Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

İlk ortaya çıkışından bu yana, gözle görülür bir gelişme gösteren kamu çalışanlarının sendikal hareketi, geçtiğimiz günlerde kendi içinde riskleri de taşıyan çok önemli bir noktaya ulaştı.
Başından beri meşru zeminini genişleten ve baskı yasaları çerçevesini aşma yolunda olumlu örnekler veren kamu çalışanları hareketi için, son iş bırakma ve sokağa çıkma eylemi, bu örneğin genişlemesi ve kalıcılaşması anlamına geliyordu. İnsanlar yine sokaktaydı, yine yürüyorlardı ve ortada ne 657 vardı, ne de Toplantı-Gösteri yürüyüşleri kanunu... Baskı yasalarının çerçevesine sığmayan toplumsal hareket onları silip geçiyordu. Daha doğrusu, meşru zemin ve siyasal durumun nazikliği bir ölçüde devletin terör aygıtının elini bağlıyordu.
Kamu Çalışanları Sendikalar Platformunun organize ettiği eylemlilik programının katılım oranı da (pasif destekler de düşünülürse) oldukça yüksekti. Alanlarda somut olarak görülebilen gerçek, memurların artık eski memurlar olmadığı ve köklü bir dönüşümün yaşandığıydı.
Son eylemlilik, bu dönüşüm açısından önemli bir örnekti. Eylemin işbırakma seviyesinde kalmayıp binlerce kişilik toplu gösterilere dönüşmesi ve grevli sendika vurgusunun kesinleşmesi, hem daha büyük bir meşruiyet alanı yaratıyor, hem de sorunu ciddi şekilde siyasi gündeme sokuyordu. Seçim öncesine denk düşmesiyle de ayrı bir anlam kazanan eylem sokaktaki insandan sıradan burjuva politikacısına dek herkesi tartışmanın içine çekiyordu.
Ve tabii bu arada devlet de devletliğini göstermekten geri durmuyordu. Yine polis orduları alanlara yığılıyor, gözdağı ve baskılar yaşanıyordu. Ayrıca devlet, "Ankara'nın hassasiyeti"ni anımsatmayı da bir kez daha gerekli bulmuştu!
Doğrusu bu "anımsatma" da olağanüstü bir gaddarlıkla yapıldı. Son kez Sincar'ın ölümünden sonraki günlerde yaşadığımız manzara yeniden tekrarlandı. Yine coplar, kalaslar konuşuyor ve insanlar yerlerde sürükleniyordu.
Bütün bunlar "doğal"dı... Çünkü polisimizin "psikolojik durumu" bozuktu ve üstelik bir de "katil" oldukları haykırılmıştı... İçişleri Bakanı'nın açıklaması böyleydi ve zaten katliamları bile yüzü kızarmadan savunanların bu olaya da bir kulp bulmaları çok şaşırtıcı olmazdı. Ve tabii ki soruşturma filan açılmayacak ya da açılsa bile geçiştirilecekti, bu ülkeyi azıcık tanımak böyle bir gerçeği bilmek için yeterliydi...
Ancak bu kez, seçim ortamının da özelliği nedeniyle ortalık daha fazla karıştı. Coplar bu kez daha fazla ses çıkardı ve siyasi gündemde memur sorunu birden hızlı bir yükselişe geçti. Tabii bu arada burjuva politikacılarının memur sevgisi de birdenbire artıverdi.
Sonra, "cop zammı" geldi... TV'deki dayak görüntülerinin etkisini silmek isteyen hükümet bir defalığına "babalık" yapmayı ve %5'lik bir zam lütfunda bulunmayı "akıllıca" bir siyaset olarak belirliyordu. Ama, dayağı sadakayla örtmek politikası öyle komikti ki, durum salt memurları değil, sokaktaki insanı bile güldürüyordu.
Bu noktada, tepkileri yatıştırmakiçin daha büyük bir "iyilik" gerekiyordu ve işte böyle bir aşamada nice zamandır komisyonlarda dolanıp duran şu ünlü yasa taslağı anımsandı. Birden işlemler hızlandırıldı ve tasarı Bakanlar Kurulu'na iniverdi. Eylemden hemen sonra, ortalık henüz çok karışmamışken TV'de açıkça "bu iş olmaz" diyen Çalışma Bakanı Moğultay, ağız değiştiriyor, Çiller ise "bütçenin sıkışıklığına rağmen" sendikal haklar tanıyacaklarını söyleyip "fedakarlık" (!) örnekleri veriyordu.
