Açıklayıcı
Bir Kavram Olarak
Suni Denge
|
Giriş:
Kavramsal Çerçeve
"Elbette hayat hiç bir zaman şu ya da bu şemalandırmaya
harfiyen uygun olamaz. Her soyutlama ve şemalandırma
gerçeğin bir kısmını ihmal eder, bir kısmını ise ister
istemez abartır. Fakat teorik tahlil, hayatın giriftliğini
ve çok yanlılığını kolay anlaşılır hale getirerek eylem
kılavuzluğu görevini yerine getirir."
Evrim ve devrim aşamaları konusundaki Marksist tezleri
özetlerken bir yerde böyle bir uyarıda bulunma gereğini
duyar M. Çayan yoldaş. Ve sonra sürdürür: "Bu yüzden,
bu şemalandırmamızdaki dönemleri mekanik bir biçimde
birbirinden ayrı şekilde değil de, tek bir sürecin birbiri
içine girmiş halkaları olarak görmek gerekir" (Kesintisiz
Devrim I)
Gerçekten de böyle bir uyarı teorik metin yazımı sırasında
sık sık gerekli olur. Çünkü, işin doğrusu, teorik soyutlama
ile onun içinden üretilmiş bulunduğu canlı hayat arasındaki
ilişki, her zaman bir açıyı kendi bünyesinde barındırır.
Engels'in Anti-Dühring'te söyledikleri de bu bakımdan
bir uyarıyı içerir: "Bütün tanımlar, bilimsel bakımdan
az bir değer taşırlar. Hayatın ne olduğunu gerçekten
eksiksiz bir biçimde bilebilmek için, en aşağısından
en yükseğine, onun kendini gösterdiği bütün biçimleri
gözden geçirmemiz gerekirdi. Gene de günlük kullanım
için, bu türlü tanımlar çok elverişlidir. Ve bazen de
vazgeçilmesi çok güçtür; kaçınılmaz eksiklikleri unutulmadıkça,
zararlı da olmazlar." (Anti Dühring / Sf: 152)
Yani, kavramlar, tanımlar ya da adına ne derseniz deyin
nihayetinde teorik çözümlemenin sonucu olan soyutlamalar,
bütün bu sayılan riskleri içlerinde taşırlar, bu risklere
karşın kullanılırlar. Esasen bu, teorik bilgi edinme
sürecinin kendisinden kaynaklanan bir durumdur. Bilgi
süreci bir açıdan çok da karmaşık değildir aslında;
insanoğlu, önündeki somut olgunun en azından temel noktalarının
belirli bir andaki somut verilerini ele alarak bizim
çoğu kez pratikte "sonuç çıkarmak" dediğimiz
şeyi gerçekleştirir. Fakat o bunu bir boşlukta da yapmaz;
kuşkusuz her veriyi kendisinde önceden birikmiş bulunan
bilginin süzgecinden geçirir, verilere bakışının yöntemi
de sözkonusu bilgi birikimi tarafından belirlenir. Tanımlar
ya da kavramlar böyle bir zemin üzerinde oluşurlar ve
gözlem kapsamına alınan verilerin yeterince çok cepheli
olup olmadığı ya da onların doğru yorumlanışına imkan
veren bir donanımın varolup varolmadığı gibi bir dizi
etkene bağlı olarak gerçeğin belirli bir ölçüde ifadesi
olurlar ya da bütünüyle gerçekten uzak olurlar. Somutun
yalnızca belirli cephelerini ele alan eksik verilerle
işe başlamak ya da çeşitli önyargılarla belli verilerin
baştan yok sayılması çözümlemenin gücünü sakatlar; aynı
şekilde mevcut verilerin yanlış yorumlanması belirli
bir düşünme tarzından yoksunluk sonucu da meydana gelebilir.
Bir düşünme tarzı olarak diyalektik yöntemle davranmıyorsanız,
doğru noktaları, esas halkaları tutabilmeniz de çok
mümkün değildir.
