Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

 

Yine birileri düğmeye bastı geçenlerde... Tam da seçimler öncesinde tam da düzen en ağır ekonomik-siyasi çöküntülerini yaşarken, bir çılgınlık kapladı ortalığı. Önce herkes şaşırdı, bu yeni laiklik şahlanışını anlamaya çalıştı, sorunun salt yerel seçim numaralarıyla ilgili olduğu düşünüldü... Sonra meclis kapısında "milletvekili avı" başlayınca, avlayanlar ve yaka paça götürülenlerin kimlikleri herşeyi yeterince net olarak ortaya koydu.
İşin en başında medya vardı... Bütün burjuva basın ve özel TV'ler "adil düzen"cilerin o kadar da namuslu olmadıklarını birdenbire keşfetmişlerdi. Ortalığın pisliğe boğulduğu 1994 Türkiye'sinde bu, çok büyük bir keşif sayılmazdı ama yine de mümkün olduğunca büyütüldü. Açıkça hazırlanıp pişirilmiş izlenimi veren "gazetecilik harikaları" birden patladı. Tayyip Erdoğan'ın arsaları birden keşfedildi, aldığı cezalar birden farkedildi...
Sonrada, RP'nin şeriatçı bir parti olduğu tesbit edildi! Bu tesbit de çok önemliymiş gibi gösterildi ve bütün medya Refah'ın "şirin görünme" numaralarının arkasındaki karmaşık ilişkiler ağına yöneldi. Bu arka cephe zaten gereğinden fazla malzemeyle doluydu ve medya burada en ürkütücü örnekleri bulup teşhir etmede hiç zorlanmadı.
Ama perde asıl Hasan Mezarcı ile ardına kadar açıldı. Tam seçimler öncesinde Mezarcı birden ortaya çıkıp önce önergesiyle süreci karıştırdı, sonra da Atatürk'ün soyu sopu ile ilgili söyledikleri TV ekranlarına yansıdı. Gerçi bunlar islami kesimlerin her toplantılarında her gün söyledikleri şeylerdi ama TV ekranlarından yansıması tabii ki değişik bir etki yaratıyordu.
Mezarcı'nın ve bazı islami grupların öteden beri Erbakan'ın pragmatik açılım politikalarına kuşkucu ve soğuk baktıkları biliniyordu. Bu kesimin politikası açısından "iade-i itibar önergesi" gibi atılımlarda çok anormal değildi. Esasen önergenin içeriği de bu ölçüde gürültüye sebep olacak bir anormallik taşımıyordu. 1920'li yıllar boyunca İstiklal Mahkemeleri'nin nasıl hükümler verdiği, nasıl bir "gezici darağacı" gibi çalıştığı biliniyordu. Aklı başında her araştırmacı daha ilk bakışta "İzmir Süikasti" denilen olayın bir suikastten çok kadrolar arası bir hesaplaşma olduğunu tesbit edebilirdi. M. Kemal'in bu duruşma vesilesiyle eski ittihatçı kadrolarla cepheden hesaplaştığı ve bir tasfiye harekatı gerçekleştirdiği TC tarihinin artık yadsınamaz gerçeklerindendir.
Ama yine de geçtiğimiz haftaların temel sorusu, tam da bugünlerde bütün bunların nasıl politik gündeme sokulduğuydu. Hasan Mezarcı'nın saf islami niyetlerle mi davrandığı yoksa devletin bazı güçlerince mi kullanıldığı tam bu noktada herkesin zihninde bir soru işareti olarak kaldı.
Sonuç ise ortadaydı. Düğmelere basıldı, yeşil ışıklar yakıldı. Ve şu bildiğimiz devlet müsamereleri başladı. "Yüce Kurtarıcı"mıza yapılan hakaretlere kaşı şahlanıp kükremenin zamanı gelmişti. Artık liseli çocukları toplayıp Taksim mitingleri yapılabilir, "Anıtkabir şov"ları tırmandırılabilirdi.

REFAH'IN HIZINI KESMEK... IŞİN BİR YANI.
Şüphesiz işin bir yanını yerel seçimler öncesinde oluşan RP rahatsızlığı oluşturuyordu. Burjuvazinin hakim kesimlerinin ve onların asıl oynadığı atlar olan merkez partilerinin son aylardaki "Refah yükselişi"nden rahatsız oldukları bir gerçekti. Sol söylemleri de sıkça kullanarak yalnızca islami kesimleri değil, sıradan insanları da etkileyen RP, düzenin pislik yığınlarının altından çok ciddi bir tırmanışa geçmişti ve artık " biraz" durdurulmasında yarar vardı.
Medya, böyle bir noktada bütün ağırlığıyla (ve bütün "hafif"liğiyle!) devreye girdi. Refah seferi başladı. Dosya gazeteciliği görevdeydi. MİT'in toparlayıp "adaletle" dağıttığı dosyalar paylaşıldı, çala-kalem, tele-kamera işbaşı yapıldı.
Bugünden bakıldığında işin bu bölümünde başarı sağlandığı da açıkça görülüyor. Refah'ın çizmeyi aşma hevesi budanmış ve -son günlerde bir terslik çıkmazsa eğer- hızı kesilmiştir. Tabi ki, RP'nin esas kitlesi bütün bu şamatadan hiç etkilenmemiş, hatta daha da bilenmiştir ama Refah'ın asıl ulaşmak istediği ve bu uğurda binbir çeşit hileyi denediği islami olmayan kesimler ürkütülmüş, oluşmaya başlayan frekans bir ölçüde bozulmuştur.

