Devrimci
Bir Alan:
Cezaevleri-3
|
"SAVAŞ HALİ HÜKÜMLERİ"NE KARŞI GELİŞTİRİLEN
MAHKEME PROTESTOLARI
Devrimci, demokrat, yurtsever güçlere şiddetin bütün
biçimleriyle saldıran 12 Eylül Faşist Cunta'sına karşı
genel bir direniş gösterilememesi, sürecin uzamasını
ve kalıcılaşmasını belirlemiştir. Bu saldırı dalgasının
üzerinde azgınca sürdürüldüğü kesim, tutsaklardır. Siyasi
polisteki, cezaevi süreçlerindeki işkence, mahkemelerde
de devam etmiştir. Buralar da birer yok etme merkezine
dönüştürülmüştür. Faşizm, bütün kurum ve olanaklarıyla
halkı ve her türden muhalefeti sindirerek düzenin uysal
köleleri haline getirmeyi hedeflemiş, bunda da büyük
ölçüde başarılı olmuştur. Birinci hedefi olan devrimci
muhalefetin bazı çıban başları ile uğraşırken başarılı
olamayınca ise daha çok azgınlaşmıştır. Asker, polis,
MİT, siyasi polis, cezaevi yönetimleri, mahkemeler tam
bir koordinasyon içinde uğraşlarını sürdürmüşlerdir.
Mahkemeler, savaş hali hükümlerinin uygulandığının açıkça
ilan edildiği farklı bir terör merkezi olmuştur. Kararların
doğrudan cunta tarafından bildirildiği mahkemeler, sözgelimi
bir Amerikan heyetinin ülkeyi ziyareti esnasında Amerikan
ajanlarını cezalandıranları idam etmek gibi acil kararlar
alabildikleri gibi yargı sürecinde de cuntanın tarzını
sürdürmüşlerdir. Bazı mahkeme üyeleri siyasi şubelerdeki
sorgulamalara bizzat katılmıştır. İşkence raporlarını
ve hatta somut işkence sonuçlarını görmezden gelen mahkemeler,
gerekli gördüklerinde bizzat emir vererek tutsakların
mehkeme salonunda coplanmasını sağlamışlardır. Siyasi
polisle yapılan işbirliği, cezaevi idareleri ile de
yapılmış ve bu üçlü sacayağının cenderesindeki tutsaklar
sadece direnme haklarını kullanmışlardır.
Yaygın tutsak almaların, katliamların yapıldığı, kendi
düzeni ve kuralları dahi olmayan, terörizmin devletleştirildiği
12 Eylül döneminin ilk açılan toplu davalarından biri
de MLSPB davasıydı. 300'ü aşkın devrimcinin yargılandığı
İstanbul duruşmalarının ikinci oturumu, Metris'teki
açlık grevinin bitmesinden bir gün sonra, 20 Mayıs'ta
yapılmıştır. Açlık grevi esnasında çıkarıldıkları ilk
duruşma suç duyuruları ve açıklamalarla geçmiştir. Bu
duruşmada ise heyet, sorgu verilmesini istiyordu. Yüze
yakın sanığın 146/1'den, yani idam istemiyle yargılandığı
bu davada sanıkların sorgu hazırlığı yapacak koşulları
olmamıştı. Sürekli baskı ve işkence altında yaşatılmışlar,
savunma meteryallerine el konulmuş, avukatlarıyla sağlıklı
görüşmeler yapamamışlar ve savaş hali hükümleri denilerek
günün birinde kırık kafalar ve şiş gözlerle bir heyetin
karşısına çıkarılmışlardı. Heyet, bir savaş durumundan
söz ediyor ve başka şansları olmadığını anlatıyordu.
Bunun üzerine tutsaklar, faşizmi, cuntanın ülkedeki
uygulamalarını, işkence ve baskıları anlatarak mahkemeyi
farklı bir siyasal hesaplaşma ortamına dönüştürdüler.
Koşulları protesto ederek sorgu vermeyeceklerini bildirdiler.
İlk defa bir davanın bütün tutsakları topluca, zorunlu
bir aşama olan sorguyu reddediyordu... Yine çaresiz
kalan karşı taraftı ve sonuçta "sorgusuz yargılamaya
devam etme" kararı alındı. MLSPB davasında "sorgu"
yapılamamıştı.
(Bu davada daha sonraki süreçlerde "savunma"
da verilmeyecek ve bütün bunlara rağmen 22 idam, 49
müebbet, onca ağır hapis cezası hiçbir dayanağı olmadan
kesinleşecekti. Tutsakların bir çoğunun siyasi polis
ifadeleri de yoktu. Yani, hiç ifadesi alınmayan bir
tutsak, idama mahkum edilebiliyordu. Kuşkusuz bu faşizmin
"işi" idi. Ama devrimciler de kendi tarihsel
görevlerini büyük bir başarı ve onurla gerçekleştirmişlerdi.)
TUTSAKLARIN CEZAEVİNDEN TEKRAR SİYASİ POLİSE GÖTÜRÜLMESİ
VE BOMBALI OPERASYONLARI:
Bizim gibi ülkelerde siyasi iktidarların, ancak sürekli
baskı ve zulümle ayakta durabilme şansı vardır. Her
türlü demokratik gelenekten yoksun bir mekanizma, insan
hakkı ve değerleri ile tanışmadan varlığını sürdürür.
Egemen azınlık dışındaki bütün toplum, sürekli bir tehdit
altındadır. Yaşam koşullarından, geleceğinden psikolojisine
kadar yayılan bu tehdit ülkenin insan tipolojisini de
belirler. Hangi alanda ve hangi aşamada olursa olsun
mücadelenin doğru temeller üzerinde yürütülmesi ise,
sağlam bir devrimci kültür dokusu ve bilinçli devrimci
iktidar perspektifleri ister. Bunların zaafı, düşman
karşısındaki uzun yürüyüşte tutunamamayı doğurur.
Elde edilen hakların korunması, yeni mevziler elde etmek
için duraksamadan yürümek, giderek daha olgun anlayışlarla
büyüyen mücadele sürekliliği, sınıf mücadelesinin alanlarından
biri olması nedeniyle tutsaklık koşullarında da aynı
ölçütlerle geçerlidir. Tutsaklık koşullarında da düşman
tarafından hiçbir hak bağışlanmaz ve elde edilen hakların
sürekliliği yoktur. Cezaevlerinde elde edilen haklar
ve düşmana attırılan geri adımlar, direnişlerin, çeşitli
eylem biçimlerinin ya kısa vadeli sonuçları ya da zamana
yayılmış sonuçlarıdır. Düşman, geri adım attığı noktada
durmaz. Fırsatını bulur bulmaz yeni saldırılara girişir
ve bugün vermek zorunda kaldığı hakları yarın geri almak
ister.
Metris'teki ilk açlık grevinden sonraki sürece bakıldığında
da bu gerçekleri görürüz. Metris idaresi tutsakların
kararlı direnişleri karşısında yenilgiler aldı, geri
adım attı ama, bu saldırıların sona ereceği anlamına
gelmiyordu. Açlık grevinden sonraki birkaç ay fiili
saldırı yapılmadı. İşkenceler ve yaptırımlar geçici
olarak durdu.
Ancak 1981 Haziran ayının sonlarına doğru yeni biçimlerle
saldırılar tırmandırılmaya başlandı. Temmuz ayının sonlarında
ise koğuşlara baskınlarla saldırılacaktı.
12 Eylül ile birlikte, ceza ve tutukevlerinden tutsakların
"yeniden soruşturma" adı altında tekrar tekrar
siyasi şubeye alınıp işkenceye çekilmesi "yasallaştırılmıştı."
İşte bu dönem, Metris Cezaevi'nde de tutsaklar polise
verilmeye başlıyordu.
Daha önce de cezaevlerinden bazı tutsakları şubeye almışlar,
tutuklular buna karşı direnmişti. Temmuz sonunda, biri
MLSPB'li diğeri TKP/ML'li iki kişiyi daha şubeye alacaklarını
söylediler. MLSPB bu uygulamalar karşısında direniş
kararına sahipti. Cezaevlerindeki diğer örgüt tutsakları
da (DS hariç) aynı kararı almışlardı. DS, "yasal
bir uygulamadır, engelleyemeyiz, sonuçta alır götürürler"
gerekçesiyle bu konudaki genel direnişe karşı çıkıyor
ve uygulamıyordu. MLSPB'li tutsakların bulunduğu E-11
koğuşuna Binbaşı Adnan, Binbaşı Fehmi ve Üsteğmen Beşir
geldiler: "Sıkıyönetim komutanının emri var. Mutlaka
alacağız. Arkadaşınızı verin" diye ısrar ediyorlardı.
Tutsaklar; "Vermeyeceğiz, almanız da pek kolay
olmayacak" diye kararlarını bildirdiler. Tartışmalar
sürerken Binbaşı Adnan, "teknik çok gelişti, size
yeni bir yöntem uygulayacağız" dedi. Üsteğmen Beşir:
"Verin arkadaşınızı, vermezseniz içeriye bomba
atacağız, o zaman siz yalvaracaksınız, bu defa biz çıkarmayacağız"
diyerek Binbaşı'nın sözlerine açıklık getirince durum
anlaşılmıştı. Tutsaklar, gaz ya da göz yaşartıcı bomba
atılacağını düşünerek pencere camlarını kırdılar. Ağız-burun
ve gözler için ıslak bezler hazırladılar. Birbirlerine
kenetlenerek koğuş kapısında gövdeleriyle barikat oluşturdular.
Saldırıya karşı yine fiili olarak saldırma kararı verdiler.
Metris idaresi polisle işbirliğinin sınırlarını genişletmişti.
İstanbul 1. Şube polisleri, subayların eşliğinde havalandırma
camlarından tüfeklerle gaz bombaları attılar. Atılan
bombalardan dolayı koğuşlar ve koridorlar duman içinde
kalmıştı. Beş dakika sonra askerler, coplarla, kalaslarla
koğuşa girdiler ve tutsaklara saldırdılar.
Gaz bombalarının etkisine rağmen tutsakların gövdeleriyle
oluşturdukları barikatı ancak yarım saatte çözebildiler
Barikat sökülünce, barikattan kopardıkları her devrimciyi
yine döverek yere yatırıp üzerine çöktüler ve ellerini
arkadan kelepçelediler. Dayak, bu durumda da durmaksızın
sürüyordu. Koridorlardan sürüklenerek geçirilen bu tutsaklar,
başka bir bloktaki su içinde bırakılmış koğuşlara götürüldüler.
Bu esnada tutsakların saçları da kesildi. Direnmeye
devam ettikleri için bir sağdan bir soldan tutam tutam
kesebiliyorlardı. İşkence yapılan tutsakların slogan
seslerini, bütün cezaevinin attığı sloganlar tamamlıyordu.
Bazı koğuşlar hem slogan atıyor, hem de mazgalları ve
kapıları tekmeliyor, yumrukluyorlardı.
Şubeye götürülecek tutsak ismini söylemediğinden, kimi
götüreceklerini saptamak için bir süre daha uğraştılar.
Bu operasyon tamamlanınca bu kez TKP/ML davasından olan
tutsağın bulunduğu koğuşa yöneldiler. Bu koğuşa da gaz
bombaları ile saldırdılar. Koğuştaki tutsaklar kararlı
bir direniş gösterdiler. Binbaşı Fehmi, "teslim
olun, etrafınız sarıldı" diyecek kadar kendinden
geçmişti. Tutsaklar bu vahşi saldırıya karşı da gerektiği
gibi direnerek yanıt verdiler. Direnen koğuştaki TKP/ML
tutsakları da operasyondan sonra aynı biçimde, MLSPB'lilerin
götürüldükleri koğuşlara götürüldüler.
Sözkonusu 2 devrimci emniyete götürüldükten sonra, E
blokta bulunan, çoğunluğunu MLSPB davasından tutsakların
oluşturduğu ama, çeşitli örgütlerden de tutsakların
bulunduğu koğuşlar, olayları protesto etmek için açlık
grevine başladılar. Cezaevinin bölümleri arasında gereken
iletişim sağlanmadığı için bu eylem genelleşmedi ve
üç gün sonra bitirildi. Aynı günlerde yine operasyonu
protesto etmek için üç gün sayımlar oturarak verildi.
Metris'te sayımlar koğuşların "gazino" diye
tanımlanan giriş bölümünde ayakta durularak veriliyordu.
Ama bu esnada, düz nizami sıra, ön iliklemek, hazırolda
durmak benzeri hiçbir tarza uyulmuyor, sadece saymalarına
imkan verecek biçimde duruluyordu. Sayımlarda oturma,
dağınık durma, yatakhanede oturma gibi biçimler de eylem
tarzı olarak kullanıldı.
