Yeniden Devrimci Eylem Çizgisi Üzerine
|
Geçen sayımızda PKK'nın eylem çizgisi üzerine düşüncelerimizi
özetlemiş ve "eleştirinin bir dostluk gereği"
olduğunu da vurgulayarak "TC'nin batıdaki planlarını
kavrayan ve bütün dünyada hiç kuşku bırakmayacak net
bir eylem çizgisi konulduğunda bundan kuşkusuz Ulusal
Kurtuluş Mücadelesi ve Türkiye devrimcileri kazançlı
çıkacaklardır" demiştik
Geçtiğimiz günlerde meydana gelen otobüs sabotajları,
bütün bu kaygıların önemini de ortaya koyan olaylardı.
Artık "alıştığımız" bir şeydi... Haberi duyan
devrimci insanlar, başka bazı eylemlerde olduğu gibi,
yine aynı ikileme düştüler ve olayın PKK tarafından
yapılıp yapılmadığını, işin içinde bir kontr-gerilla
provakasyonu olup olmadığını tartıştılar. Resmi açıklamalara
ve "mehmetçik" basına kesin bir kuşkuyla yaklaşan
demokrat-devrimci insanlar yine en başta daha çok provakasyon
ihtimaline eğilim duydular. Ve bu konuda PKK'nın bağlayıcı
açıklamasını beklemeyi yeğlediler.
Nihayetinde, kim tarafından yapılmış olursa olsun aslında
bu da çok önemli değildi; işin yanlışlığı zaten ortadaydı
ama böyle bir "kim yaptı" tartışmasının PKK
eylemleri açısından gelenekleşmesi de oldukça önemliydi,
bir çarpıklığı işaret ediyordi.
Ve sonra (başka eylemlerin aksine, biraz gecikerek)
ARGK'nın açıklaması geldi. KURD-A'ya yapılan açıklamayla
olay "aydınlatılıyor" ve eylemlerin Kürdistan'daki
katliamlara tepki olarak gerçekleştirildiği belirtiliyordu.
***
Gelişmelerin bu noktasında, devrimci eylem çizgisi sorunu
üzerine yeniden eğilmek ve geçen sayımızda söylediklerimizi
tamamlamak bir zorunluluk olmaktadır.
Ve bu kez çok daha net bir tanımlama yapmak gerekiyor:
Halk düşmanları dışındaki güçlere, sıradan insanlara
zarar veren bir eylem, devrimci bir eylem değildir.
Halka zarar veren herhangi bir eylemi ne savunmak mümkündür,
ne de bu konuda bir istisna kabul edilebilir. Sorun,
son derece ilkeseldir. Devrimci hareketin olmazsa olmaz
ilkeleri bazında tartışılabilir bir sorundur. Üstelik
burada, PKK'dan sık sık duymaya alıştığımız "Türk
Solu'nun mızmızlığı" türünden söylemlerin de bir
hükmü yoktur. Yanlış yanlıştır ve bir yanlışı eleştirmek,
yanlışın sahibi tarafından başkalarına bahşedilmiş bir
hak değildir. Çünkü, sonuçta yapılan yanlış, daha doğrusu
böylesi yanlışları içeren bir eylem çizgisi, Türkiye'de
bir şeylerin önünü ciddi olarak tıkamaktadır ve bu yönüyle
de salt eylemin sahiplerini ilgilendiren bir durum olmaktan
çıkmaktadır. Özellikle daha doğru bir eylem çizgisinin
oturtulmamış olduğu koşullarda bu durum iyice vahimleşmiştir.
Sol içersinde, başından beri PKK'ya ve aslında silahlı
mücadeleye soğuk bakan bir kesim olduğu doğrudur. Bu
kesimler zaten böyle bir çizgi-yöntem tartışmasının
samimiyeti içinde değerlendirilemez. Ama, Türkiye'de
gerçekten devrimin yolunu açmak isteyen kesimlerin tartışmasınada
aynı gözle bakmak kolaycılıktan öte bir şey olamaz.
Daha önce de söylediğimiz gibi, önümüzdeki sorun, savaş
ve "savaşın gerekleri" ile ilgili değildir.
Savaş denilen şey, bu bir halk savaşı da olsa, öldürücü-yaralayıcı
birtakım aletlerle yürütülür ve insanlar yaralanır-ölürler.
Çok basit olarak işin ABC'si budur.