Aslında yapılan "iyliğin" ne olduğu da kimse için sır değildi. Hazırlanan taslak ötedenberi biliniyordu. Taslak, (bugünlerde iyice anlaşıldığı gibi) bildiğimiz anlamda bir sendika kavramını içermiyordu. Taslakta, sendika kavramının özünü oluşturan Toplu İş Sözleşmesi ve Grev unsurları birbirinden ayrılıyor, örgütlenme ve toplu sözleşme hakkının tanınacağı, grev hakkının ise aşama aşama ele alınacağı belirtiliyordu. Tabii bütün bu konularda da "sakıncalı devlet kurumları" sorunu ayrı bir tartışmaydı.
Kısacası hükümet, ortamı bulanık tutma ve memur kitlesini bölme noktasına oynuyordu.
Üstelik bu, büyük bir ikiyüzlülük gösterisiyle birlikte sürüyordu. Söz gelimi "örgütlenme hakkı" kavramının kendisi bile bir komediden ibaretti. Onca zamandır yasaları delerek örgütlenmiş bir sendikal hareket ortada dururken, "memura örgütlenme hakkı"nı sanki hükümetin büyük bir icraatı gibi sunmak, tam bir sahtekarlıktı. Burada olsa olsa varolanı tanımasından sözedilebilirdi ki, bu da memurların söke söke kazandıkları bir olguydu.

Kamu Sendikaları ve Devletin Açmazı...
Yine de, herşeye karşın, bugün ulaşılan noktanın memur hareketi açısından çok önemli olduğunu söylemek mümkündür. En azından, bu kez artık ortada somut anlamda bir yasa tasarısı vardır. Ve memur hareketi bundan böyle artık daha somut bir olguyu tartışabilme noktasındadır.
Tartışmak da gerekiyor, çünkü tasarı ve onun arkasındaki politika memur hareketi açısından çeşitli tehlikeleri içeriyor. Süreç boyunca uysal bir memur hareketi yaratmayı başaramayan Oligarşi, bu kez ciddi olarak memur hareketini söndürme oyununu oynuyor.
Bütün bunların arkasında da, devletin esas sıkıntısı duruyor. Gerçekten memur sendikacılığı ciddi şekilde devleti zorluyor ve sıkıntıya sokuyor.
Aslında, sorunun bir bölümünü, belki de temelini eylemin ilk günü Moğultay ağzından kaçırmıştı. Moğultay'ın "Memur maaşları devlet bütçesinin bir parçasıyken grevli sendikaların sakıncalı olabileceği" yolundaki sözleri boşuna değildi. Gerçekten de devlet bugün kamu sendikaları sorununda ciddi bir açmaz yaşamaktadır. Bir yanda karşısına dikilmiş güçlü bir şekilde bu talebi dayatan yığınlar vardır, bir yanda da kendi ekonomik-siyasal çözümsüzlüğü...
Gerçekte devlet bugün sendika konusunda çok itiraz sahibi değildir. Daha doğrusu devlet, işçi olsun-memur olsun, her türden atomizasyon kırıcı örgütlenişe aslında temelden karşıdır. Ama bir kez de bu sorun dayatıcı şekilde önüne gelince kabullenmek zorunda kalmaktadır. Ve bu noktada temel sorun, sendikanın çatısında-tabelasında değil, onun ayrılmaz parçası olan grev hakkında düğümlenmektedir. Devlet bütçesinin perişan durumu biliniyor. Bu kocaman, hantal makina her yıl büyük açıklar, iç ve dış borçlar yoluyla ayakta durabilmektedir. Ayrıca kirli bir sömürge savaşı artık çok ciddi kaynakları bir vantuz gibi emmektedir. Öyle ki savunma harcamaları ve devletin diğer gizli-kapaklı savaş harcamaları artık rekor düzeyde seyretmektedir.
Böyle bir noktada, memur örgütlenmesi, sonuçları itibarıyla, özel fabrikalardaki işçi sendikalarının durumundan çok değişik bir kompozisyon yaratmaktadır.