Ve bu süreç, basit bir döngü olarak değil de, sarmal
bir yükseliş olarak işler. Yani, somut verilerden yola
çıkarak teorik birikim ölçüsünde yorumladığınız ve ürettiğiniz
tanımlar, öngörüler, yeniden yaşama döner, yaşamdaki
gereksinmeyi karşılamaya çalışırlar. Sonra, oradan çatışma
içinde çıkıp yeniden ve bu kez daha yüksek bir kavrayışı
doğurur. Bilgi süreci böylece akıp gider.
Elbette böyle bir süreç, içinde her zaman bilimsel bir
"kuşku"yu barındırır. Çünkü, her teorik çözümleme
çabası, belirli bir anda ele aldığı veriler toplumunu
o moment için sabit kabul etmek zorundadır. Yani bu,
yaşamın belirli bir anda durdurulması, o andaki durumun
ve geçmiş bağlantıların ele alınmasıdır. Oysa yaşam,
bizim henüz o teorik çıkarsamaları yaptığımız anda bile
gerçekte durmaz, o yine de kendi seyrinde akıp gider
ve hem bizim belirli bir moment için veri aldığımız
olgular, hem de kendi düşünsel yetimiz değişikliklere
uğrar, gelişir. Böylece yeniden dönüp yaşama iradi müdahalede
bulunmayı deneyen teorik soyutlama, orada karşılamakta
yetersiz kaldığı yeni olgular bulabilir, böyle bir risk
varsayımı her zaman vardır.
Ama bütün bunlara karşın yine de kavramlara ihtiyacımız
vardır, onları kullanırız. Yaşamın kesiksiz akışını
bütünüyle ifade edebilmenin fiili imkânsızlığı, bizi,
bütün teorik çabayı reddeden bir bilinemezciliğe ya
da çoğu kez onunla aynı kapıya çıkan basit rölativizme
götürmez. Böyle bir yanılsama ile bir adım olsun ilerlememiz
mümkün olmazdı. "Bilgi teorisinin temeli olarak
görecilik, yalnızca bilgilerimizin göreciliğinin kabul
edilmesi demek değildir; aynı zamanda her türlü ölçünün,
insandan bağımsız olarak varolan ve bizim göreceli bilgimizin
gittikçe daha çok yaklaştığı her türlü nesnel modelin
de yadsınması demektir." Materyalizm ve Ampriokritisizm
(sf:144/İNTER yay) Oysa "Marks ve Engels'in diyalektik
materyalizmi, elbette ki göreciliği kapsar, ama ona
indirgenemez; yani diyalektik materyalizm, bütün bilgilerimizin
göreliliğini nesnel gerçekliğin yadsınması anlamında
değil, ama bilgilerimizin bu gerçeğe yaklaşmasının sınırlarının
tarihsel göreceliliği anlamında kabul eder." (age/sf:144)
Yani burada sözkonusu olan, teorinin gri-yaşamın yeşil
olduğu deyişinden hareketle, soyutlamanın imkansızlığı
ya da anlamsızlığı düşüncesi değildir. Gerçeği ifade
etmekteki bütün eksiklik riskine karşın, yaşamda teorik
çıkarımlarla yürürüz; çünkü yeni ve daha yüksek bir
bilgi düzeyine ulaşmamızın bilinebilen tek yolu, daha
önceden kazanıp sınıflandırdığımız bilgi ve soyutlamaların
yaşam içinde yeni verilerle zenginleşmesinden başka
bir şey değildir. Marksist diyalektiğin tavrı, yaşamın
akışını hiç bir konsantrasyon kaygısı taşımaksızın rastgele
bir yanından bakarak izlemek ve bununla yetinmek değil,
eksiklik riski taşıyan saptamalarla da olsa, kavramlar
üretmek, saptamalara ulaşmak ve fiile dönüşen öngörülerle
yaşama müdahale etmektir. Anlama ve değiştirme eylemleri
arasındaki setin Marksizm tarafından yıkılmış olmasının
anlamı budur. Çünkü insan ancak bir değiştirme eyleminin
içinde değiştirmeye çalıştığı olguyu anlayabilir ya
da olgu üzerine varolan fikirlerini geliştirebilir.