Bu arada, yukarıda sözünü ettiğimiz gaz bombası kullanımı,
cezaevlerinde ilk ve son değildir. 1980'de Selimiye'de
bulunan çeşitli örgütlerden tutsakların bir kısmının
Sağmacılar'a sevk edilmek istenmesi sırasında "ya
hepimiz ya hiçbirimiz" sloganı ile başlatılan isyan
eylemi sırasında gözyaşartıcı bomba kullanılmıştır.
Ardından yine 1980 yılında Selimiye'de çoğunluğunu MLSPB
ve TKP/ML tutsaklarının oluşturduğu devrimcilerin yaşanmaz
durumda olan Selimiye'nin boşaltılması için başlattıkları
isyan eyleminde gaz bombaları kullanılmıştır. 12 Eylül'den
sonra ise Sultanahmet'te, Metris'te kullanıldı. Bunları,
24 Aralık 1981'de Alemdağ Askeri Cezaevi'nde iki tutsağın
(Hakan Mermeroluk (Kurtuluş Davası) ve Şeref Yazar)
yaşamlarını yitirmelerine yol açan gaz bombalı saldırı
izleyecektir.
SALDIRILARDA YENİDEN TIRMANMA:
Cezaevlerinde tutsaklara yönelik uygulamalar, "13/1
Talimatnamesi" denilen bir kurallar bütünü ile
saptanmıştı. Bu talimatname, zor durumda kaldıkları
zaman cezaevi yönetimlerince "Muhatabınız biz değiliz.
Bu kurallar yukardan saptanmıştır. Dolayısıyla bizden
esneklik beklemeyin" denilerek kullanılmaya çalışılmış
ama direnişçi tutsaklar için bütün bu sözler hiç bir
anlam taşımamıştır.
Talimatname, öncelikle tutsakları asker sayıyordu. Ve
ardından bütün davranışlar ayrıntılarıyla kurala bağlanıyordu
"...Gün aşırı sakal traşı olunacaktır, 15 günde
bir üç numara saç traşı olunacaktır. Belirlenen saatlerde
yatılacak, belirlenen saatlerde kalkılacaktır. Komün
kurmak, birlikte yiyip içmek kesinlikle yasaktır. Sayım
uygun giysilerle ve nizami bir şekilde verilecektir.
Erler dahil tüm askeri personele "komutanım"
diye hitap edilecektir. Koğuşun bazı bölümlerinde sigara
içilmeyecektir. Gündüz yatmak yasaktır.."
Hiçbirine uyulmayan bu yaptırımlardan üç numara saç
traşı dayatılması uzun süre Metris'in gündeminden inmemiştir.
Tutsakların saçları, çeşitli nedenlerle yapılan başka
operasyonlarda da zorla kesilmiştir.
Temmuz 1981'den itibaren hücre uygulaması yaygınlaştırılmıştır.
Değişik gerekçelerle hücrelere alınmak isteniyor, her
hücre olayı operasyona neden oluyordu. Tutsaklar hücre
cezasına karşı direniş tavrı alıyorlardı Metris'te.
Bu tür fikir ve eylem birliklerine "Genel Karar"
deniliyor ve çoğunlukla siyaset oyuyla saptanmaya çalışılan
genel kararlar genel bir direniş çizgisi haline getirilmeye,
fire verilmemeye çalışılıyordu. Siyasetler bazen kendi
görüşlerine rağmen eylem birliğine katılıyor ve "genel
direniş" tavrına saygı göstererek birliği bozmamak
konusunda özenli davranıyorlardı. Tutuklu kitlesinin
çoğunluğu MLSPB, TKP/ML, DS, DY, HK davalarından oluşuyordu.
Bunların dışında bazen sayısı onaltıyı bulan değişik
siyasetten tutsaklar geliyor ve kararlarda her siyaset
oyunu kullanıyordu. Hücre direnişinde başlangıçta DS
karşı çıktı. Şubeye tekrar götürülme olayında olduğu
gibi sonuçta nasılsa alıyorlar düşüncesine sahipti.
Fakat bir süre sonra DS'li tutsaklarda bu direnişe katıldılar.
Hücre operasyonlarının yanısıra saç kesme operasyonları
yeniden öne çıkarılmaya başlanmıştı. Topyekün direnişin
gücünü gördükleri için "böl-yönet" politikasına
başvurdular ve genelde değil, bazı koğuşlara "saçları
uzun" gerekçesiyle yasaklar koymaya başladılar.
Hatta bu yasakları tek tek kişilere uygulamaya çalıştılar.
Bu dönem daha çok ziyaret, gazete ve kantin yasakları
gündeme geliyordu. DS bu noktada da farklı tavır aldı
ve "idarenin tavrını protesto amacıyla" saçlarını
kendileri permatikle kazıdılar. Bazı DS tutsakları bu
tavra uymadı. Bir süre sonra tüm DS tutsakları yeniden
genel direniş içinde yer aldılar. Sonuçta idarenin "böl-yönet"
politikası da boşa çıkarıldı ve kısmi yasaklar karşısında
tüm tutsaklar aynı tavra girdiler. Örneğin birkaç koğuşa
ziyaret yasağı verildiğinde tüm tutsaklar sloganlarla
direnişe katılıyor ve sloganlarla oturma eylemi yaparak
protestolarını ifade ediyorlardı.
Eylül ayında saldırılar biraz daha tırmandırıldı. Mahkemeye
gidiş gelişlerde bazı tutsakların saçları zorla kesildi.
14 Eylül'de anons yapılarak 21 Eylül'e kadar tutsakların
saçlarını kestirmelerini, olası halde zorla kesileceğini
bildiriyorlardı. Anonsun hemen arkasından ise tutsaklar
slogan atmaya başlıyor ve kararlılıklarını bir kez daha
duyuruyorlardı.
21 Eylül'de Yüzbaşı Şevket Soyar, Üsteğmen Yalçın Demirel
ve diğer subayların komutasında koğuş baskınları başlatıldı.
Askerler koğuşlara dalıyor, birbirlerine kenetlenen
tutsaklara saldırarak "saç kesiyorlardı."
Tutsakların direniş coşkusu, cezaevini inleten sloganları
ve kararlılıkları devam ediyordu.
EYLÜL-EKİM AÇLIK GREVİ
Sınıf mücadelesinin diğer alanlarında olduğu gibi tutsaklık
koşullarında da değişik mücadele yöntemleri vardır.
Bunlar verili durumla karmaşık bir bütün oluşturur.
Her direnişi ve eylem biçimini yerinde ve zamanında
uygulamak gerekir. Koşulları rasyonel değerlendiremeyen,
salt kendi verilerini çıkartan ya da küçümseyen, düşmanın
niyetini ve taktiklerini gerektiği gibi göremeyen bakış
açıları ile doğru eylem kararları alınamaz.
Cezaevinde de iyi hesaplanmayan hamleler, yarar yerine
hesaplanamayan zararlara yol açabilir. En iyi olasılıkla
elimizdeki taşı yitiririz.
Bu dönem Metris'te yeni eylem biçimleri geliştirmek
gerekmeye başlamıştı. Tutsakların fiili direnişleri
başarıyla sürüyordu. İlkesel sorunlardan hiçbir biçimde
ödün verilmemişti, ama yaşamsal ihtiyaçlar vardı. Bu
durumda bir yandan ivmeyi düşürmeden fiili direnişi
sürdürürken bir yandan da yeni bir açlık grevi örgütlemek,
hazırlık yapmak gerekiyordu. Açlık grevleri, başlama
ve bitirme momentlerinin çok iyi ayarlanması gereken
hassas eylemlerdir. İyi hazırlık yapılmadan girişilen,
erken başlayan, yürütülürken gereken kararlılık gösterilemeyen
ya da geciken eylemler yarardan çok zarar getirir. Direnişin
ve kitleselliğin zaafa uğramasına yol açar.
Bu dönemde tırmandırılan saldırılar karşısında bir yandan
esas olarak fiili direniş sürdürülürken bir yandan da
yeniden bir açlık grevi örgütlemek gerekliliği gündeme
gelmişti. Metris Askeri Cezaevi'nde bulunan siyasetlerin
çoğunluğu bu gerekliliğin üzerinde anlaşıyorlar fakat
biraz daha zaman kazanmak istiyorlardı.
Bu konudaki tartışma ve yazışmalar sürerken, idarenin
anonslarından yeni bir saldırı dalgasının geldiği anlaşılınca,
22 Eylül'de DS, Kurtuluş, HY ve Partizan Yolu davalarından
yargılanan arkadaşlar açlık grevini diğer devrimcilerin
dışında başlattılar. Oysa genel çoğunluk, bazı iç ve
dış koşulların hazırlıklarına girişmişti ve bu konuda
hemfikirdi. Greve başlayan arkadaşlar, diğer direnişçi
tutsak çoğunluğunun kendilerini yanlız bırakmama çelişkisini
yaşayacağını ve vakit geçirmeksizin grevi omuzlayacaklarını
da biliyorlardı. Bütün bu veriler birleşince, henüz
iç ve dış hazırlıkları yapılamamış, koşulları olgunlaştırılmamış
bir grevin içine girilmiş oldu.
İdarenin, açlık grevine başlayanları anonsla tehdit
etmeye başlaması üzerine, baskıların bu arkadaşların
üzerinde yoğunlaşmasını ve genel direniş çizgisinin
parçalanmasını önlemek amacıyla, genel çoğunluk, kendi
eylem programlarını bir kenara koyarak grevin topyekûn
bir tavır haline gelmesini sağladılar. Ve yine bütün
direniş tutsaklarını kapsayan bir protokol yapıldı.
Baskı ve işkencelere son verilmesini, saç kesme operasyonlarının
durdurulmasını ve çeşitli yaşamsal talepleri içeren
protokol, eylemin çoğunluk kararıyla sona erdirilebileceğini
ve eylem içinde uygulanacak taktikleri de hükme bağlıyordu.
Açlık grevinin ilerleyen günlerinde de saç kesme operasyonları
devam etti. Amaç, daha zayıf unsurları direnişten koparmak
ve moral gücü kırmaktı.
Tutsakların bütün eylemlerinin, direnişlerinin ve hatta
yaşamlarının en önemli öğelerinden biri de "tutsak
aileleriydi". Tutsak yakınları, bu dönemde, siyasal
ve sosyal bir olgu olarak, "tutsak aileleri"
denilen başka bir direniş boyutu oluşturdular. Duvarın
hemen dışında bir çember yaratarak, oğullarının, kızlarının,
eşlerinin soluğuna soluk, sloganına slogan kattılar.
Onlar da işkence gördüler, tehdit edildiler, aç, uykusuz,
susuz kaldılar. Onlarda hiç yorulmadılar, yılmadılar.
Başlangıçta iki elin değil, bir elin parmakları kadardılar.
Çocuklarının işkence görmesine karşı duydukları tepkiyi,
direnişin zorunluluğunu anlayarak bilince dönüştürdüler.
Anne-eş-abla duyarlılığını ve sevgisini, içerdekilerini
teslim alarak kurtulmaları isteğine dönüştürmediler.
12 Eylül karanlığını ilk yırtan kardelenlerden olma
onurunu kazanarak çocuklarına, direnerek kurtulmayı
önerdiler. Ve çocuklarının direnişinin bir parçası oldular.
Onlar gibi direnmeye başladılar. Sloganlarını coplar
susturamadı. Kenetlendikleri zaman onlarca polis barikatlarını
çözemedi." Direnin aslanlarım, direnin yiğitlerim"
sözleriyle bir tarih yazdılar. Bu ülkenin tarihine yazıldılar.
Soyluca, onurluca... "Çocuklarımızı öldürtmeyeceğiz"
dediler. Düzenin en yetkili ağızları, "onları böyle
tavuk gibi keseceğiz", "asmayıp da besleyecek
miyiz" diye onların ana yüreklerini dağladıkça
ağlamadılar, sinmediler. Dağlanan yürekleri büyüdü,
onlar yürekleriyle çoğaldılar .
Bu açlık grevinde gösterilere başladılar. Çoğunluğunu
MLSPB ve TKP/ML tutsaklarının ailelerinin oluşturduğu
50-60 kişilik bir grup haline gelmişlerdi. Selimiye
Kışlası önünde toplanıp eyleme geçtiler. Adli Müşavir'le
görüşmek istiyorlardı. Sorunları sadece "görüşmek
ve durumu iletmek"ti. Fakat Sıkıyönetim Komutanlığı'nın
böyle bir tavra dahi tahammülü yoktu. Onları eziyet
ederek, saldırarak dağıttı ve 10 tutsak yakınını tutuklayarak
Metris Cezaevi'ne götürdü.
