"Cheap Soldier"
Kunuri'den Cudi'ye...
|
Mayıs 1951'de, Türkiye'nin NATO'ya alınması tartışmaları
sürerken, Herold Tribune soruyordu: "Türkiye neden
NATO'ya alınmıyor? Amerikan milletinin sırf kendi oğullarının
ölmesini istemesi yüzünden mi?" (*)
O zamanlar, şu "Soğuk Savaş" denilen dönemin
en hızlı günlerindeydik. Savaş sona ermiş, bir "talihsizlik"(!)
sonucu dünyanın hatırı sayılır bir bölümü emperyalizmin
denetimi dışına çıkmış ve dünyanın manzarası esaslı
şekilde değişmişti. Sovyetlerin yapayalnız olduğu bir
dönem kapanmış, ortalık çok rahatça at oynatılamaz hale
gelmişti. Dünyanın patronluğuna soyunan ABD, özellikle
Avrupa'ya bütün gücüyle yükleniyor, Marshall Yardımı'ndan
başka bir dizi projeye dek her aracı kullanarak sistemi
onarmaya, özellikle metropollerde işçi sınıfının baskısına
dayanabilecek bir esneklik yaratmaya çalışıyordu.
Ve tabii, bütün bu çaba, sosyalizme karşı yürütülen
dizginsiz bir saldırganlık kampanyası içinde gerçekleşiyordu.
Senaryoların bol olduğu günlerdi... "Sovyet canavarının"
her an bir "hür ülke"(!)ye saldırmasının mümkün
olduğu fikri bütün iletişim araçlarıyla pompalanıyor,
bu arada emperyalist ekonomi de korkunç düzeydeki askeri
siparişlerle ayakta tutulmaya çalışılıyordu. Militarizm
büyüdükçe büyüyor, demogoji fırtınaları esiyor, emperyalist
sistem kendini yeni bir devrimci dalgaya karşı korumaya
çalışıyordu.
İleri karakollar gerekliydi...
Ve bu karakollardan biri de Pentagon tarafından Türkiye
olarak saptanmıştı. Bu arada Türkiye'de yeni-sömürgeci
ilişkileri gereğince hızlı geliştiremeyen hantal bir
yapı tasfiye edilmiş, yerine "Amerika ne verirse
olacak, ne yaparsa kabul edeceğiz!" (Menderes)
diyebilecek ölçüde pervasız (ama hizmet açısından çok
pratik!) bir politik kadro yetiştirilmişti. Yani, yollar
iyice düzlenmiş, süreçte küçük bir pürüz bile kalmamıştı.
Çok önceden beri zaten süregelen "ikili anlaşmalar
düzeni" artık iyice oturmuş, yardım kurumlarının,
"uzman" adı altındaki CIA konumlanışının tüm
kanalları açılmıştı.
İşbirlikçiliğin altın yılları yaşanıyordu. Missouri
Zırhlısı'nın ziyareti şerefine hatıra pulları bile bastırılan
günlerdi...
Ve artık askeri senaryolar ileri karakolları da kapsayacak
şekilde üretiliyordu. Örneğin, bir "geciktirme"
teorisi vardı; Amerikan askeri litaratüründe bu teori
çok ciddi bir yer tutuyordu. Sözgelimi ABD generali
Aloe'nin deyimiyle NATO planlayıcıları (siz senaristleri
diye okuyun!) "Genel bir savaş halinde, Ortadoğu'daki
Sovyet ilerlemesinin birkaç hafta, hatta birkaç gün
geciktirilmesinin, Türkiye'ye yapılan askeri yardımın
bedelini karşılamaya yeterli" olduğunu düşünüyorlardı.
Bizzat zamanın Savunma Bakanı Mac Namara da Türkiye
gibi ülkelere yapılan yardımları "ABD'nin kendi
savunmasının bir devamı" olarak görmektedir. Dünyanın
patronu rolünü oynayan ABD, kapitalist sistemin sınırlarını
kendi sınırları gibi görmekte ve Türkiye gibi ülkeleri
de "sınır bekçisi" olarak tasarımlamaktadır.
"Hür Dünya"nın savunma stratejisi işte böyleydi.
