Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Mayıs 1951'de, Türkiye'nin NATO'ya alınması tartışmaları sürerken, Herold Tribune soruyordu: "Türkiye neden NATO'ya alınmıyor? Amerikan milletinin sırf kendi oğullarının ölmesini istemesi yüzünden mi?" (*)
O zamanlar, şu "Soğuk Savaş" denilen dönemin en hızlı günlerindeydik. Savaş sona ermiş, bir "talihsizlik"(!) sonucu dünyanın hatırı sayılır bir bölümü emperyalizmin denetimi dışına çıkmış ve dünyanın manzarası esaslı şekilde değişmişti. Sovyetlerin yapayalnız olduğu bir dönem kapanmış, ortalık çok rahatça at oynatılamaz hale gelmişti. Dünyanın patronluğuna soyunan ABD, özellikle Avrupa'ya bütün gücüyle yükleniyor, Marshall Yardımı'ndan başka bir dizi projeye dek her aracı kullanarak sistemi onarmaya, özellikle metropollerde işçi sınıfının baskısına dayanabilecek bir esneklik yaratmaya çalışıyordu.
Ve tabii, bütün bu çaba, sosyalizme karşı yürütülen dizginsiz bir saldırganlık kampanyası içinde gerçekleşiyordu.
Senaryoların bol olduğu günlerdi... "Sovyet canavarının" her an bir "hür ülke"(!)ye saldırmasının mümkün olduğu fikri bütün iletişim araçlarıyla pompalanıyor, bu arada emperyalist ekonomi de korkunç düzeydeki askeri siparişlerle ayakta tutulmaya çalışılıyordu. Militarizm büyüdükçe büyüyor, demogoji fırtınaları esiyor, emperyalist sistem kendini yeni bir devrimci dalgaya karşı korumaya çalışıyordu.
İleri karakollar gerekliydi...
Ve bu karakollardan biri de Pentagon tarafından Türkiye olarak saptanmıştı. Bu arada Türkiye'de yeni-sömürgeci ilişkileri gereğince hızlı geliştiremeyen hantal bir yapı tasfiye edilmiş, yerine "Amerika ne verirse olacak, ne yaparsa kabul edeceğiz!" (Menderes) diyebilecek ölçüde pervasız (ama hizmet açısından çok pratik!) bir politik kadro yetiştirilmişti. Yani, yollar iyice düzlenmiş, süreçte küçük bir pürüz bile kalmamıştı. Çok önceden beri zaten süregelen "ikili anlaşmalar düzeni" artık iyice oturmuş, yardım kurumlarının, "uzman" adı altındaki CIA konumlanışının tüm kanalları açılmıştı.
İşbirlikçiliğin altın yılları yaşanıyordu. Missouri Zırhlısı'nın ziyareti şerefine hatıra pulları bile bastırılan günlerdi...
Ve artık askeri senaryolar ileri karakolları da kapsayacak şekilde üretiliyordu. Örneğin, bir "geciktirme" teorisi vardı; Amerikan askeri litaratüründe bu teori çok ciddi bir yer tutuyordu. Sözgelimi ABD generali Aloe'nin deyimiyle NATO planlayıcıları (siz senaristleri diye okuyun!) "Genel bir savaş halinde, Ortadoğu'daki Sovyet ilerlemesinin birkaç hafta, hatta birkaç gün geciktirilmesinin, Türkiye'ye yapılan askeri yardımın bedelini karşılamaya yeterli" olduğunu düşünüyorlardı. Bizzat zamanın Savunma Bakanı Mac Namara da Türkiye gibi ülkelere yapılan yardımları "ABD'nin kendi savunmasının bir devamı" olarak görmektedir. Dünyanın patronu rolünü oynayan ABD, kapitalist sistemin sınırlarını kendi sınırları gibi görmekte ve Türkiye gibi ülkeleri de "sınır bekçisi" olarak tasarımlamaktadır. "Hür Dünya"nın savunma stratejisi işte böyleydi.