Özellikle siyasal süreçlerde, değiştirme eylemine soyunan
insanlar ve onların örgütsel bileşimi olan yapılar,
içinde yaşadıkları sosyal-siyasal-iktisadi-kültürel
çerçeveyi anlamak, bu çerçevenin bugünkü ve geçmiş verilerini
yorumlayarak somut programlar, stratejiler, taktikler
üretmek zorundadırlar. Bu programların yaşam içersinde
sürecin bütün cephelerini ifade edebilme yeteneğinin
varolan sınırları, programların önemini ortadan kaldırmaz.
Çünkü toplumsal süreçte, iradi müdahale ancak belirli
bir hedefler-yöntemler sistemi ile mümkündür, bu hedef
ve yöntemlerin gerçekçiliği ise ancak iradi müdahalelerin
sürecinde algılanabilir.
Öte yandan, salt sözcükler ya da isim-sıfat tamlamaları
olarak siyasal kavramlar da vazgeçilmez değildirler;
daha doğrusu aslolan onların açıklamakla görevlendirildikleri
olguların kendisidir. Bir sözcük yerine bir diğerini
tercih ediyor olmanızdan öte olgunun kendisine nasıl
baktığınız önemlidir. Kuşkusuz teorik çaba, ele aldığı
somut durumu anlaşılır hale getiren açıklayıcı kavramlara
kaçınılmaz olarak ulaşır; ama tam bu noktada da kavramları
oluşturan sözcükler kendi teknik ya da lügat anlamlarından
sıyrılıp artık yeni bir anlam kazanırlar; sözcükler
birbirleriyle yeni bir ilişkiye girerler ve ortaya yeni
bir şey çıkar. Sözgelimi "Emperyalizm" kavramının
dilsel kökeni ne olursa olsun, artık o, kapitalizmin
tekelci çağının ifadesidir. Ya da "slogan"
sözcüğünün karşılığı olarak Meydan Larusse'da "İskoç
klanlarının savaş çığlığı" yazıyor olması, kavramın
bugünkü siyasal anlamını değiştirmez.
Siyasal süreçlerde sorun, kavramların altını dolduran
çözümlemeler dizisiyle ilgilidir; bu çözümlemelerin
ait oldukları süreci kavrayıp kavrayamaması önemlidir.
Bu anlamda "kitabi" bir tavırla yeni kavramlara
tepki duymak da sağlıklı değildir. Örneğin, "yeni-sömürgecilik"
bir emperyalist politikanın adı olarak bir dizi somut
göstergenin çözümlenmesine dayanırken, bütün bu göstergeleri
yok sayıp kavramın kendisine takılmak sonuç üretici
bir tavır değildir. Zaten, Marksist teori de yazılıp
bitirilmiş bir kusal kitap değildir.
Ve tabii bol alıntılı hamasi edebiyat da teorik sorunlarda
pek anlamlı sayılamaz. Sorun, olguyu anlama çabasıdır
ve bu çabanın bilimsel dayanaklara oturup oturmadığı
sorunudur. Sözgelimi, "III. Bunalım Dönemi"
kavramını tartışırken, tutup Stalin'den bir dizi alıntıyla
III. Bunalım denilen dönemin "aslında II. Bunalım
Dönemi olduğunu" kanıtlamaya uğraşmak polemikçilik
açısından neye yarar bilinmez ama böyle bir kanıtlama
uğraşının 1945 sonrası sürecin ekonomik-siyasal göstergelerini
değiştirmesinin mümkün olmadığı kesindir. Yani siz ne
gibi bir adlandırma yaparsanız yapın, tanıklığa kimi
çağırırsanız çağırın, II. Dünya savaşı sonrasının somut
verileri değişmez ve esas sorun da zaten bu verilerin
algılanıp siyasal sonuçlar çıkarılmasıdır. Gerçekten
devrim perspektifi olan insanların derdi, bu devrimin
içinde gelişeceği koşulların çözümlenmesidir; bu çözümlemenin
sonuçlarının nasıl adlandırıldığı değil. (*)
Aynı şekilde "suni denge" konusu her açıldığında
hemen Engels'e dönüp "denge-dengesizlik" üzerine
alıntı dizileri sıralamak da çok anlamlı değildir. Yazının
ilerki bölümlerinde değineceğimiz gibi "suni-denge"
kavram bütünlüğü içinde "denge" sözcüğünün
kullanımı çok farklıdır ve ortalığı alıntıya boğup işin
ABC'si üzerine ders verir pozları takınmak tartışmanın
seviyesinin de düşürülmesi anlamına gelmektedir. Üstelik
işin kötüsü alıntıları sıralayıp "suni-denge"
kavramının "anti-diyalektik"(!) olduğunu kanıtladığınızda,
böylece Türkiye'nin 1950'ler sonrasında oluşan sosyo-ekonomik
özellikleri de ortadan kalkmaz! Sosyal olgular-biz de
dahil-kimsenin keyfine bağlı değildir. Suni-denge kavramı,
gözlenen bir sosyo-ekonomik durumun ifadesi olarak anlamlıdır,
bir "açıklayıcı kavram"dır, soruna ancak çözümlemeye
tabi tutulan veriler ve olgular açısından bakılabilir.
