Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

"SAVAŞ HALİ HÜKÜMLERİ"NE KARŞI GELİŞTİRİLEN MAHKEME PROTESTOLARI
Devrimci, demokrat, yurtsever güçlere şiddetin bütün biçimleriyle saldıran 12 Eylül Faşist Cunta'sına karşı genel bir direniş gösterilememesi, sürecin uzamasını ve kalıcılaşmasını belirlemiştir. Bu saldırı dalgasının üzerinde azgınca sürdürüldüğü kesim, tutsaklardır. Siyasi polisteki, cezaevi süreçlerindeki işkence, mahkemelerde de devam etmiştir. Buralar da birer yok etme merkezine dönüştürülmüştür. Faşizm, bütün kurum ve olanaklarıyla halkı ve her türden muhalefeti sindirerek düzenin uysal köleleri haline getirmeyi hedeflemiş, bunda da büyük ölçüde başarılı olmuştur. Birinci hedefi olan devrimci muhalefetin bazı çıban başları ile uğraşırken başarılı olamayınca ise daha çok azgınlaşmıştır. Asker, polis, MİT, siyasi polis, cezaevi yönetimleri, mahkemeler tam bir koordinasyon içinde uğraşlarını sürdürmüşlerdir.
Mahkemeler, savaş hali hükümlerinin uygulandığının açıkça ilan edildiği farklı bir terör merkezi olmuştur. Kararların doğrudan cunta tarafından bildirildiği mahkemeler, sözgelimi bir Amerikan heyetinin ülkeyi ziyareti esnasında Amerikan ajanlarını cezalandıranları idam etmek gibi acil kararlar alabildikleri gibi yargı sürecinde de cuntanın tarzını sürdürmüşlerdir. Bazı mahkeme üyeleri siyasi şubelerdeki sorgulamalara bizzat katılmıştır. İşkence raporlarını ve hatta somut işkence sonuçlarını görmezden gelen mahkemeler, gerekli gördüklerinde bizzat emir vererek tutsakların mehkeme salonunda coplanmasını sağlamışlardır. Siyasi polisle yapılan işbirliği, cezaevi idareleri ile de yapılmış ve bu üçlü sacayağının cenderesindeki tutsaklar sadece direnme haklarını kullanmışlardır.
Yaygın tutsak almaların, katliamların yapıldığı, kendi düzeni ve kuralları dahi olmayan, terörizmin devletleştirildiği 12 Eylül döneminin ilk açılan toplu davalarından biri de MLSPB davasıydı. 300'ü aşkın devrimcinin yargılandığı İstanbul duruşmalarının ikinci oturumu, Metris'teki açlık grevinin bitmesinden bir gün sonra, 20 Mayıs'ta yapılmıştır. Açlık grevi esnasında çıkarıldıkları ilk duruşma suç duyuruları ve açıklamalarla geçmiştir. Bu duruşmada ise heyet, sorgu verilmesini istiyordu. Yüze yakın sanığın 146/1'den, yani idam istemiyle yargılandığı bu davada sanıkların sorgu hazırlığı yapacak koşulları olmamıştı. Sürekli baskı ve işkence altında yaşatılmışlar, savunma meteryallerine el konulmuş, avukatlarıyla sağlıklı görüşmeler yapamamışlar ve savaş hali hükümleri denilerek günün birinde kırık kafalar ve şiş gözlerle bir heyetin karşısına çıkarılmışlardı. Heyet, bir savaş durumundan söz ediyor ve başka şansları olmadığını anlatıyordu.
Bunun üzerine tutsaklar, faşizmi, cuntanın ülkedeki uygulamalarını, işkence ve baskıları anlatarak mahkemeyi farklı bir siyasal hesaplaşma ortamına dönüştürdüler. Koşulları protesto ederek sorgu vermeyeceklerini bildirdiler. İlk defa bir davanın bütün tutsakları topluca, zorunlu bir aşama olan sorguyu reddediyordu... Yine çaresiz kalan karşı taraftı ve sonuçta "sorgusuz yargılamaya devam etme" kararı alındı. MLSPB davasında "sorgu" yapılamamıştı.
(Bu davada daha sonraki süreçlerde "savunma" da verilmeyecek ve bütün bunlara rağmen 22 idam, 49 müebbet, onca ağır hapis cezası hiçbir dayanağı olmadan kesinleşecekti. Tutsakların bir çoğunun siyasi polis ifadeleri de yoktu. Yani, hiç ifadesi alınmayan bir tutsak, idama mahkum edilebiliyordu. Kuşkusuz bu faşizmin "işi" idi. Ama devrimciler de kendi tarihsel görevlerini büyük bir başarı ve onurla gerçekleştirmişlerdi.)

TUTSAKLARIN CEZAEVİNDEN TEKRAR SİYASİ POLİSE GÖTÜRÜLMESİ VE BOMBALI OPERASYONLARI:
Bizim gibi ülkelerde siyasi iktidarların, ancak sürekli baskı ve zulümle ayakta durabilme şansı vardır. Her türlü demokratik gelenekten yoksun bir mekanizma, insan hakkı ve değerleri ile tanışmadan varlığını sürdürür. Egemen azınlık dışındaki bütün toplum, sürekli bir tehdit altındadır. Yaşam koşullarından, geleceğinden psikolojisine kadar yayılan bu tehdit ülkenin insan tipolojisini de belirler. Hangi alanda ve hangi aşamada olursa olsun mücadelenin doğru temeller üzerinde yürütülmesi ise, sağlam bir devrimci kültür dokusu ve bilinçli devrimci iktidar perspektifleri ister. Bunların zaafı, düşman karşısındaki uzun yürüyüşte tutunamamayı doğurur.
Elde edilen hakların korunması, yeni mevziler elde etmek için duraksamadan yürümek, giderek daha olgun anlayışlarla büyüyen mücadele sürekliliği, sınıf mücadelesinin alanlarından biri olması nedeniyle tutsaklık koşullarında da aynı ölçütlerle geçerlidir. Tutsaklık koşullarında da düşman tarafından hiçbir hak bağışlanmaz ve elde edilen hakların sürekliliği yoktur. Cezaevlerinde elde edilen haklar ve düşmana attırılan geri adımlar, direnişlerin, çeşitli eylem biçimlerinin ya kısa vadeli sonuçları ya da zamana yayılmış sonuçlarıdır. Düşman, geri adım attığı noktada durmaz. Fırsatını bulur bulmaz yeni saldırılara girişir ve bugün vermek zorunda kaldığı hakları yarın geri almak ister.
Metris'teki ilk açlık grevinden sonraki sürece bakıldığında da bu gerçekleri görürüz. Metris idaresi tutsakların kararlı direnişleri karşısında yenilgiler aldı, geri adım attı ama, bu saldırıların sona ereceği anlamına gelmiyordu. Açlık grevinden sonraki birkaç ay fiili saldırı yapılmadı. İşkenceler ve yaptırımlar geçici olarak durdu.
Ancak 1981 Haziran ayının sonlarına doğru yeni biçimlerle saldırılar tırmandırılmaya başlandı. Temmuz ayının sonlarında ise koğuşlara baskınlarla saldırılacaktı.
12 Eylül ile birlikte, ceza ve tutukevlerinden tutsakların "yeniden soruşturma" adı altında tekrar tekrar siyasi şubeye alınıp işkenceye çekilmesi "yasallaştırılmıştı." İşte bu dönem, Metris Cezaevi'nde de tutsaklar polise verilmeye başlıyordu.
Daha önce de cezaevlerinden bazı tutsakları şubeye almışlar, tutuklular buna karşı direnmişti. Temmuz sonunda, biri MLSPB'li diğeri TKP/ML'li iki kişiyi daha şubeye alacaklarını söylediler. MLSPB bu uygulamalar karşısında direniş kararına sahipti. Cezaevlerindeki diğer örgüt tutsakları da (DS hariç) aynı kararı almışlardı. DS, "yasal bir uygulamadır, engelleyemeyiz, sonuçta alır götürürler" gerekçesiyle bu konudaki genel direnişe karşı çıkıyor ve uygulamıyordu. MLSPB'li tutsakların bulunduğu E-11 koğuşuna Binbaşı Adnan, Binbaşı Fehmi ve Üsteğmen Beşir geldiler: "Sıkıyönetim komutanının emri var. Mutlaka alacağız. Arkadaşınızı verin" diye ısrar ediyorlardı. Tutsaklar; "Vermeyeceğiz, almanız da pek kolay olmayacak" diye kararlarını bildirdiler. Tartışmalar sürerken Binbaşı Adnan, "teknik çok gelişti, size yeni bir yöntem uygulayacağız" dedi. Üsteğmen Beşir: "Verin arkadaşınızı, vermezseniz içeriye bomba atacağız, o zaman siz yalvaracaksınız, bu defa biz çıkarmayacağız" diyerek Binbaşı'nın sözlerine açıklık getirince durum anlaşılmıştı. Tutsaklar, gaz ya da göz yaşartıcı bomba atılacağını düşünerek pencere camlarını kırdılar. Ağız-burun ve gözler için ıslak bezler hazırladılar. Birbirlerine kenetlenerek koğuş kapısında gövdeleriyle barikat oluşturdular.
Saldırıya karşı yine fiili olarak saldırma kararı verdiler. Metris idaresi polisle işbirliğinin sınırlarını genişletmişti. İstanbul 1. Şube polisleri, subayların eşliğinde havalandırma camlarından tüfeklerle gaz bombaları attılar. Atılan bombalardan dolayı koğuşlar ve koridorlar duman içinde kalmıştı. Beş dakika sonra askerler, coplarla, kalaslarla koğuşa girdiler ve tutsaklara saldırdılar.
Gaz bombalarının etkisine rağmen tutsakların gövdeleriyle oluşturdukları barikatı ancak yarım saatte çözebildiler Barikat sökülünce, barikattan kopardıkları her devrimciyi yine döverek yere yatırıp üzerine çöktüler ve ellerini arkadan kelepçelediler. Dayak, bu durumda da durmaksızın sürüyordu. Koridorlardan sürüklenerek geçirilen bu tutsaklar, başka bir bloktaki su içinde bırakılmış koğuşlara götürüldüler. Bu esnada tutsakların saçları da kesildi. Direnmeye devam ettikleri için bir sağdan bir soldan tutam tutam kesebiliyorlardı. İşkence yapılan tutsakların slogan seslerini, bütün cezaevinin attığı sloganlar tamamlıyordu. Bazı koğuşlar hem slogan atıyor, hem de mazgalları ve kapıları tekmeliyor, yumrukluyorlardı.
