ile
sorunları çözmek bir yana, savaşın ortada "cihan"
diye bir şey bırakıp bırakmayacağı kuşkulu hale gelmiştir.
Bütün bu koşullar, dönem boyunca emperyalistleri, bir
yandan "sıcak savaş" çığırtkanlığını sürdürürken,
öte yandan aslında "soğuk savaş" ve "bölgesel
çatışmalar" ile yetinmeye zorlamıştır. Emperyalistler
açısından pazar sorunu çözmek için kendi aralarında
ya da sosyalizme karşı bir dünya savaşı açmanın imkanları
daralıp sınırlanmıştır. (1)
Yine aynı dönemde, aynı koşulların ürünü olarak "entegrasyon"
dediğimiz olgu da meydana gelmiştir. Emperyalistler
bir yandan daralan egemenlik alanları üzerinde alttan
alta boğazlaşırken, öte yandan sosyalizmin ve ezilen
halkların tehdidi altında "ittifak"lara zorlanmışlardır.
Bu durum, bir paradoks gibi görünse de, onların iç çelişkilerinin
zayıflamasının değil, şiddetlenmesinin bir sonucu olmuştur.
Yani, çelişkiler şiddetlenmiş ama yaşanan koşullar sonucunda
bu çelişkiler farklı boyutta bir kapışma şeklinde sürmüş,
zaman içersinde bu kapışmanın kurumsal zeminleri de
oluşmuştur. Bu dönem boyunca gözlenen olgu, eski günlerin
(ittifak-itilaf ya da mihver-müttefik gibi) karşılıklı
politik-askeri kamplaşma örgütlerinden çok, bütün belli
başlı emperyalist devletleri kapsayan NATO türü bütünsel
askeri teşkilatlar ve emperyalist zincirin bütünü üzerinde
etkileri olan IMF, OECD, Dünya Bankası gibi politik-ekonomik
kurumlardır. Ve artık kapitalist devler arasındaki çıkar
savaşımları bu tür örgütler bünyesinde kızışmaktadır.
Süreç boyunca Avrupa ve Japon kökenli çıkışlar, ciddi
çelişmeler görülse de, bunlar doğrudan kapışma seviyesine
varmamaktadır. (2)
Sonuçta görülen manzara, özetlersek; yeni dönemde emperyalist
pazarların ve kontrol alanlarının olağanüstü daralışı
karşısında, bu tıkanıklığın aşılmasının "normal"
şartlarının oldukça kısıtlı olmasıdır, ki işte tam bu
nokta, emperyalizm açısından çok öldürücü bir noktadır.
Gerçekten de, emperyalizm, tarihindeki en ağır koşulları
bu dönemde yaşamıştır.
Ve emperyalizm, kendisi açısından ölümcül nitelik taşıyan
bu çelişkileri başlıca iki yolla aşmaya çalışmıştır:
Bir soğuk savaş dalgasıyla birlikte ekonominin uç noktaya
varan militarizasyonu ve yüzölçümsel olarak daralan
pazarın derinlemesine büyütülmesinin bir yöntemi olarak
yeni-sömürgecilik... III. Bunalım dönemi olarak adlandırılan
sürecin en belirgin özellikleri bunlar olmuştur. (3)
Gerçekten, emperyalist ekonomi bu dönemde bütün tarihi
boyunca ulaşamadığı bir militarizasyon seviyesine ulaşmıştır.
Nükleer yarışa bağlı olarak olağanüstü düzeyde geliştirilen
askeri üretim teknolojileri ile bölgesel kışkırtmaların
çakışması bu açıdan bir rastlantı sayılamaz. Böylece
kapitalist ekonomi daralan pazarlar çıkmazında kavrulurken,
normal yollarla yaratamayacağı bir pazar ve üretim kapasitesini
yakalayıp sürdürebilmiştir. Sözgelimi bir Pershing füzesinin
çeşitli parçalarının 600 civarında ayrı şirket tarafından
siparişlerle yapıldığını düşünürsek, manzara kolayca
ortaya çıkar. Öyle ki, zaman içerisinde ekonominin ritmi
askeri programlara bağlı hale gelmiş, kriz devreleri
ile askeri sorunlar arasındaki ilişki kronolojik şekilde
izlenebilir olmuştur. Emperyalist ekonomi giderek kendisine
ilaç diye bulduğu olgunun "bağımlısı" haline
gelmiştir.
Emperyalizmin her zaman savaşlar ve savaş için harcamalar
demek olduğu kuşkusuz doğrudur. Ama bu kez sözkonusu
olan şey, yukarıda sözünü ettiğimiz daralma ve bu daralmanın
geniş çaplı bir savaşla açılamıyor oluşuyla ilgilidir.
Bu kez açmaz ölümcül şekilde büyüktür ve askeri ekonomi
bu tıkanıklığı açmak için devasa bir araç halinde kullanılmaktadır.
Öte yandan, yeni-sömürgecilik de basit bir siyasal tercih
sorunu değildir; aynı tıkanıklığı aşma sorunu ile ilgilidir.
Politikanın özü, pazarın "derinliğine" geliştirilmesi
ve egemenliğin yeni bir boyutta pekiştirilmesidir. Eski
sömürgeciliğin kaba yöntemleri (birden değil, zaman
içersinde) terkedilmiş, sermaye ihracının bileşiminde
kısmi değişiklikler yaratılarak, çok uluslu şirketlerin
yerli birikimle içiçe geçmeleri ve "birlikte"
üretim yapmaları sonucu nisbi bir gelişme yaratılmıştır.
Borçlandırmayla desteklenen bu program, bir "sanayileşme
hamlesi" havası oluşturarak bu ülkelerin sosyal-ekonomik
çehresini değiştirmiş, bu arada feodal güçlerin "zenginleştirilerek"
çözülmesinin kısmi gerçekleşmesi de pazar ilişkilerini
en uç köşelere dek yaymıştır, ki bu, pratikte yüzölçümü
değişmeyen eski "pazar"ın giderek daha fazla
sermaye ve ürünü emebilecek duruma getirilmesi, yani
kapasitesinin ve hacminin arttırılması anlamına geliyordu.
Olgu, salt iktisadi sonuçlar yaratmakla kalmadı. Öncelikle
emperyalizme nisbeten yeni bir egemenlik biçiminin imkanlarını
sağladı. Eski CIA patronlarından J.F.Dulles'in deyimleriyle;
"Eğer batı, sömürgeciliğin, statükonun devamıyla
sonsuza dek sürüp gitmesini isteseydi, şiddetli bir
devrimi kaçınılmaz kılacak ve kaçınılmaz bir yenilgiye
uğrayacaktı." (akt..: Avcıoğlu) Şüphesiz bu bütünüyle
Dulles'in paranoyasından ibaret değildi ve tam böyle
bir noktada yeni-sömürgeci egemenlik biçimi eski biçimlerden
farklı avantajlar sunuyor, ikili anlaşmaları, borçlandırmalar
ve uluslararası finansal-askeri kurumların etkinlikleriyle
sahte bağımsızlık biçimlerine denk düşen yeni bir hegamonyaya
yol açıyordu. Böylece aslında egemenlik bir yandan biçimsel
olarak gizlenirken, diğer yandan da güçlendirilmiş oluyordu.