Tabii o günlerde ABD'nin politik kodamanları (daha sonra da hep yaptıkları gibi) Türk Ordusuna sık sık iltifatlar yağdırmayı ihmal etmezlerdi. "Bu ülkenin askeri cesareti birçok kez açığa çıkmıştır..." gibi sözler bizzat J. F. Kennedy gibilerinin ağzından sık sık duyulurdu.
Elbette her şey öyle salt askeri senaryoların bir uzantısı olarak gelişmiyordu. Evet, belki "Türkiye ve Yunanistan'ı gerçekten yardıma muhtaç oldukları ya da demokrasi modeli teşkil ettikleri için seçmedik. Bu ülkeleri Sovyetler Birliği'nin kalbine ve Karadeniz'e açılan stratejik kapılar oldukları için seçtik" gibi sözler Walter Lippman türü politikacılar tarafından sık söyleniyordu ama her şey de bu kadar basit değildi.
Gerçekte, daha köklü bir III. Bunalım Dönemi senaryosunun uygulandığı günler yaşanıyordu: Yeni-sömürgecilik... Emperyalizm, dünyada yüzölçümsel olarak daralan pazarını derinlemesine büyütüyor, ülkedeki yerli birikimle içiçe geçerek daha kapsamlı bir sömürü ve işbirliğinin araçlarını yaratıyordu. Yani, salt "ileri karakol" olmanın ötesinde, Türkiye, yeni-sömürgeci çarpık sanayileşme projesi açısından model bir ülke olarak görülüyordu.
Artık, ekonomik-politik-askeri cepheleriyle düşünülmesi gereken "yeni bir işgal biçimi" söz konusuydu.
İşte "Cheap Soldier" (Ucuz Asker) deyimi de tam bu çerçevede bir yere oturuyordu ve doğrusu bu deyim tipik kapitalist mantığa da çok uygundu. "Hür dünyayı koruma" adına yerkürenin her köşesinde saldırganlığını artıran ve kendini halkların uyanışından "korumaya" çalışan ABD, bu işi yaparken çeşitli ülkelerdeki işbirlikçilerini de sürece katmayı ihmal etmiyordu, zaten deyim de bu "katılım"ın ifadesiydi.

"Meçhul Asker" Mezarlığı: Kore
Kore Savaşı bunun en açık örneğiydi. Aslında buna "savaş" demek bile doğru değildi; koca bir haydut çetesi bütün takım taklavatıyla dünyanın bir köşesine saldırmıştı. 1950'lerin başında Kore halkının mücadelesini boğmaya çalışan ABD, bu "Mukaddes Vazife" için bütün "müttefiklerini" göreve çağırıyor, gerici kampın tümünü birkaç milyonluk bir halkın üzerine sürüyordu.
Doğrusu bu rezilliğe katılmakta en hevesli olanlar da Türkiye'deki işbirlikçilerdi. NATO'ya (ve Batı dünyasına) girmek için birazcık uşaklık örnekleri sunmak gerektiğine inanan TC yöneticileri, ABD'nin emrini ikiletmeden yerine getiriyorlar ve oldukça kalabalık bir birliği Kore'ye gönderiyorlardı. Ki, hatta daha iyi uşak olduklarını kanıtlamak için olsa gerek, gönderilen asker sayısı diğer ülkelere oranla daha fazla bile tutuluyordu.
"Cheap Soldier" deyimi böylesi bir sürece denk düşüyordu... Yaşanan günler ciddi ciddi "kelle başına maliyet" hesaplarının yapıldığı utanç verici günlerdi. Sözgelimi, o dönemde, TC'nin ABD Büyükelçiliğini yapan Suat Hayri Ürgüplü gibilerinin hesabına göre "bir Türk askeri 136 dolara, bir ABD askeri ise 5500 dolara malolmaktadır." ABD ve Türkiye askerlerinin günlük masrafları da böyle hesaplanmakta ve bire otuz gibi sonuçlara ulaşılmaktadır.