Tabii o günlerde ABD'nin politik kodamanları (daha sonra
da hep yaptıkları gibi) Türk Ordusuna sık sık iltifatlar
yağdırmayı ihmal etmezlerdi. "Bu ülkenin askeri
cesareti birçok kez açığa çıkmıştır..." gibi sözler
bizzat J. F. Kennedy gibilerinin ağzından sık sık duyulurdu.
Elbette her şey öyle salt askeri senaryoların bir uzantısı
olarak gelişmiyordu. Evet, belki "Türkiye ve Yunanistan'ı
gerçekten yardıma muhtaç oldukları ya da demokrasi modeli
teşkil ettikleri için seçmedik. Bu ülkeleri Sovyetler
Birliği'nin kalbine ve Karadeniz'e açılan stratejik
kapılar oldukları için seçtik" gibi sözler Walter
Lippman türü politikacılar tarafından sık söyleniyordu
ama her şey de bu kadar basit değildi.
Gerçekte, daha köklü bir III. Bunalım Dönemi senaryosunun
uygulandığı günler yaşanıyordu: Yeni-sömürgecilik...
Emperyalizm, dünyada yüzölçümsel olarak daralan pazarını
derinlemesine büyütüyor, ülkedeki yerli birikimle içiçe
geçerek daha kapsamlı bir sömürü ve işbirliğinin araçlarını
yaratıyordu. Yani, salt "ileri karakol" olmanın
ötesinde, Türkiye, yeni-sömürgeci çarpık sanayileşme
projesi açısından model bir ülke olarak görülüyordu.
Artık, ekonomik-politik-askeri cepheleriyle düşünülmesi
gereken "yeni bir işgal biçimi" söz konusuydu.
İşte "Cheap Soldier" (Ucuz Asker) deyimi de
tam bu çerçevede bir yere oturuyordu ve doğrusu bu deyim
tipik kapitalist mantığa da çok uygundu. "Hür dünyayı
koruma" adına yerkürenin her köşesinde saldırganlığını
artıran ve kendini halkların uyanışından "korumaya"
çalışan ABD, bu işi yaparken çeşitli ülkelerdeki işbirlikçilerini
de sürece katmayı ihmal etmiyordu, zaten deyim de bu
"katılım"ın ifadesiydi.
"Meçhul Asker" Mezarlığı: Kore
Kore Savaşı bunun en açık örneğiydi. Aslında buna "savaş"
demek bile doğru değildi; koca bir haydut çetesi bütün
takım taklavatıyla dünyanın bir köşesine saldırmıştı.
1950'lerin başında Kore halkının mücadelesini boğmaya
çalışan ABD, bu "Mukaddes Vazife" için bütün
"müttefiklerini" göreve çağırıyor, gerici
kampın tümünü birkaç milyonluk bir halkın üzerine sürüyordu.
Doğrusu bu rezilliğe katılmakta en hevesli olanlar da
Türkiye'deki işbirlikçilerdi. NATO'ya (ve Batı dünyasına)
girmek için birazcık uşaklık örnekleri sunmak gerektiğine
inanan TC yöneticileri, ABD'nin emrini ikiletmeden yerine
getiriyorlar ve oldukça kalabalık bir birliği Kore'ye
gönderiyorlardı. Ki, hatta daha iyi uşak olduklarını
kanıtlamak için olsa gerek, gönderilen asker sayısı
diğer ülkelere oranla daha fazla bile tutuluyordu.
"Cheap Soldier" deyimi böylesi bir sürece
denk düşüyordu... Yaşanan günler ciddi ciddi "kelle
başına maliyet" hesaplarının yapıldığı utanç verici
günlerdi. Sözgelimi, o dönemde, TC'nin ABD Büyükelçiliğini
yapan Suat Hayri Ürgüplü gibilerinin hesabına göre "bir
Türk askeri 136 dolara, bir ABD askeri ise 5500 dolara
malolmaktadır." ABD ve Türkiye askerlerinin günlük
masrafları da böyle hesaplanmakta ve bire otuz gibi
sonuçlara ulaşılmaktadır.
Doğrusu hesapların itiraz edilecek bir yanı da yoktur.