Doğrudan işgalin ya da kaba sömürgeciliğin iğreti yapıları
yerine, kollarını "modernleşme" yoluyla ülkenin
her yanına uzatabilen güçlü bir merkezi otorite geçiyor,
baskı mekanizmalarının etkinliği daha tam ve yaygın
hale geliyordu. Koruma şartlarında geliştirilen tekelci
burjuvazinin ağırlığı altında ama ülkedeki diğer gerici
güçleri de gözeten bir yönetim tarzı olan "oligarşik
diktatörlük"ler bu dönemin karakteristik unsurudur.
Ve tabii pazar ilişkilerinin genişlemesi, hızlı (ve
çarpık) kentleşme, yaşam standartlarındaki boyut değişiklikleri,
sosyal kademelerin çeşitlenmesi gibi bir dizi faktör
de bütün bunlara ekleniyor ve halkın, çalışan sınıfların
siyasal tutumlarını etkileyen sonuçlar yaratıyordu.
Kısaca, yeni-sömürgecilik bir dizi iktisadi ve politik
amacı birarada gerçekleştiren zorunlu bir uygulama halinde
gündeme geliyor ve bütün bir süreç boyunca etkili oluyordu.
(4)
YENİ-SÖMÜRGECİ İLİŞKİLER veTÜRKİYE
A) Sürecin Başlangıcında, Yerli Birikim ve Bütünleşme
Potansiyeli
II. Savaş sonrası Türkiye'ye şöyle bir baktığımızda,
herhalde o dönem için yapılabilecek en anlamlı saptama,
onun bir "muz cumhuriyeti" olmadığıdır. Yani
Türkiye sıfır noktasında değildir.
Burjuva bir önderlikle gelişen ya da başlangıçtaki kendiliğinden
direnişler döneminden hemen sonra burjuva önderliğin
hegemonyasına giren 1919-23 savaşı bittiğinde, ortada
artık bir burjuva cumhuriyet vardır. Kürdistan'ı da
bölge ülkeleriyle cetvel hesabı paylaşan ve bir parçayı
sömürgesi kılan Kemalist cumhuriyettir bu. Daha doğru
bir deyimle söylenirse, aslında olan şey, yeni bir "sömürgeleştirme"
fiilinden çok, var olan imparatorluk sömürgelerinden
elde kalan son bir parçanın "muhafazası"dır.
Ama bu kez daha farklı bir biçimde: Varlığını da yadsıyarak....
Böylece Kuzey Kürdistan açısından ortaya klasik sömürgeciliktende
farklı olarak bir tür iç-sömürge tarzı çıkmış ve üniter
mantığın içinde, bir dizi başka faktörün de etkisiyle
ilişkinin sömürgeci niteliği bulanıklaştırılmış, uzun
süre gizlenebilimiştir.
Öte yandan, burjuva cumhuriyetin seçtiği yol bellidir.
Seçilen yol; kapitalizmdir. Ve 1920'lerin "tek
bir zincirin halkalarından oluşan" dünyasında bu
yol seçildiğinde, emperyalizmden bağımsız olmak mümkün
değildir. Ve zaten bu objektif gerçek bir yana Kemalist
kadronun böyle bir derdi de yoktur. Henüz savaş sürerken
bile hem sözel düzeyde, hem de pratik uygulamalarda
emperyalizme ilişki isteği net olarak gözlenir.
Zaten bir ölçüde sonraki süreç, bir ikilem içine sıkışmışlıkla
karakterize olur. Bir yanda seçilen kapitalist yol vardır,
diğer yandan da bu yolun bağımsız gelişiminin (yönetici
kadronun bu istekte olduğunu varsaysak bile) önünün
baştan tıkalı oluşu...
Yani, sözgelimi 18. ve 19. yüzyıl Avrupasında olduğu
gibi feodalizmin tasfiyesiyle yeni üretim ilişkilerinin
önünü radikal biçimde açmak, bu yolla yoğun birikimler
yaratmak imkânı fiilen bulunmamaktadır. 1920'lerde böyle
bir yalıtılmış ada yeryüzünde bulunmamaktadır ve zaten
Kemalist kadro böyle istek ve kararlılık içinde değildir.
Kadro, başından itibaren ülkedeki en geri kesimlerle
işbirliği içine girmiş, statükoları çok sarsmamaya özen
göstermiştir.
Böylece yaşanan süreç, başta "yüce kurtarıcı"nın
kendisi olmak üzere eski "savaşçı" kadronun
zenginleşerek belli birikimlere ulaştığı, ticaret burjuvazisinin
palazlandığı bir süreç olmuş, ama baştan beri emperyalizmle
temas halinde olmasına karşın bu birikim yine de sınırlı
kalmıştır. Emperyalizmle ekonomik ilişki ise daha çok
"acenta"lık düzeyini aşamamıştır.
Ama her şeye karşın 45'lere gelindiğinde ortada varolan
birikimi çok küçümsememek gerekir. Özellikle "devletçilik"
sürecinde palazlandırılan "ticaret erbabı"
artık daha "büyük işler"in hevesi içindedir.
Ortalık bir Afrika sömürgesi toprağı gibi bomboş değildir,
yani; emperyalizm bugünkü işbirlikçi güçleri yoktan
varetmemiştir; Zaten öteden beri kendisiyle temas içinde
gelişmiş bir güç vardır.
Bu nokta 1945'lerde tıkanma ve açılım noktasıdır. Emperyalizm,
artık yeni bağımlılık ilişkileri isteği içindedir ve
Türkiye -coğrafi konumu da dahil olmak üzere- her açıdan
bu yeni ilişkilerin modeli olarak düşünülmektedir.
Artık sözkonusu olan, mevcut potansiyel ile emperyalist
yatırım kanallarının içiçe geçmesi ve böylece zaten
varolan işbirliğinin yeni bir boyuta sıçramasıdır. Bunun
için, bütün teslimiyetçiliğine karşın yine de emperyalizmle
hizmette hantal kalan bir yönetim kuşağı tasfiye edilmiş,
bütünleşmenin önünü en büyük hızla açabilecek olan bir
popülizm yakalayabilmiştir. "Çok partili demokrasi"
aşkının aynı döneme denk düşmesi bu açıdan bir rastlantı
değilidir, ki aynı sürece kırk yıllık bunaltıdan bezgin
düşmüş yığınların gelişme isteği de denk düşmüş ve bu
noktada TC tarihinin en işbirlikçi ve en halk düşmanı
kadroları, en büyük kitlesel desteği yakalayabilmişlerdir.
Böylece yol düzlenmiş ve Türkiye yeni-sömürgeciliğin
uygulandığı başka ülkelere oranla daha hızlı bir tempoyu
yakalayabilmiştir. Bu fark önemlidir; çünkü böylece
süreç hızlanırken, bir yandan düzene daha yüksek bir
yedekleme kapasitesi sağlanabilmiş, öte yandanda "işgalin
gizlenişi" daha elverişli bir zemine oturmuştur.