Şubeye götürülecek tutsak ismini söylemediğinden, kimi götüreceklerini saptamak için bir süre daha uğraştılar.
Bu operasyon tamamlanınca bu kez TKP/ML davasından olan tutsağın bulunduğu koğuşa yöneldiler. Bu koğuşa da gaz bombaları ile saldırdılar. Koğuştaki tutsaklar kararlı bir direniş gösterdiler. Binbaşı Fehmi, "teslim olun, etrafınız sarıldı" diyecek kadar kendinden geçmişti. Tutsaklar bu vahşi saldırıya karşı da gerektiği gibi direnerek yanıt verdiler. Direnen koğuştaki TKP/ML tutsakları da operasyondan sonra aynı biçimde, MLSPB'lilerin götürüldükleri koğuşlara götürüldüler.
Sözkonusu 2 devrimci emniyete götürüldükten sonra, E blokta bulunan, çoğunluğunu MLSPB davasından tutsakların oluşturduğu ama, çeşitli örgütlerden de tutsakların bulunduğu koğuşlar, olayları protesto etmek için açlık grevine başladılar. Cezaevinin bölümleri arasında gereken iletişim sağlanmadığı için bu eylem genelleşmedi ve üç gün sonra bitirildi. Aynı günlerde yine operasyonu protesto etmek için üç gün sayımlar oturarak verildi.
Metris'te sayımlar koğuşların "gazino" diye tanımlanan giriş bölümünde ayakta durularak veriliyordu. Ama bu esnada, düz nizami sıra, ön iliklemek, hazırolda durmak benzeri hiçbir tarza uyulmuyor, sadece saymalarına imkan verecek biçimde duruluyordu. Sayımlarda oturma, dağınık durma, yatakhanede oturma gibi biçimler de eylem tarzı olarak kullanıldı.
Bu arada, yukarıda sözünü ettiğimiz gaz bombası kullanımı, cezaevlerinde ilk ve son değildir. 1980'de Selimiye'de bulunan çeşitli örgütlerden tutsakların bir kısmının Sağmacılar'a sevk edilmek istenmesi sırasında "ya hepimiz ya hiçbirimiz" sloganı ile başlatılan isyan eylemi sırasında gözyaşartıcı bomba kullanılmıştır. Ardından yine 1980 yılında Selimiye'de çoğunluğunu MLSPB ve TKP/ML tutsaklarının oluşturduğu devrimcilerin yaşanmaz durumda olan Selimiye'nin boşaltılması için başlattıkları isyan eyleminde gaz bombaları kullanılmıştır. 12 Eylül'den sonra ise Sultanahmet'te, Metris'te kullanıldı. Bunları, 24 Aralık 1981'de Alemdağ Askeri Cezaevi'nde iki tutsağın (Hakan Mermeroluk (Kurtuluş Davası) ve Şeref Yazar) yaşamlarını yitirmelerine yol açan gaz bombalı saldırı izleyecektir.

SALDIRILARDA YENİDEN TIRMANMA:
Cezaevlerinde tutsaklara yönelik uygulamalar, "13/1 Talimatnamesi" denilen bir kurallar bütünü ile saptanmıştı. Bu talimatname, zor durumda kaldıkları zaman cezaevi yönetimlerince "Muhatabınız biz değiliz. Bu kurallar yukardan saptanmıştır. Dolayısıyla bizden esneklik beklemeyin" denilerek kullanılmaya çalışılmış ama direnişçi tutsaklar için bütün bu sözler hiç bir anlam taşımamıştır.
Talimatname, öncelikle tutsakları asker sayıyordu. Ve ardından bütün davranışlar ayrıntılarıyla kurala bağlanıyordu "...Gün aşırı sakal traşı olunacaktır, 15 günde bir üç numara saç traşı olunacaktır. Belirlenen saatlerde yatılacak, belirlenen saatlerde kalkılacaktır. Komün kurmak, birlikte yiyip içmek kesinlikle yasaktır. Sayım uygun giysilerle ve nizami bir şekilde verilecektir. Erler dahil tüm askeri personele "komutanım" diye hitap edilecektir. Koğuşun bazı bölümlerinde sigara içilmeyecektir. Gündüz yatmak yasaktır.."
Hiçbirine uyulmayan bu yaptırımlardan üç numara saç traşı dayatılması uzun süre Metris'in gündeminden inmemiştir. Tutsakların saçları, çeşitli nedenlerle yapılan başka operasyonlarda da zorla kesilmiştir.
Temmuz 1981'den itibaren hücre uygulaması yaygınlaştırılmıştır. Değişik gerekçelerle hücrelere alınmak isteniyor, her hücre olayı operasyona neden oluyordu. Tutsaklar hücre cezasına karşı direniş tavrı alıyorlardı Metris'te. Bu tür fikir ve eylem birliklerine "Genel Karar" deniliyor ve çoğunlukla siyaset oyuyla saptanmaya çalışılan genel kararlar genel bir direniş çizgisi haline getirilmeye, fire verilmemeye çalışılıyordu. Siyasetler bazen kendi görüşlerine rağmen eylem birliğine katılıyor ve "genel direniş" tavrına saygı göstererek birliği bozmamak konusunda özenli davranıyorlardı. Tutuklu kitlesinin çoğunluğu MLSPB, TKP/ML, DS, DY, HK davalarından oluşuyordu. Bunların dışında bazen sayısı onaltıyı bulan değişik siyasetten tutsaklar geliyor ve kararlarda her siyaset oyunu kullanıyordu. Hücre direnişinde başlangıçta DS karşı çıktı. Şubeye tekrar götürülme olayında olduğu gibi sonuçta nasılsa alıyorlar düşüncesine sahipti. Fakat bir süre sonra DS'li tutsaklarda bu direnişe katıldılar.
Hücre operasyonlarının yanısıra saç kesme operasyonları yeniden öne çıkarılmaya başlanmıştı. Topyekün direnişin gücünü gördükleri için "böl-yönet" politikasına başvurdular ve genelde değil, bazı koğuşlara "saçları uzun" gerekçesiyle yasaklar koymaya başladılar. Hatta bu yasakları tek tek kişilere uygulamaya çalıştılar. Bu dönem daha çok ziyaret, gazete ve kantin yasakları gündeme geliyordu. DS bu noktada da farklı tavır aldı ve "idarenin tavrını protesto amacıyla" saçlarını kendileri permatikle kazıdılar. Bazı DS tutsakları bu tavra uymadı. Bir süre sonra tüm DS tutsakları yeniden genel direniş içinde yer aldılar. Sonuçta idarenin "böl-yönet" politikası da boşa çıkarıldı ve kısmi yasaklar karşısında tüm tutsaklar aynı tavra girdiler. Örneğin birkaç koğuşa ziyaret yasağı verildiğinde tüm tutsaklar sloganlarla direnişe katılıyor ve sloganlarla oturma eylemi yaparak protestolarını ifade ediyorlardı.
Eylül ayında saldırılar biraz daha tırmandırıldı. Mahkemeye gidiş gelişlerde bazı tutsakların saçları zorla kesildi. 14 Eylül'de anons yapılarak 21 Eylül'e kadar tutsakların saçlarını kestirmelerini, olası halde zorla kesileceğini bildiriyorlardı. Anonsun hemen arkasından ise tutsaklar slogan atmaya başlıyor ve kararlılıklarını bir kez daha duyuruyorlardı.
21 Eylül'de Yüzbaşı Şevket Soyar, Üsteğmen Yalçın Demirel ve diğer subayların komutasında koğuş baskınları başlatıldı. Askerler koğuşlara dalıyor, birbirlerine kenetlenen tutsaklara saldırarak "saç kesiyorlardı." Tutsakların direniş coşkusu, cezaevini inleten sloganları ve kararlılıkları devam ediyordu.

EYLÜL-EKİM AÇLIK GREVİ
Sınıf mücadelesinin diğer alanlarında olduğu gibi tutsaklık koşullarında da değişik mücadele yöntemleri vardır. Bunlar verili durumla karmaşık bir bütün oluşturur. Her direnişi ve eylem biçimini yerinde ve zamanında uygulamak gerekir. Koşulları rasyonel değerlendiremeyen, salt kendi verilerini çıkartan ya da küçümseyen, düşmanın niyetini ve taktiklerini gerektiği gibi göremeyen bakış açıları ile doğru eylem kararları alınamaz.
Cezaevinde de iyi hesaplanmayan hamleler, yarar yerine hesaplanamayan zararlara yol açabilir. En iyi olasılıkla elimizdeki taşı yitiririz.
Bu dönem Metris'te yeni eylem biçimleri geliştirmek gerekmeye başlamıştı. Tutsakların fiili direnişleri başarıyla sürüyordu. İlkesel sorunlardan hiçbir biçimde ödün verilmemişti, ama yaşamsal ihtiyaçlar vardı. Bu durumda bir yandan ivmeyi düşürmeden fiili direnişi sürdürürken bir yandan da yeni bir açlık grevi örgütlemek, hazırlık yapmak gerekiyordu. Açlık grevleri, başlama ve bitirme momentlerinin çok iyi ayarlanması gereken hassas eylemlerdir. İyi hazırlık yapılmadan girişilen, erken başlayan, yürütülürken gereken kararlılık gösterilemeyen ya da geciken eylemler yarardan çok zarar getirir. Direnişin ve kitleselliğin zaafa uğramasına yol açar.
Bu dönemde tırmandırılan saldırılar karşısında bir yandan esas olarak fiili direniş sürdürülürken bir yandan da yeniden bir açlık grevi örgütlemek gerekliliği gündeme gelmişti. Metris Askeri Cezaevi'nde bulunan siyasetlerin çoğunluğu bu gerekliliğin üzerinde anlaşıyorlar fakat biraz daha zaman kazanmak istiyorlardı.