Doğrusu hesapların itiraz edilecek bir yanı da yoktur. Tipik Amerikan mantığına göre bu kadar "ucuz" bir malzemenin kullanılmaması hiç mantıklı değildir ve öte yandan ülkedeki Amerikancılar da bütün bu uğursuz hesaplamaları kabullenebilecek, yoksul insanımızın kanını satabilecek kadar alçalmışlardır.
Üstelik, bu askerler "iyi" askerlerdir; daha doğrusu, yalnızca maliyetleri açısından değil, yaşamları açısından da "ucuz"durlar. Giderler, savaşırlar, ölürler, gıkları bile çıkmaz! Adını bile duymadıkları bir diyarda, ormanların içinde görmedikleri bir "düşman"la savaşır, iğrenç hesapların kurbanı olurlar.
Onlar harcanabilecek "personel"dirler. "Harekat kaybı" diye defterlere isimleri yazılır; "şehit" olurlar, "gazi" olurlar... Kore'de ABD çıkarları için ölmenin "şehadet"le ne ilgisi olduğunu bir soran çıkmaz, toprak her şeyi örter. Geriye yalnızca oğullarını-kocalarını yitirmişler kalır, ki zaten onlar da dünyanın en "ucuz" asker yetiştiricileridirler.
"Kahramanlık" konusundaki ikiyüzlü, iğrenç sözler bir yana, aslında Amerikalıların olaya bakışı çok nettir. Sözgelimi Kore Askeri Müşavir Grubu Komutanı W.L.Roberts'ın deyimiyle Türk askerleri "mükemmel bekçi köpekleridirler."
Kore 8. Ordu Komutanı General Walker'ın itirafı ise daha da çarpıcıdır: "Düşman çok üstün bir güçle karşımızda belirdiği ve onun önünden çekilmek zorunda kaldığımız zaman, Türkleri savaşa soktum."
Gerçekten de olan budur. Her yıl, Güney Kore ile şatafatlı şekilde kutlanan yıldönümleri aslında böyle içler acısı bir onursuzluğun ve insan ziyanının yıldönümleridir. Ve yıldönümlerinde Walker'inki gibi sözler kahramanlık övgüsü olarak söylenir. Her şey öyle iğrençtir ki herhalde kendi yurttaşının hayatını satan ve bunu kutlayan bir başka devlete dünya yüzünde zor rastlanır.
Özellikle de "Kunuri" Hikayeleri...
"Kunuri Kahramanlıkları" diye yutturulan ünlü savaşların nasıl gerçekleştiği gözlerden gizlenir, edebiyatlı sözlere boğulur herşey. Oysa, bağımsızlık savaşı veren Kore halkının direnişinin en yoğun olduğu bu bölgeye Türk birlikleri özellikle sürülmüş ve bir yığın yoksul Anadolu insanı tanımadıkları bir toprakta, sebebini bilmedikleri bir savaşta ölüp gitmişlerdir. Kunuri bir dehşetten başka bir şey değildir ve bu savaşta Türk askeri de haksız savaşlardaki bütün askerler gibi halka karşı savaşmanın bedelini ödemiştir.
Sonuçta, Kore halkının direnişi kırılamamış ama bu kez de ülke ABD tarafından parçalanmış, bir ulus emperyalist çıkarlar uğruna ikiye bölünmüştür.
Türkiye'ye kalan ise utançtır; kendi insanını emperyalizme peşkeş çeken işbirlikçilerin rezaletidir.
Yassıada Duruşmaları'nın korkunçluğundan sözedilir bu ülkede, "şehit başbakan" edebiyatı yapılır... Oysa bunlar gerçek duruşmalar bile değildir, sorgulanan da gerçek suçlar değildir. Yassıada savcılarını Menderes'in kasasındaki kadın külotları, Kore'de ziyan edilen insanlarımızdan daha fazla ilgilendirmiş, kimse "ülkeyi emperyalizme satma" suçu üzerine tek bir sözcük bile söylememiştir. Ve zaten bütün bunların söylenmesi de beklenemezdi.
Sonuçta, Menderes'in mezarı artık "müsait" bir yerde, bir anıt olarak durmaktadır, Kunuri'nin yoksul ölüleri ise binlerce kilometre ötede soğuk topraklarda yatar durur...