B) Bir Özet... "Kalkınma Hamlesi" Ve Çarpık
Tekelleşme
Bu noktada "emperyalizmin ülkeye girişi" gibi
kavramlar ve tanımlamalar kuşkusuz yersizdir. Sözkonusu
olan şey, aslında emperyalizmle ilişkiler açısından
kesintisiz bir sürecin devamıdır.
Dönemin koşulları içinde Türkiye'ye yüklenen rol, hem
bölgesel düzeyde bir "ileri karakol" olma
durumu, hem de "derinleşen bir pazar" konumudur.
Rockefeller'in o günlerde Eisenhower'e sunduğu rapor
durumu anlatmak açısında aslında oldukça yeterlidir.
"Hükümet (ABD hükümeti), özel sermaye yatırımlarını
cesaretlendirmeli ve onlardan akıllıca yararlanmayı
bilmelidir. Bu yatırımlar yardımıyla birçok siyasal
amaca ulaşabilir. Bu tip özel sermaye yatırımları, zamanla
bütün gayri-meşru muhalefeti ve politikamıza karşı direnişi
ortadan kaldırabilmeli ya da nötralize edebilmelidir.
Ayrıca bizi desteklemekte kararsız ve sallantılı olan
bütün özel girişim ve çıkar çevrelerini etkilemelidir.
Aynı zamanda, ABD ile işbirliğine hazır yerli işadamlarına
yardım arttırılmalı ve böylece bu işadamlarının ilgili
ülkelerin ekonomisinde kilit noktaları ele geçirmeleri,
buna dayanarak politik etkilerinin artması sağlanmalıdır."
(Avcıoğlu)
Olağanüstü bir kibarlıkla söylenen bu sözler aslında
bir dönemin temel politikalarıdır. İkili Anlaşmalar,
NATO'ya giriş, ODTÜ'den MTA'ya, Planlama'ya dek her
köşeye yayılan "uzman"lar, askeri ünitelerin
yeniden düzenlenişi ve bağımlılığın her yönden derinleştirilip
pekiştirilmesi süreçleri birbirini izler.
Bu arada kredilerle desteklenen ve pazarı bütünselleştiren
(ABD uzmanı Thornburg'un deyişiyle "küçük küçük
Türkiye'leri birbirine bağlayan") ulaşım-iletişim
projeleri gelişirken, öte yandan yerli işbirlikçilerin
birikimi ile çok uluslu şirketlerin yatırımları "ithal
ikameciliği" diye nitelenen bir süreçte buluşup
kaynaşmaktadır. Marshall yardımından, askeri fonlardan
aktarılan "hibe" lere kadar hatırı sayılır
kaynaklar bu işe koşulur. Kredilerin dağılımı TSKB gibi
araçlarla uygun şekilde düzenlenir; daha doğrusu aslında
"para parayı çeker" ve bu dağılım belirli
noktalarda yoğunlaşır. Yabancı sermaye yasaları ve bütün
mevzuat "Batı'da hayranlık uyandıran" bir
şekle sokulurken miktar olarak çok fazla olmayan ama
çeşitli anlaşma biçimleriyle bağımlılık ilişkisini pekiştiren
bir sermaye akışı hızlanır; sınırsız kâr transferi,
kredi-vergi-kota kolaylıkları, teşvik yasaları ve devlet
işletmelerinden sağlanan ucuz girdiler... Hepsi, çarpık
ve suni şekilde büyüyüp tekelleşen bir sanayi yapısının
oluşturulmasına hizmet ederler.
Sonuçta, gerçekten bu dönemde yaratılan, sözgelimi 30'lu
yıllarla kıyaslanamayacak bir "büyüme" ve
"kalkınma" görünümüdür. Bu, baştan sakatlanmış
ve bir süre sonra tıkanacak olan yapay bir sanayileşme
atmosferidir ama yine de varlığı inkâr edilemez.
Böyle normal olmayan, emperyalizme bağımlılığıyla kendi
dinamiği sakatlanmış bir "gelişme", emperyalizmin
işbirlikçisi durumundaki burjuva kesimler açısından
da "normal olmayan" büyüme biçimleri yaratmış
ve Batı'daki tarihsel evrime pek benzemeyen bir yoldan
olağanüstü hızlı bir tekelleşmeye yol açmıştır. Kredilerin
dağılımından kolaylıkların binbir çeşidine dek uzanan
bir korunma ortamında emperyalizmle bağımlılık ilişkileri
içinde büyüyen yerli birikim, kısa sürede ve sıçramalar
yoluyla tekelleri yaratmıştır. Ve kuşkusuz bu süreç,
serbest rekabet koşullarındaki merkezileşme ve yoğunlaşma
eğiliminin bir ürünü olan bilinen tekelleşme tarzına
oranla daha zayıf ve yapay bir olgu yaratmıştır. Zaten
emperyalizm çağında herhangi bir ülkede, bilinen (deyim
yerindeyse "doğal") yoldan bir kapitalist
gelişme ve tekelleşme de mümkün değildir ve mevcut birikim
ancak bir dışa bağımlılık ilişkisi çerçevesinde, bir
"oksijen çadırı" mantığı içersinde tekelleşme
şansına sahiptir.
Dolayısıyla ortaya çıkan durum, batıdaki finans kapital
olgusundan oldukça farklı, zayıf ve kendi dinamiklerinden
büyük ölçüde yoksun bir tür tekelleşmedir.
C) Politik Biçimleniş Ve Oligarşi
Böylece oluşan işbirlikçi tekelci katmanların ise politik
düzeyde bütün yapı üzerinde tam hakimiyeti, dolayısıyla
bir finans oligarşisi manzarası göstermesi beklenemezdi.
Feodal yapı ile karşılıklı konumlanış böyle bir zayıflığın
üzerinde oluşmuştur. Geri üretim yapılarını tümden tasfiye
eden köklü (ve bu anlamda "normal") bir süreç
yaşanamazken, buna parelel olarak politik düzeyde de
ülkedeki en geri güçlerle ittifak kendini bir zorunluluk
olarak dayatmıştır. Bütün bu süreç bir çelişkiler-ittifaklar
yumağı halindedir; geri adımlar, ileri doğru ataklar
yapmak ama hiçbir zaman tam cepheden karşılaşmamak,
süreç boyunca tekelci burjuvazinin tavrını karakterize
etmiştir; daha doğrusu tekelci burjuvazi böyle bir tavra
mahkumdur.
Ancak, feodal ilişkilerin zaman içerisinde uğradığı
"çözülme" de yadsınamaz bir gerçekliktir.
Zaman içerisinde, ülkede bağımlı kapitalistleşmenin
gelişimiyle birlikte, feodal ilişkilerin salt kendine
yeterli, su sızdırmaz- dışa kapalı yapısı önemli ölçülerde
çözülmeye uğramış, kapitalist pazar ilişkileri uç noktalarına
dek yayılma göstermiştir. Süreç boyunca tarım-sanayi
dengesinin sürekli tarım aleyhine bozulması yanında,
değişikliğe uğratılan ve merkezi iletişim-ulaşım mekanizmasıyla
metropole bağlanan tarımsal yapı, kapitalist pazar ilişkilerinin
girebileceği önemli gediklerle parçalanmış, sonuçta
kapitalist üretim ilişkileri ülkenin hakim biçimi haline
gelmiştir.