Tipik Amerikan mantığına göre bu kadar "ucuz"
bir malzemenin kullanılmaması hiç mantıklı değildir
ve öte yandan ülkedeki Amerikancılar da bütün bu uğursuz
hesaplamaları kabullenebilecek, yoksul insanımızın kanını
satabilecek kadar alçalmışlardır.
Üstelik, bu askerler "iyi" askerlerdir; daha
doğrusu, yalnızca maliyetleri açısından değil, yaşamları
açısından da "ucuz"durlar. Giderler, savaşırlar,
ölürler, gıkları bile çıkmaz! Adını bile duymadıkları
bir diyarda, ormanların içinde görmedikleri bir "düşman"la
savaşır, iğrenç hesapların kurbanı olurlar.
Onlar harcanabilecek "personel"dirler. "Harekat
kaybı" diye defterlere isimleri yazılır; "şehit"
olurlar, "gazi" olurlar... Kore'de ABD çıkarları
için ölmenin "şehadet"le ne ilgisi olduğunu
bir soran çıkmaz, toprak her şeyi örter. Geriye yalnızca
oğullarını-kocalarını yitirmişler kalır, ki zaten onlar
da dünyanın en "ucuz" asker yetiştiricileridirler.
"Kahramanlık" konusundaki ikiyüzlü, iğrenç
sözler bir yana, aslında Amerikalıların olaya bakışı
çok nettir. Sözgelimi Kore Askeri Müşavir Grubu Komutanı
W.L.Roberts'ın deyimiyle Türk askerleri "mükemmel
bekçi köpekleridirler."
Kore 8. Ordu Komutanı General Walker'ın itirafı ise
daha da çarpıcıdır: "Düşman çok üstün bir güçle
karşımızda belirdiği ve onun önünden çekilmek zorunda
kaldığımız zaman, Türkleri savaşa soktum."
Gerçekten de olan budur. Her yıl, Güney Kore ile şatafatlı
şekilde kutlanan yıldönümleri aslında böyle içler acısı
bir onursuzluğun ve insan ziyanının yıldönümleridir.
Ve yıldönümlerinde Walker'inki gibi sözler kahramanlık
övgüsü olarak söylenir. Her şey öyle iğrençtir ki herhalde
kendi yurttaşının hayatını satan ve bunu kutlayan bir
başka devlete dünya yüzünde zor rastlanır.
Özellikle de "Kunuri" Hikayeleri...
"Kunuri Kahramanlıkları" diye yutturulan ünlü
savaşların nasıl gerçekleştiği gözlerden gizlenir, edebiyatlı
sözlere boğulur herşey. Oysa, bağımsızlık savaşı veren
Kore halkının direnişinin en yoğun olduğu bu bölgeye
Türk birlikleri özellikle sürülmüş ve bir yığın yoksul
Anadolu insanı tanımadıkları bir toprakta, sebebini
bilmedikleri bir savaşta ölüp gitmişlerdir. Kunuri bir
dehşetten başka bir şey değildir ve bu savaşta Türk
askeri de haksız savaşlardaki bütün askerler gibi halka
karşı savaşmanın bedelini ödemiştir.
Sonuçta, Kore halkının direnişi kırılamamış ama bu kez
de ülke ABD tarafından parçalanmış, bir ulus emperyalist
çıkarlar uğruna ikiye bölünmüştür.
Türkiye'ye kalan ise utançtır; kendi insanını emperyalizme
peşkeş çeken işbirlikçilerin rezaletidir.
Yassıada Duruşmaları'nın korkunçluğundan sözedilir bu
ülkede, "şehit başbakan" edebiyatı yapılır...
Oysa bunlar gerçek duruşmalar bile değildir, sorgulanan
da gerçek suçlar değildir. Yassıada savcılarını Menderes'in
kasasındaki kadın külotları, Kore'de ziyan edilen insanlarımızdan
daha fazla ilgilendirmiş, kimse "ülkeyi emperyalizme
satma" suçu üzerine tek bir sözcük bile söylememiştir.
Ve zaten bütün bunların söylenmesi de beklenemezdi.