Tutuklananların başında, 5-6 yıl sonra yine bu direnişlerin
içinde şehit olacak olan Didar Şensoy vardı. Didar Şensoy
ve mücadele arkadaşları, Metris'te de vakit geçirmeksizin
direnişe katıldılar. Tutsak oğullarıyla ve kızlarıyla
birlikte sloganlar atan bu analar, onlara moral ve güç
kattılar.
Birinci Ordu ve Sıtıyönetim Komutanlığı 6 Ekim'de bir
bildiri yayınladı. Metris İdaresi bu bildiriyi cezaevi
anoslarından defalarca okudu. Sözkonusu açıklamaya göre;
tutsaklara işkence yapılmayacak, mahkemelerin ve Sıkıyönetim
Komutanlıkları'nın yasakladığı kitaplar dışındaki serbest
yayınlar cezaevine alınacak, (kitap yasaktı ve tutsaklar,
pelur kağıtlarına ince ince yazdıkları kitap metinlerini
çoğaltarak diğer koğuşlara ulaştırıyorlar, ancak bu
yolla kültürel gereksinimlerini çok sığ da olsa sağlayabiliyorlardı.)
davaların belgeleri mahkemeler kanalıyla verilecek,
avukat görüşü yasaklanmayacaktı. Dışardan yiyecek alınması
ve koğuşlara ocak verilmesi gibi talepler ise reddedilmişti.
Açlık grevinin başlayış biçimi, tutsakların hazırlıksız
yakalanmasını ve kitlelerin direnişi isteksiz sürdürmesini
getirmişti. Dolayısıyla, kişisel düzeyde bırakmalar
olmuştu. Bırakma tavırları, Sıkıyönetim Komutanlığı'nın
yukarıda sözettiğimiz bildirisinden sonra hızlandı.
Bu durumu, Eylem Birliği'nin, altına imza attığı protokolu
hiçe sayarak topyekûn direnişi terketmesi izledi. Ardından
DY tutsakları merkezi kararlarıyla açlık grevine son
verdi. Bu iki siyasetin bırakması, kişisel kopuşları
körükledi.
Açlık grevini sürdüren örgütler, yeniden bir durum değerlendirmesi
yaptılar. Çözülmeleri ve diğer verileri tartışarak ne
yapılması gerektiği sorusunu yeniden gündeme aldılar.
Siyasetlerin çoğunluğu, eylemin sona erdirilmesi yönünde
görüş bildirdi. MLSPB tutsakları, grevin sürdürülmesiyle
daha fazla talebin kabul edileceğini düşünüyordu. Fakat
"mücadelede birlik" ciddi bir bunalım yaşıyor
ve parçalanma büyüyordu. Bu konularda kaygı duymamak
mümkün değildi. Dolayısıyla eylemin sona erdirilmesi
düşüncesine katıldı. Çoğunluk düşüncesi karşısında DS,
"biz sonuna kadar devamedeceğiz" dedi. Bütün
bu karmaşaya son vermek amacıyla eylemi bitirme kararının
netleştirilmesinin ardından, çoğunluk kararını alan
örgütler, idare ile görüşmesi için MLSPB temsilcisini
görevlendirdiler.
MLSPB temsilcisi, Tümen Komutanı İbrahim Türkgenci ve
Cezaevi Müdürü Albay Nihat Yıldırım'la görüşerek tutsakların
taleplerini anlattı, çözüm için tartışmalarda bulundu.
Sıkıyönetim Komutanlığı'nın bildirisinde geçen taleplerin
kabulünden başka yemeklerin düzeltilmesi, içeriye battaniye
alınması, çarşaf alınması ve bayram görüşünde yiyecek
alınması da kabul ediliyordu. Saç sorunundaki ısrarlı
tartışmalara rağmen anlaşma sağlanamıyordu.
Sonuçta, eylem bu şekilde noktalanıyordu. Belli taleplerin
kabul ettirilmesine rağmen, devrimci güç birliğinin
parçalanmasına yol açan başarısız bir süreç yaşanmış
oluyordu. Eyleme "sonuna kadar" devam edeceğini
açıklayan DS de, çoğunluğun bırakmasından 3 saat sonra
eylemi bırakıyordu.
1982 MAYIS'INA KADAR GEÇEN SÜREÇ;
Metris tarihine genel olarak bakıldığında, fiili saldırıların,
baskıların, yasaklamaların, psikolojik yıpratma yöntemlerinin
ve yaptırımların hiç bir dönem gündemden kalkmadığı
görülür. Ama aynı şekilde direnişte de bir kesiklik,
gerileme, gevşeme olmamıştır. Yaşanılan iç çelişkiler
ve kısmi çözülmelere rağmen etkin yön direnmek olmuştur.
Eylem ve direnişler sonucu zaman zaman gerileyen saldırılar
sürecinde tutsaklar kısa bir soluk alma şansı bulmuş,
ama hemen ardından yeni saldırı dalgaları gelmiştir.
İdare, ya daha önce uyulmasını istediği yaptırımları
yeniden gündeme almış ya da bunların biçimlerini değiştirmiştir.
İkinci uzun süreli açlık grevi sonrasında da aynı durum
yaşanmıştır. Bir buçuk ay saldırılar durmuş, yaptırımlara
uyulması yönünde bir dayatma olmamıştır. Müdür Fikret
Erol, Binbaşı Adnan Özbay, Yüzbaşı Şevket Sayan ve bazı
subaylar görevlerinden alınmıştır. Bunlar yerine, Mamak'tan
geldiği ve tutsakları dize getirmede usta olduğu propagandasını
yapan Yüzbaşı Ömer Kavlak, Albay Nihat Yıldırım ve diğerleri
getirilmiştir. Müdürlük görevi verilen Albay Yıldırım,
bir süre tutsaklara karşı babacan sevgi gösterilerinde
bulunmuştur.
Bu açlık grevinden sonra, görüşmelerde kabul etmemiş
görünmelerine karşın saç kesme operasyonlarını sürdürmemişlerdir.
Tutsakların saçlarını kendi kendilerine, "alabros"
denilen tarzda kesmelerini kabul etmişler, hücreye almaları
durdurmuşlar ve "hoşgeldin dayağını" kaldırmışlardır.
"Hoşgeldin dayağı", yeni tutuklanan ve cezaevine
getirilenlere ve başka cezaevinden sevkle gelenlere
girişte işkence yapılması olayıdır. Ve bazı sivil cezaevlerinde
de uygulanır. Tutsağın daha ilk adımda sindirilmesi
ve disiplinin bir parçası olması istenir. Tıpkı polis
sorgusunda olduğu gibi "ilk an psikolojisi"
değerlendirilerek hızla sonuç almak amaçlanır.
Bir buçuk aylık dinginlikten sonra kasım ayında saldırılar
yeniden başladı. İlk olarak ziyarete geliş gidişlerde
ve ziyaret kabinlerinde tek tek tutsaklara saldırdılar.
Aralıkta ise saldırıların yoğunlaştığı ve tekrar tırmanışa
geçtiği gözleniyordu.
Bu arada 5 Aralık 1981'de bir şehit verildi. İsmet Taş,
tahliye olmuştu. Eşyalarını hazırlamış, çıkış işlemlerinin
yapılıp, koğuştan alınmasını bekliyordu. O esnada rahatsızlandı
ve kan kusmaya başladı. Tutsaklar gece saat 3'e kadar
sloganlar atarak doktor istediler. Bütün cezaevi inliyordu
fakat idare duymadı... İsmet Taş, geceyarısı saat 3'ten
sonra hastaneye kaldırıldı ama artık çok geçti. Hastanede
yaşamını yitirdi. Cezaevi idaresi, "Bütün çabalara
karşın arkadaşınızı kurtaramadık, başınız sağolsun"
diyerek cinayetini yüzsüzce gizlemeye çalıştı. Tutsaklar,
sloganlarla bir isyan hali yaratarak gerçekte bu ölümü
hazırlayan idareyi protesto ettiler.
Bu günlerde, sayımlarda belli bir sıraya göre dizilinmesi
ve ismi okunan tutsağın "buradayım" demesi
dayatıldı. Aynı anda, fotoğrafına bakılarak, "buradayım"
diyen tutsağın kim olduğu saptanacaktı. Bütün tutsaklar
bu dayatmayı reddettiler. Bunun üzerine sayımlarda tartışmalar,
hırpalamalar ve yer yer dayaklar başladı. Aynı zamanda,
sayım için içeriye girdiklerinde tutsaklar tarafından
duvarlara yapıştırılmış resimleri parçalamaya, her fırsatta
sürtüşme çıkarmaya başladılar. Yemeklerin kalitesini
ve miktarını yeniden düşürdüler. Kurufasulye geldiğinde
her tutsağa 4 ya da 5 fasulye tanesi, nohut geldiğinde
4 ya da 5 nohut tanesi düşmeye başladı. Karavanalardaki
taş sayısı tane sayısını geçiyordu. Yasal kitaplarda
dahi yeniden kısıtlamalar başladı. Savcılıkların ve
sıkıyönetim komutanlıklarının elinden kurtulabilmiş
kitapların bir kısmı da idarenin elinde elendiğinde
geriye fazla birşey kalmıyordu.
Metris'te bunlar yaşanırken Alemdağ Askeri Cezaevi'nde
de iki tutsak katlediliyordu. Arkadaşlarını polis işkencesine
geri göndermemek için tutsaklar direnişe geçmişler,
düşman gaz bombalarıyla saldırmış ve bu esnada iki direnişçiyi
katletmiştir. Saldırıda birçok tutsak da yaralanmıştı.
Bunun üzerine Metris'teki tüm tutsaklar, katliamı protesto
amacıyla 26 Aralık'ta üç günlük açlık grevine başladılar.
Cezaevi idaresi kendi devletlerinin nefes aldırmaksızın
denetlediği iletişim araçlarının dahi tutsaklara verilmesinden
korkuyordu. Gazete, radyo ve televizyon yasakları Metris'te
hep gündemdeydi. Ancak, Tercüman, Hüriyet, Günaydın
gibi gazeteleri veriyor, bunları da sık sık yasaklıyordu.
Alemdağ katliamının protesto edilmesi eyleminin başlamasıyla
birlikte TV'leri koğuş kapılarının dışına bıraktılar.
Daha önce durdurulan "Hoşgeldin Dayağı"na
yeniden başlandı. Bu saldırıların en şiddetlisi 31 Aralık'ta
yaşandı. Yeni tutuklanan MLSPB'liler cezaevinin giriş
bölümündeki havalandırmaya alındılar ve kafaları gözleri
kırılıncaya kadar uzun süre coplandılar. Bütün benzer
olaylarda olduğu gibi bu olay da tüm cezaevi direnişçilerinin
sloganları ve kapıları, mazgalları bütün güçleriyle
dövmeleriyle birlikte sürdü.
1982 Ocak ayına yeni olaylarla girildi. Cezaevindeki
işkenceyi, baskı ve yasakları protesto etmek, tutsak
yakınları aracılığıyla içinde bulundukları durumu kamuoyuna
duyurabilmek amacıyla Ocak ayının ilk haftasından itibaren
ziyarete çıkmamaya başladılar. 12 Ocak'tan itibaren
de sayımları yatakhanede verme kararı aldılar. İdare,
yine şiddetli bir operasyon düzenledi ve tek tek bütün
koğuşlardaki bütün tutsakları coplayarak yemekhaneye
çıkardı. Tutsaklar çıkmamakta direndiği için operasyonlar
daha da uzuyor, böylelikle idare sayım alamamış oluyordu.
Bu operasyon sabahın erken saatlerinden geceyarısına
kadar sürdü ve ertesi gün bu şekilde sayım almaktan
vazgeçtiler. Sayımlarda sadece fotoğraf çekmekle yetinmeye
başladılar.
12 Ocak Operasyonu'na tutsak yakınları da dışarıdan
destek verdiler. Bütün gün cezaevinin önünden ayrılmayarak
tutsakların sloganlarına katıldılar. Onlar da tartaklandılar,
coplandılar. Ama içinde olağanüstü olayların yaşandığını,
işkencenin çok yoğun olduğunu tutsakların sloganlarından
algıladıkları için oradan ayrılmakta direndiler.
12 Ocak'ın hemen ardından, ziyarete, avukata, revire
tek sıra sıra halinde ve ön iliklenerek çıkılmadığı
takdirde bu haklardan yararlanılmayacağı bildirildi.
Tutsaklar, bu anonsu, "İşkenceler, Baskılar Bizleri
Yıldıramaz", "Kahrolsun Faşizm Yaşasın Mücadelemiz",
"Yaşasın Metris Direnişimiz", "İnsanlık
Onuru Işkenceyi Yenecek" sloganlarıyla yanıtladılar.