Üstelik, bütün bunlar, statükoyu fazla sarsmadan, politik
dengeleri (mecburen) koruyarak, bağımlı kapitalistleşme
sürecinin seyri içinde gerçekleştirilmiştir. Sözkonusu
olan, bir üretim ilişkisinin güçlerinin bir diğerini
kendi gelişim dinamiğiyle tasfiye etmesi, yani bir yüzey
üzerinde bir şeyin genişleyip diğerini yok etmesi değil,
yeni-sömürgeci ilişkilerin daha karmaşık bir açılımıdır.
Feodalizmin bağrında gelişip serpilip nitel bir sıçramayla
onu tüketen bir kapitalist gelişmeden çok, yeni-sömürgeciliğin
temel mantığı içinde geliştirilen bir yapı vardır ve
burada derinleştirilen kapitalist ilişkiler, ülkedeki
en geri güçlere de çıkarlar sağlayan bir yapı göstermiştir.
Devrimci bir tasfiyenin tam aksine, yöntemin temel unsuru,
mevcut güçlü tarım kesimlerinin çıkarlarının mümkün
olduğunca korunması, hatta bu kesimlerin hem nakdi kazanç,
hem de mülkiyet açısından daha da zenginleştirilmesi
olmuştur. "Gerilerken zenginleşme" ve çoğu
durumlarda da bu zenginliğin ticarete ve yatırımlara
akması dönemi karekterize etmiştir.
Böylece tarımda ortaya "kısmen geçişli" ve
"daha fazla kademeli" bir yapı çıkmış, kırda
(katı feodal düzenin serf-senyör ilişkisinden farklı
olarak) sosyal tabakalaşma çeşitlenmiş, eski usül büyük
toprak sahiplerinden, kapitalist işletmelere, küçük
üretimden, tarım işçilerine dek uzanan daha renkli bir
yapı çıkmıştır. Tarımdaki atıl birikimlerden sanayiye
kaymalar gözlendiği gibi, kapitalist şirketlerin de
tarımın belli dallarına sıçramalar yaptığı görülebilmiştir.
Her halükârda sözkonusu olan şey, tarımın zaman içerisinde
eski kendi içinde dönen sisteminden uzaklaştırılıp merkezi
pazara bağlandığı ve yeni-parasal ilişkilere giderek
daha fazla angaje edildiğidir. (5)
Bütün bu gelişmelerle, nüfusu atıl halde bünyesinde
tutan kapalı feodal yapılar yıprandıkça ve makineleşmenin
de etkisiyle toprağın temerküzü yeni bir boyutta gerçekleştikçe,
hergün artan sayıda insan kırdaki köklerinden sökülüp
fırlatılmış ve çarpık kapitalist sanayinin emme kapasitesiyle
orantısız şekilde kentlere yığılmıştır. Son kırk yılda
kentlerin nüfus oranları adım adım yükselmiş ve ortaya
daha sonra açacağımız marjinal yerleşim biçimleri ve
marjinal geçim sağlama yöntemleri büyük bir hızla çıkmıştır.
Yeni-sömürge tarzı kapitalistleşmenin bir başka sosyal
sonucu da merkezi devlet otoritesinin ve iletişim-ulaşım
ağının ülkenin en uç köşelerine dek -bir klasik sömürge
ülkeyle kıyaslanmayacak ölçüde-yayılması, her köşede
hissedilir olmasıdır. Kapitalist pazar ilişkileri yayılırken
belirli bir alt yapıya dayanarak devlet kurumları da
kendini önceden ulaşmadığı bölgelere yaymış, idari-hukuki
etkinliği ve zor güçleri anlamında daha kesin egemenlik
biçimlerine varmıştır, ki bu durum "içsel olgu"
konumundan ötürü aynı zamanda emperyalist hakimiyetin
yayılması anlamına gelmektedir. Ve tabii aynı kapıdan
yeni değerler, ideolojik araçların etkinliği ve politik
dalavereler de girmiş ve yerel güç sahiplerinin de sürece
katılımıyla bütün ülkeye yayılmıştır.
Sonuçta ortaya ülkenin yönetimi anlamında da batıdaki
örneklerinden farklı, yeni sömürgeye özgü ilişkiler
ve bu ilişkilerin karmaşık bir bileşimi çıkmıştır. Kırdaki
hakim güçlerle doğrudan hesaplaşmayan ama alttan alta
kapışırken bir yandanda işbirliğine giden tekelci burjuvazi,
böylece onları da içine alan bir yönetim tarzı yaratmışıtr.
İşbirlikçi tekelci güçler ile diğer gerici sınıfların
en elit tabakalarının bu eşitsiz ve çatışmalı ittifakı,
kendisini bir oligarşik yönetim olarak ortaya koymuştur.
Oligarşik yönetim, gelip geçen hükümetlerin ötesinde,
ülke yönetiminin tam kendisi olarak belirmiştir. Ülke,
görünüşte politik kadrolar (daha çok da politik-askeri
kadrolar!) tarafından yönetilmektedir ama bu görünüm
esas yapının gözden kaçırılması için gerekçe değildir.
Esas yapı, sürekli ve kalıcı olan devlet mekanizmasıdır.
Egemen sınıfların güç ilişkileri -ve çatışmaları- bu
oligarşik mekanizma içinde somutlaşıp kurumlaşmıştır.
Şüphesiz oligarşi kavramı çatışmasız-durağan bir güçler
ilişkisini ifade etmemektedir. Oligarşi, tekelci burjuvazi
açısından zorunlu bir iktidar paylaşma durumu olmuştur
ve zaman içerisinde bu paylaşımın oranları hiç de sabit
kalmamıştır. Başından beri burjuvazinin belirgin üstünlüğüyle
yürüyen devlet gemisinde, bu kesim her geçen gün daha
fazla güç kazanmış, daha belirleyici hale gelmiştir.
Hatta aynı süreçte burjuvazinin çeşitli klanları arasında
da güç dengeleri değişmiştir.
Öte yandan bu yönetim tarzı, emperyalizmle ilişkiler
açısından da yeni bir durumu ortaya çıkarmış, artık
işbirlikçi burjuvaziyle bir bütün hale gelen emperyalist
çıkarlar dıştan dayatılan bir şey olmaktan çıkmış, gelip
ittifakın odak noktasına oturmuştur. Oligarşik Blok'un
bir parçası olarak emperyalizm bu kez daha üstü örtülü
ama daha sağlam biçimde ülkeye hakim olabilmiştir. (6)
D) Kriz, Faşizm Ve Devrimci Durum...
Böyle bir başından sakatlanmış gelişim, doğası gereği,
yapısal bir olgu olarak krizi barındırmakta, onu dönemsel
bir olgu olmanın ötesine taşıyarak sürekli kılmaktadır.
Yeni-sömürgelere özgü bu durum, teorik düzeyde "Milli
Kriz" ya da "Devrimci Durum" kavramlarını
zorlamış ve yeniden yorumlama gereğini doğurmuştur.