Sonuçta, Menderes'in mezarı artık "müsait"
bir yerde, bir anıt olarak durmaktadır, Kunuri'nin yoksul
ölüleri ise binlerce kilometre ötede soğuk topraklarda
yatar durur...
Sonradan ne uydurulursa uydurulsun, Türk insanı bu savaşta
tam tamına "Ucuz Asker" olarak kullanılmıştır.
Bir sürü insan ölmüş geriye de yaralılar ve hemen hepsi
ruhsal dengesini yitirmiş bir yığın insan kalmıştır.
Özellikle Kunuri Savaşları'na katılıp geri dönmeyi başarmış
insanların çoğu bugün Anadolu'da dengesiz tipler olarak
bilinirler. Öyle ki, çoğu kez "Koreli" lakabı,
"hafif üşütük" sıfatı gibi de kullanılır.
Yapısal Düzenlemeler
Ama "Cheap Soldier" fikri bu kadar da basit
değildir. ABD, Türk Ordusu'nu yalnızca uzak diyarlara
sürmekle yetinmemiş (aynı şey bugün de Somali örneğinde
yapılıyor), onun iç düzenini de köklü değişikliklere
uğratmıştır. Nizami Cedit'ten sonra en büyük askeri
dönüşümler bu dönemde gerçekleşmiş, Türk Ordusu'nun
yapısı, talimatnameleri, her şeyi Amerikanlaştırılmıştır.
Bu durum, Amerikan silahlarına uyum gibi teknik bir
gerekçeye dayandırılmışsa da, gerçekte daha derin bir
dönüşüm yaşanmıştır.
Amerikan Askeri Yardım Kurulu, o süreçte, "Field
Team" olarak anılan askeri uzman ekiplerini bütün
tümenlere, birliklere dağıtmış, bazen çavuş rütbesinde
bile olabilen bu ABD "uzman"larının Türk generallerini
eğittiği görülmüştür. Bir yandan, genç ve yetenekli
subaylar eğitim için ABD ve Almanya'ya gönderilirken,
Türkiye'de kıta düzeyinde açılan kurslarda da aynı amaca
hizmet edilmiştir. Türk Ordusu'nun "tek satıcı"sı
olan ABD, onun bütün ikmal, organizasyon, taktik unsurlarını
denetimi altına almış, bazı "dar kafalı direnişler"e
rağmen bunu başarmıştır. Hatta, dönemin tanıklarının
anlatımıyla bu Amerikanlaştırma işinde o kadar ileri
gidilmiştir ki, Amerikan Askeri Talimatnameleri aynen
alınırken "papaz" yerine "alay imamı"
yazmakla yetinildiği olmuştur.
Yardım Kurulu'nun o günlerde en ısrarlı olduğu isteklerden
biri de, Harp Akademileri'nin öğretim süresinin bir
yıla indirilmesi ya da bir şekilde kısaltılmasıdır.
Asıl önemli olan ise, isteğin gerekçesidir; raporda
şöyle belirtilir:
"Türk Ordusu deniz aşırı bir harekat yapmayacağı
ve büyük çaplı bir kara harekatını gerilla savaşları
içinde ve tabur üniteleri halinde idare edeceğine göre,
üç yıllık bir eğitime gerek bulunmamaktadır."
Doğrusu raporun uzak görüşlülüğü ve emperyalist mantığa
uygunluğu tartışılamaz. Gerçi o günlerde, bu istem gerçekleşmiyor;
muhtemelen ordunun çeşitli kademeleri kendilerinin bu
kadar hor görülmesine tepki gösteriyorlar, ama önemli
olan raporun mantığı ve gerekçesidir. Ki, Türk Ordusu,
bugün 1990'ların sömürge savaşında "büyük sözü
dinlememiş olmanın" sıkıntısını çekmekte ve gerilla
karşısında aciz kalan orduya "özel birimler"le
yama yapmaya çalışmaktadır. Gerçekten de, zaman içersinde
belki askeri taktik vb. bilgisi yüksek olan ama "üç
köylüyü kurşuna dizmeyi beceremeyen" subay tiplemeleri
Türk Ordusu için ciddi şekilde yük olmuş, ancak son
15-20 yılda bu safralardan kurtulabilmiştir.