Tavır ve program netti: Bu yaptırıma uyulmayacaktı ve
bu da bir genel karardı.
Ocak ayı boyunca saldırılar ve direniş devam etti. Bayan
tutsaklara da aynı işkence ve baskılar uygulanıyor,
onlar da devrimci onuruna yaraşır bir direniş örneği
ile bütün bunları geri püskürtüyordu. Her türlü direniş
ve eylemliliğin içinde yerlerini aldılar. İdare "saç
kesme operasyonu" gibi bayanlara uygulanamayacak
bazı operasyon türleri sürecinde, onları "boş bırakmamak"
için başka yöntemler geliştiriyordu. Sözgelimi geceyarısı
koğuşu basıyor, koğuş araması yapacağını söylüyor, bayan
tutsaklar direnince coplayarak tek tek koridora çıkarılıyor
ve saatlerce soğukta bekletiyordu. Ardından tekrar askerlerin
coplayarak gardiyan odasına attığı bayan tutsakları
bu kez de üst araması yapma bahanesiyle bayan polisler
dövüyordu. Onların da koğuşları yangın hortumlarıyla
sulanıyor, koğuş aramaları bahane edilerek yatak, yorgan,
giysi, bütün eşyaları parçalanıyor ve kullanılmaz hale
getiriliyordu.
Şubat ayında yeni bir gelişme yaşandı. İdare, tutsakların
temsilcileriyle (bu temsilcileri tutsaklar kendileri
sağlıyordu) görüşme ve tutsaklara "çözüm önerileri"
getirmeye başladı. Sayımlarda isim sırasına göre durulmasını,
güvenlik gerekçesiyle bunun zorunlu olduğunu belirtiyordu.
Bunun kabul edilmesi halinde 4 erkeklerden 2 bayanlardan
olmak üzere 6 kişilik temsilciliği kabul edeceğini,
aynı davadan olanları bir araya toplayacağını, yemeklerin
kalite ve miktarını düzelteceğini, TV ve radyoların
geri verileceğini, ziyaret, avukat ve revire tek sıra
halinde çıkma isteğinde bulunmayacağını, dayağa son
vereceğini söylüyordu. Tutsakların duyarlılığı bilindiğinden
ve artık onlar iyi tanındığından, bunun bir yaptırım
amacı taşımadığı özellikle vurgulanıyor, bütün bu haklar
karşısında sadece bir süre için o şekilde sayım verilmesi
isteniyordu.
Bu durum üzerine tutsaklar, kendi içlerinde gerçekleştirdikleri
tartışmalar sonucu öneriyi kabul etmeyi, geçici olması
kaydıyla genel karar haline getirdiler.
Anlaşmadan sonra bir gün anlaşılan şekilde sayım alındı.
İkinci gün ziyaret vardı ve idare sorun çıkarmadan alt
katların ziyaretini gerçekleştirdi. Ancak ziyaretin
ikinci günü anlaşmayı çiğnediler ve yine tek sıra halinde
ziyarete gidilmesini dayattılar. Bunun üzerine tutsaklar
da anlaşmayı feshettiler. Bu durumda ziyaretler tekrar
kesildi. Ancak mahkeme ve havalandırmaya çıkılabiliyordu.
Havalandırmaya çıkışlar sırasında dahi bazı koğuşlarda
olaylar yaşanıyor askerlerle tutsaklar arasında kavga
çıkıyor, hücreye alınan tutsaklar oluyordu.
Bir başka sorun, mahkemeye çıkışlarda yaşanıyor, giysilerin
önünün iliklenmesi dayatılıyordu. Bu dayatma kabullenilmediği
için gidiş ve dönüşlerde koridorlarda tutsaklara saldırılıyordu.
Bir süre sonra buna bir de pantolonun önünü açtırmak
ve arama yapmak istenmesi eklendi. Bu arama şekli bütün
tutsaklarca reddedildi. Tutsaklar, mahkemeye çıkılmasını
ve bu istekler karşısında fiili olarak direnilmesini
kararlaştırdılar. Henüz diğer toplu davaların birçoğu
açılmadığından haftada 3 kez MLSPB duruşması yapılıyordu.
Yaklaşık 200 kişilik büyük bir kalabalıkla duruşmalara
çıkan MLSPB'liler (diğer bazı MLSPB tutsakları da başka
İstanbul cezaevlerinden getiriliyordu), koridordaki
fiili direnişte hem idareyi geriletmek istiyorlar, hem
de mahkemelere çıkarak duruşmaları seslerini dışarıya
duyurabilecekleri bir dayanak olarak değerlendiriyorlardı.
Duruşmalara çıkılmaması halinde sadece koğuştan sorup
gidiyorlardı. Bu uygulama nedeniyle DS duruşmalara çıkmama
tavrı aldı.
Mart ayı sonlarında, tek sıra yürüme havalandırmaya
çıkarken de geçerli kılındı. İdare, koğuşlara dağıttığı
bildirilerle havalandırmaya tek sıra halinde çıkılacağını,
şortla çıkılmayacağını, diğer koğuşlardaki tutsaklarla
konuşulamayacağını, aksi halde havalandırma hakkından
yararlanılamayacağını duyurdu. Bu uzun bir süre havalandırmaya
da çıkılmaması anlamına geliyordu.
Tırmanış, 8 Nisan'daki "tecrit" uygulamasının
başlatılmasıyla sürdü. Metris, devrimci mücadeleye çeşitli
düzeylerde katılmış tutsakların yanısıra birçok örgüt
yöneticisini ve ileri kadrosunu da barındıran bir cezaeviydi.
İdare, oligarşinin genel mantığının ürünü olarak önder
ve yönetici olduğunu kendince saptadığı tutsakları diğer
direnişçilerden ayırma yoluyla, hem direnişi kırabileceğini
hem de onlar üzerinde psikolojik baskılama yaratabileceğini
düşünüyordu. Diğer koğuşlarla iletişimin en zor olduğu
(kendince imkansız) B-1, B-2 koğuşlarını "tecrit
koğuşları" yaparak buraya çeşitli örgütlerin ileri
düzeyde gördüğü insanlarını yerleştirdi. 6 MLSPB'li,
5 TKP/ML'li, 5 DS'li, 4 ÇS'li, 1 DHB'li, 1 TKİB'li ve
1 DY'li tutsak olmak üzere toplam 31 kişi tecrite alındılar.
Daha sonra aynı uygulamayı bayanlar arasında da gerçekleştirdi.
Fakat artık ne yapılırsa yapılsın Metris'te yerleşmiş
direniş kültürünü yıkmak olası değildi. Değişen hiçbir
şey olmadı. Üstelik tutukluların haberleşmelerini engellemeleri
de mümkün olmuyordu. Çok çeşitli yazışma yollarının,
şifreli anons metodlarının dışında, duvarla ve kalorifer
borularına uzanarak, özel geliştirilen şifreli morslarla
istenilen herşey anında bütün koğuşlara iletiliyordu.
Sadece bu haberleşmeleri engellemek için özel operasyonlar
düzenlenmesine rağmen tutsaklar bundan vazgeçmediler.
Yine aynı amaçla bazı tutsakların hiçbir devrimcinin
olmadığı başka cezaevlerine sürülmesi de idarenin çözümsüzlüklerini
gideremedi...
Nisan ayı içinde DS davasından bir tutsak, verilen idam
cezasını protesto etmek ve davanın yeniden görülmesini
sağlamak için ölüm orucuna başladı. Bu eylemi desteklemek
için 20 Nisan'da bütün cezaevi açlık grevine gitti.
Açlık grevinde tutsakların içinde yemek yediği ve o
nedenle ölmedikleri yolunda spekülasyon yapıldığı için
koğuşlardaki tüm yiyeceklerin dışarıya bırakılması ve
içeriye karavana sokulmaması kararı alındı. Bu nedenle
de saldırılar oldu ve bazı tutsaklar hücreye alındılar.
DS tutsakları dışında, mahkemelere çıkılıyor ama mutlaka
gidişte ve gelişte işkence seansları yaşanıyordu. DS
mahkemelere çıkmama kararı aldığı için, idare-mahkeme
işbirliği sonucunda onların da zorla götürülmesi kararı
çıkarıldı. Mahkemeye çıkmayanları saldırıdan mahrum
bırakmama nezaketini gösteriyorlardı...
Mayıs, saldırıların boyutlarının biraz daha yükseltilmesiyle
geldi. 15 Mayıs'ta yine koğuş operasyonları başlatıldı.
Sabah sayımı saatlerinde başlayan ve gece yarılarına
kadar süren bu operasyonları subaylar yönetiyor ama
koğuşlara bizzat girmiyorlardı. Çavuşların düdüğü ile
başlayan saldırılarda, birbirine kenetlenen tutsaklar
coplarla, tekmelerle, sandalyelerle dövülerek koparılmaya
çalışılıyor, koparılan her tutsağın başına 3-5 asker
veriliyordu. Askerler, kendilerine düşen tutsağı durmaksızın
dövüyor, arasıra çavuşun düdüğü ile dayak durdurularak
tutsaklardan hazırola geçmeleri ve önlerini kapamaları
isteniyordu. Tutsaklar reddedince yeniden saldırıyorlardı.
Bütün tutsaklar yerden kalkamayacak şekilde dövüldükten
sonra çoğu zaman üstlerine su dökülüyor ve askerin tekmili
ile sayım içinsubaylar koğuşa giriyordu. Operasyonları
subaylar dışardan koğuş mazgallarından izliyorlardı.
Her koğuşta, önceden saptanmış kişiler koridora çıkarılarak
daha özel işlemlere tabi tutuluyorlardı. Subaylar burada
devreye giriyordu. Özellikle Yüzbaşı Ömer Kavlak ile
Üsteğmen Yalçın Demirel'in, yerde yarı baygın dövülen
tutsağın kafasını ayaklarıyla ezmek gibi zevkleri vardı.
Operasyon esnasında sürekli slogan atan tutsaklara bağırmaları-ağlamaları
için özel baskı yapılıyordu.
Tutsaklar bu durum karşısında sayımlara özellikle önü
açık elbiselerle çıkma ve ne olursa olsun bağırmama
kararı aldılar. Bütün bunlar işkencecileri daha da saldırganlaştırıyordu.
Bazı koğuşlardaki tutsaklar saldırarak karşılık verme
tavırlarını sürdürüyorlardı. Operasyonlar sırasında
yine çok sayıda tutsak hücrelere götürülüyor, tecrit
bölümlerine şiddetli saldırılar yapılıyordu. Bayan tutsaklara
da aynı yöntemler uygulanıyordu. Ve bayan tutsaklar
arasında bağımsızlaşma yok denecek kadar azdı bu süreçte.
Onların işkencecileri de yine esasta askerlerdi ama
askerlerin kaparak tek başına odaya attığı tutsağı bayan
polisler ikinci kez dövmeye başlıyorlardı.
Yoğun saldırı dönemi tutsak ailelerin de yoğun girişim
ve koşuşturma dönemi oluyordu. Görüş olmadığı halde
bütün gün cezaevinin önünde bekliyor, slogan atıyor,
çalmadık kapı bırakmıyor, sürekli Ankara'ya giderek
girişimlerde bulunuyorlar ve bilendikçe bileniyorlardı.
ÜÇÜNÇÜ UZUN SÜRELİ AÇLIK GREVİ
Metris Cezaevi'ni düşürememek, üstelik düşürememek,
şöyle dursun direniş cephesine geri adım attıramamak
devlet açısından, yitirdiği prestijinin ve başarısızlığının
paniğini yaratmıştı. Bu panikle, ilerleyen yıllarda
artık Metris'i düşürme umudu ya da amacı ile değil,
çaresizliğinin doğurduğu bir saldırganlıkla baskılar
ve işkence sürdürüldü.
Mayıs ayı içerisinde tutsaklar yeni bir eylemliğin gerektiği
düşüncesinde birleştiler. Çünkü, koşullar yeniden daha
da kötüleşmeye başlamıştı. Yaptırım dayatmaları yeniden
boyutlanmış, operasyonlar yoğunlaşmıştı.
Bütün davalardan yargılanan tutsakların ortak kararıyla
varılan sonuç uzun süreli yeni bir açlık grevi idi.
Karar, tecritte kalan tutsaklar tarafından 18 Mayıs'ta
anons yoluyla açıklandı. Bu anonsu, tüm diğer havalandırmaların
yaptıkları anonslar izledi. Bu tür anonslarda tutsaklar,
havalandırmaya yönelik olarak ve daha önceden saptadıkları
belli saatte haykırırlardı. Sözgelimi; "Arkadaşlar,
işkence, dayatma ve yasaklara karşı bu geceden itibaren
açlık grevine başlıyoruz. Haklarımız alıncaya kadar
eylemimiz sürecektir..." Ve yine bunun arkasından
diğer havalandırmaların sırasıyla aynı anonsu tekrarlamalarını
bekleyerek hep birlikte sloganlarını atmaya başlarlardı:
"İşkenceler, Baskılar Bizleri Yıldıramaz"
"Yaşasın Açlık Direnişimiz", "kahrolsun
Faşizm, Yaşasın Mücadelemiz".