Kabaca, toplumun bütününü sarsan bir politik-iktisadi-sosyal
buhran sonucunda artık ezenlerin eskisi gibi yönetemediği,
ezilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemediği bir
durumun ortaya çıkması demek olan milli kriz, klasik
biçimiyle; yani gelişmiş kapitalist ülkelerde, sistemin
genel bunalımının derinleşme noktalarına bağlı olarak
belirli dönemlerde oluşabilmektedir. Belirli dönemlerde,
düzen her alanda çıkmaza sürüklenmekte, bütün çiviler
çıkmakta ve proletaryanın iktidara el koyması için (Subjektif
durumun yaratılması koşuluyla) uygun koşullar çıkmaktadır
ki subjektif faktörle tamamlanan bu durum marksist terminolojide
"devrim aşaması" olarak tanımlanmıştır.
Yani burada, uzunca bir evrim süreci sonunda ulaşılan
ve nisbeten kısa sayılabilecek bir esas vuruş momenti
sözkonusudur.
Oysa, ülkemizde ve benzeri ülkelerde çivi daha başından
çıkmış durumdadır. Bağımlı gelişme başından beri ülkeyi
ekonomik-politik-sosyal olarak hastalıklı bir sürece
itmiş ve genel istikrarsızlık, hızlanarak yaşanan çürüme-çöküntü
durumu zamana yayılmış, karakteristik bir çizgi olmuştur.
Nisbeten kısa dönemlerde varlığını duyuran milli kriz
yerine, sürecin bütününü kapsayan, giderek derinleşen
(ve derinleştirilmesi devrimci iradenin müdahelesine
bağlı olan) bir süreklilik vardır.
Aynı hastalıklı yapı ve bu yapının bir burjuva demokratik
devrim sürecinden geçmemiş olması, faşizm konusunda
da koşulları dikkate alan değerlendirmeleri gerektirmiştir.
Yalnızca Alman ve İtalyan örneklerini dikkate alarak
orada takılıp kalan, faşizmin "tekelci sermayenin
en azgın yönetimi" olduğunu yinelemek, onun bağımlı
ve yeni-sömürge ülkelerde aldığı yeni biçimleri görmezlikten
gelmek zaten sağlıklı bir durum değildir. Bilinen demokratik
yoldan geçmeden gelişen ve sürekli istikrarsızlık çukurunda
boğulan yeni-sömürge düzeni, faşizmi içinde sürekli
ve yapısal bir unsur halinde barındırmakta ve çeşitli
biçimler altında kendini göstermektedir. Çürümüş bir
parlamentonun varlığı çoğu kez oligarşik yönetimin faşist
niteliğini gizleyen bir örtü olmakta ve zaten çok sık
olarak bu örtü de ortadan kaybolmaktadır.
Dolayısıyla, hükümetlere ya da sivil faşist çetelerin
güçlenip-zayıflamasına takılıp kalan bir faşizm anlayışı,
ağaçların ardındaki asıl ormanı gözden kaçırmak anlamına
gelmektedir, ki bu durum özellikle geçmişte bir dizi
hatalı mücadele çizgisinin de kaynağını oluşturmuştur.
Aynı şekilde, yeni-sömürge özgünlüğünün sağlıklı kavranamaması
genel olarak solda "devrimci durum" ve "kriz"
konusunda doğru olmayan anlayışları geliştirmiş, bu
durum evrimci aşama ya da devrim süreci üzerine kafa
karışıklığını da üretmiştir. Belirli "kriz"
anlarına yönelik beklenti ve temel mücadele biçimi konusuna
"dönemsel" bakılması, bu konudaki en ciddi
yanlış olmuştur.
Oysa, krizin zamana yayılarak, giderek derinleşen bir
süreklilik hali göstermesi evrim ve devrim kavramlarını
da klasik tanımlanışlarından farklı bir noktaya sürüklemiş,
onları birbirini izleyen ayrı süreçler olmaktan çıkarmıştır.
İki aşama, ya da iki aşamanın temel unsurları birlikte
yaşanmakta ve bu durum iki aşamaya özgü devrimci yöntemlerin
bir yeni harmanlanışını gerekli kılmaktadır.
Zaten, böyle bir irdeleme ile THKP-C anlayışında varılan
en özlü nokta bu yeni harmanlanış biçimidir. Kuşkusuz
klasik biçimde de, sözgelimi Rus Devriminde aşamalar
birbirinden bıçakla kesilir gibi ayrılmaz, ama bu kez
sözkonusu olan "hazırlık ve saldırı" unsurlarının
ve yöntemlerinin daha grift bir ilişkisidir, yani iki
aşamanın çalışma biçimlerinin birlikte ve yeni bir oranla
kullanımı vardır. Siyasi güç ile maddi-askeri gücün
birlikte büyütülmesi bu mantığın temel noktasıdır. Devrimci
mücadelenin ilk anından başlayarak silahlı devrim mücadelesinin
bütün sürecin eksenine oturması ve daha en baştan silahlı
eylemin salt bir politik açıklayıcı olmanın ötesinde
bir halk ordusunun günbegün yaratılması işlevini yüklenmesidir.
Uzun bir hazırlık sonucu gerçekleşecek Ekim momentini
değil de sürece yayılan bir uzun savaşı önüne koyan,
bu anlamda silahlı mücadeleyi dönemsel değil bütün devrim
sürecine özgü olarak kavrayan mantık, özünde bu "sürekli
kriz" gerçeğinin saptanmasına dayanır. Bu mantık,
krizin derinleşmesine yapılan iradi müdahale ile kitlelerin
örgütlenip organize edilmesini bir bütünün parçası olarak
algılar.
Ve suni-denge kavramı da işte tam bu noktada bir açıklayıcı
kavram olarak temel bir yer tutar.
SÜRECEK
DİPNOTLAR:
(1) M.Çayan yoldaş bütün bunları söylediğinde, bu fikrin
Kautskizmin hangi versiyonuna uyduğu ya da Kruşçev'in
ne bakımdan etkisi altında kaldığı çok tartışıldı; ama
doğrusu bugün dönüp o konjonktüre bakıldığında görülen
olgu, tarihin akışının en azından bu bakımdan söylenenleri
haksız çıkarmadığıdır. Tabii ki bunlar yine tartışılabilir.
Herhalde en kolayı da F.Ali gibi Lenin'den "özel
mülkiyet düzeni varolduğu sürece, bu iktisadi temel
üzerinde, emperyalist savaşlar mutlak biçimde kaçınılmaz
olacaktır." biçiminde alıntılar yapıp daha sonra
"savaşların kaçınılmazlığını yok etmek için emperyalizmi
yıkmak gerekir" (Stalin) gibi başka alıntılarla
pekiştirmek ve en sonra da "işte bütün bunlar Mahir'in
suratına bangır bangır bağırıyor!" türünden edebiyatlı
sözler söylemektir. Ama böylece, herhangi bir şeyi anlamak
ve çözmek bir yana, yalnızca sorunu hafifletmiş olursunuz.