Bu konudaki tartışma ve yazışmalar sürerken, idarenin anonslarından yeni bir saldırı dalgasının geldiği anlaşılınca, 22 Eylül'de DS, Kurtuluş, HY ve Partizan Yolu davalarından yargılanan arkadaşlar açlık grevini diğer devrimcilerin dışında başlattılar. Oysa genel çoğunluk, bazı iç ve dış koşulların hazırlıklarına girişmişti ve bu konuda hemfikirdi. Greve başlayan arkadaşlar, diğer direnişçi tutsak çoğunluğunun kendilerini yanlız bırakmama çelişkisini yaşayacağını ve vakit geçirmeksizin grevi omuzlayacaklarını da biliyorlardı. Bütün bu veriler birleşince, henüz iç ve dış hazırlıkları yapılamamış, koşulları olgunlaştırılmamış bir grevin içine girilmiş oldu.
İdarenin, açlık grevine başlayanları anonsla tehdit etmeye başlaması üzerine, baskıların bu arkadaşların üzerinde yoğunlaşmasını ve genel direniş çizgisinin parçalanmasını önlemek amacıyla, genel çoğunluk, kendi eylem programlarını bir kenara koyarak grevin topyekûn bir tavır haline gelmesini sağladılar. Ve yine bütün direniş tutsaklarını kapsayan bir protokol yapıldı. Baskı ve işkencelere son verilmesini, saç kesme operasyonlarının durdurulmasını ve çeşitli yaşamsal talepleri içeren protokol, eylemin çoğunluk kararıyla sona erdirilebileceğini ve eylem içinde uygulanacak taktikleri de hükme bağlıyordu.
Açlık grevinin ilerleyen günlerinde de saç kesme operasyonları devam etti. Amaç, daha zayıf unsurları direnişten koparmak ve moral gücü kırmaktı.
Tutsakların bütün eylemlerinin, direnişlerinin ve hatta yaşamlarının en önemli öğelerinden biri de "tutsak aileleriydi". Tutsak yakınları, bu dönemde, siyasal ve sosyal bir olgu olarak, "tutsak aileleri" denilen başka bir direniş boyutu oluşturdular. Duvarın hemen dışında bir çember yaratarak, oğullarının, kızlarının, eşlerinin soluğuna soluk, sloganına slogan kattılar. Onlar da işkence gördüler, tehdit edildiler, aç, uykusuz, susuz kaldılar. Onlarda hiç yorulmadılar, yılmadılar. Başlangıçta iki elin değil, bir elin parmakları kadardılar. Çocuklarının işkence görmesine karşı duydukları tepkiyi, direnişin zorunluluğunu anlayarak bilince dönüştürdüler. Anne-eş-abla duyarlılığını ve sevgisini, içerdekilerini teslim alarak kurtulmaları isteğine dönüştürmediler. 12 Eylül karanlığını ilk yırtan kardelenlerden olma onurunu kazanarak çocuklarına, direnerek kurtulmayı önerdiler. Ve çocuklarının direnişinin bir parçası oldular. Onlar gibi direnmeye başladılar. Sloganlarını coplar susturamadı. Kenetlendikleri zaman onlarca polis barikatlarını çözemedi." Direnin aslanlarım, direnin yiğitlerim" sözleriyle bir tarih yazdılar. Bu ülkenin tarihine yazıldılar. Soyluca, onurluca... "Çocuklarımızı öldürtmeyeceğiz" dediler. Düzenin en yetkili ağızları, "onları böyle tavuk gibi keseceğiz", "asmayıp da besleyecek miyiz" diye onların ana yüreklerini dağladıkça ağlamadılar, sinmediler. Dağlanan yürekleri büyüdü, onlar yürekleriyle çoğaldılar .
Bu açlık grevinde gösterilere başladılar. Çoğunluğunu MLSPB ve TKP/ML tutsaklarının ailelerinin oluşturduğu 50-60 kişilik bir grup haline gelmişlerdi. Selimiye Kışlası önünde toplanıp eyleme geçtiler. Adli Müşavir'le görüşmek istiyorlardı. Sorunları sadece "görüşmek ve durumu iletmek"ti. Fakat Sıkıyönetim Komutanlığı'nın böyle bir tavra dahi tahammülü yoktu. Onları eziyet ederek, saldırarak dağıttı ve 10 tutsak yakınını tutuklayarak Metris Cezaevi'ne götürdü.
Tutuklananların başında, 5-6 yıl sonra yine bu direnişlerin içinde şehit olacak olan Didar Şensoy vardı. Didar Şensoy ve mücadele arkadaşları, Metris'te de vakit geçirmeksizin direnişe katıldılar. Tutsak oğullarıyla ve kızlarıyla birlikte sloganlar atan bu analar, onlara moral ve güç kattılar.
Birinci Ordu ve Sıtıyönetim Komutanlığı 6 Ekim'de bir bildiri yayınladı. Metris İdaresi bu bildiriyi cezaevi anoslarından defalarca okudu. Sözkonusu açıklamaya göre; tutsaklara işkence yapılmayacak, mahkemelerin ve Sıkıyönetim Komutanlıkları'nın yasakladığı kitaplar dışındaki serbest yayınlar cezaevine alınacak, (kitap yasaktı ve tutsaklar, pelur kağıtlarına ince ince yazdıkları kitap metinlerini çoğaltarak diğer koğuşlara ulaştırıyorlar, ancak bu yolla kültürel gereksinimlerini çok sığ da olsa sağlayabiliyorlardı.) davaların belgeleri mahkemeler kanalıyla verilecek, avukat görüşü yasaklanmayacaktı. Dışardan yiyecek alınması ve koğuşlara ocak verilmesi gibi talepler ise reddedilmişti.
Açlık grevinin başlayış biçimi, tutsakların hazırlıksız yakalanmasını ve kitlelerin direnişi isteksiz sürdürmesini getirmişti. Dolayısıyla, kişisel düzeyde bırakmalar olmuştu. Bırakma tavırları, Sıkıyönetim Komutanlığı'nın yukarıda sözettiğimiz bildirisinden sonra hızlandı. Bu durumu, Eylem Birliği'nin, altına imza attığı protokolu hiçe sayarak topyekûn direnişi terketmesi izledi. Ardından DY tutsakları merkezi kararlarıyla açlık grevine son verdi. Bu iki siyasetin bırakması, kişisel kopuşları körükledi.
Açlık grevini sürdüren örgütler, yeniden bir durum değerlendirmesi yaptılar. Çözülmeleri ve diğer verileri tartışarak ne yapılması gerektiği sorusunu yeniden gündeme aldılar. Siyasetlerin çoğunluğu, eylemin sona erdirilmesi yönünde görüş bildirdi. MLSPB tutsakları, grevin sürdürülmesiyle daha fazla talebin kabul edileceğini düşünüyordu. Fakat "mücadelede birlik" ciddi bir bunalım yaşıyor ve parçalanma büyüyordu. Bu konularda kaygı duymamak mümkün değildi. Dolayısıyla eylemin sona erdirilmesi düşüncesine katıldı. Çoğunluk düşüncesi karşısında DS, "biz sonuna kadar devamedeceğiz" dedi. Bütün bu karmaşaya son vermek amacıyla eylemi bitirme kararının netleştirilmesinin ardından, çoğunluk kararını alan örgütler, idare ile görüşmesi için MLSPB temsilcisini görevlendirdiler.
MLSPB temsilcisi, Tümen Komutanı İbrahim Türkgenci ve Cezaevi Müdürü Albay Nihat Yıldırım'la görüşerek tutsakların taleplerini anlattı, çözüm için tartışmalarda bulundu. Sıkıyönetim Komutanlığı'nın bildirisinde geçen taleplerin kabulünden başka yemeklerin düzeltilmesi, içeriye battaniye alınması, çarşaf alınması ve bayram görüşünde yiyecek alınması da kabul ediliyordu. Saç sorunundaki ısrarlı tartışmalara rağmen anlaşma sağlanamıyordu.
Sonuçta, eylem bu şekilde noktalanıyordu. Belli taleplerin kabul ettirilmesine rağmen, devrimci güç birliğinin parçalanmasına yol açan başarısız bir süreç yaşanmış oluyordu. Eyleme "sonuna kadar" devam edeceğini açıklayan DS de, çoğunluğun bırakmasından 3 saat sonra eylemi bırakıyordu.

1982 MAYIS'INA KADAR GEÇEN SÜREÇ;
Metris tarihine genel olarak bakıldığında, fiili saldırıların, baskıların, yasaklamaların, psikolojik yıpratma yöntemlerinin ve yaptırımların hiç bir dönem gündemden kalkmadığı görülür. Ama aynı şekilde direnişte de bir kesiklik, gerileme, gevşeme olmamıştır. Yaşanılan iç çelişkiler ve kısmi çözülmelere rağmen etkin yön direnmek olmuştur. Eylem ve direnişler sonucu zaman zaman gerileyen saldırılar sürecinde tutsaklar kısa bir soluk alma şansı bulmuş, ama hemen ardından yeni saldırı dalgaları gelmiştir. İdare, ya daha önce uyulmasını istediği yaptırımları yeniden gündeme almış ya da bunların biçimlerini değiştirmiştir.
İkinci uzun süreli açlık grevi sonrasında da aynı durum yaşanmıştır. Bir buçuk ay saldırılar durmuş, yaptırımlara uyulması yönünde bir dayatma olmamıştır. Müdür Fikret Erol, Binbaşı Adnan Özbay, Yüzbaşı Şevket Sayan ve bazı subaylar görevlerinden alınmıştır. Bunlar yerine, Mamak'tan geldiği ve tutsakları dize getirmede usta olduğu propagandasını yapan Yüzbaşı Ömer Kavlak, Albay Nihat Yıldırım ve diğerleri getirilmiştir. Müdürlük görevi verilen Albay Yıldırım, bir süre tutsaklara karşı babacan sevgi gösterilerinde bulunmuştur.
Bu açlık grevinden sonra, görüşmelerde kabul etmemiş görünmelerine karşın saç kesme operasyonlarını sürdürmemişlerdir. Tutsakların saçlarını kendi kendilerine, "alabros" denilen tarzda kesmelerini kabul etmişler, hücreye almaları durdurmuşlar ve "hoşgeldin dayağını" kaldırmışlardır. "Hoşgeldin dayağı", yeni tutuklanan ve cezaevine getirilenlere ve başka cezaevinden sevkle gelenlere girişte işkence yapılması olayıdır. Ve bazı sivil cezaevlerinde de uygulanır. Tutsağın daha ilk adımda sindirilmesi ve disiplinin bir parçası olması istenir. Tıpkı polis sorgusunda olduğu gibi "ilk an psikolojisi" değerlendirilerek hızla sonuç almak amaçlanır.