Yine de bu pürüzlere karşın, sözkonusu süreçte Türk
Ordusu'nun ABD ihtiyaçlarına uygun bir "Ucuz Asker"
konumuna sokulması başarılmıştır. Sürece son noktayı
koyan ise OYAK gibi organizasyonlarla ordunun üst kademelerinin
tekelci burjuvaziyle içiçe bir duruma getirilmesi olmuştur.
Özellikle bu süreçten sonra artık ordu içindeki değişik
nüanslar da bütünüyle giderilmiş, tam bir homojenlik
yaratılmış ve ordu, artık kendisinin de bir parçası
olduğu sermaye düzeninin savunulmasında daha net bir
hale getirilmiştir.
Zaten, yalnızca ordu değil, sözü geçen dönemde ekonomik-idari-kültürel
tüm kurumlara bizzat ABD "uzman"ları tarafından
el atılmış; ancak daha sonra ABD üniversitelerinde yetiştirilmiş
bir yerli işbirlikçiler kuşağının oluşmasıyla birlikte
bu ABD kadroları (en azından gözönünde olanlar) çekilmişlerdir.
O dönemde Yardım Kurulu Kamu Yönetimi Uzmanı olan ve
DPT'de çalışmalarıyla tanınan ABD kadrolarından biri,
Podol, durumu, şöyle özetliyor: "On yıldan fazla
bir süredir Türkiye'de faaliyette bulunan ABD Yardım
Programı, şimdi meyvelerini vermeye başlamıştır. Önemli
mevkilerde Amerikan eğitimi görmüş bir Türk'ün bulunmadığı
bir bakanlık, bir Kamu İktisadi Teşekkülü hemen hemen
kalmamıştır."
Gerçekten de, bugüne dek uzanan bütün süreç içinde Amerikan
üniversitelerinde eğitim görmemiş tek bir devlet yöneticisine
bile rastlamak mümkün değildir.
1994'e Uzanan Zincir:
"En Ucuz Asker Bizim Asker!"
Ve Şimdi 1994'ün başındayız...
Kore yılları geçip gitmiş; arada bir yerde "Kıbrıs'ın
Fethi" macerasına da girilmiş ve yarısı yanlışlıkla
bombalanan gemilerde olmak üzere bir dizi insanımız
da orada "şehadet mertebesine" ermiş...
Şimdi, bir başka savaş sürüyor. Bir kirli savaş, bir
sömürge savaşı...
Otogarlarda çocuklar bağırıyor, "en büyük asker
bizim asker" diye... Aslında sloganın doğrusu "en
ucuz asker bizim asker", ama o insanlar bunun farkında
değiller ve zaten farkında olmamaları isteniyor. Gencecik
insanlar ölüme gönderilirken tütsülenmiş kafalarla parmaklar
eğilip-bükülüp "kurt kafası" işareti yapılıyor,
mezarlık duvarında türkü söyler gibi büyük bir şamata
yaratılıyor. Çoğu da kurt kafasının ne olduğunu ve onun
ardında gizlenen Türkeş'in kanlı suratını bilmiyor,
görmüyor. Belki bir iki tecrübeli faşist genç insanların
coşkusunu, daha çok da ölüm korkusunu kullanıyor. Ölmeye
giden insan kuşkusuz mahalle arkadaşlarının çıkardığı
gürültü içinde biraz rahatlıyor vs...
Askerlik artık bir beladır. Gitmek ve dönmek o kadar
kolay değildir. Gidip de dönmemek var, geride bir nişanlı,
bir dul bırakmak var. Zaten bu yüzden otogarlarda en
çok "asker gidecek geri gelecek" sloganı duyuluyor.
Çünkü artık sözkonusu olan yalnızca patates soyup angaryadan
nöbet tutmak değildir; ölmek ve öldürmek var artık...
Üstelik neden ve kimin uğruna olduğunu bilmeden...
Artık, tatlı anılar filan da yok. Köylü kurşuna dizmenin,
ceset sürüklemenin anlatılacak bir yanı bulunmuyor.