Süresiz olarak başlatılan eylemde MLSPB tutsakları,
içkararları olarak, saptanan isteklerinin kabul ettirilmesine
kadar eylemin bırakılmaması saptamasını yapmışlardı.
Açlık grevinin temel talepleri; baskı ve işkencelerin
son bulması, yaptırım dayatmalarından vazgeçilmesi,
yaşam koşullarının düzeltilmesi idi.
Operasyonlara açlık grevinin ilk günlerinde de aynı
hızıyla devam edildi. Ancak grevin 5. gününden sonra
operasyonlar durdu. Altıncı ve yedinci günlerde, genel
operasyonlar değil ama yer yer dayak olayları oldu.
Sekizinci günden itibaren pisikolojik savaşa başladılar.
Metris'te bütün koğuşlar ana koridoru olduğu gibi görür.
O yıllarda henüz buzlu cam takmamışlardı. Bu koridorlarda
bütün gün bir sokak köftecisi arabası dolaşıyor ve köfte
pişiriyordu. Köfte kokusu bütün koğuşları sarıyordu,
yemek yemekle görevlendirilen(!) askerler, kapı mazgallarını
açarak büyük bir iştaha kokulu yiyicekler yiyorlardı.
Bu genç çocuklar, "komünizme karşı savaş"
ta nefis yemekleri iştahla yeme görevinin de yer alabileceğini
hiçbir koşulda düşünemezlerdi herhalde... "Bağımsızlara
geç kurtul" sözcükleri, bu grevde, idarenin temel
sloganı idi.
Metris Askeri Cezaevi'nin duvarlarının hemen önünde
yükselen ikinci bir direniş barikatı örülmüştü: Ailelerinin,
annelerinin, ablalarının, eşlerinin yürekleri ve gövdeleriyle
ördükleri barikat! Bu uzun açlık günleri boyunca tutsakları
bir an dahi yalnız bırakmadılar. Gece gündüz nöbetleşe
bekleyişlerini sürdürdüler. Çalmadıkları kapı, başvurmadıkları
makam bırakmadılar. Anneler, evde de yemek pişiremediler.
Grev boyunca ağızlarına yemek koyamadılar. Yemek yiyen
herkese öfkeyle baktılar. Bütün siyasal boyutların,
işkencenin ve direnişin anlamının ötesinde onlar anneydi
bir de... Ve sadece kafalarında değil, vücutlarının
bütün hücrelerinde çocuklarının açlıklarını hissediyorlardı.
Diğer cezaevlerindeki devrimciler de Metris'teki direnişçi
arkadaşlarını yanlız bırakmadılar. Sultanahmet, Alemdağ
ve Davutpaşa Cezaevleri birer haftalık destek grevleri
yaptılar. Hasdal cezaevi üç günlük grevle destek kampanyasına
katıldı. Bu cezaevleri destek eylemlerinin bitirdiklerinde
Metris'in grevi hâlâ devam ediyordu. Sorun çözümlenmemişti.
Bunun üzerine tekrar greve başladılar. Destek eylemlerinin
bu ikinci süreci, Metris'in grevi bitirdiği güne kadar
devam ettirildi ve Sultanahmet ile Davutpaşa'da dört
gün, Hasdal'da dokuz gün sürdü. Devrimci dayanışmanın
bu güzel örnekleri, Metris'teki tutsakların direniş
gücüne güç kattı, cunta'ya devrimci birlik mesajı iletti.
Metris idaresinin açlık grevi içindeki uygulamalarından
biri de sürgündü. Tecritte tutulmaya devam edilen tutsaklardan
7 kişi, grevin yirmi ücüncü günü Davutpaşa cezaevi'ne
sevkedildi. Yirmibeşinci günde de sekiz kişi Sultanahmet
Cezaevi'ne gönderildi.
O güne kadar gerçekleşen eylemlerin en uzun sürelisi
olan bu grev için yabancı basın-yayın organları sürekli
yayın yapmalarına rağmen ülkemizin özgür basını(!) dilini
yutmuştu yine. Bir türlü cuntadan "yayımlanabilir"
kararı çıkmıyor ve cunta bültenleri olma özelliğini
aşmayan onlarca gazete tek bir satır haber yazamıyordu.
Açlık grevi haber değildi ama açlık grevinin bitmesi
haberdi. Bunu bütün gazetler yazdı. Çok uzayan ve ciddi
bir gerginlik yaratan bu işi çözümlemek için I. Ordu
komutanlığı Adli Müşaviri Tümgenerali Türkgenci görevlendirilmişti.
Türkgenci, bu iş için Evren tarafından bizzat görevlendirildiğini
söylüyordu.
Grevin 28. günü cezaevine gelen bu general, tutsakların
temsilcilerinin çağırılmasını emretti
Cezaevinde bütün siyasi grupların temsil edildiği bir
konsey ve ona karşı sorumlu bir yürütme organı vardı.
Temsilciler, bu yürütme organın üyeleri idi. Yürütme,
MLSPB, DS, ve TKP/ML temsilcilerinden oluşuyordu. Tümgeneral
görüşmeye MLSPB ve TDKP temsilcisi ile MLSPB ve DS davalarından
yargılanan ve temsilci olmayan iki kişiyi daha çağırmıştı.
Tutsaklar, görüşmelerde dört temsilcinin de bulunmasına
özen gösteriyorlardı. Tümgeneralin, "bu kadar fazla
sayıda temsilciye gerek yok" görüşünde ısrar etmesine
rağmen tutsaklar da ısrarlarını sürdürdüler ve bayan
koğuşlarından da bir temsilci çağrıldı. Görüşmeye çıkarken,
TKP/ML temsilcisi MLSPB temsilcisine: "Eğer fazla
temsilci bulunması konusunda sorun çıkarırlarsa siz
görüşmeyi yapabilirsiniz" demişti. Buna bağlı olarak
bir de DS tutsaklarının koğuşlarına gidilip durum anlatıldı.
Görüşmenin çıkarılan iki temsilci arkadaşça sonuçlandırılması
konusunda DS'den de itiraz gelmemesi üzerine, bütün
grupların görüşleri alındı kaydıyla, pazarlıklar MLSPB
ve TDKP temsilcisi tarafından sonuçlandırıldı.
Bu gelişmeleri TKP/ML temsilciliği daha sonra da aynı
biçimde "hatırlar" ve sorumluluk duygusuyla
durumu anlayışla karşılarken, DS tutsakları DS temsilcisinin
de görüşmelerde bulunmamasını sürekli bir eleştiri konusu
yaptı. MLSPB temsilcisi, "daha fazla ısrarcı davranıp
sizin de bulunmanızı sağlamalıydık" şeklinde özeleştiri
yapmasına karşın bu eleştiriler sürdü.
Sözkonusu pazarlıkları yürüten iki cezaevi temsilcisi,
görüşmeler esnasında da diğer gurupların düşüncelerine
başvurdular. Ve bütün grupların hemfikir olması sonucu
direniş bitirildi. Birkaç talep dışındaki bütün direniş
programı kabul edilmişti. Dayağa son verildi. İşkence
yapılmayacağına dair söz alındı! Tecrit koğuşları dağıtıldı,
buralardaki tutsaklar koğuşlarına geri verildi. Dış
kantin açıldı ve yasaklılar arasındaki kolonya serbest
bırakıldı. Daha önce kabul edilmesine rağmen gerçekleşmeyen
sivil battaniye, çarşaf, nevresimin içeriye alınmasına
başlanıldı. Temizlik için zorunlu olan sıcak su miktarı
artırıldı. Mahkeme, ziyaret ve havalandırmaya çıkılmamasına
neden olan dayatmalara son verildi. Ziyaretçilerden
gelen haftalık üç bin lira para sınırı beş bin liraya
çıkarıldı. İşkenceci subayların birçoğu değiştirildi.
Havalandırma süresinin haftada 100 dakikadan 200 dakikaya
çıkarılması konusunda da söz verilmesine rağmen bu gerçekleşmedi.
Grev, genel olarak başarılı bir eylem süreci olmuştu.
Ne var ki grevin hemen arkasından Metris idaresi de
kendine göre yeni bir 'atılım'da bulundu. Sayımda isim
okuyarak tutsakların "buradayım" demesini
beklediler. Tutsaklar buna karşı çıktılar ve Tümgenerali
tekrar görüşmeye çağırarak verilen sözleri hatırlattılar.
Metris İdaresi yeniden geriye adım attı ve pratik bir
zorlamada bulunmadı.
TEK TİP ELBİSE SORUNU VE BU KONUDA YAŞANANLAR
Tek Tip Elbise dayatması, İstanbul Cezaevlerinde farklı
süreçlerde farklı boyutlarda yaşanmıştır. MLSPB, cezaevi
mücadelesinin çeşitli aşamalarında, görüşlerini yazılı
olarak da cezaevindeki tüm tutsak direnişçilere iletmiştir.
Bu konuda, özellikle bazı eylemlilik süreçlerinden önce
ve sonra yoğun bir bildiri ve polemik yaşanmasına rağmen
MLSPB bu polemiklerden uzak durmaya çalışmış, düşüncelerini
ve devrimci pratiğini ortaya koymanın tutsaklık koşullarında
daha sağlıklı olacağını ifade etmiştir.
Tek tip elbise sorununa geçmeden önce, MLSPB tarafından
bu konuda Şubat 1984'te yayınlanan bir cezaevi bildirisini
aşağıya alarak yaşanmışlığı daha somut anımsayalım:
"TTE'NİN UYGULAMA AMAÇLARI VE ALINACAK TAVIR
Emperyalizmin ülkemize dayattığı ekonomik programın
uygulanabilirliğini sağlamak, ve bu programın uygulanmasında
Oligarşi'nin önüne çıkan engelleri ortadan kaldırmak
ve faşist devletin yapılanmasında, faşist kurumlaşmayı
devlet kurumlarında tam anlamıyla sağlamak...vb. amaçlarıyla
12 Eylül 1980'de emperyalistler ve işbirlikçileri tarafından
cunta işbaşına getirilmiştir. Faşist cunta işbaşına
gelir gelmez ekonomik, sosyal, siyasal faşist program
ve kurumlaşmasının önünde engel teşkil eden devrimci
çizgiyi ve demokratik muhalefeti yok etme, etkisiz hale
getirme politikasını, faşizmin özüne uygun temelde zor-demogoji
yöntemleriyle hayata geçirdi. Devrimci demokratlarından
dolayı ağır darbeler yedi.
Böylece faşist cunta önemli bir engelle karşılaşmadan
programını büyük oranda hayata geçirdi. Faşizm, önündeki
engeleri de büyük oranda yok etti. Önemli ölçüde zararsız
hale getirdi. Cunta bununla yetinecek mi? Tabi ki hayır.
Çünkü cunta açısından cezaevine doldurulan devrimciler
etkisizleştirilmeden, ihanete sürüklenmeden, sessiz
ve düzenin birer destekleyicisi durumuna getirilmeden
tehlike önemli ölçüde varlığını koruyacaktır. O halde
bu tehlike ortadan kaldırılmalı, faşist kurumlaşma her
alanda nüfuz ettirilmeliydi.
Faşist cunta cezaevlerine doldurduğu devrimcileri, demokratları
etkisizleştirmek, onları siyasi kişilikleriniden uzaklaştırmak,
yedeklemek için devrimcilerin en önemli kalesi olan
onurlarına saldırdı. Bu saldırı programı, temelde askeri
yaptırım programı olarak adlandırılan, devrimcileri
siyasi kişiliklerinden uzaklaştırma ve ihanete sürükleme
amacının taşıyordu. Faşist sembollere saygı, fazşizmin
elemanlarına hertürlü itaat esasında uygulamaya sokuldu.
Faşizmin programı açıktı. Devrimciler ise cuntanın programını
ve amacını kavramakta zorluk çekmediler. Başta İstanbul
cezaevlerindeki devrimciler olmak üzere, ülkemizin değişik
yörelerindeki bazı cezaevlerinde devrimciler, bir takım
zaaflarla da olsa direniş bayrağını yükselttiler, ve
süreç içinde zaaflarını gidermeye çalıştılar. Halen
düşman güçleri bu gibi yerlerde başarılı olamadı. Ancak
Mamak gibi bazı merkezi cezaevlerinde başarı elde etmesi
düşmanın umutlanmasına yol açtı. Bu önemli bir olgudur.