Oysa sorunun özünden, yani gerçekten içten bir anlama
ve çözüm üretme kaygısından uzaklaşıldığında ve polemik
dünyasının skorboard'ının çekiciliğine kapılındığında,
bolca tanıklık gereksinimi duyulur ve çoğu kez de bu
alıntılar bastığınız toprağın gerçekliğini anlamanıza
çok yardımcı olmaz.
Yani asıl önemli olan, önünüze gerçek bir devrim perspektifi
ve devrim isteği koyup koymadığınızdır. Eğer durumunuz
böyleyse, o noktada kolay polemik zaferleriyle daha
az ilgilenip üstünde durulan toprağı anlama çabasına
daha çok önem verirsiniz. Çünkü bu toprağın özelliklerini
anlamak, ona nasıl yaklaşacağınızın anahtarını verir
ve ancak bu anahtarla kapıları zorlamak mümkündür.
Toprağı Anlama Çabası: Kesintisiz Devrim Broşürü...
İşte 1970'lerin başında M. Çayan yoldaş'ın karşı karşıya
kaldığı sorun tam da buydu: doğru halkayı arayıp bulma
sorunu...
Yaşanan teorik keşmekeş içinde Türkiye devrimi için
bir yol bulma ve bunun için üzerinde hareket edilen
zemini kavrama çabası özellikle o dönemde artık gerçek
bir ihtiyaç haline gelmişti.
60'ların ikinci yarısından sonra, emperyalizmin krizlerinin
yansımasından da etkilenen yeni-sömürgeci ekonomik yapı
tıkandığında ortaya çıkan toplumsal kaynaşma, artık
yeni devrimci alternatiflerin çıkışı için uygun ortamı
sağlamış ve bu büyük kaynaşma içinden süzülen insanlar
biraraya gelmişlerdi. Bu hem kadrosal, hem de ideolojik
bir
süzülmeydi. Ülkenin her yanında yükselen toplumsal muhalefet,
fabrikalardan köylere, okullara dek her yanı sarıyor
ve her gün insanları daha fazla eğiterek bir iradi müdahale
bilincine ulaştırıyor ve bu insanlar gösterilerin, işgallerin
içinden belirli bir elit biçiminde ortaya çıkıyorlardı.
Diğer yandan ise, bu bir ideolojik süzülmeydi. Türkiye
sosyalizminin geçmiş 50 yılından dişe dokunur bir teorik
miras devralma şansı olmayan insanlar, marksist klasiklerle
tanışıyorlar, edindikleri her yeni teorik bilgi ile
ortamı yeniden kavramaya, durumu çözümlemeye çalışıyorlardı.
Bu durumu bir keşmekeşe dönüştüren koşulları anlamaktan
çok uluslararası kamplaşmanın hazır şablonlarına bu
koşulları sığdırma eğilimiydi.