Gidiliyor, sağ kalınmaya ve sağ kalmak için öldürmeye
çalışılıyor. Öldürmek için ise nefret gereklidir. Medya
ile her yoldan bu nefret yaratılıyor, ama bütün bunlar
için özel bir propaganda çabası sarfedilmese bile öldürme
görevlisi olan insan, kendi kendine nefret duygularını
üretmek zorundadır. Öldürme görevlisi, kendi psikolojisini
ayakta tutabilmek için, yaptığı işin haklı olduğuna,
öldürdüğü insanların çok tehlikeli ve iğrenç olduğuna
inanmaya zorunludur, bu duyguyu büyütmek zorundadır.
Artık hareket eden her şeye ateş eden, bir an bile rahat
edemeyen, yaptığı her işe (isterse bu bir köyü tümden
yakmak olsun) bir şekilde açıklama üreten ama öte yandan
kendi derinliğindeki insani yana karşı hiç haklı çıkamayan
garip bir tip ortaya çıkmıştır.
Bir sömürge savaşında insanlarımız ziyan olmaktadır.
Yalnızca fiziksel olarak değil, o zaten biliniyor. Bu
konuda yapılmış en son dökümlerden biri olan DEP raporuna
göre savaşın başından Ağustos 93'e dek toplam ölü sayısı
18 bine yaklaşmıştır. Ve bunların çok önemli bir bölümü
askerdir.
Ama sorun yalnızca bu değildir. Otogarlardan uğurlanan
o insanlar korkunç bir psikolojik travma ile geriye
dönmektedirler. Sömürge savaşı, her yıl ülke nüfusuna
binlerce ruhsal dengesi bozuk insanı katmaktadır. Her
an ölüm korkusuyla kuşatılmış ve pis öldürme işlerinin
bunaltısıyla sakatlanmış binlerce insan sivil yaşama
döndüklerinde, gerçekte Kore ve Kıbrıs'tan dolayı zaten
ülkede bol miktarda varolan dengesiz insanlar ordusuna
katılmaktadırlar. Konfeksiyoncu bir çocuk kelle kesebilecek
duruma gelebilmekte, bakkalın oğlu ise öldürdüğü insan
sayısı için kabzaya çentik atabilmektedir.
Yani ne yanından bakılırsa bakılsın, korkunç bir deformasyon
içerisinde yuvarlanan, mahvedilmiş bir kuşak vardır.
Ve bu iş için trilyonlar harcanmaktadır. Toplu sözleşmelerde
"para vardı da vermedik mi?" diye işçilere
demogoji yapan hükümetler milyarlarca lirayı daha çok
helikopter, daha çok mayın, daha çok bomba için harcamakta
ve bütün bu alışverişin karşılığında da yalnızca tek
bir şey: Ölüm alınmaktadır.
92 rakamlarıyla bir uçağın tek bir Sorti'sinin maliyeti
350 milyondur. Yine 92'deki tek bir sınır-ötesi harekatın
maliyeti 2 trilyona çıkmıştır.
Silahlar, uçaklar bir yana ayrıca bölgedeki ölüm mekanizmasının
işlemesi de korkunç bir mali külfet halindedir. Salt
Olağanüstü Hal Bölgesi görevlilerinin bölge tazminatı
100 milyarın çok üzerindedir ve yine eski rakamlara
göre korucu maaşları 3 trilyona dek varmıştır.
Bazı sendikaların, DİSK'in geçtiğimiz günlerdeki Ören
Toplantısı'na sundukları rapora göre, savaşın enflasyona
olan katkısı % 10-15 oranına ulaşmıştır.
Trilyonlar harcanmakta, ölüm makinesi güçlendirilmekte,
ama yine de bir tek şey "ucuz" kalmaktadır:
İnsan Hayatı.
Türk Askeri yine "Cheap Soldier"dır...
Bütün bunlar da yetmemekte, zaten dünyada asker sayısı
açısından 8'inci olan Türk Ordusu, yetersiz personel
bahanesiyle bu kez de öğrencilere göz dikmektedir.
Biraz da Onlar Ölse...
Cheap Soldier...
Süreç değişiyor, tarihsel sahne degişiyor ama aktörler
aynı kalıyor. Yine kirli işler ve kirli işler uğruna
ölen "ucuz askerciklerimiz" var...