Sözcüklerle oynamaya hiç gerek yoktur. M.Çayan'ın işin
temelini oluşturan bu zeminleri reddetmek gibi bir derdi
olmadığı açıktır; yapılan şey, belirli bir konjonktürdeki
görünen olguların tesbiti ve bu tesbitin devrimci çıkarımlara
dayanak yapılmasından ibarettir. Sorun, düşmanın genel
durumunun kavranması sorunudur.
Savaş, emperyalizmin yapısal unsuru, karakteridir. Ama
bunun böyle olması, dönemsel koşullardan bağımsız olarak
sabahtan akşama her an bir savaş olasılığının varolduğu
anlamına gelmez. Yaşanan somut olgular, iç ve dış dinamikler
ve başkabir dizi faktör bu olasılığın yaşamdaki karşılığını
belirler. Genel-geçer olgunun yaşamda nasıl bir varoluş
sunacağı bunlarla belirlenir. Çayan'ın yaptığı, bu yaşamdaki
karşılık üzerine düşünmektir. İşin alfabesiyle yetinip,
bu budur deyip bırakan bir tavra ise teorik çaba değil,
olsa olsa yineleme denebilir. Oysa teorik çaba, varolan
temel çıkarımların yinelenmesi değil, bu çıkarımların
da yardımıyla yeni olguların anlaşılması çabasıdır.
Burada sözkonusu olan şey, F.Ali'nin dediği gibi "ipe
sapa gelmez teorik didintiler" ya da "biraz
ondan biraz bundan" eklektisizmi değilidir. Kruşçev'in
nükleer paranoyası ve ondan üretilen "barış içinde
yarış" tezleriyle Çayan'ın teorik yolu arasında
bir bağ kurmak ise en azından insafsızlıktır. Kruşçev'le
temelleri atılan SBKP tezlerinin temelinde, "savaşın
emperyalizm yıkılmadan da bir tehlike olmaktan çıkarılabileceği",
"barış mücadelesi"nin sonucu olacak bir uzlaşma
ile artık genel olarak "barışçıl dönüşümler"
yolunun açılabileceği fikri vardır. Modern Revizyonizmin
teorik zeminini oluşturan bu tezlerle, elinde silahı
iktidar için savaşan bir insanın ne ilgisi olduğu, boşlukta
kalan kocaman bir sorudur. Aynı şekilde, daha sonra,
'70'ler boyunca THKP-C ekolünden yürüyen insanların
niye bu teorilerin ürünü olan "UDC-Barışçıl Geçiş"
saçmalıklarıyla değil de, devrim mücadelesiyle ilgilendikleri
yine bir soru işaretidir.
Yani, aklın sınırlarını zorlamaya hiç gerek yok! Hiç
bir zorlama, İ.Bilen ile M.Çayan arasındaki binlerce
kilometrelik uzaklığı bir milimetre olsun azaltmaz.
Çayan'ın yaptığı şey bir dönemin karakteristik özelliklerini
saptama çabasından ibarettir. Bu saptamalar bir zincirdir
ve sağda solda benzerlikler aramak, garip garip yorumlar
çıkarmak yerine, zinciri izlemek, ne söylendiğini iyi
anlamak daha doğrudur.
Üzüm yemenin bağcı dövmekten daha az heyecan verici
olduğu doğrudur; ama daha yararlı olduğu da kesindir.
(2) THKP-C eleştiricilerinin bu konuda kopardıkları
Kautskizm gürültüsünü de doğrusu çok ciddiye almak mümkün
değilidir. Entegrasyon, M.Çayan'ın özel bir keşfi değil,
yaşanan, herkesin çıplak gözle görebildiği bir olgudur.
Burada, eşitsiz gelişme yasasının reddi filan sözkonusu
olmadığı gibi, tam tersine bu olgu eşitsiz gelişme yasasının
temeline oturur. Eşitsiz gelişim, emperyalizmin temel
yasasıdır ve emperyalistler arası çelişkilerin hergün
derinleşmesinin zeminini teşkil eder. Emperyalizmin
tek bir bütüne ulaşması, gerçekten Lenin'in dediği gibi
ancak "teorik olarak tasavvur edilebilir"
bir olgudur. Oysa en başta kapitalizmin doğası bunun
engelidir.
Entegrasyon dediğimizde sözkonusu olan ise, yumuşama
değil, bütün bu temel olgulara rağmen katlanılan bir
zorunluluktur. Hatta tam tersine, düşman kardeşlerin
bir süre aynı evde yaşamak zorunda kalmalarına benzer
biçimde bu hırlaşma çok daha boyutludur.
Bu bir saptamadır. Saptamalar eleştirilir vb... ama
teorik çaba da böyle saptamalarla yürür. Tek bir yanlış
yapma riskine girmeden sizden önce söylenmişleri alt
alta sıralamanız da tabii ki mümkündür ama yararlı değildir.
Oysa, teorik üretim, öngörüler çıkarma çabasıdır, risklidir
ama gereklidir.
(3) F.Ali bu konuda işin kolayını bulmuştur. Bir dizi
alıntı sonucu bize Çayan'ın III. Bunalım dediği sürecin,
aslında II. Bunalım olduğunu kanıtlar. Peki, bizce de
bunun bir mahzuru yok. Tutalım ki öyle olsun ve bir
rakam yerine diğerini koyalım. Neyi değiştirir bu? Olguları
bir milimetre yerinden oynatır mı? iki ya da üç, ya
da başka herhangi bir şey; burada sözkonusu olan bir
sürecin özgün niteliklerini yakalamak, bunların ülke
toprağına nasıl yansıdığını anlamaktır. Çayan'ın derdi
budur. Yani, "III. Bunalım gibi bir dönemi, Marks'tan
Mao'ya uzanan ML klasikleri zincirinde bulmak mümkün
değildir" dediğinizde çok şey değişmez. Marks'ta
bunun nasıl "bulunabileceği" bir yana (ki
bu F.Ali'ye özgü bir espri olabilir, bilemiyoruz) genel
olarak herhangi bir kavram herhangi bir klasikte bulunmayabilir,
bulunması da şart değildir. Sorun, sizin kavram aracılığıyla
neyi ifade ettiğinizdir. Gerisi -herhalde yaşasaydı
Stalin'in de çok canını sıkacak olan- boş bir tartışmadır.
Öte yandan F.Ali kavramın içeriği konusunda da rahat
bir pozisyondadır. Bunalım dediğiniz şey zaten kapitalist
temellük ile toplumsal üretim arasındaki çelişkinin
ve üretim anarşisinin bir ürünüdür... Sermayenin yoğunlaşması,
temerküzü zaten vardır... Dünyanın 1/3'ünün emperyalist
kontrol dışına çıkması, pazarların daralması zaten Stalin'in
de tesbit ettiği şeylerdir... Yeni-sömürgecilik ise
zaten yarı-sömürgecilikten farklı değildir...
Zaten... Zaten... Zaten
Yani ortada konuşacak bir şey yok! Herkes huzur içinde
olabilir!