Sonradan ne uydurulursa uydurulsun, Türk insanı bu savaşta tam tamına "Ucuz Asker" olarak kullanılmıştır. Bir sürü insan ölmüş geriye de yaralılar ve hemen hepsi ruhsal dengesini yitirmiş bir yığın insan kalmıştır. Özellikle Kunuri Savaşları'na katılıp geri dönmeyi başarmış insanların çoğu bugün Anadolu'da dengesiz tipler olarak bilinirler. Öyle ki, çoğu kez "Koreli" lakabı, "hafif üşütük" sıfatı gibi de kullanılır.

Yapısal Düzenlemeler
Ama "Cheap Soldier" fikri bu kadar da basit değildir. ABD, Türk Ordusu'nu yalnızca uzak diyarlara sürmekle yetinmemiş (aynı şey bugün de Somali örneğinde yapılıyor), onun iç düzenini de köklü değişikliklere uğratmıştır. Nizami Cedit'ten sonra en büyük askeri dönüşümler bu dönemde gerçekleşmiş, Türk Ordusu'nun yapısı, talimatnameleri, her şeyi Amerikanlaştırılmıştır. Bu durum, Amerikan silahlarına uyum gibi teknik bir gerekçeye dayandırılmışsa da, gerçekte daha derin bir dönüşüm yaşanmıştır.
Amerikan Askeri Yardım Kurulu, o süreçte, "Field Team" olarak anılan askeri uzman ekiplerini bütün tümenlere, birliklere dağıtmış, bazen çavuş rütbesinde bile olabilen bu ABD "uzman"larının Türk generallerini eğittiği görülmüştür. Bir yandan, genç ve yetenekli subaylar eğitim için ABD ve Almanya'ya gönderilirken, Türkiye'de kıta düzeyinde açılan kurslarda da aynı amaca hizmet edilmiştir. Türk Ordusu'nun "tek satıcı"sı olan ABD, onun bütün ikmal, organizasyon, taktik unsurlarını denetimi altına almış, bazı "dar kafalı direnişler"e rağmen bunu başarmıştır. Hatta, dönemin tanıklarının anlatımıyla bu Amerikanlaştırma işinde o kadar ileri gidilmiştir ki, Amerikan Askeri Talimatnameleri aynen alınırken "papaz" yerine "alay imamı" yazmakla yetinildiği olmuştur.
Yardım Kurulu'nun o günlerde en ısrarlı olduğu isteklerden biri de, Harp Akademileri'nin öğretim süresinin bir yıla indirilmesi ya da bir şekilde kısaltılmasıdır. Asıl önemli olan ise, isteğin gerekçesidir; raporda şöyle belirtilir:
"Türk Ordusu deniz aşırı bir harekat yapmayacağı ve büyük çaplı bir kara harekatını gerilla savaşları içinde ve tabur üniteleri halinde idare edeceğine göre, üç yıllık bir eğitime gerek bulunmamaktadır."
Doğrusu raporun uzak görüşlülüğü ve emperyalist mantığa uygunluğu tartışılamaz. Gerçi o günlerde, bu istem gerçekleşmiyor; muhtemelen ordunun çeşitli kademeleri kendilerinin bu kadar hor görülmesine tepki gösteriyorlar, ama önemli olan raporun mantığı ve gerekçesidir. Ki, Türk Ordusu, bugün 1990'ların sömürge savaşında "büyük sözü dinlememiş olmanın" sıkıntısını çekmekte ve gerilla karşısında aciz kalan orduya "özel birimler"le yama yapmaya çalışmaktadır. Gerçekten de, zaman içersinde belki askeri taktik vb. bilgisi yüksek olan ama "üç köylüyü kurşuna dizmeyi beceremeyen" subay tiplemeleri Türk Ordusu için ciddi şekilde yük olmuş, ancak son 15-20 yılda bu safralardan kurtulabilmiştir.