Bu gibi kötü örnekler olmasaydı, düşmanın umutları kırılacak,
belki de düşman bu kadar sistemli saldıramayacaktı.
Karşı devrimin, devrimcilerin onurlarına ve siyasi varlığına
direkt saldırıları, bu güne kadar uzun uzadıya tartışıldı.
Düşmanın saldırısının göğüslenmesi gerektiği açıkça
ortaya kondu. Bu alanda birkaç olumsuzluğa rağmen, bugün
elle tutulur bir gelenek yaratılmıştır ve yaşatılmaya
çalışılmaktadır. Bu direniş geleneği geliştirilmeli,
zenginleştirilmeli, geleceğe bir miras olarak bırakılmalıdır.
Tabi ki teslimiyetçi tavırlar ve gelenekler mahkum edilmeden
bırakılacak miras cılız olacaktır. Karşı devrimci güçler
sadece, direkt onura yönelik saldırılarda bulunmadı
ve bulunmuyor. Devrimci onur ve kişiliğe yönelik olmayan
ancak onların temel amaçlarına hizmet edecek saldırılarda
ve dayatmalarda da bulunmaktadırlar.
Bu türden saldırıların en geniş kapsamlısı, TTE'nin
merkezi olarak tüm cezaevlerinde uygulanmaya çalışılmasıdır.
TTE sorunu devrimciler arasında yeterince tartışılmamış,
yeterli ve somut bakış açıları ortaya çıkarılmamıştır.
Devrimcilerin bu eksikliğinden dolayı, devrimciler ve
sempatizanlar üzerinde düşmanın taktikleri önemli ölçüde
başarı kazanmış, TTE birçok cezaevinde uygulanabilmiştir.
Burada değinmekte yarar var. Cunta işbaşına geldiği
an Sultanahmet Cezaevinde TTE'yi gündeme getirmişti.
O gün arkadaşlarımız dahil birçok siyasetten arkadaşlar
TTE giydiler. O güne kadar bu sorununu gündeme gelmemiş
olmasının yaratmış olduğu tecrübesizlik, diğer onura
yönelik saldırıların yanında TTE'nin yeterince önemsenmemesi
vb. nedenlerden dolayı başta giymeme tavrı alınamamıştı.
Zamanla yırtma, uygulanamaz hale getirme tavrı alınmıştır.
Böylece bu uygulama birkaç ay içinde ortadan kalkmıştır.
Burada belirtelim ki sebepleri ne olrusa olsun o gün
TTE giyilmesi bir hata idi, kendi arkadaşlarımızın giymesini
de hata olarak görüyoruz.
TTE Direkt Devrimci Onura Yönelik Bir Saldırı mıdır?
TTE'nin faşist güçlerce uygulanması hiç kuşkusuz bir
yaptırım amacı taşımaktadır. Ancak bu yaptırım direkt
devrimci onura ve devrimci varlığa yönelik yaptırımlar
gibi bir yaptırım değildi. Bu gün TTE dayatmasının temel
amaçları şu şekilde özetlenebilir.
1- Devrimci tutukluları disipline etmek, bir nizam içine
almak, faşist devletin bu yaptırımını kabul ettirmek
amaçlanmaktadır.
2- Siyasi suç-suçlu ayrımının ortadan kaldırılması,
siyasi tutukluları normal birer adi suçlu gösterme çabalarından
biridir.
3- Tutuklu ve hükümlülere suçlu olduklarını sürekli
hatırlatmaya ve kabul ettirmeye yönelik bir yaptırımdır.
Faşizm TTE'yi esasta bu amaçları için uygulamaya çalışırken
tali olarak güvenlik...vb. durumlarını da gözönüne almaktadır.
Karşı devrimci güçlerin TTE giydirme çabalarının arkasında
yatan amaçlar bunlardır. Bu amaçlardan çıkan sonuç;
TTE'nin direkt devrimci onur sorunu olmadığı ve esasta
siyasi varlığa yönelmediği halde önemli bir disipline
etme aracı olduğudur. Sorun, "ilke midir?"
"İlkesel bir sorun değildir" ikilemi içinde
ele alınmamalıdır. Sorunun özü ortaya konmalı, devrimciler
açısından sorunun önemi açığa çıkartılmalı ve bu yaptırıma
karşı temelde alınması gereken tavır saptanılmalıdır.
"İlkedir", "ilke değildir" tartışmaları
bizi hiçbir yere götürmez. Bu güne kadar birçok tartışmada
gördüğümüz gibi, kimine göre ilke olan, kimine göre
ilke olmayabiliyor. Bu güne kadar birçok sorunda bu
ikilemle hareket edilmiş, düşmana taviz verilmemesi
gerektiği halde "nasıl olsa ilke değildir"
düşüncesiyle düşmana taviz verilmiş, böylece önemli
prestij kayıplarına uğranılmıştır.
Tekrarlarsak, TTE disipline etme, siyasi tutukluluk
ayrımının ortadan kaldırılmasına hizmet edecek bir dayatmadır.
TTE dayatıldığı anda sorun böyle iken, bu güne kadarki
gelişmeler, sorunu tam anlamıyla bir prestij sorunu
haline getirmiştir.
TTE Uygulaması Nasıl Bir Prestij Sorunu Haline Geldi?
Yukarıda belirttiğimiz gibi TTE cunta döneminde birçok
cezaevinde uygulanmaya başlanmış, devrimcilerin bu konuda
sağlıklı bir çizgi saptayıp hayata geçirmemelerinden
dolayı cunta uygulamalarından önemli ölçüde başarı elde
etmiştir. Bu anlamda cuntanın devamı niteliğindeki parlamento
görünümlü faşizme geçilmeye başlamasından sonra da faşist
kurumlaşma koşullara uygun bir şekilde devam etmiştir.
Ülke genelindeki kurumlaşmanın cezaevine yansıması ise,
cezaevindeki direniş odaklarını ortadan kaldırmak, etkisizleştirmek,
denetim altına almak biçiminde yansımıştır.
Oligarşik faşist yönetim tüm alanlarda denetimi sürdürüp
gelişecek mücadeleyi baştan itibaren engelleyip bastırmak
isteğindedir. Bu amaçla ülke genelinde "son kalıntıları
yok etmek" adı altında operasyonlar düzenleyerek
halka saldırmakta, cuntadan farklı olmadığını kabul
ettirmeye çalışmaktadır. Ülkede bu tür operasyonlar
sürdürülürken emsali faşist ülkeler ve kendi deneyimlerinden
çıkardıkları derslerle, cezaevlerinde direnen devrimcilerin
gelecekleri için tehlike oluşturacakları sonucuna varmışlardır.
Bu tehlikeyi bertaraf etmek için cezaevindeki direniş
odaklarına saldırmaktadırlar. Bu amaçla faşist oligarşik
devlet bu gün cezaevlerine yönelik saldırılarını artırmış,
ve cezaevleri yönetimi merkezileştirilmiştir. Bu saldırıların
en barizi tüm ülkede TTE uygulamasının başlamasıdır.
Faşizmin cezaevlerine yönelik bu politikası birçok cezaevinde
uygulanabilirken başta İstanbul bölgesi cezaevleri olmak
üzere bazı cezaevlerindeki devrimci tutuklular, bu politikaya
karşı direnmiş ya da belli bir kesimi direnmiştir. Bu
direnişler esasta giymemek, yırtma biçiminde fiili direnişle
sürdürülürken yer yer de AG vb. eylem biçimleriyle bu
politikalar boşa çıkarılmaya çlışılmıştır.
TTE İstanbul'da ilk olarak Sağmalcılar'da uygulanmaya
başlanmış, devrimciler temelde fiili olarak giymeme
tavrı almışlardır. Giyim tavrı yanında zamansız ve örgütsüz
AG eylemi yenilgi ile sonuçlanmıştır. Cunta bu yenilgiden
yararlanmış, başta Metris olmak üzere cezaevlerine yönelik
saldırılarını yoğunlaştırmıştır. Bir dönem önce de TTE
Metris ve Sultanahmet'te uygulanmaya başlanmıştır. Cunta
bu uygulamayı yaparken devrimci güçlerin dağınık olduğunu,
en önemli silahlarından birini boş yere, zamansız kullandıklarını
biliyordu. Bunu bildiği için de saldırılarını yoğunlaştırmış
ve devrimcilerin tüm haklarını gaspetmiştir. Faşist
güçlerin TTE uygulamasına karşı devrimciler, giymeme,
yırtma, mahkemelerde yırtarak teşhir etme vb. direniş
biçimleriyle karşı koymuşlardır.
Devrimcilerin aldıkları bu doğru tavırlar sonucu sorun
kamuoyuna duyurulmuş, düşmana ise TTE giyilmeyeceği
ve giydirilemeyeceği mesajı verilmiştir.
Düşman güçler, devrimcilerin bu tavrına karşı Metris'te
kısmen dayak yanında tüm hakların gasbı, Sağmalcılar
ve Sultanahmet'te tüm hakların ortadan kaldırılması
tavrına girmişti. Düşman bu politikasından sonuç almayı
ümit etmektedir. Çünkü İstanbul dışındaki birçok cezaevinde
düşmanın bu politikası sonuç vermiş, birçok devrimci
TTE giymiştir. Düşman TTE'nin giyildiği cezaevlerini
kendine emsal almakta, bu yolla başarı elde edeceğini
umut etmektedir. TTE'nin dayatıldığından bu güne kadar
belli bir süreç geçmiştir. Bu süreç içinde devrimciler
TTE uygulamasına karşı çeşitli biçimlerde direnmişlerdir.
Sorunu kamuoyuna duyurmuşlar, giyilmeyeceğinin düşmana
kabul ettirilmesi açısından önemli adımlar atılmıştır.
Yine bu süreç içinde düşman çeşitli baskılara baş vurmuş,
tüm haklarımızı gasp etmiştir ve elimizdeki imkanları
da gasp etmeyi planlamaktadır. İşte bu süreç içinde
düşmana karşı alınan tavırlar TTE'yi bir devrimci prestij
sorunu haline getirmiştir. Bu prestij gelenek haline
dönüştürülmeli TTE giyilmemelidir.
Arkadaşlar,
Devrimci güçler nerede olursa olsunlar karşı devrimci
güçlerle sürekli bir mücadele halindedirler. Bu mücadeleyi
cunta koşullarında cezaevlerinde yatan devrimciler hergün
benliklerinde hissetmişlerdir. Düşmanın amacı, haklı
olan mücadelemizi yok etmek, bizi uğruna savaştığımız
ideallerimize ihanet ettirmektir. Devrimciler açısından
sorun, devrimci mücadeleyi ayakta tutarak, haklı mücadelenin
bayrağını yükseklerde tutmaktır. Devrimciler açısından
bu nasıl gereklilik ve zorunluluksa düşman açısından
da kendi düzenini devam ettirmek ve siyasi muhalefeti
yok etmek, etkisiz hale getirmek bir gereklilik, bir
zorunluluktur. Düşman, dün olduğu gibi bugün de amacından
vazgeçmemiştir. Ancak farklı yöntemlere başvurmakta,
daha az tepki görecek yöntemlerle saldırmaktadır. TTE
bu dolaylı yöntemlerden biridir, bu yolla devrimcilerin
prestijini yok etmek amaçlanmaktadır. Devrimcilerin
faşist saldırılara karşı direnme gelenekleri yaratmaları
engellenmeye çalışılmaktadır. Faşist devletin "Kadir"
olduğu demogojisi devrimcilere de dolaylı yollarla kabul
ettirilmeye çalışılmaktadır. Bu noktada devrimci görev,
düşman taktiklerini boşa çıkarmak, devrimci direniş
geleneğini sürdürmek, devrimci prestiji ayakta tutmaktır.
Bu konuda dezavantajlarımızın olduğu açıktır.
Bugün İstanbul dışındaki c. evlerinin %90'ı TTE uygulamasını
kabul etmiş durumdadır. Bu durum başlı başına devrimciler
için bir dezavantaj, düşman içinse önemli bir avantaj
ve umut kaynağıdır. TTE konusundaki tavrımızı saptarken
dezavantaj ve avantajlarımızın tümünü hesaba kattık
ve sorunun uzun bir süre gerektirdiğini de düşündük.
Ancak tüm olumsuzluklara rağmen sabırlı, uzun süreli
bir mücadele ile başarıya ulaşılacağına inanıyoruz.
Bu mücadelenin uzun, zorlu olduğu ve fedakârlık istediği
bu günden açıktır. Zira düşman tüm dış bağlantıları
kesmeye yönelmiş, savunma hakkımızı kısıtlamış, tüm
sosyal haklarımıza el atmıştır. Daha da atacaktır. Düşmanın
bu yaptıkları karşısında gerilememek gerektiği açık
olduğu halde bu gün bazı yanlış eğilimler ortaya çıkmaktadır.