Dün ABD çıkarları için Kunuri'de.
Bugün ABD'nin de ortak olduğu sömürge çıkarları için
Cudi'de...
Yalnızca uzaklık farkı var. Hatta o da çok tartışmalı.
Artık Cudi'nin ve Cudi insanının, Kunuri'den daha yakında
olup olmadığı ciddi bir soru işaretidir.
Ama her ne olursa olsun, sonuçta en ucuz olan yine de
yaşamdır, genç insanların yaşamıdır... Bir yanda bağımsızlık
isteyen bir halk ve onun genç-yaşlı-çocuk ölüleri, diğer
yanda pis çıkarlar için kırdırılan genç insanlar...
Ve salt ölüm değil...
"Bu ortamda yaşayıp dengesini yitirmemek çok zor.
Bir arkadaşın birliğindeki bir er yaşadığı olumsuzluklar
ve stres sonucu 4 er arkadaşını tarayarak öldürdü. Yine
bir başka bölgede bir er nedeni tam olarak bilinmiyor,
rütbeli astsubayların yattığı misafirhaheye girip uyuyanları
tarıyor ve üç astsubay hayatını kaybediyor."
Görevli bir subay, GERÇEK dergisi'nin röportajında bunları
anlatıyor (17 Ekim 1992)
Aynı dergide bir Özel Tim görevlisinin itirafları daha
da çarpıcıdır:
"Köpek gibi yaşıyoruz. Bizi adam öldüren makine
sanıyo o... çocukları... Aç mıyız, tok muyuz, öldük
mü, kimsenin umurunda değil. Ben çocuklarıma acıyorum.
Milletvekili, bakanı, valisi gelir, sırtımızı sıvazlayıp
gider. 'Nasılsın' der, 'iyiyiz' deriz. Bok gibiyiz namussuzum.
Biz piyonuz kardeşim burada. Halk bizi düşman görür.
Çünkü öyle davranırız. Vatan millet deriz. Biz buraya
dik gelir yatık gideriz."
"Burada Ankara'dakilerin pisliğini temizliyoruz.
Öylesine vuruyoruz vuruluyoruz. Memleketime gitsem uyum
sağlayamıyorum. Davranışlarımız bir garip oldu. Sağlıklı
düşünüp davranamıyoruuz. Sürekli operasyon , can korkusu
.."
"Buradan kurtulmaya çalışıyorum. Ama olmuyor. PKK'lı
vuran arkadaşlar kelle ellerinde resim çektiriyorlar,
subaya veriyorlar. Ondan sonra gelsin teskere. PKK 'li
kellesi erken teskere demek."
...
İşte yaşanan budur.
Can yine ucuzdur, asker yine ucuzdur.
Tunceli'de çatışmada ölen bir Jandarma erinin annesi,
Hamide Kaçka'nın çağrısı çok net ve içtendir; "Onların,
Özal'ın bilmem kimin çocukları neden gönderil miyor?
Bizim yüreğimizle onların yüreği arasında ne fark var?...
Benim ciğerimle onların ciğerleri arasında ne fark var?"
(19 Nisan 1992/ 2000'e Doğru)
Sorun tam burada düğümleniyor işte.
İnsanların ciğerleri ve yürekleri arasında bir fark
yok. Onların sosyal sınıfları açısından ciddi farklar
var.
Ve bu sınıfsal konumlanışta, bazılarına pis savaşları
körüklemek bazılarına da, bu körüklenen savaşlarda ölmek
düşmektedir.
Artık bu "kader" değişmelidir.
"Kader" denilen bu şey ya da otogarlardaki
garip kurt işaretleri bugün bir boşluğun üzerinde yükselmektedir.
Bu boşluk, devrimci hareket tarafından doldurulamayan
ve doldurmakta hâlâ geciktiğimiz bir zemindir.
"Kader" denilen şeyi değiştirmek ise işte
bu boşluğun doldurulmasıyla mümkün olacaktır. Ve bu
yolda hiç bir şeyi küçümsememek, en üst düzey politik
programlardan basit kampanyalara dek yoğun bir çaba
göstermek gerekir.
Zaman geçtikçe, işimizin zorlaşacağı da kesindir...
|