Bu savaş sürecinde gerilla, karşısındaki zor güçlerine
ve onun işbirlikçilerine saldırır ya da bazen bir saldırıyı
karşılamak durumunda kalır. Her iki durumda da kayıplar,
ölümler, yaralanmalar vardır. Kirli bir savaşı kışkırtıp
yürütenler, bu savaşın bedelini hiç bir zaman kendi
oğullarıyla ödemezler; çoğu kez bu savaşa sürülen ülkenin
sıradan insanlarıdır. Ama öte yandan, gerilla da savaşın
sıcaklığı içinde herhangi bir ayrım yapabilme olanağına
sahip değildir; böyle bir ayrım çabası savaş sırasında
tehlikeli bir lükstür.
Ama yine de, koşullar ne olursa olsun, halkın adalet
kılıcı olarak gerilla, bilinen savaş kuralları çerçevesinde
değildir; o, savaşa kendi devrimci politik hattına göre
bir kurallar çerçevesi çizer. Koşullara karşın gerilla,
kendi ilkeleriyle yaşar ve gelişir; gelişmesinin temeli,
düşmanla arasındaki derin farklılıktır. Savaşın en çetin
koşulları içinde de bu derin fark ortadan kalkmaz ve
halk, yaşamının her diliminde iki gücü birbiriyle kıyaslama
olanağı bulur. Halkla kaynaşmış bir güç olarak gerilla,
ona zarar vermeme konusunda değişmez-katı ilkelere sahiptir.
Gerilla aynı zamanda başka halklar ve uluslar konusunda
da salt propagandif jestlerden ibaret olmayan bir tavra
sahiptir.
Bütün bunlara karşın, çatışma ortamının karmaşıklaştığı
ve savaşın her köşeye yayıldığı koşullarda, yine de
haksızlıklar, yanlışlıklar, istenmeyen zararlar olabilir.
Sorun, bütün bunların hiç olmaması değil, silahları
kumanda eden devrimci politikanın mümkün olduğunca seri
şekilde durumlara müdahale edebilmesi, zaman zaman açılan
yaraları kapatabilmesidir.
Yani, bu açıdan bakıldığında, aslında devrimci hareketin
sıcak savaş bölgelerinde ayrı, değişik yan cephelerde
ayrı ilkeleri de yoktur. Nerede olursa olsun, esas hedef
olarak halk düşmanlarının seçilmesi esas ilkedir ve
bu ilke önsel istisnalara sahip değildir.
***
Ama, özel olarak metropollerde durumun bu açıdan çok
daha nazik olduğu da tartışma götürmez bir gerçekliktir.
Düşmanın bütün gücüyle şovenist bir histeriyi körüklediği,
bilinçsiz kesimleri anti-kürt bir cepheye çekmek istediği
koşullarda bu hassasiyet bir kat daha artmaktadır. Düşmanın
bütün medyayı kullanarak doğrularımızı bile çarpıtabildiği,
buna karşın devrimcilerin topluma seslenebilme imkanlarının
çok kısıtlı olduğu günümüzde, yalnızca PKK değil, her
devrimci hareket bütün davranışlarını kesin ilkeselliklere
bağlamak durumundadır. Yoğun bir medya terörü altında
bugün her kavramın, her değerin, her olayın eğilip bükülerek
çarpıtılması, devrimcilere ek bir sorumluluk yüklemektedir.
Devrimciler bugün, düşmana peşinen avantajlar sunan
yöntemlerden çok daha fazla sakınmalıdırlar.
Gerek, UKH'nin metropollerde gerçekleştirdiği eylemler,
gerekse de diğer güçlerin eylemleri, günümüz koşullarında
adeta "kendiliğinden meşru" diyebileceğimiz
bir zeminin yakalamak, düşmanın demogoji olanaklarını
baştan sınırlayan bir temele oturmak zorundadır. Bu
eylem çizgisi, meşruiyetini bizzat kendi hedeflerinden
ve işin yapılış yönteminden, özeninden üreten bir çizgi
olmalı, düşmana karşıt-propaganda için pek az alan bırakmalıdır.
Kuşkusuz düşman her zaman elindeki araçlarla devrimcilerin
politik hattını karmaşıklaştırmaya, çarpıtmaya çalışacaktır.
Elinin altında tuttuğu araçlar ve beslediği yığınla
kadro bu işe angaje edilmiştir. Ama, bu gerçeklik de
devrimcilerin tavırlarına özen gösterme gereğini ortadan
kaldırmaz; tam aksine onlara daha ilkesel olma görevini
yükler. Devrimci hareket, zaten varolan bu karşı-devrimci
propaganda imkanlarına kendi yanlışlarıyla yenilerini
ekleme hakkına sahip değildir.