HEPSİ BU KADAR MI?
Ama her şey bu denli basit miydi? Kuşkusuz değil.
"Laiklik şahlanışı"nın Oligarşinin böylesine çıkmazlara girdiği bir döneme denk düşmesinin bir rastlantı olmadığı kısa sürede anlaşıldı. Birkaç gün içerisinde "dili koparılması gereken"in aslında Mezarcı değil, başkaları olduğu net olarak açığa çıktı.
Bütün operasyon, yeni bir militarizasyon planının bir parçasıydı. Kürdistan sorununu, büyük katliamları göze alarak çözmeyi düşünen MGK bu işlem sırasında bütün pürüzleri temizlemek niyetindeydi ve pürüzlerin en başında da DEP ve diğer devrimci-yurtsever kesimler, kurumlar geliyordu. Gerçekten de meclisi ablukaya alan haydut çetelerinin en son hedefi Hasan Mezarcı oldu. TC. tarihinin en büyük skandalını göze alan devlet çok basit hukuk kurallarını dahi çiğneyerek DEP sorununu "çözdü(!)" Karayalçın'lı, Çiller'li, Türkeş'li şahlanış mitinglerinin ardından TBMM'nin en çalışkan olduğu günler geldi. "Vatan haini" ilan edilen milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırılır kaldırılmaz her biri onbinlerce insanın oyuyla seçilmiş insanlar, hırsız gibi yaka paça arabalara bindirilip sorguya götürüldüler.
Demirel'in söylediği gibi bu olay pek "şık" değildi. "Daha dikkatli" yapılabilirdi. Ama hiç de telaşlı-aceleci davranmadılar. Tam tersine bir terör havası estirmek için çok bilinçli olarak meclis kapısı operasyonları düzenlediler. Bütün bunların özellikle gürültülü yapılması çok belirgin bir "kararlılık" gösterisiydi.
Ve bu gösteri, bir tür sömürge MGK'sı olan Olağanüstü Hal Koordinasyon Kurulu toplantısıyla tamamlandı. Batman'dan çıkan kararlar tam bir hazırlığı yansıtıyordu. Bölgeye yeni 150 bin asker gönderilecek, sandıklar birleştirilecek ve ordu tarafından taşınacak ve her şey kontrol altına alınacaktı.
Tabii ki bunlar, resmi kararlardı. Gayri resmi kararları ise tahmin etmek o kadar zor değildi: Gözaltılar, yeni köy yakmalar ve cinayetler...
Artık durum öylesine vahimdir ki, burjuva basında ve medya kanallarında bile karamsarlık hakimdir. Bu kesimlerdeki ortak yorum, ülkenin çok karanlık bir sürece doğru hızla sürüklendiğidir.
Darbe söylentileri de işte tam bu ortamda tırmandırılmıştır. Ekonomik istikrar paketi ve Atatürkçü feryatların bir arada görünmesi gerçekten de ciddi olarak insanların zihninde bu tür bir imaj yaratmıştır.
Çıkmaza giren sistem, kendi içinden, kendi medya kanallarıyla darbe söylentileri üretmektedir. Ve besbellidir ki, bu söylentilerin öncelikli hedefi, solun ve toplumsal muhalefetin aymaz kesimlerinin cunta korkusuyla "sivil(!)" önlemlere razı olmasıdır. Bütün toplum üzerinde "daha az kötü" olan önlemler için zemin oluşturulmaktadır.
Elbette ki, gösterilen sopa tümüyle de boş değildir. Askeri darbelerin TC geleneğinde yapısal unsur olarak yer tuttuğu ve tutacağı somut ve hatta bugün çoğu alanda iktidarın bizzat kendisidir. Bunlar Türkiye'nin gerçeklikleridir. Üstelik cunta üzerine düşünülürken ve siyasal-sosyal verilerle derin çözümlemeler yapılırken, oligarşi içindeki çeteleşme eğiliminin yaratabileceği çılgınlıkları da hesap dışı tutmamak gerekiyor.
Bugün, Oligarşinin üst kurumlarında ve orduda darbe sorununun ciddi ciddi tartışıldığı biliniyor. Salt bir spekülasyon ve söylentinin ötesinde bu türden hesapların varolduğu bugün rahatça söylenebilir. Ve bu hesapların en kritik noktası, bir darbenin, gürültüsüne değecek ölçüde yarar sağlayıp sağlayamayacağıdır.
Daha önce de söylemiştik, aslında bugünkü durumun sözgelimi 12 Mart'tan nitelik farkı yoktur. 12 Mart'ı cunta diye isimlendirmek de bu anlamda bir "haksızlık" olmaktadır. Bugünkü durum, eğer "cunta" kavramının özü askerlerin fiilen devletin asli işlerini yürütmesi ise, herhalde 12 Mart'tan (ve belki 12 Eylül'den) daha fazla cuntadır.
MGK yönetimi bugün fiili bir cunta konumundadır ve bütün "sivil" kurumları hızla basit figüranları durumuna sürüklemektedirler. Üstelik bu cuntanın, 12 Mart'ta olduğu gibi reformist numaraları filan yoktur, her şey açıktır, her şey açık açık oynanmaktadır.
İşin doğrusu, bugün ellerini-kollarını bağlayan ve çözülmesi için askeri darbe gerektiren bir durum yoktur. Şimdiye dek yerine getirilmemiş bir tek MGK emri bile sözkonusu değildir. Hatta, dünya yüzündeki herhangi bir "sivil" hükümet için en riskli olan, meclisi polise teslim etme emri bile tereddütsüz uygulanmıştır. Meclis bir "örgüt evi" gibi kuşatılmış ve insan avı yapılabilmiştir.
Böylesi bir rezaletler manzarası düşünüldüğünde, açık bir askeri cuntanın neden gerekli olacağı ciddi bir sorudur. Bir darbenin bazı avantajları sağlayacağı, bütün ülkeyi kapsayan bir sıkıyönetim ortamında ekonomik anlamda da bazı sert önlemlerin daha rahat uygulanabileceği kesindir. Ama öte yandan "darbe"nin gürültülü bir iş olduğu, diplomatik vb. sıkıntılar yaratacağı, çünkü üstünün herhangi bir şekilde örtülmesinin mümkün olmadığı da biliniyor.
Ve bu noktada, açık bir darbe değil ama giderek dozu yükselen azgın bir militarizm tek seçenek halinde ortada kalıyor.