Yine de bu pürüzlere karşın, sözkonusu süreçte Türk Ordusu'nun ABD ihtiyaçlarına uygun bir "Ucuz Asker" konumuna sokulması başarılmıştır. Sürece son noktayı koyan ise OYAK gibi organizasyonlarla ordunun üst kademelerinin tekelci burjuvaziyle içiçe bir duruma getirilmesi olmuştur. Özellikle bu süreçten sonra artık ordu içindeki değişik nüanslar da bütünüyle giderilmiş, tam bir homojenlik yaratılmış ve ordu, artık kendisinin de bir parçası olduğu sermaye düzeninin savunulmasında daha net bir hale getirilmiştir.
Zaten, yalnızca ordu değil, sözü geçen dönemde ekonomik-idari-kültürel tüm kurumlara bizzat ABD "uzman"ları tarafından el atılmış; ancak daha sonra ABD üniversitelerinde yetiştirilmiş bir yerli işbirlikçiler kuşağının oluşmasıyla birlikte bu ABD kadroları (en azından gözönünde olanlar) çekilmişlerdir. O dönemde Yardım Kurulu Kamu Yönetimi Uzmanı olan ve DPT'de çalışmalarıyla tanınan ABD kadrolarından biri, Podol, durumu, şöyle özetliyor: "On yıldan fazla bir süredir Türkiye'de faaliyette bulunan ABD Yardım Programı, şimdi meyvelerini vermeye başlamıştır. Önemli mevkilerde Amerikan eğitimi görmüş bir Türk'ün bulunmadığı bir bakanlık, bir Kamu İktisadi Teşekkülü hemen hemen kalmamıştır."
Gerçekten de, bugüne dek uzanan bütün süreç içinde Amerikan üniversitelerinde eğitim görmemiş tek bir devlet yöneticisine bile rastlamak mümkün değildir.

1994'e Uzanan Zincir:
"En Ucuz Asker Bizim Asker!"

Ve Şimdi 1994'ün başındayız...
Kore yılları geçip gitmiş; arada bir yerde "Kıbrıs'ın Fethi" macerasına da girilmiş ve yarısı yanlışlıkla bombalanan gemilerde olmak üzere bir dizi insanımız da orada "şehadet mertebesine" ermiş...
Şimdi, bir başka savaş sürüyor. Bir kirli savaş, bir sömürge savaşı...
Otogarlarda çocuklar bağırıyor, "en büyük asker bizim asker" diye... Aslında sloganın doğrusu "en ucuz asker bizim asker", ama o insanlar bunun farkında değiller ve zaten farkında olmamaları isteniyor. Gencecik insanlar ölüme gönderilirken tütsülenmiş kafalarla parmaklar eğilip-bükülüp "kurt kafası" işareti yapılıyor, mezarlık duvarında türkü söyler gibi büyük bir şamata yaratılıyor. Çoğu da kurt kafasının ne olduğunu ve onun ardında gizlenen Türkeş'in kanlı suratını bilmiyor, görmüyor. Belki bir iki tecrübeli faşist genç insanların coşkusunu, daha çok da ölüm korkusunu kullanıyor. Ölmeye giden insan kuşkusuz mahalle arkadaşlarının çıkardığı gürültü içinde biraz rahatlıyor vs...
Askerlik artık bir beladır. Gitmek ve dönmek o kadar kolay değildir. Gidip de dönmemek var, geride bir nişanlı, bir dul bırakmak var. Zaten bu yüzden otogarlarda en çok "asker gidecek geri gelecek" sloganı duyuluyor. Çünkü artık sözkonusu olan yalnızca patates soyup angaryadan nöbet tutmak değildir; ölmek ve öldürmek var artık... Üstelik neden ve kimin uğruna olduğunu bilmeden...