Bir buçuk aylık dinginlikten sonra kasım ayında saldırılar yeniden başladı. İlk olarak ziyarete geliş gidişlerde ve ziyaret kabinlerinde tek tek tutsaklara saldırdılar. Aralıkta ise saldırıların yoğunlaştığı ve tekrar tırmanışa geçtiği gözleniyordu.
Bu arada 5 Aralık 1981'de bir şehit verildi. İsmet Taş, tahliye olmuştu. Eşyalarını hazırlamış, çıkış işlemlerinin yapılıp, koğuştan alınmasını bekliyordu. O esnada rahatsızlandı ve kan kusmaya başladı. Tutsaklar gece saat 3'e kadar sloganlar atarak doktor istediler. Bütün cezaevi inliyordu fakat idare duymadı... İsmet Taş, geceyarısı saat 3'ten sonra hastaneye kaldırıldı ama artık çok geçti. Hastanede yaşamını yitirdi. Cezaevi idaresi, "Bütün çabalara karşın arkadaşınızı kurtaramadık, başınız sağolsun" diyerek cinayetini yüzsüzce gizlemeye çalıştı. Tutsaklar, sloganlarla bir isyan hali yaratarak gerçekte bu ölümü hazırlayan idareyi protesto ettiler.
Bu günlerde, sayımlarda belli bir sıraya göre dizilinmesi ve ismi okunan tutsağın "buradayım" demesi dayatıldı. Aynı anda, fotoğrafına bakılarak, "buradayım" diyen tutsağın kim olduğu saptanacaktı. Bütün tutsaklar bu dayatmayı reddettiler. Bunun üzerine sayımlarda tartışmalar, hırpalamalar ve yer yer dayaklar başladı. Aynı zamanda, sayım için içeriye girdiklerinde tutsaklar tarafından duvarlara yapıştırılmış resimleri parçalamaya, her fırsatta sürtüşme çıkarmaya başladılar. Yemeklerin kalitesini ve miktarını yeniden düşürdüler. Kurufasulye geldiğinde her tutsağa 4 ya da 5 fasulye tanesi, nohut geldiğinde 4 ya da 5 nohut tanesi düşmeye başladı. Karavanalardaki taş sayısı tane sayısını geçiyordu. Yasal kitaplarda dahi yeniden kısıtlamalar başladı. Savcılıkların ve sıkıyönetim komutanlıklarının elinden kurtulabilmiş kitapların bir kısmı da idarenin elinde elendiğinde geriye fazla birşey kalmıyordu.
Metris'te bunlar yaşanırken Alemdağ Askeri Cezaevi'nde de iki tutsak katlediliyordu. Arkadaşlarını polis işkencesine geri göndermemek için tutsaklar direnişe geçmişler, düşman gaz bombalarıyla saldırmış ve bu esnada iki direnişçiyi katletmiştir. Saldırıda birçok tutsak da yaralanmıştı. Bunun üzerine Metris'teki tüm tutsaklar, katliamı protesto amacıyla 26 Aralık'ta üç günlük açlık grevine başladılar.
Cezaevi idaresi kendi devletlerinin nefes aldırmaksızın denetlediği iletişim araçlarının dahi tutsaklara verilmesinden korkuyordu. Gazete, radyo ve televizyon yasakları Metris'te hep gündemdeydi. Ancak, Tercüman, Hüriyet, Günaydın gibi gazeteleri veriyor, bunları da sık sık yasaklıyordu. Alemdağ katliamının protesto edilmesi eyleminin başlamasıyla birlikte TV'leri koğuş kapılarının dışına bıraktılar.
Daha önce durdurulan "Hoşgeldin Dayağı"na yeniden başlandı. Bu saldırıların en şiddetlisi 31 Aralık'ta yaşandı. Yeni tutuklanan MLSPB'liler cezaevinin giriş bölümündeki havalandırmaya alındılar ve kafaları gözleri kırılıncaya kadar uzun süre coplandılar. Bütün benzer olaylarda olduğu gibi bu olay da tüm cezaevi direnişçilerinin sloganları ve kapıları, mazgalları bütün güçleriyle dövmeleriyle birlikte sürdü.
1982 Ocak ayına yeni olaylarla girildi. Cezaevindeki işkenceyi, baskı ve yasakları protesto etmek, tutsak yakınları aracılığıyla içinde bulundukları durumu kamuoyuna duyurabilmek amacıyla Ocak ayının ilk haftasından itibaren ziyarete çıkmamaya başladılar. 12 Ocak'tan itibaren de sayımları yatakhanede verme kararı aldılar. İdare, yine şiddetli bir operasyon düzenledi ve tek tek bütün koğuşlardaki bütün tutsakları coplayarak yemekhaneye çıkardı. Tutsaklar çıkmamakta direndiği için operasyonlar daha da uzuyor, böylelikle idare sayım alamamış oluyordu. Bu operasyon sabahın erken saatlerinden geceyarısına kadar sürdü ve ertesi gün bu şekilde sayım almaktan vazgeçtiler. Sayımlarda sadece fotoğraf çekmekle yetinmeye başladılar.
12 Ocak Operasyonu'na tutsak yakınları da dışarıdan destek verdiler. Bütün gün cezaevinin önünden ayrılmayarak tutsakların sloganlarına katıldılar. Onlar da tartaklandılar, coplandılar. Ama içinde olağanüstü olayların yaşandığını, işkencenin çok yoğun olduğunu tutsakların sloganlarından algıladıkları için oradan ayrılmakta direndiler.
12 Ocak'ın hemen ardından, ziyarete, avukata, revire tek sıra sıra halinde ve ön iliklenerek çıkılmadığı takdirde bu haklardan yararlanılmayacağı bildirildi. Tutsaklar, bu anonsu, "İşkenceler, Baskılar Bizleri Yıldıramaz", "Kahrolsun Faşizm Yaşasın Mücadelemiz", "Yaşasın Metris Direnişimiz", "İnsanlık Onuru Işkenceyi Yenecek" sloganlarıyla yanıtladılar. Tavır ve program netti: Bu yaptırıma uyulmayacaktı ve bu da bir genel karardı.
Ocak ayı boyunca saldırılar ve direniş devam etti. Bayan tutsaklara da aynı işkence ve baskılar uygulanıyor, onlar da devrimci onuruna yaraşır bir direniş örneği ile bütün bunları geri püskürtüyordu. Her türlü direniş ve eylemliliğin içinde yerlerini aldılar. İdare "saç kesme operasyonu" gibi bayanlara uygulanamayacak bazı operasyon türleri sürecinde, onları "boş bırakmamak" için başka yöntemler geliştiriyordu. Sözgelimi geceyarısı koğuşu basıyor, koğuş araması yapacağını söylüyor, bayan tutsaklar direnince coplayarak tek tek koridora çıkarılıyor ve saatlerce soğukta bekletiyordu. Ardından tekrar askerlerin coplayarak gardiyan odasına attığı bayan tutsakları bu kez de üst araması yapma bahanesiyle bayan polisler dövüyordu. Onların da koğuşları yangın hortumlarıyla sulanıyor, koğuş aramaları bahane edilerek yatak, yorgan, giysi, bütün eşyaları parçalanıyor ve kullanılmaz hale getiriliyordu.
Şubat ayında yeni bir gelişme yaşandı. İdare, tutsakların temsilcileriyle (bu temsilcileri tutsaklar kendileri sağlıyordu) görüşme ve tutsaklara "çözüm önerileri" getirmeye başladı. Sayımlarda isim sırasına göre durulmasını, güvenlik gerekçesiyle bunun zorunlu olduğunu belirtiyordu. Bunun kabul edilmesi halinde 4 erkeklerden 2 bayanlardan olmak üzere 6 kişilik temsilciliği kabul edeceğini, aynı davadan olanları bir araya toplayacağını, yemeklerin kalite ve miktarını düzelteceğini, TV ve radyoların geri verileceğini, ziyaret, avukat ve revire tek sıra halinde çıkma isteğinde bulunmayacağını, dayağa son vereceğini söylüyordu. Tutsakların duyarlılığı bilindiğinden ve artık onlar iyi tanındığından, bunun bir yaptırım amacı taşımadığı özellikle vurgulanıyor, bütün bu haklar karşısında sadece bir süre için o şekilde sayım verilmesi isteniyordu.
Bu durum üzerine tutsaklar, kendi içlerinde gerçekleştirdikleri tartışmalar sonucu öneriyi kabul etmeyi, geçici olması kaydıyla genel karar haline getirdiler.
Anlaşmadan sonra bir gün anlaşılan şekilde sayım alındı. İkinci gün ziyaret vardı ve idare sorun çıkarmadan alt katların ziyaretini gerçekleştirdi. Ancak ziyaretin ikinci günü anlaşmayı çiğnediler ve yine tek sıra halinde ziyarete gidilmesini dayattılar. Bunun üzerine tutsaklar da anlaşmayı feshettiler. Bu durumda ziyaretler tekrar kesildi. Ancak mahkeme ve havalandırmaya çıkılabiliyordu. Havalandırmaya çıkışlar sırasında dahi bazı koğuşlarda olaylar yaşanıyor askerlerle tutsaklar arasında kavga çıkıyor, hücreye alınan tutsaklar oluyordu.
Bir başka sorun, mahkemeye çıkışlarda yaşanıyor, giysilerin önünün iliklenmesi dayatılıyordu. Bu dayatma kabullenilmediği için gidiş ve dönüşlerde koridorlarda tutsaklara saldırılıyordu. Bir süre sonra buna bir de pantolonun önünü açtırmak ve arama yapmak istenmesi eklendi. Bu arama şekli bütün tutsaklarca reddedildi. Tutsaklar, mahkemeye çıkılmasını ve bu istekler karşısında fiili olarak direnilmesini kararlaştırdılar. Henüz diğer toplu davaların birçoğu açılmadığından haftada 3 kez MLSPB duruşması yapılıyordu. Yaklaşık 200 kişilik büyük bir kalabalıkla duruşmalara çıkan MLSPB'liler (diğer bazı MLSPB tutsakları da başka İstanbul cezaevlerinden getiriliyordu), koridordaki fiili direnişte hem idareyi geriletmek istiyorlar, hem de mahkemelere çıkarak duruşmaları seslerini dışarıya duyurabilecekleri bir dayanak olarak değerlendiriyorlardı. Duruşmalara çıkılmaması halinde sadece koğuştan sorup gidiyorlardı. Bu uygulama nedeniyle DS duruşmalara çıkmama tavrı aldı.