Özel bir patron ile işçileri arasındaki pazarlık ve mücadelede devlet kuşkusuz her durumda patronun yanında bir yerde konumlanır, ama sonuçta bu, çok sarsıcı bir durum değildir. Çok uzun süren bir grev dalgasında bile özellikle çeşitli alanlara yayılmış holdinglerde belki büyük sıkıntılar yaşanır ama kimse batmaz. Ya da daha kötü durumlar ortaya çıksa da, sermaye düzeni tek tek patronlarla bağlı olmadığı için genel olarak sistem açısından ölümcül bir tehlike yaşanmaz.
Oysa iş "devlet"imize geldiğinde durum naziktir. Egemen sınıfların egemenlik aracı olan devlet mekanizması bütün kurumlarıyla bu işleve göre konumlanmıştır ve bütçe sistematiği de bu temel üzerinde şekillenmiştir. Özellikle bizim gibi ülkelerde yapısal bir olgu olarak sürekli faşizmin hakim olması, devlet mekanizmasını bir kat daha hantallaştırıp büyütmekte, korkunç bir kaynak akışını gerekli kılmaktadır. Zaten varolan bu kaynak akışı, üzerine kirli bir sömürge savaşı da eklendiğinde olağanüstü noktalara varmaktadır.
Sorun da zaten tam bu noktada, Moğultay'ın itiraf ettiği gibi memur maaşlarının devlet bütçesine dayanıyor olmasındadır. Devlet, asli işlevine kaynak ayırabilmek için özellikle sıradan memur maaşlarını mümkün olan en alt seviyede tutmak zorundadır. Oysa, sendikal hesaplaşma kapısı açıldığında, kuşkusuz bugün berbat durumda olan kamu çalışanları yeterli ücret talepleriyle masaya oturacaklar ve bu talep karşılanmadığında sıra grev önlüklerinin giyilmesine gelecektir.
Grev önlükleri giyildiğinde ise artık sözkonusu olan cephe cepheye bir hesaplaşmadır. Ve bu durumun hükümetleri gerçekten güç noktalara sürükleyeceği kesindir. Büyük açıklarla yürüyen hükümet bütçeleri kuşkusuz sarsılacak, bunların siyasal sonuçları da kendini açığa vuracaktır. Ama herşeyden önemlisi özel işyerindeki bir grevden farklı olarak, bu kez duran sözgelimi ayakkabı üretimi değil, devletin bizzat asli görevleri olacaktır. Son yıllardaki neo-liberal "hafifletme" söyleminin tam aksine iyice genişleyip hantallaşan devlet çarkı, böylece esas görevleri açısından zaafa uğrayacaktır.
Belki, devletin sözgelimi bir eğitim emekçileri grevinden ekonomik düzeyde çok etkilenmeyeceği, zaten eğitimi de çok ciddiye almadığı söylenebilir ama bu tür bir grev de ekonomik-siyasal açılardan olağanüstü zararlar açacaktır. Daha da önemlisi iktisadi anlamdaki hassas kurumlardır. Sözgelimi bir maliye işkolunda uygun bir zamanlamayla yapılacak grev, mekanizma açısından felç durumu yaratabilecektir. Çünkü devletin kendi devasa terör şebekesini beslediği en büyük kaynak vergileridir ve vergilerin akışındaki aksama ciddi sonuçlara yol açacaktır.
İşte bütün bu ekonomik açmazlar devlet yöneticilerindeki "grev" sendromunun temelini oluşturmaktadır.
Ama yalnızca ekonomik değil, işin içinde bir dizi siyasal faktör de vardır. Herşeyden önemlisi prestij unsuru sözkonusudur. Tekil işveren noktasından devlet'e geldiğimizde, grevin hedefi de doğrudan devlet olmakta ve siyasal zorlanma boyut değiştirmektedir. Pek üniter, pek "baba" devletimiz yenilgileri kolay hazmedebilecek durumda değildir. Gerçi, medya araçları her grevi ilgili genel müdürlükle ya da bakanlıkla sınırlamaya çalışacak, prestij kayıplarının bizzat devlete yansımasını önlemek isteyecektir. Ama ne olursa olsun yine de her kayıp devlete zarar verecektir. Devletin temel kurumlarındaki çarkların geçici süreler içinde bile durması özellikle politik istikrarsızlık ortamında krizlerin derinleşmesine yol açacaktır.