Bir teorik belge olarak "Kesintisiz Devrim"
broşürü, işte tam bu şabloncu tarza karşın bir özgünlük
arayışı olarak doğdu. Gerçekten de bu, Türkiye için
özgün olanın arayışıydı. Sağa yaslanma geleneğinden
sıyrılıp gerçek bir devrim isteğiyle yola çıkan insanar
nasıl yürüyeceklerini saptamaya çalışıyorlar, bunun
için de nerede yürüdükleri sorusuna yanıt bulmak için
çabalıyorlardı. M. Çayan'ın ilk yazıları incelendiğinde,
bu arayışın hep varolduğu ama henüz daha çok ÇKP kaynaklı
genel tezlerin ağır bastığı görülür. Bu yazılarda da
halk savaşı anlayışı geliştirilir ve demokratik devrim
daha çok "yarı-feodal ülke" çözümlemesine
uygun olarak Milli Demokratik Devrim çerçevesinde yorumlanır.
(**)
Oysa, M. Çayan yoldaş'ın teorik gelişiminin-maalesef-son
halkası olmak zorunda kalan "Kesintisiz Devrim
II-III" karşımıza daha özgün bir belge olarak çıkar.
Bu kez artık daha net olarak, polemikler fırtınasından
sıyrılma, 60'ların sonundaki Türkiye'yi anlama isteği
gözlenir. Eksikleriyle, (Kemalizm sorununda olduğu gibi)
yanlış çözümlemleriyle "Kesintisiz Devrim"
böyle gerçekten içten bir devrimci anlayışın belgesidir.
M. Çayan yoldaş, bu belgede, Marksizim-Leninizmin evrensel
tezlerini ve belli başlı devrimler sürecini irdeledikten
sonra Türkiye'ye gelir ve işe özellikle emperyalizmin
dönemsel özelliklerini saptamakla başlar. Şüphesiz yaptığı,
herşeyin yeniden keşfi değildir. Sözgelimi yeni-sömürgecilik
kavramı, savaş sonrası emperyalist işleyişi tanımlamak
için kullanılan genel-geçer bir kavramdır. Başka bazı
kavramlar için de aynı şey söylenebilir. Zaten M. Çayan'ın
orijinal olma gibi bir kaygısı da yoktur. Onun esas
kaygısı, Türkiye'de devrimci sürecin önünü açmak ve
bunun için de yaşanan koşulların temel noktalarını saptamaktır.
Bu açıdan onun esas yaptığı bütün bu kavramların, durumların
akademik bir incelenmesi değil, mücadele ve hareket
formülasyonlarına varacak bir tarzda ele alınmasıdır.
Yeni-sömürgeciliği ele alan M. Çayan, bu anlayışla onun
Türkiye'ye yansımasını, bu yansımanın yarattığı sosyo-ekonomik-politik
etkileri incelemiş, iktidar sisteminin yapısı ve kitlelerin
politik tutumları üzerine tezler ortaya koymuş ve bütün
bunlardan halk savaşı anlayışının yeni bir yorumunu
soyutlamıştır. Politikleşmiş Askeri Savaş anlayışı ve
silahlı mücadeleyi politik mücadelenin eksenine yerleştiren
mücadele çizgisi, kırları-şehirleri bütünlük içinde
kavrayan Birleşik Devrimci Savaş saptaması aynı zincirin
halkalarıdır. Bu zincir, sonucu itibarıyla yeni bir
örgütsel anlayışa dek ulaşmıştır.
Kesintisiz Devrim'in olağanüstü sade bir metin olması
zaten onun bu pratiğe dönük yanından kaynaklanır. Salt
yazıldığı koşullardaki zaman sıkışması değil, bizzat
M. Çayan yoldaş'ın sadelik isteği de bu durumu belirlemiştir.
Sayfalar dolusu inceleme ve tahlillerden özellikle uzak
durulmuş, daha çok iradi müdahalenin önünü açacak bir
tezler yazısı, bir programatik belge hedeflenmiştir.
Böylece metin, özellikle son bölümlerinde tezleri ortaya
koyan ama bunların herbirinin dayandığı açılımları uzun
uzun ele almayan bir tür manifesto halinde ortaya çıkmıştır.