Burada bu eğilimlere kısaca değineceğiz. Söz konusu
yanlış eğilimler, özünde şu şekilde ortaya çıkmaktadır:
"TTE merkezi bir uygulamadır. Tüm Türkiye'deki
cezaevlerinde giydirilmiştir. Başarı şansımız yoktur.
Giymediğimiz için birçok hakkımız kısıtlanmış, ortadan
kaldırılmıştır. Bu şartlarda giymemek tavrı hiçbir şey
ifade etmez. Bazı sosyal imkanlar elde ederek TTE giyelim."
Öz olarak böyle ifade edebileceğimiz yanlış eğilimleri
bazı siyasi gruplar ve siyasetler açık açık ifade ederken
bazıları ise nabız yoklamada ve dolaylı yollara baş
vurmaktadırlar. Şu anda bu eğilimleri tam kesinleşmediği
için konunun üzerinde fazla durmuyoruz. Ancak bu eğilimlerin
sahiplerine ve tüm siyaset mensuplarına hatırlatmakta
yarar var: Bu güne kadar İstanbul cezaevlerinde TTE
giymeyip tavır alırken karşı devrimci güçlerin nasıl
davranacaklarını bilmiyor muyduk? Bilmiyorduk denemez
zira herşey apaçık ortadaydı. Bir sorunun kısa vadeli
olmadığı da ortadaydı. Tüm bu gerçeklere rağmen giymeme
tavrı alındı. Bu eğilimlerin sahiplerini uyarmayı devrimci
bir görev olarak görüyoruz.
Sonuç olarak bu gün varolan ortamda TTE'nin kazandığı
boyut gözönüne alındığında hiçbir sosyal hak karşılığında
giyilmemelidir. Kaldı ki TTE giyildikten sonra elde
edilecek sosyal imkanlar hangi devrimci prestijle korunacak?
Korunacağını zannetmiyoruz. Ve kazanımlar, prestij kaybının
yerini doldurmayacaktır. Atılacak bir geri adım düşmanda
varolan "Birkaç ay direnirler. Yasaklar karşısında
dayanamazlar sonra giyerler" umudunu gerçekleştirmiş
olacaktır. Bu tavır düşmanı birçok konuda umutlandıracak
ve başka yaptırımlar dayatacak, dayattığı yaptırımlar
ise devrimcilerce kabul edilmediği zaman yine aynı yasak
koyma yöntemlerine baş vuracaktır. Bu noktada başta
İstanbul'da direnen cezaevleri olmak üzere direnen tüm
cezaevlerindeki devrimciler düşmanın baskı ve hak gasplarına
karşı özel olarak direnişi sürdürmelidir. Bu direniş
zamanla diğer cezaezaevlerinide etkileyecektir. Uzun,
sabırlı ve fedakarlık isteyen bir direniş göze alınmalıdır.
Düşmanın "yasaklar karşısında dayanamazlar"
beklentisi boşa çıkarılması ve TTE giyilmemesi tavrı
gelenekselleştirilmelidir. Geleçeğe miras olarak bırakılmalıdır.
TTE'nin düşman tarafından dayatılmasının amaçlarını
ve alınması gereken tavrı ortaya koyduk. Ancak eksik
olan birşey var, nasıl başarıya ulaşacağız sorunu. Bu
konuyu burada fazla açmayacağız. Çünkü herşeyden önce
siyasetlerin TTE'yi nasıl gördükleri açığa çıkmalıdır.
Giymeme tavrını sürdürecek olan siyasetlerle eylem ve
direnme programı üzerinde daha geniş tartışırız. Ancak
kısaca belirtecek olursak, TTE uygulamasının geriletilmesi
ve ortadan kaldırılmasında uzun süreli, sabırlı, kararlılık
ve fedakarlık gerektiren bir direnme çizgisi zorunludur.
Başarı salt İstanbul cezaevlerindeki direnmelerle ve
eylemlerle elde edilemez. Başarı genel olarak ülkemizdeki
devrimci demokratik muhalefetin desteğini alarak cezaevlerindeki
mücadelenin yükseltilmesiyle yakın ilinti içindedir.
TTE'nin dışındaki hakların elde edilebilmesi de kısa
bir süre icinde olmayacaktır. Düşmanın TTE giyeceğimiz
doğrultusundaki umudu kırılmadan diğer sosyal imkanların
elde edilmesi de pek olanaklı değildir. TTE giymemek
konusundaki kararlı tavrımız bir taraftan düşmanın umudunu
yıkarken diğer taraftan birçok cezaevinin mücadeleye
katılmasını beraberinde getirecektir. Bu süreç sonunda
TTE dışındaki hakların kazanımı için İstanbul cezaevlerinde
baş vurulacak çeşitli eylem biçimleri yanındaki hakları
elde edebiliriz. TTE giymemek kaydıyla, TTE'nin ortadan
kaldırılması daha kapsamlı bir mücadele ile mümkündür."
Hem o sürecin cezaevi bildirilerine örnek oluşturması,
hem de Tek Tip Elbise konusundaki tavrı ortaya koyması
açısından buraya aktardığımız bu bildiride de görüldüğü
gibi Elbise'nin giyilmemesi özellikle o dönemin koşullarında
zorunlu görülüyordu.
O günlerde sadece ülke içinde değil, uluslararası kamuoyunda
ve basında da tek tip elbiseden sözediliyordu.
Cunta'dan sonra ilk kez Sultanahmet Cezaevi'nde gündeme
getirilen Tek Tip Elbise, orada kısa bir süre giyildi.
Düşman, TTE'nin yanısıra İstiklâl Marşı söylenmesini,
komutanım demesini, esas duruşa geçilmesini dayatıyor
ve azgınca saldırıyordu. Bu saldırılara karşı fiili
olarak direnen arkadaşlarımız, orada bulunan bütün siyaseltlerle
birlikte TTE'yi giydiler. Bu bir boyun eğme olayı değildi.
Çünkü herşeye direniliyordu. Yanlış, TTE'yi doğru değerlendirmeme
noktasında yapılmıştı ve bu yanlışın kendi payımıza
özeleştirisini veriyoruz.
Daha sonraki süreçte ise, 1983'ün Haziran'ında Metris'ten
Sağmalcılar 2 nolu Özel Tip Cezaevi'ne hücrelere götürülen
devrimcilere TTE dayatması getirildi. Devrimciler, cezaevi
girişinde dayatılan ve zorla giydirilmek istenen TTE'ye
karşı direndiler. Bu dönem, zamansız ve gereken ön hazırlıklar
yapılmadan girişilen süresiz açlık grevinin yenilgi
ile sonuçlandığı ve bundan yararlanan düşmanın başta
Metris olmak üzere tüm cezaevlerinde saldırılarını yoğunlaştırdığı
dönemdir.
Sağmalcılar Özel Tip'teki TTE dayatmasından sonra 1983
Ekim'inde Sultanahmet'te, 1984 Ocak ayında da Metris'te
TTE gündeme getirildi. Bu cezaevlerinde, direnişçilerin
hiçbiri TTE giymedi. Buna karşılık düşünülebilecek ne
kadar yaşama ilişkin aldıkları hak varsa hepsi gaspedildi.
TTE, zorla giydiriliyor, döverek, soyarak kolu bacağı
takılan elbise, askerlerin elinden kurtulur kurtulmaz
yırtılıyordu. Mahkemelere çıkılırken de zorla giydirilip
kelepçe takılan devrimci, mahkeme salonunda kelepçesi
çıkarılır çıkarılmaz bu konuda bir açıklama yaparak
elbiselerini çıkarıyor ve heyetin önünde yırtıyordu.
Her zaman olduğu gibi, "mahkeme nizamını bozucu
davranıştan" dolayı dışarı atılması emrediliyor,
devrimci direniyor, coplanarak, sloganlar arasında dışarı
çıkarılıyordu...
TTE giymeyenlere sivil elbise de verilmiyordu ve Ocak-Şubat
gibi aylarda 1. Ordu Karargahı olan Selimiye'nin koridorlarında
üzerinde sadece donu olan (ve bir de kelepçesi) insanlar
dolaşmaya başlıyordu. Bu, gerçekten çok ilginç bir görüntü
idi. Mahkemelerin bir kısmı Selimiye'de yapılıyor ve
direnişçiler TTE giymedikleri için, başka bir elbise
de verilmemesi nedeniyle çıplak dolaşıyorlardı. Düşmanın
buna karşı yapabileceği hiçbirşey yoktu. Mahkeme salonuna
donla giren tutsağı görünce başlarını öteki tarafa çeviren
askeri yargıçlar, "çabuk çıkarın, çabuk çıkarın"
diye bağırışıyorlardı. Giderek bu çıplaklığı kanıksadılar
ve "nizami kıyafetle gelmeyen tutuklu, bu nedenle
salondan çıkarılmıştır" şeklinde sakin sakin tutanaklarını
tutmaya başladılar.
Bu "kıyafetleri" ile (ve ayakkabıları da alınarak)
havalandırmaya atılan tutsaklar karın ve buzun üzerinde
ve kar ya da yağmur yağarken saatlerce bekletiliyorlardı.
Düşman, fırsattan istifade yeni bir işkence yöntemi
keşfetmişti.
Bütün bunların yanısıra yine ziyaret, havalandırma,
avukat görüşü ortadan kaldırılmıştı. Metris'te fiziki
saldırılar tırmandırılırken Sağmalcılar ve Sultanahmet'te
uzun süreli yasaklarla sonuç alma programı uygulamaya
konulmuştu.
Düşman Metris'e tekrar bütün gücü ile yüklenmeye başlamıştı.
Çünkü, Sağmalcılar 2. nolu cezaevine, örgütlerin daha
ileri gördüğü kadrolarını sevkedip bunları orada hücrelere
kapatıktan sonra Metris'in direniş yapısının çok zayıfladığını
düşünüyordu. (Sağmalcılar 2 nolu cezaevine götürülen
devrimciler orada 2.5 yıl hücrelerde kapalı tutulmuşlardır)
Mücadele, uzun ve zorluydu. Direnişin ısrarla sürdürülmesi
gerekiyordu. Yaşamın direnişle özdeşleşmesi gerekiyordu.
İnsanların direnmekten başka bir alternatif düşünmemeleri
gerekiyordu.
Fakat 1984 başlarından itibaren direnişte göreceli bir
gevşeme başladı. Daha önce kişiler bazında yaşanan çözülme
bu kez siyasetler bazına sıçradı. Birçok siyaset TTE'nin
giyilmesi gerektiğini savunmaya başladı. Giyme giymeme
çatışması olarak tanımlanabilecek yoğun bir iç tartışma
dönemine girildi. Siyasi literatürün her türden "geri
çekilme" savları moda haline geldi. TTE'nin, verilecek
sosyal haklar karşılığında giyilmesinin doğru olacağı
savunuldu, kitleye "giyinin" çağrıları yapıldı.
Onlara göre eğer TTE giyilmezse "Metris Mamaklaşacaktı"...
Sonuçta, bazı siyasetler TTE direnişine son vermek için
aralarında bir platform oluşturdular. 1985'in ilk aylarında,
siyasetlerin çoğunluğu TTE'nin giyilmesini savunur durumdaydı.
Platform artık çoğunluğu sağlamayı da başarmıştı.
MLSPB'nin o günlerde TTE konusundaki belirlemeleri değişmemişti:
"1- TTE direnişi neredeyse bütün cezaevlerinde
kırılmıştır. Bu konuda İstanbul Cezaevleri direniş odağı
durumundadır. TTE'nin ortadan kaldırılması uzun süreli
bir direnişle mümkündür. Soruna kısa vadeli bakılmamalıdır.
Direniş sürdürülmeli, özellikle prestij sorunu haline
gelmiş TTE direnişine son verilerek prestij kaybına
uğranılmamalıdır.
2- Düşman diğer cezaevlerinde sonuç almış, İstanbul
Cezaevlerinde de sonuç alacağını daha fazla umar olmuştur.
Bu dayatmasının ardından başka dayatmalar da gündeme
gelecektir. Düşman umutları boşa çıkarılmalıdır.
3- İstanbul Cezaevleri'nin bütünlüklü olarak direnişi
sürdürmesi, gelecek direnişler açısından önem taşımaktadır.
Diğer Cezaevleri de süreç içinde bu stratejiye çekilmeye
çalışılmalıdır.
4- TTE'nin niteliği ve gelinen aşamada kazanılan boyut
belli sosyal hakların kazanılmasına feda edilemeyecek
bir gerçeği ortaya koymaktadır. Bazı haklar elde etmek
için böyle bir pazarlığa girişilmemelidir."