Artık, tatlı anılar filan da yok. Köylü kurşuna dizmenin, ceset sürüklemenin anlatılacak bir yanı bulunmuyor. Gidiliyor, sağ kalınmaya ve sağ kalmak için öldürmeye çalışılıyor. Öldürmek için ise nefret gereklidir. Medya ile her yoldan bu nefret yaratılıyor, ama bütün bunlar için özel bir propaganda çabası sarfedilmese bile öldürme görevlisi olan insan, kendi kendine nefret duygularını üretmek zorundadır. Öldürme görevlisi, kendi psikolojisini ayakta tutabilmek için, yaptığı işin haklı olduğuna, öldürdüğü insanların çok tehlikeli ve iğrenç olduğuna inanmaya zorunludur, bu duyguyu büyütmek zorundadır. Artık hareket eden her şeye ateş eden, bir an bile rahat edemeyen, yaptığı her işe (isterse bu bir köyü tümden yakmak olsun) bir şekilde açıklama üreten ama öte yandan kendi derinliğindeki insani yana karşı hiç haklı çıkamayan garip bir tip ortaya çıkmıştır.
Bir sömürge savaşında insanlarımız ziyan olmaktadır. Yalnızca fiziksel olarak değil, o zaten biliniyor. Bu konuda yapılmış en son dökümlerden biri olan DEP raporuna göre savaşın başından Ağustos 93'e dek toplam ölü sayısı 18 bine yaklaşmıştır. Ve bunların çok önemli bir bölümü askerdir.
Ama sorun yalnızca bu değildir. Otogarlardan uğurlanan o insanlar korkunç bir psikolojik travma ile geriye dönmektedirler. Sömürge savaşı, her yıl ülke nüfusuna binlerce ruhsal dengesi bozuk insanı katmaktadır. Her an ölüm korkusuyla kuşatılmış ve pis öldürme işlerinin bunaltısıyla sakatlanmış binlerce insan sivil yaşama döndüklerinde, gerçekte Kore ve Kıbrıs'tan dolayı zaten ülkede bol miktarda varolan dengesiz insanlar ordusuna katılmaktadırlar. Konfeksiyoncu bir çocuk kelle kesebilecek duruma gelebilmekte, bakkalın oğlu ise öldürdüğü insan sayısı için kabzaya çentik atabilmektedir.
Yani ne yanından bakılırsa bakılsın, korkunç bir deformasyon içerisinde yuvarlanan, mahvedilmiş bir kuşak vardır.
Ve bu iş için trilyonlar harcanmaktadır. Toplu sözleşmelerde "para vardı da vermedik mi?" diye işçilere demogoji yapan hükümetler milyarlarca lirayı daha çok helikopter, daha çok mayın, daha çok bomba için harcamakta ve bütün bu alışverişin karşılığında da yalnızca tek bir şey: Ölüm alınmaktadır.
92 rakamlarıyla bir uçağın tek bir Sorti'sinin maliyeti 350 milyondur. Yine 92'deki tek bir sınır-ötesi harekatın maliyeti 2 trilyona çıkmıştır.
Silahlar, uçaklar bir yana ayrıca bölgedeki ölüm mekanizmasının işlemesi de korkunç bir mali külfet halindedir. Salt Olağanüstü Hal Bölgesi görevlilerinin bölge tazminatı 100 milyarın çok üzerindedir ve yine eski rakamlara göre korucu maaşları 3 trilyona dek varmıştır.
Bazı sendikaların, DİSK'in geçtiğimiz günlerdeki Ören Toplantısı'na sundukları rapora göre, savaşın enflasyona olan katkısı % 10-15 oranına ulaşmıştır.
Trilyonlar harcanmakta, ölüm makinesi güçlendirilmekte, ama yine de bir tek şey "ucuz" kalmaktadır: İnsan Hayatı.
Türk Askeri yine "Cheap Soldier"dır...
Bütün bunlar da yetmemekte, zaten dünyada asker sayısı açısından 8'inci olan Türk Ordusu, yetersiz personel bahanesiyle bu kez de öğrencilere göz dikmektedir.

Biraz da Onlar Ölse...
Cheap Soldier...
Süreç değişiyor, tarihsel sahne degişiyor ama aktörler aynı kalıyor. Yine kirli işler ve kirli işler uğruna ölen "ucuz askerciklerimiz" var...
Dün ABD çıkarları için Kunuri'de.