DEVRİMCİLER NEREDE DURUYOR?
Devrimcilerin durduğu yer -malesef- bugün hâlâ olayların bir adım gerisidir. Burada sorumsuzluk, cesaret eksikliği gibi kavramlar geçerli değildir. Sorun bu kavramların ötesinde bir yerde, soluk yetmemesi noktasındadır.
Türkiye bütün tarihi boyunca bu denli orjinal bir dönemi yaşamamış, olaylar hiçbir zaman bu denli hızlı akmamıştır.
Ve Türkiye toprağı hiçbir zaman iradi bir politik müdaheleye bu denli elverişli olmamıştır. Devrimci hareket, bugün çok ciddi olarak tarihsel şans kapılarının önünde durmaktadır. Bugün, şimdi gerçekleşebilecek sağlıklı bir müdahalenin toplumsal kargaşaya bir bıçak gibi girmesi ve en çok da toplumsal muhalefet içindeki arayışlara bir alternatif oluşturması her zamankinden daha fazla mümkündür. Toplumdaki sosyalizme karşı yaratılmış olan soğukluğun tam tersine çevrilebilmesi imkanları her zaman olduğundan daha fazla olasıdır.
Temel sorun, iradi güç sorunudur. Ve artık bu gücün nicel birikimlerin üstüste eklenerek yaratılabilmesi imkanları daralmıştır. Nicel biriktirmenin, adım adım ilerlemenin hatırı sayılır bir gelişme yarattığı inkar edilemez, ama buna karşılık politik süreç öyle hızlı gelişmektedir ki, ulaştığı her aşamada o andaki devrimci hazırlığı yetersiz kılmaktadır. Yani devrimci hareketin yükseliş hızı, sürecin gelişim hızının her zaman gerisinde kalmaktadır.
Bugün çözülmesi gereken "Gordion düğümü" tam da bu noktadadır. Politik sürecin ancak bir sıçrama ile yakalanabilecek ölçüde hızlı gelişmesi gerçeği, devrimcilerinde görevlerini netleştirmekte, bütün acımasızlığıyla ortaya koymaktadır.
Bu görevin net şekilde kavranması Türkiye'nin bugünkü kaostan çıkabilmek için tek şansıdır. Gerçekten artık başka bir imkan kalmamıştır ve devrimci güçler Türkiye'nin gündemi ile kendi fiziksel-politik durumu arasındaki kompleks yaratıcı uçurumu kapatmadıkça herhangi bir çıkış yolu bulunamayacaktır. Bugün Türkiye'de devrime inanan, sempati duyan binlerce insan bu etkisizlik-acizlik duygusuyla sıkıntı içindedir. Olayların gözler önünde akıp gitmesi ve yönünün değiştirilemiyor oluşu sonuçta çürümeye yol açabilecek bir sağlıklı öfkeyi büyütmektedir. Ve mütevazi bir müdahale çizgisi bile bu noktada çok belirgin bir gelişme şansını yaratabilecektir.
İşte devrimcilerin durduğu yer burasıdır: "Uçurumun bir yanı..."
Sıçrayıp geçildiğinde, yükselen bir ivmenin yakalanması ihtimali de çok kuvvetlenecektir.


 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92