Mart ayı sonlarında, tek sıra yürüme havalandırmaya çıkarken de geçerli kılındı. İdare, koğuşlara dağıttığı bildirilerle havalandırmaya tek sıra halinde çıkılacağını, şortla çıkılmayacağını, diğer koğuşlardaki tutsaklarla konuşulamayacağını, aksi halde havalandırma hakkından yararlanılamayacağını duyurdu. Bu uzun bir süre havalandırmaya da çıkılmaması anlamına geliyordu.
Tırmanış, 8 Nisan'daki "tecrit" uygulamasının başlatılmasıyla sürdü. Metris, devrimci mücadeleye çeşitli düzeylerde katılmış tutsakların yanısıra birçok örgüt yöneticisini ve ileri kadrosunu da barındıran bir cezaeviydi. İdare, oligarşinin genel mantığının ürünü olarak önder ve yönetici olduğunu kendince saptadığı tutsakları diğer direnişçilerden ayırma yoluyla, hem direnişi kırabileceğini hem de onlar üzerinde psikolojik baskılama yaratabileceğini düşünüyordu. Diğer koğuşlarla iletişimin en zor olduğu (kendince imkansız) B-1, B-2 koğuşlarını "tecrit koğuşları" yaparak buraya çeşitli örgütlerin ileri düzeyde gördüğü insanlarını yerleştirdi. 6 MLSPB'li, 5 TKP/ML'li, 5 DS'li, 4 ÇS'li, 1 DHB'li, 1 TKİB'li ve 1 DY'li tutsak olmak üzere toplam 31 kişi tecrite alındılar. Daha sonra aynı uygulamayı bayanlar arasında da gerçekleştirdi. Fakat artık ne yapılırsa yapılsın Metris'te yerleşmiş direniş kültürünü yıkmak olası değildi. Değişen hiçbir şey olmadı. Üstelik tutukluların haberleşmelerini engellemeleri de mümkün olmuyordu. Çok çeşitli yazışma yollarının, şifreli anons metodlarının dışında, duvarla ve kalorifer borularına uzanarak, özel geliştirilen şifreli morslarla istenilen herşey anında bütün koğuşlara iletiliyordu. Sadece bu haberleşmeleri engellemek için özel operasyonlar düzenlenmesine rağmen tutsaklar bundan vazgeçmediler. Yine aynı amaçla bazı tutsakların hiçbir devrimcinin olmadığı başka cezaevlerine sürülmesi de idarenin çözümsüzlüklerini gideremedi...
Nisan ayı içinde DS davasından bir tutsak, verilen idam cezasını protesto etmek ve davanın yeniden görülmesini sağlamak için ölüm orucuna başladı. Bu eylemi desteklemek için 20 Nisan'da bütün cezaevi açlık grevine gitti. Açlık grevinde tutsakların içinde yemek yediği ve o nedenle ölmedikleri yolunda spekülasyon yapıldığı için koğuşlardaki tüm yiyeceklerin dışarıya bırakılması ve içeriye karavana sokulmaması kararı alındı. Bu nedenle de saldırılar oldu ve bazı tutsaklar hücreye alındılar.
DS tutsakları dışında, mahkemelere çıkılıyor ama mutlaka gidişte ve gelişte işkence seansları yaşanıyordu. DS mahkemelere çıkmama kararı aldığı için, idare-mahkeme işbirliği sonucunda onların da zorla götürülmesi kararı çıkarıldı. Mahkemeye çıkmayanları saldırıdan mahrum bırakmama nezaketini gösteriyorlardı...
Mayıs, saldırıların boyutlarının biraz daha yükseltilmesiyle geldi. 15 Mayıs'ta yine koğuş operasyonları başlatıldı. Sabah sayımı saatlerinde başlayan ve gece yarılarına kadar süren bu operasyonları subaylar yönetiyor ama koğuşlara bizzat girmiyorlardı. Çavuşların düdüğü ile başlayan saldırılarda, birbirine kenetlenen tutsaklar coplarla, tekmelerle, sandalyelerle dövülerek koparılmaya çalışılıyor, koparılan her tutsağın başına 3-5 asker veriliyordu. Askerler, kendilerine düşen tutsağı durmaksızın dövüyor, arasıra çavuşun düdüğü ile dayak durdurularak tutsaklardan hazırola geçmeleri ve önlerini kapamaları isteniyordu. Tutsaklar reddedince yeniden saldırıyorlardı. Bütün tutsaklar yerden kalkamayacak şekilde dövüldükten sonra çoğu zaman üstlerine su dökülüyor ve askerin tekmili ile sayım içinsubaylar koğuşa giriyordu. Operasyonları subaylar dışardan koğuş mazgallarından izliyorlardı. Her koğuşta, önceden saptanmış kişiler koridora çıkarılarak daha özel işlemlere tabi tutuluyorlardı. Subaylar burada devreye giriyordu. Özellikle Yüzbaşı Ömer Kavlak ile Üsteğmen Yalçın Demirel'in, yerde yarı baygın dövülen tutsağın kafasını ayaklarıyla ezmek gibi zevkleri vardı. Operasyon esnasında sürekli slogan atan tutsaklara bağırmaları-ağlamaları için özel baskı yapılıyordu.
Tutsaklar bu durum karşısında sayımlara özellikle önü açık elbiselerle çıkma ve ne olursa olsun bağırmama kararı aldılar. Bütün bunlar işkencecileri daha da saldırganlaştırıyordu. Bazı koğuşlardaki tutsaklar saldırarak karşılık verme tavırlarını sürdürüyorlardı. Operasyonlar sırasında yine çok sayıda tutsak hücrelere götürülüyor, tecrit bölümlerine şiddetli saldırılar yapılıyordu. Bayan tutsaklara da aynı yöntemler uygulanıyordu. Ve bayan tutsaklar arasında bağımsızlaşma yok denecek kadar azdı bu süreçte. Onların işkencecileri de yine esasta askerlerdi ama askerlerin kaparak tek başına odaya attığı tutsağı bayan polisler ikinci kez dövmeye başlıyorlardı.
Yoğun saldırı dönemi tutsak ailelerin de yoğun girişim ve koşuşturma dönemi oluyordu. Görüş olmadığı halde bütün gün cezaevinin önünde bekliyor, slogan atıyor, çalmadık kapı bırakmıyor, sürekli Ankara'ya giderek girişimlerde bulunuyorlar ve bilendikçe bileniyorlardı.

ÜÇÜNÇÜ UZUN SÜRELİ AÇLIK GREVİ
Metris Cezaevi'ni düşürememek, üstelik düşürememek, şöyle dursun direniş cephesine geri adım attıramamak devlet açısından, yitirdiği prestijinin ve başarısızlığının paniğini yaratmıştı. Bu panikle, ilerleyen yıllarda artık Metris'i düşürme umudu ya da amacı ile değil, çaresizliğinin doğurduğu bir saldırganlıkla baskılar ve işkence sürdürüldü.
Mayıs ayı içerisinde tutsaklar yeni bir eylemliğin gerektiği düşüncesinde birleştiler. Çünkü, koşullar yeniden daha da kötüleşmeye başlamıştı. Yaptırım dayatmaları yeniden boyutlanmış, operasyonlar yoğunlaşmıştı.
Bütün davalardan yargılanan tutsakların ortak kararıyla varılan sonuç uzun süreli yeni bir açlık grevi idi. Karar, tecritte kalan tutsaklar tarafından 18 Mayıs'ta anons yoluyla açıklandı. Bu anonsu, tüm diğer havalandırmaların yaptıkları anonslar izledi. Bu tür anonslarda tutsaklar, havalandırmaya yönelik olarak ve daha önceden saptadıkları belli saatte haykırırlardı. Sözgelimi; "Arkadaşlar, işkence, dayatma ve yasaklara karşı bu geceden itibaren açlık grevine başlıyoruz. Haklarımız alıncaya kadar eylemimiz sürecektir..." Ve yine bunun arkasından diğer havalandırmaların sırasıyla aynı anonsu tekrarlamalarını bekleyerek hep birlikte sloganlarını atmaya başlarlardı: "İşkenceler, Baskılar Bizleri Yıldıramaz" "Yaşasın Açlık Direnişimiz", "kahrolsun Faşizm, Yaşasın Mücadelemiz".
Süresiz olarak başlatılan eylemde MLSPB tutsakları, içkararları olarak, saptanan isteklerinin kabul ettirilmesine kadar eylemin bırakılmaması saptamasını yapmışlardı. Açlık grevinin temel talepleri; baskı ve işkencelerin son bulması, yaptırım dayatmalarından vazgeçilmesi, yaşam koşullarının düzeltilmesi idi.
Operasyonlara açlık grevinin ilk günlerinde de aynı hızıyla devam edildi. Ancak grevin 5. gününden sonra operasyonlar durdu. Altıncı ve yedinci günlerde, genel operasyonlar değil ama yer yer dayak olayları oldu. Sekizinci günden itibaren pisikolojik savaşa başladılar. Metris'te bütün koğuşlar ana koridoru olduğu gibi görür. O yıllarda henüz buzlu cam takmamışlardı. Bu koridorlarda bütün gün bir sokak köftecisi arabası dolaşıyor ve köfte pişiriyordu. Köfte kokusu bütün koğuşları sarıyordu, yemek yemekle görevlendirilen(!) askerler, kapı mazgallarını açarak büyük bir iştaha kokulu yiyicekler yiyorlardı. Bu genç çocuklar, "komünizme karşı savaş" ta nefis yemekleri iştahla yeme görevinin de yer alabileceğini hiçbir koşulda düşünemezlerdi herhalde... "Bağımsızlara geç kurtul" sözcükleri, bu grevde, idarenin temel sloganı idi.