***
Herşeyden önemlisi, devrimci hareket, kendi ilkeli tavrı
üzerine halkta çok kesin bir inanç yaratmalıdır. Devrimci
eylemlerin kilometrelerce öteden görülebilen bir netliği
olmalı ve devrimcilerin neyi yapıp neyi yapmayacağı
ona hiç sempati duymayan kesimler tarafından bile anlaşılabilir
bir durum olmalıdır. Herkes herhangi bir eyleme tanık
olduğunda, bu işin devrimci örgütlere ait olup olmadığını
bilmelidir. Devrimci hareket bir dizi deneyim sonucunda
bunu net olarak gösterdiğinde, demogoji ve provakasyon
olanakları da ciddi şekilde sınırlanabilecektir.
Bunu yapmamanın gerekçesi yoktur ve üretilemez.
Sözgelimi Bingöl olayında böyle bir denetim-dışı durumun
ortaya çıktığı biliniyor.
Aynı türden bir durum Çetinkaya olayında da ortaya çıkmıştı.
Olaydan sonra PKK önderliği "bunun metropol Kürt
gençliğinin katiamlara karşı tepkisi olduğu" yolunda
"çok-anlamlı" bir açıklama yapmış ve dolaylı
olarak savunmuştu.
Oysa bu, tehlikeli bir kapının açılışıydı. Devrimci
örgütün kendi denetim eksikliği sonucu oluşan zararları
kapatmaması devrimci mücadelenin uzun vadeli çıkarları
açısından bir zaaftı.
Kaldı ki, özellikle Çetinkaya olayına bakılırsa, sorunun
büyük ölçüde örgüt-içi psikolojik ortamla ilgili olduğu
görülür. Böylesi eylemlerin siyasal psikolojisi bizzat
PKK önderliği tarafından hazırlanmıştır. O günlerde
basına "TC katliamcı tavrını sürdürürse kentlerde
vururuz" denilip, üstelik bir de "Kapalıçarşı"
gibi somut örnekler verilmesi bu zemini yaratmıştır.
Çetinkaya olayının o noktaya boyutlanmasının gerçekte
hesaplanmayan bir durum olduğu, gerçek niyetin sıradan
bir gösteri olduğu ve program dışı faktörlerin binanın
yapı özellikleriyle birleşerek kötü bir sonuca yol açtığı
söylenebilir ve bu doğrudur. Ama sorun, daha sonradan
önderliğin yaptığı açıklamalar ve olayın algılanış tarzıdır.
Burada esas önemli olan, istenmeyen bir durumun akıllıca
bir politik adımla düzeltilip düşmanın silahlarının
kilitlenme şansının yitirilmiş olmasıdır. Sözgelimi,
olayın hemen ardından PKK önderliği "bunun istenmeyen
bir durum olduğunu, devrimci hareketin çizgisine uymayan
bu durumdan ötürü zarar görenlerden ve tüm Türk emekçi
halkından özür dilendiğini" söylemiş olsaydı ve
daha sonra da bu bir tavır olarak sürdürülseydi, bu
gerçek bir tarihsel dönemeç olur, PKK Türk halkının
bakış açısında kuşkusuz bugünkünden daha iyi bir yerde
olurdu. Ki, bu aynı zamanda gelecekteki provakasyonların
önünün (bir ölçüde) kesilmesi anlamına gelirdi.
Oysa, böyle bir adım atılmamış, ortam bulanık bırakılmış,
ve doğrusu, böylesi, önderlik tarafından tercih edilmiştir.
Sonunda varılan nokta ise otobüs eylemleridir ve artık
durum daha nettir; ARGK eylemleri fiilen üstlenmiştir.
Şüphesiz PKK önderliği savaşın böylece metropollere
taşınmasının ve büyük kentlerin TC için "güvensiz"
kılınmasının yıpratıcı bir politika olduğunu düşünmekte,
böylece siyasal yapıların yıpranacağını ve Kürdistan
üzerindeki baskının kısmen hafifleyebileceğini ummaktadır.
Ama gerçekte durum pek böyle değildir. Otobüslerde ölen
yaralanan insanlar TC için propaganda malzemesi olmanın
ötesinde en küçük bir öneme sahip değillerdir ve TC
yöneticileri bütün bu olaylardan kendi kampına avantaj
sağlayan demogoji malzemesi üretmektedir. Olaylar şovenizm
yaygarasına yeni bir zemin oluşturmuş ve en önemlisi
de Türk halkında herhangi bir sempati yaratmamıştır.
Ki zaten yaratması da düşünülemezdi.
Ayrıca, patlayıcı sabotajı zaten çok denetimsiz bir
olay iken, üstelik bu tarz hareket halindeki otobüs
gibi çok riskli bir zeminde kullanılmış, böylece onlarca
insanın ölme ihtimali de göze alınmıştır. Kuşkusuz,
yanlışlık işin temelindedir ve bu saydıklarımız teknik
unsurlardır ama olayın bu teknik yönü işin mantığına
da ışık tutmaktadır.