Fakat siyasetlerin çoğunluğu TTE elbise giyeceklerini
ve "geriçekilme taktiği uygulayacaklarını"
açıkladılar. Bunun üzerine yeni bir değerlendirme yapma
gereği duyuldu. Giyilmemesi yolunda sonuna kadar diretildiği
halde bu "iç mücadelede" başarı sağlanamamıştı.
Çoğunluğun giymesi durumunda bir azınlığın giymeme tavrı,
TTE'den sonra geleceği görülen yeni saldırı dalgasına
karşı direnişte ciddi bir parçalanma yaratacaktı. Bir
tecrit durumu ortaya çıkacaktı. Ve bunların doğuracağı
sakıncalar, dönemi karşılarken ciddi sorunlar getirecekti.
Bunların yanısıra, azınlığın giymemesi, esas sorun dan
prestij meselesinde amaca ulaşma konusunda yeterli değildi.
Bu görüşler temelinde, MLSPB'nin de çoğunluğa uyacağı
duyuruldu. Yalnız bu duyuruda ısrarla vurgulanan bazı
noktalar vardı. TTE konusunda düşmana değil, giymek
isteyen arkadaşlara (gruplara) verilen taviz, başka
dayatmalarda da aynı gerekçelerle taviz verileceği anlamına
gelmemektedir. Ve bu tavır, TTE dışında başka hiçbir
dayatmaya getirilmediği koşullarda geçerlidir. Eğer
başka dayatmalar gündeme getirilirse TTE giyme tavrı
da gerekçelerini yitirecek ve TTE çıkarılıp atılacaktır.
Aynı dönemde TTE'nin giyilmemesini savunan diğer iki
siyasetten biri, Sağmalcılar'da giymeme Metris'te giyme
tavrı almışlardır.
Nisan 1985'te TTE fiilen gündeme geldi. Fakat öngürüldüğü
gibi TTE ile birlikte başka dayatmalar da gündeme getirildi.
Kimlik almayana TTE verilmeyeceği belirtildi.
Metris'te ise devrimcilerin zayıflar durumunu göz önüne
alan düşman, elbisenin önünün iliklenmesini dayattı.
Koğuşlara dağıtılmış olan elbiseler, ön ilikleme kabul
edilmeyince geri toplandı.
MLSPB, daha önce açıkladığı gibi, TTE ile birlikte kimlik
uygulaması da gündeme getirildiği için TTE de giymedi.
Dolayısıyla her iki cezaevinde de TTE giyilmemiş oldu.
Aynı dönemde Metris'te ön ilikleme dayatmasından vazgeçilmesi
üzerine, henüz sağmalcılar'daki dayatmayı öğrenemeyen
MLSPB taraftarları 15 gün TTE giymişlerdir. Aynı günlerde
Sağmalcılar'a sevk oldukları için giderken elbiselerini
çıkarıp idareye teslim etmişler ve TTE giymeye son vermişlerdir.
Kısa bir süre sonra Sağmalcılar 2 nolu cezaevi (özel
tip) kapatılmış ve tutsaklar tekrar Metris'e getirilmiştir.
Metris'te TTE uygulaması son bulmuş ve 1986 Şubat'ında
bu dayatma gündemden kalkmıştır.
Çok kısa süre, yukarıda söz edilen koşullarda giyilmiş
olsa da, bu tavır bir hatadır. Sevklerden sonraki süreç
yumuşama sürecidir. Ve giderek genişleyen bir rahatlama
süreci başlamıştır.
TTE sürecinde iki siyasetin gündeme getirdiği ölüm orucu
konusunda, ölüm orucuna karşı olunduğu için bu eylemin
karşısında olunmuştur. Artık eşofman vb. pazarlıkların
yapılmaya başlandığı bir sürecte başlatılan bu direniş,
döneme, amaca, uygunluk açısından eleştirilmiştir.
Ve eylem başladıktan sonra, eylemin programı, süreci
onaylanmadığı halde devrimci dayanışma duygularıyla
bu direnişçilere destek verilmiştir.
Bu eylemde yaşamlarını kaybeden 4 direnişçi, Metris
(İstanbul Cezaevleri) tarihinin onurlu şehitleri olarak
anılacaklar, hepimiz tarafından.
ANMALAR, PROTESTOLAR
Metris'li devrimciler, sadece "direnmekle"
kalmamış, koşullarına uygun bir siyasal tavır tarzı
yaratarak, ne kadar zorlu bir dönemde olunursa olunsun
bu tavırlarından vazgeçmemişlerdir. Anmalar ve protestolar
başlığında topladığımız eylemlerini, Metris'in ilk dönemlerinden
kapanışına kadar sürdürmüşlerdir. Metris'in "kapanışı"
olarak sözettiğimiz durum, siyasal tutsakların tümünün
bir gecede boşaltılması ve daha sonra Metris'e sadece
sivil mahkumların konulmaya başlamasıdır.
Başlangıçta, yine bütün direnişçi siyasi grupların ortak
kararıyla, 30 Mart (Kızıldere Şehitlerinin Anılması),
6 Mayıs (Deniz, Yusuf, Hüseyin'in anılması), 18 mayıs
(İbrahim Kaypakaya'nın anılması) günlerinde, ülkenin
devrim tarihinde sembolleşen devrimcilerin anılmasının
yanısıra, onların nezdinde, katliamlar, idamlar ve işkenceler
protesto ediliyor, devrimcilerin bütün bunlar karşısındaki
kararlılığı ortaya konuyordu.
Metrisliler'in "dışa dönük anma" olarak tanımladığı
bu günlerde, yine bütün devrimcilerin katlımıyla hazırlanan
ortak bir metin okunuyor, havalandırmalara yönelik sloganlar
atılıyor, marşlar söyleniyordu.
Bu anma günlerinin dışında, Maraş katliamının protestosu
ve 1 Mayıs kutlamaları da "dışa dönük" gerçekleştiriliyordu.
1 Mayıs kutlamaları için günler öncesinden hazırlıklar
yapılıyor, sloganlar, marşlar, türküler, halaylar eşliğinde
emekçilerin bu özel günü kutlanıyordu.
Anmalar ve protestolar, kendi içeriklerinin yanısıra,
devrimciler arasındaki güçbirliğini ve kararlılığı göstermek
açısından da önemliydi. Bu eylemliliklerde yaşanan coşku,
atılan sloganların ifade ettikleri, hem devrimciler
ve hem de burun buruna yaşadıkları düşman açısından
önemliydi.
"Kızıldere Şehitleri
Ölümsüzdür
Işkencecilerden Hesap
Soracağız
Devrim Şehitleri Ölümsüzdür
Idamların Hesabını Soracağız" gibi sloganlar, açlık
grevleri, operasyon günleri esnasında dahi, anmalar
dolayısıyla atılıyor ve devrimcilerin sadece birer direnişçi
olarak bulundukları mevzide tutunmaya çalışan insanlar
olmadığını, siyasal özlerinin ve amaçlarının da herşeye
rağmen değişmediğini gösteriyordu.
Bu genel anma günlerinin dışında, o süreçte yapılan
idamlar da aynı şekilde protesto edilmiştir. Öte yandan
çeşitli şekillerde katledilen devrimciler, bağlı bulunduğu
yapının, bütün devrimcilerin katılımını sağlayabilecek
şekilde hazırladığı, metin ve programlar dahilinde koğuşlarda
anılmıştır. Hemen her gün devrimcilerin katledildiği
12 Eylül günlerinde sürekli dışa dönük anma ve protesto
yapmak, bu eylemlerin içini boşaltacağı, etkisini kıracağı
için sözkonusu yöntem seçilmiştir.
CANLI BİR YAŞAM OCAĞI: METRİS
Metris sadece bir direniş odağı değildi, aynı zamanda,
devrimci coşku ve kararlılığın yanısıra, tüm insanca
duyguların da canlı bir şekilde yaşandığı bir ocaktı.
Bir abartma, bir ajitasyon sözü olmanın gerçekten çok
ötesinde, alev alev bir yaşam ocağı idi Metris.
Mücadelenin ve direnme başarısının yarattığı insanca
güç ve moral, oradaki insanları son derece yaşama bağlı
ve dinamik kılmıştı. Sevinçler, acılar, ayrılıklar,
öfkeler, hüzünler, coşkular, özlemler, kararlılıklar,
sevgiler, sevdalar doludizgin yaşandı. İnsanlar, "imkansız"a
rağmen iradi mutluluklar yaratma başarısının ne anlama
geldiğini kanıtladı. Bu anlamda, "dışardakiler"den,
kesinkes daha özgürdüler.
Dışardakiler değil, içerdekiler moralin pınarı oldular.
Bunu direnerek akıttılar dışarıya, bunu gözbebeklerindeki
ışıltıyla akıttılar, bunu sözcükleriyle akıttılar. Akıtabildiler
çünkü sarfettikleri sözcüklere gerçekten inanıyorlardı,
o sözcükler beyinlerinden ve yüreklerinden akıp geliyordu
ve o sözcüklerin insanı idi.
Böylelikle karanlıkta gömülü bir umut ateşi oldular.
Binlerce insanın yaşamı, "içerdekiler çıkınca"
momentine bağlandı. Binlerce umut, o anı bekleyerek
yaşadı.
İçerdekiler kendilerini bir bekleme girdabına kaptırmadılar.
Yaşamı orada ördüler, orada hamile annelerin getirdiği
yeni canlar filizlendi. Orada tadı onyıllarca unutulmayacak
eğlence geceleri düzenlendi. Geceyarılarına kadar şarkılar,
türküler fasıllarla gökyüzündeki nöbetçi yıldızlara
yaşama ve irade dersi verildi.
Düşmanın disiplinini reddeden tutsaklar, kendi içlerinde
bir düzen ve disiplin oluşturdular, temizliğe, ortak
emeğe, paylaşıma büyük önem verdiler. Büyük komünler
halinde yaşadılar, bazan bu komünler, "havalandırma
komünü" denilen büyük çaplara ulaştı. İletişimin
daha sınırlı olduğu havalandırma aşırı kesimlerle de
olanakların elverdiği ölçüde dayanışma ve yardımlaşma
sürdürüldü. Komünler sadece yiyeceğin değil, bütün ihtiyaçların
paylaşıldığı organizasyonlar haline getirilmeye çalışıldı.
Koğuş nöbetçilerinin sabahın çok erken saatlerinde kalkarak
temizliği yaptığı, kahvaltıyı hazırladığı ve arkadaşlarını
sayım için uyandırdığı günler, genellikle eğitim, spor,
sohbet ve tartışmalarla sürdü. Geceleri daha genel programlarda
koğuştaki tüm insanların toplu etkinlikler yapması gündeme
geliyordu. Yabancı dil dersleri, tiyatro çalışmaları
ve doğaçlama tiyatro gösterileri, folklor çalışmaları
genel programların parçalarıydı.
Binbir güçlükle içeriye sokulan ve koğuşlarda kalem
uçlarıyla pelurlara mikroskobik boyutlarda yazılarak
çoğaltılan Marksist-Leninist klasikler tekrar tekrar
okunuyordu. Dışarda kitapçıdan alınarak normal boyutlardaki
harflerle okunan biçbir klasik ya da hiçbir kitap kuşkusuz
hiçbir zaman bu denli değerli olmamış ve bu kadar özenli
okuyucular bulamamıştır.
Olumsuzluklar, "çelişkiler" olmamış mıdır
bu yaşamda? Elbette olmuştur. İnsanın ve insan ilişkilerinin
bulunduğu her ortamda sorunun da olması kaçınılmazdır.
Üstelik çok boyutlu ilişkilerin olduğu küçük ve kalabalık
bir mekan, sorunların da yoğun olduğu koşullar demektir.
Sorunlar doğaldır ama sorunları yenme başarısı göstermemek
devrimciler için doğal olmamalıdır. Her düzeyden devrimci
ve ilerici insanın, onlarca farklı sol görüşün, onlarca
farklı ortam, ilişki ve kökenden gelmiş insanın bir
arada bulunduğu bu koşullar, sonuçta sorunların değil
ortak bir eylem ve yaşam biçiminin ağır bastığı koşullar
haline getirilmişse, bu anlamda da başarı sözkonusu
demektir.
Sonuç olarak; Metris Tarihi örnek bir tarihtir. Sadece
cezaevleri mücadelesi bağlamında değil, ülkenin o sürecindeki
önemi açısından da bu değerlendirmeyi haketmiştir. Devrim
Mücadelemiz, bu başarıyı yaratan bütün devrimcileri
saygıyla sayfalarına geçirecektir.
Direnen ve Uzun Yolumuzda
Yeni Direnişler Yaratacak Olan
Devrimcileri Selamlıyoruz.
|