Egemen sınıfların memur sendikacılığı konusundaki sancıları esas olarak bu noktalara dayanmaktadır. Yoksa, sık sık demogojik biçimde yinelenen "hassas noktalar" söylemi çok ciddi değildir, samimi de değildir. Devletin böyle bir paranoyasının olduğu da belki söylenebilir ama işin doğrusu 80 öncesinin POL-DER vb. günlerinin artık çok gerilerde kaldığıdır. Kamu sendikaları güçlenince, sözgelimi polislerin de bu kervana katılabileceği, Gayrettepe'de manyetoların durabileceği (!) gibi kaygılar, durumu bilen herkes için komiklikten öteye gidemez. Devletin bu tür kurumları içinde ciddi çatlamaların olmayacağını, en azından devrimci hareketin önemli bir yükselişi yaşanmadıkça böylesi durumların da gerçekleşmeyeceğini aslında herkes bilmektedir. Dolayısıyla bu doğrultuda yapılan "80 öncesi" edebiyatı daha çok grev-sendika yasağı sınırlarını genişletmek, devlet kurumlarının daha geniş bir kesimini yasaklar kapsamına sokmak ve memur kitlesini böylece bölmek amacını gütmektedir. Asıl sorun çatışmanın yükünü hafifletmek, alanı daraltmaktır.
Üstelik egemen sınıflar, bu çatışmayı "sarı sendikal örgütler" aracılığıyla yumuşatma şansını da yitirmiş görünüyorlar. Aynı işkollarında birbiri ardına kurulan devlet güdümlü "sendika"(!)ların hiçbiri ciddi varlık gösterememiş, devletin sunduğu herşey gibi soğuk karşılanmıştır. Aynı işkollarında "sarı" örgütler kurup, bıktırıcı-soğutucu bir sendikal rekabet ortamı yaratılmak istenmişse de bunda çok başarılı olunamamıştır.

Bugün Gelinen Nokta ve Riskleri...
Bugünkü durumun riskini anlayabilmek için AYDINLIK gazetesinin 22 Ocak tarihli manşetine bir göz atmak yeterlidir. Şöyle diyor AYDINLIK:
"BÜYÜK BAŞARI / Bakanlar Kurulu Memura Toplu Sözleşme Hakkını Benimsedi"
Ve iç sayfada haber devam ediyor; bütün haber boyunca tek bir sözcükle bile "grev" hakkının ne alemde olduğundan sözedilmiyor...
İşte yapılmak istenen de tam tamına budur. Hükümet, "grev hakkı"nı belirsiz geleceğe bırakan tasarıyla yine bilinen oyununu oynuyor. Böylece memur kitlesini bölmek istiyor. Yaygarayla lütfettiği şeylerin belirli bir etki yapacağını, sendikaların tabanında olayı dar düşünen, fazla ileriye gitmekten ürken vb. kesimi yakalayıp kamu sendikacılığının altını kısmen boşaltabileceğini umuyor. "İstediniz, verdik" demogojisiyle memur eyleminin meşruiyetini azaltmak, katılımını düşürmek amaçlanıyor. Kaç ay ömrü olduğunu kendisi bile bilmeyen hükümet, grev hakkı için "aşamalar"dan sözediyor...
Her şey son derece açıktır. Hükümet tam bir ikiyüzlülük içinde sorunun esas noktasında yan çizmekte ve böylece ılımlı eğilimlere oynamaktadır.
Bu noktada Kamu Çalışanları oldukça dikkatlidirler. Başındanberi "grevli-toplu sözleşmeli sendika" vurgusunun net olması da gelecek açısından bir garanti sayılabilir. 22 Şubat'ta yeniden sokağa çıkma kararının alınması bu doğrultuda ciddi bir işarettir.
Onca zamandır, onca emekle yürüyüp gelen memur hareketi bugün kendi taleplerinin çok gerisindeki bir tasarıya artık teslim olamaz. Memur hareketi, bölme girişimlerini boşa çıkarmalı, sınırlı bir yasanın çıkması halinde onu da aşıp delmeye hazırlanmalıdır.
Eninde sonunda Grevli-Toplu Sözleşmeli Sendika hedefine ulaşılacaktır.
Kamu çalışanlarının yığınsal eylemi ve kararlılığı bunu başarabilir ve artık başarmaya zorunludur.


 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92