İşin mantığı düpedüz "benim halkım ölürse, bunun
sonucuna herkes katlanır" gibi bir mantıktır.
Tabii ki burada bir haklılık-haksızlık tartışması yersizdir.
Kürdistan'da hergün katliamlar düzenleyen TC'nin bu
konuda söyleyebileceği bir söz de yoktur. Biz devrimciler
arası bir tartışmadan sözediyoruz.
Zaten sorun da, Kürdistan'daki katliamların batıdaki
kör eylemlere meşruiyet sağlayıp sağlamadığı değildir.
Cizredeki katliamın, herhangi bir şehirlerarası otobüste
seyhat eden insanın havaya uçmasına gerekçe teşkil etmesi
düşünülemez. Ve bu durum, herhangi bir devrimci kriterle
açıklanamaz. Belki, hergün uğradığı katliamlar nedeniyle
bir Cizre köylüsü ya da bir metropol Kürt genci bunun
"normal" bir kısas olduğunu düşünebilir, ama
örgüt halkın bizzat kendisi değildir. Bir politik irade
olarak devrimci örgüt, kendisine sempati duyan yığınların
duygularını bilir ama örgüt olarak daha farklı bir noktada
durur ve davranışlarını kendi çizgisiyle ayarlar. Aksi
bir durumda örgütün bir gereksinim olup olmadığı tartışılabilir
hale gelir.
***
Kısacası, neresinden bakılırsa bakılsın son olayları
devrimci bir eylem çizgisi içine sığdırabilmek mümkün
olmamaktadır. Kör eylem tarzı ile devrimci eylem çizgisi
arasındaki ayrım sınırı oldukça kalın ve nettir. Ve
sınırın temel mantığı halk düşmanları dışında kalan
güçlere zarar vermeme noktasıdır.
Bu, kusursuzluk arayışı ya da mükümmelliyetçilik değildir.
Devrimci süreçte, halktan insanların da zarar gördüğü
durumlar her zaman yaşanabilir. Sorun devrimci hareketin
hiç zaman geçirmeden halktan açıkça özür dileyebilmesi,
gerekirse maddi-manevi tazmin yoluna gitmesidir. Bu
devrimciler için kayıp değil, kazanç anlamına gelir.
Çünkü böylece devrimci hareket kendi pozisyonu ve neleri
yapıp-yapmadığı üzerine halkta kök salan bir yargı oluşturabilir.
Dünya devrimci süreçleri de, Türkiye'deki silahlı mücadele
tarihi de bu konuda sayısız örneklerle doludur. Özellikle
Türkiye'deki bazı örnekleri bugün belki "Kemalizm
kaynaklı bir yumuşaklık" olarak değerlendirmek
çok mümkündür ama çok da kolaycı bir yöntemdir. Sözgelimi
İsrail Konsolosu Elrom'un kaçırılışı sırasında bağlanan
ve evine zarar verilen insanlardan (ki yaşlı bir kadındır
Perihan Bele) özür dilenmesi hiç de "yumuşak"lık
değil, aksine kalite belirleyici ilkesel bir tavırdır.
Ve devrimci hareketler son yirmi yılda bu tavırdan ödün
verdikleri oranda kendi niteliklerini düşürmüşler, tersini
yaptıklarında da yücelmişlerdir.
Bütün bunlar günümüz ortamında hiç yabana atılmayacak
ayrıntılardır ve Türkiye'de yeni bir silahlı mücadele
dalgasının oluşumunda basılacak sağlam köşe taşlarıdırlar.
Bu yeni dalganın şansı, örgütsel altyapısının sağlamlığıyla
birlikte kendine koyduğu böylesi ilkelere, seçtiği özenli
hedeflere de bağlı olacaktır.
Devrimci eylemler, kim tarafından yapıldığı tartışılabilen
bir karmaşıklığı taşımamak zorundadır. Güven sorununun
su götürmez önceliğe sahip olduğu günümüz koşullarında,
"devrimci hareket şunları yapar, şunları yapmaz,
yaparsa da çıkıp hatasını kabul eder" biçiminde
bir netlik üzerinde yürünebilecek en sağlam zemindir.
Ve gerçekten, devrimci insanlar bile bir olayın ardından
sözkonusu işi kimin yaptığını tartışıyorlarsa, ortada
sakat birşeyler olduğu kesindir.
Bu sakatlık herkesi çok ciddi olarak düşündürmelidir.
Kendi önümüzü açmak elimizdedir; kapatmak da öyle...
|