Sonraki süreçte THKP-C kökenli politik akımların bir
bölümünün devrimci çizgiden savrulmaları, devrimci çizgiyi
savunanların da tezleri ele alıp geliştirme konusundaki
eksiklikleri sonucu Kesintisiz Devrim belgesi savunulan
ya da saldırılan bir metin haline gelmiş, bu sade metinden
hayal gücü zorlamalarıyla türlü-çeşitli anlamlar çıkarılabilmiştir.
metindeki kavramlar üzerinde keyfi oynamalar gerçekleştirilmiş,
tezlerin yönü çarpıtılmaya çalışılmıştır. (***)
Belge bir yandan netliği ve sadeliğiyle bu tür çarpıtmalara
imkan tanımazken, diğer yandan da yoğunlaştırılmış kısa
soyutlamalardan oluşması nedeniyle zaman zaman cımbızlamaların
konusu olabilmiştir.
Oysa, THKP-C tezleri kendi içinde dengesi olan bir zincirin
halkaları gibi birbirine bağlı soyutlamalardır. Ve ancak
böyle bir zincir üzerinden giderek algılanabilirler.
Bir tanım olarak suni-denge de, bir dizi çözümleme ve
saptamanın içinde, onlarla bağlantılı halde anlamlıdır.
Onun için biz de aynı zorunlu yolu izleyecek ve suni-denge
kavramını, içine oturduğu teorik zemin üzerinde yakalayıp
açmaya çalışacağız.
16. Sayımızda bunu yapmayı umuyoruz.
SÜRECEK
Dipnotlar:
(*)
Yazı içersinde "Yeni Demokrasi" dergisinde
geçmişte yayınlanmış bir Mahir Çayan "eleştirisi"ne
sık sık döneceğiz. Ama işin en başında, bu "eleştiri"nin
insan sabrını çok zorlayan bir düzeysizlik örneği olduğunu
sölemeden edemeyiz. "Yeni Demokrasi"nin 17.
sayısında başlayıp devam eden bu dizi, herşeyden önce
Türkiye'de artık terkedilmesi gereketiğine inandığımız
kötü bir üslübun örneğidir. Kalemden kan damlatan bir
pokemikçilik hırsıyla yazı, saygı sınırlarını zorlamakta,
"pusulayı şaşıran şaşkın kaptan" ya da "Che
Guevera'nın eteklerine yapışan (Mahir)" gibi bir
çok örneği verilebilecek seviyesiz bir yazı üslubuyla
sürmektedir. Biz, insanların teorik yazı yazarlarken,
"edebiyatlı söz söyleme" arzularını sınırlayıp
ciddi ve ağır başlı olmaları gerektiğine inanıyor, bu
kötü müsamere tarzını günümüzün "ansiklopedi savaşçılarına"
bırakmanın daha doğru olacağını düşünüyoruz.
(**)
Ferhat Ali (Yeni Demokrasi/sayı: 17), M. Çayan'ın ilk
yazılarında Mao Zedung anlayışına uygun tahliller yaptığını
ve "yarı-sömürge/yarı-feodal Türkiye" çözümlemeleriyle
o dönemde "doğru yolda" olduğunu söylüyor.
Ferhat Ali'ye göre teorik kayma Kesintisiz II-III'ten
sonra gerçekleşiyor ve M.Çayan revizyonist-Gueveracı-Troçkist
vs... sularda "kulaç atmaya" başlıyor!