Metris Askeri Cezaevi'nin duvarlarının hemen önünde yükselen ikinci bir direniş barikatı örülmüştü: Ailelerinin, annelerinin, ablalarının, eşlerinin yürekleri ve gövdeleriyle ördükleri barikat! Bu uzun açlık günleri boyunca tutsakları bir an dahi yalnız bırakmadılar. Gece gündüz nöbetleşe bekleyişlerini sürdürdüler. Çalmadıkları kapı, başvurmadıkları makam bırakmadılar. Anneler, evde de yemek pişiremediler. Grev boyunca ağızlarına yemek koyamadılar. Yemek yiyen herkese öfkeyle baktılar. Bütün siyasal boyutların, işkencenin ve direnişin anlamının ötesinde onlar anneydi bir de... Ve sadece kafalarında değil, vücutlarının bütün hücrelerinde çocuklarının açlıklarını hissediyorlardı.
Diğer cezaevlerindeki devrimciler de Metris'teki direnişçi arkadaşlarını yanlız bırakmadılar. Sultanahmet, Alemdağ ve Davutpaşa Cezaevleri birer haftalık destek grevleri yaptılar. Hasdal cezaevi üç günlük grevle destek kampanyasına katıldı. Bu cezaevleri destek eylemlerinin bitirdiklerinde Metris'in grevi hâlâ devam ediyordu. Sorun çözümlenmemişti. Bunun üzerine tekrar greve başladılar. Destek eylemlerinin bu ikinci süreci, Metris'in grevi bitirdiği güne kadar devam ettirildi ve Sultanahmet ile Davutpaşa'da dört gün, Hasdal'da dokuz gün sürdü. Devrimci dayanışmanın bu güzel örnekleri, Metris'teki tutsakların direniş gücüne güç kattı, cunta'ya devrimci birlik mesajı iletti.
Metris idaresinin açlık grevi içindeki uygulamalarından biri de sürgündü. Tecritte tutulmaya devam edilen tutsaklardan 7 kişi, grevin yirmi ücüncü günü Davutpaşa cezaevi'ne sevkedildi. Yirmibeşinci günde de sekiz kişi Sultanahmet Cezaevi'ne gönderildi.
O güne kadar gerçekleşen eylemlerin en uzun sürelisi olan bu grev için yabancı basın-yayın organları sürekli yayın yapmalarına rağmen ülkemizin özgür basını(!) dilini yutmuştu yine. Bir türlü cuntadan "yayımlanabilir" kararı çıkmıyor ve cunta bültenleri olma özelliğini aşmayan onlarca gazete tek bir satır haber yazamıyordu.
Açlık grevi haber değildi ama açlık grevinin bitmesi haberdi. Bunu bütün gazetler yazdı. Çok uzayan ve ciddi bir gerginlik yaratan bu işi çözümlemek için I. Ordu komutanlığı Adli Müşaviri Tümgenerali Türkgenci görevlendirilmişti. Türkgenci, bu iş için Evren tarafından bizzat görevlendirildiğini söylüyordu.
Grevin 28. günü cezaevine gelen bu general, tutsakların temsilcilerinin çağırılmasını emretti
Cezaevinde bütün siyasi grupların temsil edildiği bir konsey ve ona karşı sorumlu bir yürütme organı vardı. Temsilciler, bu yürütme organın üyeleri idi. Yürütme, MLSPB, DS, ve TKP/ML temsilcilerinden oluşuyordu. Tümgeneral görüşmeye MLSPB ve TDKP temsilcisi ile MLSPB ve DS davalarından yargılanan ve temsilci olmayan iki kişiyi daha çağırmıştı. Tutsaklar, görüşmelerde dört temsilcinin de bulunmasına özen gösteriyorlardı. Tümgeneralin, "bu kadar fazla sayıda temsilciye gerek yok" görüşünde ısrar etmesine rağmen tutsaklar da ısrarlarını sürdürdüler ve bayan koğuşlarından da bir temsilci çağrıldı. Görüşmeye çıkarken, TKP/ML temsilcisi MLSPB temsilcisine: "Eğer fazla temsilci bulunması konusunda sorun çıkarırlarsa siz görüşmeyi yapabilirsiniz" demişti. Buna bağlı olarak bir de DS tutsaklarının koğuşlarına gidilip durum anlatıldı. Görüşmenin çıkarılan iki temsilci arkadaşça sonuçlandırılması konusunda DS'den de itiraz gelmemesi üzerine, bütün grupların görüşleri alındı kaydıyla, pazarlıklar MLSPB ve TDKP temsilcisi tarafından sonuçlandırıldı.
Bu gelişmeleri TKP/ML temsilciliği daha sonra da aynı biçimde "hatırlar" ve sorumluluk duygusuyla durumu anlayışla karşılarken, DS tutsakları DS temsilcisinin de görüşmelerde bulunmamasını sürekli bir eleştiri konusu yaptı. MLSPB temsilcisi, "daha fazla ısrarcı davranıp sizin de bulunmanızı sağlamalıydık" şeklinde özeleştiri yapmasına karşın bu eleştiriler sürdü.
Sözkonusu pazarlıkları yürüten iki cezaevi temsilcisi, görüşmeler esnasında da diğer gurupların düşüncelerine başvurdular. Ve bütün grupların hemfikir olması sonucu direniş bitirildi. Birkaç talep dışındaki bütün direniş programı kabul edilmişti. Dayağa son verildi. İşkence yapılmayacağına dair söz alındı! Tecrit koğuşları dağıtıldı, buralardaki tutsaklar koğuşlarına geri verildi. Dış kantin açıldı ve yasaklılar arasındaki kolonya serbest bırakıldı. Daha önce kabul edilmesine rağmen gerçekleşmeyen sivil battaniye, çarşaf, nevresimin içeriye alınmasına başlanıldı. Temizlik için zorunlu olan sıcak su miktarı artırıldı. Mahkeme, ziyaret ve havalandırmaya çıkılmamasına neden olan dayatmalara son verildi. Ziyaretçilerden gelen haftalık üç bin lira para sınırı beş bin liraya çıkarıldı. İşkenceci subayların birçoğu değiştirildi. Havalandırma süresinin haftada 100 dakikadan 200 dakikaya çıkarılması konusunda da söz verilmesine rağmen bu gerçekleşmedi.
Grev, genel olarak başarılı bir eylem süreci olmuştu.
Ne var ki grevin hemen arkasından Metris idaresi de kendine göre yeni bir 'atılım'da bulundu. Sayımda isim okuyarak tutsakların "buradayım" demesini beklediler. Tutsaklar buna karşı çıktılar ve Tümgenerali tekrar görüşmeye çağırarak verilen sözleri hatırlattılar. Metris İdaresi yeniden geriye adım attı ve pratik bir zorlamada bulunmadı.

TEK TİP ELBİSE SORUNU VE BU KONUDA YAŞANANLAR
Tek Tip Elbise dayatması, İstanbul Cezaevlerinde farklı süreçlerde farklı boyutlarda yaşanmıştır. MLSPB, cezaevi mücadelesinin çeşitli aşamalarında, görüşlerini yazılı olarak da cezaevindeki tüm tutsak direnişçilere iletmiştir. Bu konuda, özellikle bazı eylemlilik süreçlerinden önce ve sonra yoğun bir bildiri ve polemik yaşanmasına rağmen MLSPB bu polemiklerden uzak durmaya çalışmış, düşüncelerini ve devrimci pratiğini ortaya koymanın tutsaklık koşullarında daha sağlıklı olacağını ifade etmiştir.
Tek tip elbise sorununa geçmeden önce, MLSPB tarafından bu konuda Şubat 1984'te yayınlanan bir cezaevi bildirisini aşağıya alarak yaşanmışlığı daha somut anımsayalım:

"TTE'NİN UYGULAMA AMAÇLARI VE ALINACAK TAVIR
Emperyalizmin ülkemize dayattığı ekonomik programın uygulanabilirliğini sağlamak, ve bu programın uygulanmasında Oligarşi'nin önüne çıkan engelleri ortadan kaldırmak ve faşist devletin yapılanmasında, faşist kurumlaşmayı devlet kurumlarında tam anlamıyla sağlamak...vb. amaçlarıyla 12 Eylül 1980'de emperyalistler ve işbirlikçileri tarafından cunta işbaşına getirilmiştir. Faşist cunta işbaşına gelir gelmez ekonomik, sosyal, siyasal faşist program ve kurumlaşmasının önünde engel teşkil eden devrimci çizgiyi ve demokratik muhalefeti yok etme, etkisiz hale getirme politikasını, faşizmin özüne uygun temelde zor-demogoji yöntemleriyle hayata geçirdi. Devrimci demokratlarından dolayı ağır darbeler yedi.
Böylece faşist cunta önemli bir engelle karşılaşmadan programını büyük oranda hayata geçirdi. Faşizm, önündeki engeleri de büyük oranda yok etti. Önemli ölçüde zararsız hale getirdi. Cunta bununla yetinecek mi? Tabi ki hayır. Çünkü cunta açısından cezaevine doldurulan devrimciler etkisizleştirilmeden, ihanete sürüklenmeden, sessiz ve düzenin birer destekleyicisi durumuna getirilmeden tehlike önemli ölçüde varlığını koruyacaktır. O halde bu tehlike ortadan kaldırılmalı, faşist kurumlaşma her alanda nüfuz ettirilmeliydi.
Faşist cunta cezaevlerine doldurduğu devrimcileri, demokratları etkisizleştirmek, onları siyasi kişilikleriniden uzaklaştırmak, yedeklemek için devrimcilerin en önemli kalesi olan onurlarına saldırdı. Bu saldırı programı, temelde askeri yaptırım programı olarak adlandırılan, devrimcileri siyasi kişiliklerinden uzaklaştırma ve ihanete sürükleme amacının taşıyordu. Faşist sembollere saygı, fazşizmin elemanlarına hertürlü itaat esasında uygulamaya sokuldu.