M.Çayan'ın yaptığı ise, bütün bu zaten varolan şeyleri
bir özgünlükmüş gibi, "egzotik kategorilerle"
sunmaktır. (geçerken belirtelim, "egzotik kategori"
kavramının bu fasılda ne anlam ifade ettiği henüz tarafımızdan
anlaşılabilmiş değildir!) Oysa, Stalin'in 1952'de söyledikleriyle
pekala yetinebilirdi! 1970'te durup nasıl bir ortamda
yaşıyoruz diye çevreye bakınması hiç gerekmezdi! Aslında
bugün bile böyle bir çaba gereksizdir, bakıp gördüğünüz
şey -ya da gördüğünüzü sandığınız şey- zaten orada vardır!
Bir sosyal-politik konjonktürel olguyu incelemek için
kafa patlatmak yerine kütüphanenizle yetinebilirsiniz
ya da daha iyisi biraz zahmet edip F. Ali'den sorabilirsiniz.
O da size "bunun kalübeladan beri varolduğunu",
"ortada telaş edilecek bir durum olmadığını"
söyler..
Bu karışıklıkta en kötü olan şey, Stalin'in de küçümseniyor
oluşudur. "Dünyanın 1/3'nin kapitalist sömürü dışına
çıkmış olması Mahir'in keşfi değil, Stalince saptanan
bir özelliktir" demek, gerçekten çok gariptir.
Çünkü ortada bir "keşif" filan yoktur. 1950'lerde
önüne dünya haritasını alan her ilkokul çocuğunun görebileceği
bir gerçeği "keşif" diye sunmanın da gereği
yoktur. Sorun, bu manzaranın somut süreçler açısından
ne türden sonuçlar yarattığının ve bu sonuçlar üzerinde
nasıl stratejik-taktik politikalar üretebileceğinin
tesbitidir. Stalin'in ve sonra M. Çayan'ın kafasını
yoran sorun budur. Burada tutup şunu önce kim keşfetti
diye sormak son derece anlamsızdır. Stalin 1952'de bir
sürece bakmış, saptamalar yapmıştır. M.Çayan ve başkaları
ise 1970'te yeniden sürece bakmaya, öngörüler üretmeye
çalışırlar. Ve daha sonraları başkaları da başka duruş
noktalarından süreci irdelerler, Marksizm-Leninizmin
çözümleme zinciri böylece akıp gider.
(4) F.Ali'nin yeni-sömürgecilik kavramına neden ve nasıl
itiraz ettiğini anlamak pek mümkün görünmüyor. Fakat,
bütün karmaşa içinden anlayabildiğimiz şey, F.Ali'nin
yine "bunlar zaten vardı" noktasında durup
"Mahir'in orijinalitesinin olmadığını" gösterme
kaygısıdır. İşin başından beri F.Ali, M.Çayan'a bir
"orijinal olma sevdası" yükleyip sonra da
bunu çürütme derdindedir. Ve tabii bunu da polemik dünyasının
yaldızlı laflarıyla yapmayı seviyor: "Leninizm,
onda (M.Çayan'da) bir yün yumağına dolanmış al bir iplikten
başka bir şey değildir. Ama koca bir yün yumağındaki
tek bir iplik nedir ki?" (Yeni Demokrasi/sayı 18
)
F.Ali böylece biraz edebi zevkimize hitabettikten sonra,
esas (ve artık alıştığımız) açıklamasına geliyor: "Yeni-sömürgecilik
ile yarı-sömürgecilik arasında herhangi bir farklılığın
olduğu söylenemez. Her iki ifade de aynı muhtevanın
iki farklı söylem biçimidir." (a.g.y)
İşte bu kadar basit! F.Ali, herkese sesleniyor: "Durup
durup başımıza yeni şeyler çıkarmayın! "
Yeni-sömürgecilik denilen olgu kırk yıldır bir yığın
incelemenin, tezin konusu olmuş, F.Ali için bunların
hiçbir önemi yoktur. Herşey, ta Ekim Devriminden beri
vardır... Bütün bunlar II. Paylaşım savaşı sonrasına
değil, tüm sürece özgü şeylerdir...
Ama işte tam böyle de diyemiyoruz... F.Ali herşeyi iyice
karıştırınca rahata ermemiz mümkün olmuyor. "Belirtmeliyiz
ki -diyor F.Ali- II. paylaşım savaşından sonra, dünya
proletaryası ve ezilen yığınların vede mazlum milletlerin
zorlamasıyla yeni-sömürgecilik denilen yarı-sömürge
biçim daha da yaygınlaştı ve hemen hemen tüm alanlarda
klasik sömürgeciliğin yerini aldı." (a.g.y.)
Böyle olunca da al ipliği-boz ipliği ayırmak iyice zorlaşıyor.
Çünkü F.Ali'nin itirazını anlamak zorlaşıyor. Bütün
yazı boyunca (ki okurlarımız yazıyı mutlaka okumalıdır)
yeni-sömürgecilik üzerine hiç de fena olmayan yorumlar
yapılıyor ve bu noktaya geliniyor. Ve bütüne bakılınca
geriye esas itiraz noktası olarak yalnızca F.Ali'nin
"yeni" sözcüğüne olan takıntısı kalıyor.
Ama F.Ali bir kez "bağcı dövmek" için kolları
sıvamıştır ve bunun için en akla gelmedik zorlamaları
yapabiliyor. "İçsel olgu" sorununda böyle
yapıyor örneğin.
F.Ali, emperyalizmin "asıl klasik sömürgecilik
döneminde" içsel olgu olduğunu; çünkü ülkeyi fiilen
emperyalistlerin yönettiğini; yarı (ya da yeni) sömürgecilikte
ise emperyalizmin varlığını "dayandığı sınıflar
vasıtasıyla" duyurduğuna söyleyip sürdürüyor: "Emperyalizm
artık İÇSEL değil DIŞSAL bir olgudur. Bir İÇ çelişme
değil, DIŞ bir çelişmedir..." Ve kuşkusuz, bunun
tersini söyleyen Mahir, bir küçük burjuva yorumcudur...
İnsanın kendisini ve kavramları bu ölçüde zorlaması,
bunun için enerji ve kağıt harcaması gerçekten üzücüdür.
Çayan'ın söylediği şey gayet nettir ve iç-dış sözcüklerinin
fiziksel-lügat anlamlarıyla hiç bir ilgisi yoktur. Klasik
sömürge tarzında ülkenin temel noktalarının fiili işgal
altında oluşu ve fiilen dış bir güç tarafından yönetiliyor
oluşu, sömürgeci olan gücün toplumsal yapıya dışsallığıdır.
Oysa, yeni sömürgecilik olgusunda sözkonusu olan şey,
emperyalizmin ülkede oluşturduğu ekonomik-siyasal bir
yeni bağımlılık biçimidir ve bu biçimde o artık dış
bir unsur değil ülke yönetiminde, ekonomisinde vb. bir
güçtür. Bizzat hakim sınıflar bloku içinde yer alan
emperyalizm, ülke için artık iç bir olgudur.
Bu kadar kolay kavranabilir, bu kadar basit bir anlatımı
karmakarışık edebilmek öyle zordur ki, insan bunu ancak
büyük bir polemikçilik hırsıyla deneyebilir.