Doğrusu bu söylenenleri tersinden düşünüp daha çok bir
"iltifat" olarak algılamak mümkündür. Gerçekten
de bu zaman diliminde M. Çayan yoldaş, teorik gelişimi
itibarıyla bir yerden bir yere gelmiş, emperyalizmin
ve ülkenin durumu üzerine düşüncelerini geliştirip daha
net kavramlara varmış, sözgelimi "anti-emperyalist
/anti-feodal" MDD tezinden, "anti-emperyalist
anti-oligarşik demokratik halk devrimi" gibi daha
sağlıklı kavramlara ulaşmıştır. Arayışının bir sonucu
olarak devrimci durum ve kriz üzerine, faşizm üzerine
düşünceleri, silahlı mücadele üzerine saptamaları bu
süreçte olgunlaşmıştır. Mahir Çayan'ın gerçekten hızılı
bir gelişim gösterdiği doğrudur ve bu anlamda onun "eksik
olanda ısrar etmek" gibi bir "özel yeteneğe"
sahip olmadığı söylenebilir. Yirmi küsur yıldır dönüp
dönüp aynı şeyleri söyleme "tutarlılığı" ise
Türkiye'de ancak Ferhat Ali'nin ekolüne nasip olmuştur
ki, doğrusu biz bunun çok özenilesi bir beceri olduğunu
düşünmüyoruz.
(***)
Sözgelimi, şöyle bir paragraf yazılabilmektedir: "...
silahlı propagandayı temel alan, politik, ekonomik,
demokratik mücadele biçimlerini bu biçime tabi kılan
devrimci strateji de Mahir'e göre, politikleşmiş askeri
savaş stratejisidir. Silahlı siyaseti kumanda edecektir
bu strateji. Zira, politik mücadele, silahlı mücadeleye
tabidir Mahir'de" (Y.D./ sayı 17)
Bilerek uç bir örneği seçiyoruz; öyle ki insan bu söylenenlerin
neresini düzelteceğini şaşırıyor! M. Çayan'ın metinde
silahlı propagandayı "politik mücadelenin en üst
biçimi" olarak algıladığı ve temel-tali ilişkisinde
de "silahlı propagandanın dışındaki öteki politik,
ekonomik, demokratik mücadele biçimleri silahlı propagandaya
tabidir..." vurgusunu özenle yaptığı biliniyor.
Yani sözkonusu olan, politik mücadelenin bir biçimi
olan silahlı mücadelenin, diğer zengin politik, ekonomik
vb. mücadele biçimleri arasında eksen durumunda olmasıdır.
Bu kadar basit bir gerçeği, metinde yazılanlara göre
göre (ki normal şartlarda F.Ali'nin "eleştirdiği"
metni okumuş olması gerekiyor, daha doğrusu biz okumuş
olduğunu varsayıyoruz; eğer okumamışsa bu, F. Ali için
"bilgi eksikliği"ne denk düşen bir "hafifletici
sebep" sayılabilir. Ama bu gerçekten, her anlamda
bir "hafifletici" sebeptir!) keyfi unutmalarla
karmaşık hale getirmek açıklanamaz bir durumdur. Üstelik
daha sonra, Çayan'ın fokocu anlayışa yönelttiği bütün
eleştirileri ve politik vurguları yok sayıp, metinden
"politik mücadele silahlı mücadeleye tabidir"
gibi bir sonuç türetmek, doğrusu gerçeğin bütün sınırlarının
fena halde zorlanması anlamına gelir.
Bütün bunlar tezlerde öylesine nettir ki, bu netlik
karşısında insan F. Ali'nin bu çarpıtmalarını ancak
bir şekilde açıklayabiliyor: Bilgi eksikliğine güvenmek!
Yani, F. Ali, özellikle genç kuşakların bu metinleri
fazla bilmediğine güvenip şansını deniyor! Metni okuma
imkanı bulamamış insanların, işin aslını araştırma konusunda
bir tembellik edebileceğini varsayıp (ki bu az rastlanan
bir durum da değildir) "eleştiri" rotasını
böyle şekillendiriyor.
Böyle bir rotanın tek sakıncası var: sözkonusu varsayım
herkes için geçerli değil! Yani bütün bunları yutmayanlar
da çıkabiliyor!
Ama burada sorun şu: M. Çayan'ı Marksist felsefenin
yalnızca "kenarından geçmek"le suçlayan F.
Ali, bunun bile bir "kazanç" olduğunu unutmamalıdır.
Marksist felsefenin temeli gerçeğe karşı dürüstlükse
eğer, insan onun "kenarından" bile geçse bir
şeyler kazanabilir. Zaten, "kenarından geçmek"
ile "çok uzaktan bakmak" arasındaki fark da
budur.
|