Faşizmin programı açıktı. Devrimciler ise cuntanın programını ve amacını kavramakta zorluk çekmediler. Başta İstanbul cezaevlerindeki devrimciler olmak üzere, ülkemizin değişik yörelerindeki bazı cezaevlerinde devrimciler, bir takım zaaflarla da olsa direniş bayrağını yükselttiler, ve süreç içinde zaaflarını gidermeye çalıştılar. Halen düşman güçleri bu gibi yerlerde başarılı olamadı. Ancak Mamak gibi bazı merkezi cezaevlerinde başarı elde etmesi düşmanın umutlanmasına yol açtı. Bu önemli bir olgudur. Bu gibi kötü örnekler olmasaydı, düşmanın umutları kırılacak, belki de düşman bu kadar sistemli saldıramayacaktı.
Karşı devrimin, devrimcilerin onurlarına ve siyasi varlığına direkt saldırıları, bu güne kadar uzun uzadıya tartışıldı. Düşmanın saldırısının göğüslenmesi gerektiği açıkça ortaya kondu. Bu alanda birkaç olumsuzluğa rağmen, bugün elle tutulur bir gelenek yaratılmıştır ve yaşatılmaya çalışılmaktadır. Bu direniş geleneği geliştirilmeli, zenginleştirilmeli, geleceğe bir miras olarak bırakılmalıdır. Tabi ki teslimiyetçi tavırlar ve gelenekler mahkum edilmeden bırakılacak miras cılız olacaktır. Karşı devrimci güçler sadece, direkt onura yönelik saldırılarda bulunmadı ve bulunmuyor. Devrimci onur ve kişiliğe yönelik olmayan ancak onların temel amaçlarına hizmet edecek saldırılarda ve dayatmalarda da bulunmaktadırlar.
Bu türden saldırıların en geniş kapsamlısı, TTE'nin merkezi olarak tüm cezaevlerinde uygulanmaya çalışılmasıdır.
TTE sorunu devrimciler arasında yeterince tartışılmamış, yeterli ve somut bakış açıları ortaya çıkarılmamıştır. Devrimcilerin bu eksikliğinden dolayı, devrimciler ve sempatizanlar üzerinde düşmanın taktikleri önemli ölçüde başarı kazanmış, TTE birçok cezaevinde uygulanabilmiştir.
Burada değinmekte yarar var. Cunta işbaşına geldiği an Sultanahmet Cezaevinde TTE'yi gündeme getirmişti. O gün arkadaşlarımız dahil birçok siyasetten arkadaşlar TTE giydiler. O güne kadar bu sorununu gündeme gelmemiş olmasının yaratmış olduğu tecrübesizlik, diğer onura yönelik saldırıların yanında TTE'nin yeterince önemsenmemesi vb. nedenlerden dolayı başta giymeme tavrı alınamamıştı. Zamanla yırtma, uygulanamaz hale getirme tavrı alınmıştır. Böylece bu uygulama birkaç ay içinde ortadan kalkmıştır. Burada belirtelim ki sebepleri ne olrusa olsun o gün TTE giyilmesi bir hata idi, kendi arkadaşlarımızın giymesini de hata olarak görüyoruz.

TTE Direkt Devrimci Onura Yönelik Bir Saldırı mıdır?
TTE'nin faşist güçlerce uygulanması hiç kuşkusuz bir yaptırım amacı taşımaktadır. Ancak bu yaptırım direkt devrimci onura ve devrimci varlığa yönelik yaptırımlar gibi bir yaptırım değildi. Bu gün TTE dayatmasının temel amaçları şu şekilde özetlenebilir.
1- Devrimci tutukluları disipline etmek, bir nizam içine almak, faşist devletin bu yaptırımını kabul ettirmek amaçlanmaktadır.
2- Siyasi suç-suçlu ayrımının ortadan kaldırılması, siyasi tutukluları normal birer adi suçlu gösterme çabalarından biridir.
3- Tutuklu ve hükümlülere suçlu olduklarını sürekli hatırlatmaya ve kabul ettirmeye yönelik bir yaptırımdır.
Faşizm TTE'yi esasta bu amaçları için uygulamaya çalışırken tali olarak güvenlik...vb. durumlarını da gözönüne almaktadır. Karşı devrimci güçlerin TTE giydirme çabalarının arkasında yatan amaçlar bunlardır. Bu amaçlardan çıkan sonuç; TTE'nin direkt devrimci onur sorunu olmadığı ve esasta siyasi varlığa yönelmediği halde önemli bir disipline etme aracı olduğudur. Sorun, "ilke midir?" "İlkesel bir sorun değildir" ikilemi içinde ele alınmamalıdır. Sorunun özü ortaya konmalı, devrimciler açısından sorunun önemi açığa çıkartılmalı ve bu yaptırıma karşı temelde alınması gereken tavır saptanılmalıdır. "İlkedir", "ilke değildir" tartışmaları bizi hiçbir yere götürmez. Bu güne kadar birçok tartışmada gördüğümüz gibi, kimine göre ilke olan, kimine göre ilke olmayabiliyor. Bu güne kadar birçok sorunda bu ikilemle hareket edilmiş, düşmana taviz verilmemesi gerektiği halde "nasıl olsa ilke değildir" düşüncesiyle düşmana taviz verilmiş, böylece önemli prestij kayıplarına uğranılmıştır.
Tekrarlarsak, TTE disipline etme, siyasi tutukluluk ayrımının ortadan kaldırılmasına hizmet edecek bir dayatmadır. TTE dayatıldığı anda sorun böyle iken, bu güne kadarki gelişmeler, sorunu tam anlamıyla bir prestij sorunu haline getirmiştir.

TTE Uygulaması Nasıl Bir Prestij Sorunu Haline Geldi?
Yukarıda belirttiğimiz gibi TTE cunta döneminde birçok cezaevinde uygulanmaya başlanmış, devrimcilerin bu konuda sağlıklı bir çizgi saptayıp hayata geçirmemelerinden dolayı cunta uygulamalarından önemli ölçüde başarı elde etmiştir. Bu anlamda cuntanın devamı niteliğindeki parlamento görünümlü faşizme geçilmeye başlamasından sonra da faşist kurumlaşma koşullara uygun bir şekilde devam etmiştir. Ülke genelindeki kurumlaşmanın cezaevine yansıması ise, cezaevindeki direniş odaklarını ortadan kaldırmak, etkisizleştirmek, denetim altına almak biçiminde yansımıştır.
Oligarşik faşist yönetim tüm alanlarda denetimi sürdürüp gelişecek mücadeleyi baştan itibaren engelleyip bastırmak isteğindedir. Bu amaçla ülke genelinde "son kalıntıları yok etmek" adı altında operasyonlar düzenleyerek halka saldırmakta, cuntadan farklı olmadığını kabul ettirmeye çalışmaktadır. Ülkede bu tür operasyonlar sürdürülürken emsali faşist ülkeler ve kendi deneyimlerinden çıkardıkları derslerle, cezaevlerinde direnen devrimcilerin gelecekleri için tehlike oluşturacakları sonucuna varmışlardır. Bu tehlikeyi bertaraf etmek için cezaevindeki direniş odaklarına saldırmaktadırlar. Bu amaçla faşist oligarşik devlet bu gün cezaevlerine yönelik saldırılarını artırmış, ve cezaevleri yönetimi merkezileştirilmiştir. Bu saldırıların en barizi tüm ülkede TTE uygulamasının başlamasıdır. Faşizmin cezaevlerine yönelik bu politikası birçok cezaevinde uygulanabilirken başta İstanbul bölgesi cezaevleri olmak üzere bazı cezaevlerindeki devrimci tutuklular, bu politikaya karşı direnmiş ya da belli bir kesimi direnmiştir. Bu direnişler esasta giymemek, yırtma biçiminde fiili direnişle sürdürülürken yer yer de AG vb. eylem biçimleriyle bu politikalar boşa çıkarılmaya çlışılmıştır.
TTE İstanbul'da ilk olarak Sağmalcılar'da uygulanmaya başlanmış, devrimciler temelde fiili olarak giymeme tavrı almışlardır. Giyim tavrı yanında zamansız ve örgütsüz AG eylemi yenilgi ile sonuçlanmıştır. Cunta bu yenilgiden yararlanmış, başta Metris olmak üzere cezaevlerine yönelik saldırılarını yoğunlaştırmıştır. Bir dönem önce de TTE Metris ve Sultanahmet'te uygulanmaya başlanmıştır. Cunta bu uygulamayı yaparken devrimci güçlerin dağınık olduğunu, en önemli silahlarından birini boş yere, zamansız kullandıklarını biliyordu. Bunu bildiği için de saldırılarını yoğunlaştırmış ve devrimcilerin tüm haklarını gaspetmiştir. Faşist güçlerin TTE uygulamasına karşı devrimciler, giymeme, yırtma, mahkemelerde yırtarak teşhir etme vb. direniş biçimleriyle karşı koymuşlardır.
Devrimcilerin aldıkları bu doğru tavırlar sonucu sorun kamuoyuna duyurulmuş, düşmana ise TTE giyilmeyeceği ve giydirilemeyeceği mesajı verilmiştir.
Düşman güçler, devrimcilerin bu tavrına karşı Metris'te kısmen dayak yanında tüm hakların gasbı, Sağmalcılar ve Sultanahmet'te tüm hakların ortadan kaldırılması tavrına girmişti. Düşman bu politikasından sonuç almayı ümit etmektedir. Çünkü İstanbul dışındaki birçok cezaevinde düşmanın bu politikası sonuç vermiş, birçok devrimci TTE giymiştir. Düşman TTE'nin giyildiği cezaevlerini kendine emsal almakta, bu yolla başarı elde edeceğini umut etmektedir. TTE'nin dayatıldığından bu güne kadar belli bir süreç geçmiştir. Bu süreç içinde devrimciler TTE uygulamasına karşı çeşitli biçimlerde direnmişlerdir. Sorunu kamuoyuna duyurmuşlar, giyilmeyeceğinin düşmana kabul ettirilmesi açısından önemli adımlar atılmıştır. Yine bu süreç içinde düşman çeşitli baskılara baş vurmuş, tüm haklarımızı gasp etmiştir ve elimizdeki imkanları da gasp etmeyi planlamaktadır. İşte bu süreç içinde düşmana karşı alınan tavırlar TTE'yi bir devrimci prestij sorunu haline getirmiştir. Bu prestij gelenek haline dönüştürülmeli TTE giyilmemelidir.