Aslında F.Ali'de temel sorun, onun politik itirazları
ya da doğru bulmadığı şeyleri söylemesi değildir; F.Ali
de sorun olan şey, kendi itiraz noktalarını ortaya koyarken
gerçeği zorlaması ve üstelik hiç de mütevazi olmayan
bir tutumla zaman zaman seviyesiz bir şatafatlı üslubu
benimsemesidir.
Yün yumağındaki al iplik!... İşte bütün yazıyı okuduktan
sonra akılda bir tek bu kalıyor!
Oysa bir polemik yazısı bu denli hafif olmalıdır.
(5) Bütün bunların Türkiye'nin somut gerçekleri olması
hatta bugün artık çok terorik çaba da gerektirmeden
çıplak gözle görülebilmesi, yine de F. Ali için çok
fazla önemli değildir. O, somut durum her ne olursa
olsun, feodalizmin tasfiyesi sorununu ille de "köylü
usulü hal tarzı" ve "Prusya usulü hal tarzı"
denilen iki biçimden birine mutlaka sokmak derdindedir.
Yaşam, bu iki tarzın önceden çizilmiş sınırlarına sığar
mı çok önemli değildir.
Türkiye'de yeni-sömürgeleşme sürecinde gerçekleşen ve
bugüne dek gelen şeyin, "köylü usülü" denilen
tarz olmadığı, yani bir demokratik devrim sonucu feodal
ilişkilerin tasfiye edilmediği yeterince açıktır. Zaten
kimsenin de böyle bir iddiası bulunmamaktadır.
Ama yine de salt bunu yinelemek, ülkenin 1940'lardan
bugüne değişen manzarasını bize pek açıklamaz. Türkiye,
son 50 yılda gözle görünür şekilde bir yerlerden bir
yerlere gelmiştir. Tarımsal ilişkilerin tümden değil
ama önemli oranda çözülüşü, dengelerin gitgide burjuvazi
lehine değişmesi, yaşamın her alanına kapitalist pazar
ilişkilerinin girmesi ve bu arada kent ve kır nüfus
oranlarının da değişmesi... vb. gibi bir dizi süreç
rahatça izlenebilir durumdadır. İsimlendirmeler bir
yana olguların kendisi ortadadır.
Burada, köylü usülü "aşağıdan devrim" ya da
prusya tarzı "yukarıdan devrim" gibi bir ikilem
çok anlamlı değildir. Zaten sözkonusu olan "yukarıdan"
yada "aşağıdan" (ya da başka herhangi bir
biçimde!) bir devrim değildir. Olan şey, yeni-sömürgeci
kapitalistleştirme tarzının ülkede emperyalist pazarı
kerte kerte genişletmesidir. Ve bu genişletmede bütün
çarpıklığıyla gelişmiş, hesaplaşma bir yana işbirlikleriyle
gerçekleştirilmiştir. Yani ortada iradi bir süreç de
yoktur. Bağımlı kapitalistleşme kendi sonuçlarını yaratmıştır.
Tabii siz yine de "ülkemizde emeğin sömürülüş biçimi
ya da sömürünün egemen şekli, yarı-feodal biçimidir"
diyebilir, ülkede "yarı-feodal bir iktisat egemendir"
(Yeni Demokrasi/19) türünden iddialarda bulunabilirsiniz.
O güzel "sarı pabuç"larınızı sevebilir, onların
hep aynı "sarı pabuçlar" olduğunda ısrarlı
olabilirsiniz. Ama insanlar yine de, yazılanları okuduktan
sonra durup çevrelerine bakarlar ve yazılı metinler
ile gördüklerini karşılaştırırlar. Doğrusu insanoğlunun
böyle bir "kötü" huyu olmasaydı, gerçekten
teorisyenlerin de işi çok daha kolay olurdu...
(6) "İki yılda, üç yılda bir hükümet değişikliklerinin
olduğu bir ülkede Özal, İnönü, Ecevit vb. ..'lerinin
oligarşisinden sözedilebilir mi?..." (Y.D./19)
diyorsanız eğer, doğrusu bizim işimiz epey zorlaşır.
Böylesi bir söylemin neresinden düzeltilebileceğini
saptamak için bile uzun çabalar gerekir ve sanıyoruz
bu durumda en doğrusu M. Çayan'ın yeniden okumasını
tavsiye etmektir. Gerçektende bu söylem Çayan'ın ifade
ettiği düşüncelerin hiç anlaşılmaması demektir. Özallar,
İnönüler vb. ile, gelip geçen hükümetler ile ilgili
olmayan temel bir yönetim yapısından, bir hakim sınıflar
blokundan bahsedilmektedir. Bu sınıflar bloku ile onların
politik sahnedeki aktörlerini karıştırmak, parlementer
istikrarsızlıkla blokun sürekliliğini karıştırmak gerçekten
kavramdan hiç bir şey anlamamaktır.
Öte yandan, "... emperyalizmin koltuk değneklerine
yaslanarak zar-zor ancak ayakta durabilen ve onun toplumsal
dayanağı bir sınıf, nasıl oluyorda finans-oligarşik
oluşumla aynı kefeye konulabiliyor?" diye sorulduğunda
da aynı tavsiyeyi yinelemek gerekecektir. M. Çayan'ın
ısrarla batıdaki finans-oligarşisinden ayrı bir şeyden
sözettiğini, sözü edilen şeyin çarpık yeni-sömürge toprağındaki
işbirlikçi tekellerle diğer gerici güçler arasındaki
ittifak olduğu yeterince nettir. Burada yeni-sömürgelere
özgü bir durum vardır ve zaten bu ayrımı vurgulamak
bütün teorik çabası boyunca M. Çayan'ın en büyük derdi
olmuştur.
Kaldı ki, yine en başa dönüp kavramlar-olgular tartışmasından
hareketle kavramın değil olgunun önemli olduğu yinelenebilir.
Yani, burada "oligarşi" sözcüğünü sevip sevmeme
gibi bir sorunla karşı karşıya değiliz. Temel sorun,
bu ülkedeki sınıflar kombinezonunun nasıl oluştuğu ve
hangi sınıfsal güçlerin nasıl bir yapı ile yaşama egemen
oldukları sorunudur. Adına ne derseniz deyin, sonuçta
bu güçler işbirlikçi-tekelci burjuvaziyle birlikte,
onun ağırlığı altında ülkedeki diğer gerici tabakaların
üst kesimlerinden oluşmaktadır. Çin'in 1930'lardaki
fotoğrafına ya da o fotoğraftan kaynaklı tahlillere
sığsa da sığmasa da gerçeklik budur.
Ama siz hâlâ "Emperyalizmin cephe gerisi konumundaki,
cılız sanayiye sahip, geri tarım ülkeleri olan yarı-sömürge,
yarı-feodal yapıdaki ülkelerde...", "burjuvazinin
tekelci karekterde olmadığını" söylüyorsanız, artık
yapılacak bir şey kalmaz. Bu durumda, en doğrusu, Türkiye
sanayi ve ticaret yaşamı üzerine son kırk yılın verilerini
F.Ali'ye sunup aradan çekilmektir.
Gerçektende bu konuda başka bir şey yapabilmek mümkün
değildir.
|