Bugün ABD'nin de ortak olduğu sömürge çıkarları için Cudi'de...
Yalnızca uzaklık farkı var. Hatta o da çok tartışmalı. Artık Cudi'nin ve Cudi insanının, Kunuri'den daha yakında olup olmadığı ciddi bir soru işaretidir.
Ama her ne olursa olsun, sonuçta en ucuz olan yine de yaşamdır, genç insanların yaşamıdır... Bir yanda bağımsızlık isteyen bir halk ve onun genç-yaşlı-çocuk ölüleri, diğer yanda pis çıkarlar için kırdırılan genç insanlar...
Ve salt ölüm değil...
"Bu ortamda yaşayıp dengesini yitirmemek çok zor. Bir arkadaşın birliğindeki bir er yaşadığı olumsuzluklar ve stres sonucu 4 er arkadaşını tarayarak öldürdü. Yine bir başka bölgede bir er nedeni tam olarak bilinmiyor, rütbeli astsubayların yattığı misafirhaheye girip uyuyanları tarıyor ve üç astsubay hayatını kaybediyor."
Görevli bir subay, GERÇEK dergisi'nin röportajında bunları anlatıyor (17 Ekim 1992)
Aynı dergide bir Özel Tim görevlisinin itirafları daha da çarpıcıdır:
"Köpek gibi yaşıyoruz. Bizi adam öldüren makine sanıyo o... çocukları... Aç mıyız, tok muyuz, öldük mü, kimsenin umurunda değil. Ben çocuklarıma acıyorum. Milletvekili, bakanı, valisi gelir, sırtımızı sıvazlayıp gider. 'Nasılsın' der, 'iyiyiz' deriz. Bok gibiyiz namussuzum. Biz piyonuz kardeşim burada. Halk bizi düşman görür. Çünkü öyle davranırız. Vatan millet deriz. Biz buraya dik gelir yatık gideriz."
"Burada Ankara'dakilerin pisliğini temizliyoruz. Öylesine vuruyoruz vuruluyoruz. Memleketime gitsem uyum sağlayamıyorum. Davranışlarımız bir garip oldu. Sağlıklı düşünüp davranamıyoruuz. Sürekli operasyon , can korkusu .."
"Buradan kurtulmaya çalışıyorum. Ama olmuyor. PKK'lı vuran arkadaşlar kelle ellerinde resim çektiriyorlar, subaya veriyorlar. Ondan sonra gelsin teskere. PKK 'li kellesi erken teskere demek."
...
İşte yaşanan budur.
Can yine ucuzdur, asker yine ucuzdur.
Tunceli'de çatışmada ölen bir Jandarma erinin annesi, Hamide Kaçka'nın çağrısı çok net ve içtendir; "Onların, Özal'ın bilmem kimin çocukları neden gönderil miyor? Bizim yüreğimizle onların yüreği arasında ne fark var?... Benim ciğerimle onların ciğerleri arasında ne fark var?" (19 Nisan 1992/ 2000'e Doğru)
Sorun tam burada düğümleniyor işte.
İnsanların ciğerleri ve yürekleri arasında bir fark yok. Onların sosyal sınıfları açısından ciddi farklar var.
Ve bu sınıfsal konumlanışta, bazılarına pis savaşları körüklemek bazılarına da, bu körüklenen savaşlarda ölmek düşmektedir.
Artık bu "kader" değişmelidir.
"Kader" denilen bu şey ya da otogarlardaki garip kurt işaretleri bugün bir boşluğun üzerinde yükselmektedir. Bu boşluk, devrimci hareket tarafından doldurulamayan ve doldurmakta hâlâ geciktiğimiz bir zemindir.
"Kader" denilen şeyi değiştirmek ise işte bu boşluğun doldurulmasıyla mümkün olacaktır. Ve bu yolda hiç bir şeyi küçümsememek, en üst düzey politik programlardan basit kampanyalara dek yoğun bir çaba göstermek gerekir.
Zaman geçtikçe, işimizin zorlaşacağı da kesindir...


 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92