Arkadaşlar,
Devrimci güçler nerede olursa olsunlar karşı devrimci güçlerle sürekli bir mücadele halindedirler. Bu mücadeleyi cunta koşullarında cezaevlerinde yatan devrimciler hergün benliklerinde hissetmişlerdir. Düşmanın amacı, haklı olan mücadelemizi yok etmek, bizi uğruna savaştığımız ideallerimize ihanet ettirmektir. Devrimciler açısından sorun, devrimci mücadeleyi ayakta tutarak, haklı mücadelenin bayrağını yükseklerde tutmaktır. Devrimciler açısından bu nasıl gereklilik ve zorunluluksa düşman açısından da kendi düzenini devam ettirmek ve siyasi muhalefeti yok etmek, etkisiz hale getirmek bir gereklilik, bir zorunluluktur. Düşman, dün olduğu gibi bugün de amacından vazgeçmemiştir. Ancak farklı yöntemlere başvurmakta, daha az tepki görecek yöntemlerle saldırmaktadır. TTE bu dolaylı yöntemlerden biridir, bu yolla devrimcilerin prestijini yok etmek amaçlanmaktadır. Devrimcilerin faşist saldırılara karşı direnme gelenekleri yaratmaları engellenmeye çalışılmaktadır. Faşist devletin "Kadir" olduğu demogojisi devrimcilere de dolaylı yollarla kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Bu noktada devrimci görev, düşman taktiklerini boşa çıkarmak, devrimci direniş geleneğini sürdürmek, devrimci prestiji ayakta tutmaktır. Bu konuda dezavantajlarımızın olduğu açıktır.
Bugün İstanbul dışındaki c. evlerinin %90'ı TTE uygulamasını kabul etmiş durumdadır. Bu durum başlı başına devrimciler için bir dezavantaj, düşman içinse önemli bir avantaj ve umut kaynağıdır. TTE konusundaki tavrımızı saptarken dezavantaj ve avantajlarımızın tümünü hesaba kattık ve sorunun uzun bir süre gerektirdiğini de düşündük. Ancak tüm olumsuzluklara rağmen sabırlı, uzun süreli bir mücadele ile başarıya ulaşılacağına inanıyoruz. Bu mücadelenin uzun, zorlu olduğu ve fedakârlık istediği bu günden açıktır. Zira düşman tüm dış bağlantıları kesmeye yönelmiş, savunma hakkımızı kısıtlamış, tüm sosyal haklarımıza el atmıştır. Daha da atacaktır. Düşmanın bu yaptıkları karşısında gerilememek gerektiği açık olduğu halde bu gün bazı yanlış eğilimler ortaya çıkmaktadır.
Burada bu eğilimlere kısaca değineceğiz. Söz konusu yanlış eğilimler, özünde şu şekilde ortaya çıkmaktadır: "TTE merkezi bir uygulamadır. Tüm Türkiye'deki cezaevlerinde giydirilmiştir. Başarı şansımız yoktur. Giymediğimiz için birçok hakkımız kısıtlanmış, ortadan kaldırılmıştır. Bu şartlarda giymemek tavrı hiçbir şey ifade etmez. Bazı sosyal imkanlar elde ederek TTE giyelim." Öz olarak böyle ifade edebileceğimiz yanlış eğilimleri bazı siyasi gruplar ve siyasetler açık açık ifade ederken bazıları ise nabız yoklamada ve dolaylı yollara baş vurmaktadırlar. Şu anda bu eğilimleri tam kesinleşmediği için konunun üzerinde fazla durmuyoruz. Ancak bu eğilimlerin sahiplerine ve tüm siyaset mensuplarına hatırlatmakta yarar var: Bu güne kadar İstanbul cezaevlerinde TTE giymeyip tavır alırken karşı devrimci güçlerin nasıl davranacaklarını bilmiyor muyduk? Bilmiyorduk denemez zira herşey apaçık ortadaydı. Bir sorunun kısa vadeli olmadığı da ortadaydı. Tüm bu gerçeklere rağmen giymeme tavrı alındı. Bu eğilimlerin sahiplerini uyarmayı devrimci bir görev olarak görüyoruz.
Sonuç olarak bu gün varolan ortamda TTE'nin kazandığı boyut gözönüne alındığında hiçbir sosyal hak karşılığında giyilmemelidir. Kaldı ki TTE giyildikten sonra elde edilecek sosyal imkanlar hangi devrimci prestijle korunacak? Korunacağını zannetmiyoruz. Ve kazanımlar, prestij kaybının yerini doldurmayacaktır. Atılacak bir geri adım düşmanda varolan "Birkaç ay direnirler. Yasaklar karşısında dayanamazlar sonra giyerler" umudunu gerçekleştirmiş olacaktır. Bu tavır düşmanı birçok konuda umutlandıracak ve başka yaptırımlar dayatacak, dayattığı yaptırımlar ise devrimcilerce kabul edilmediği zaman yine aynı yasak koyma yöntemlerine baş vuracaktır. Bu noktada başta İstanbul'da direnen cezaevleri olmak üzere direnen tüm cezaevlerindeki devrimciler düşmanın baskı ve hak gasplarına karşı özel olarak direnişi sürdürmelidir. Bu direniş zamanla diğer cezaezaevlerinide etkileyecektir. Uzun, sabırlı ve fedakarlık isteyen bir direniş göze alınmalıdır. Düşmanın "yasaklar karşısında dayanamazlar" beklentisi boşa çıkarılması ve TTE giyilmemesi tavrı gelenekselleştirilmelidir. Geleçeğe miras olarak bırakılmalıdır.
TTE'nin düşman tarafından dayatılmasının amaçlarını ve alınması gereken tavrı ortaya koyduk. Ancak eksik olan birşey var, nasıl başarıya ulaşacağız sorunu. Bu konuyu burada fazla açmayacağız. Çünkü herşeyden önce siyasetlerin TTE'yi nasıl gördükleri açığa çıkmalıdır. Giymeme tavrını sürdürecek olan siyasetlerle eylem ve direnme programı üzerinde daha geniş tartışırız. Ancak kısaca belirtecek olursak, TTE uygulamasının geriletilmesi ve ortadan kaldırılmasında uzun süreli, sabırlı, kararlılık ve fedakarlık gerektiren bir direnme çizgisi zorunludur. Başarı salt İstanbul cezaevlerindeki direnmelerle ve eylemlerle elde edilemez. Başarı genel olarak ülkemizdeki devrimci demokratik muhalefetin desteğini alarak cezaevlerindeki mücadelenin yükseltilmesiyle yakın ilinti içindedir. TTE'nin dışındaki hakların elde edilebilmesi de kısa bir süre icinde olmayacaktır. Düşmanın TTE giyeceğimiz doğrultusundaki umudu kırılmadan diğer sosyal imkanların elde edilmesi de pek olanaklı değildir. TTE giymemek konusundaki kararlı tavrımız bir taraftan düşmanın umudunu yıkarken diğer taraftan birçok cezaevinin mücadeleye katılmasını beraberinde getirecektir. Bu süreç sonunda TTE dışındaki hakların kazanımı için İstanbul cezaevlerinde baş vurulacak çeşitli eylem biçimleri yanındaki hakları elde edebiliriz. TTE giymemek kaydıyla, TTE'nin ortadan kaldırılması daha kapsamlı bir mücadele ile mümkündür."
Hem o sürecin cezaevi bildirilerine örnek oluşturması, hem de Tek Tip Elbise konusundaki tavrı ortaya koyması açısından buraya aktardığımız bu bildiride de görüldüğü gibi Elbise'nin giyilmemesi özellikle o dönemin koşullarında zorunlu görülüyordu.
O günlerde sadece ülke içinde değil, uluslararası kamuoyunda ve basında da tek tip elbiseden sözediliyordu.
Cunta'dan sonra ilk kez Sultanahmet Cezaevi'nde gündeme getirilen Tek Tip Elbise, orada kısa bir süre giyildi. Düşman, TTE'nin yanısıra İstiklâl Marşı söylenmesini, komutanım demesini, esas duruşa geçilmesini dayatıyor ve azgınca saldırıyordu. Bu saldırılara karşı fiili olarak direnen arkadaşlarımız, orada bulunan bütün siyaseltlerle birlikte TTE'yi giydiler. Bu bir boyun eğme olayı değildi. Çünkü herşeye direniliyordu. Yanlış, TTE'yi doğru değerlendirmeme noktasında yapılmıştı ve bu yanlışın kendi payımıza özeleştirisini veriyoruz.
Daha sonraki süreçte ise, 1983'ün Haziran'ında Metris'ten Sağmalcılar 2 nolu Özel Tip Cezaevi'ne hücrelere götürülen devrimcilere TTE dayatması getirildi. Devrimciler, cezaevi girişinde dayatılan ve zorla giydirilmek istenen TTE'ye karşı direndiler. Bu dönem, zamansız ve gereken ön hazırlıklar yapılmadan girişilen süresiz açlık grevinin yenilgi ile sonuçlandığı ve bundan yararlanan düşmanın başta Metris olmak üzere tüm cezaevlerinde saldırılarını yoğunlaştırdığı dönemdir.
Sağmalcılar Özel Tip'teki TTE dayatmasından sonra 1983 Ekim'inde Sultanahmet'te, 1984 Ocak ayında da Metris'te TTE gündeme getirildi. Bu cezaevlerinde, direnişçilerin hiçbiri TTE giymedi. Buna karşılık düşünülebilecek ne kadar yaşama ilişkin aldıkları hak varsa hepsi gaspedildi. TTE, zorla giydiriliyor, döverek, soyarak kolu bacağı takılan elbise, askerlerin elinden kurtulur kurtulmaz yırtılıyordu. Mahkemelere çıkılırken de zorla giydirilip kelepçe takılan devrimci, mahkeme salonunda kelepçesi çıkarılır çıkarılmaz bu konuda bir açıklama yaparak elbiselerini çıkarıyor ve heyetin önünde yırtıyordu. Her zaman olduğu gibi, "mahkeme nizamını bozucu davranıştan" dolayı dışarı atılması emrediliyor, devrimci direniyor, coplanarak, sloganlar arasında dışarı çıkarılıyordu...
TTE giymeyenlere sivil elbise de verilmiyordu ve Ocak-Şubat gibi aylarda 1. Ordu Karargahı olan Selimiye'nin koridorlarında üzerinde sadece donu olan (ve bir de kelepçesi) insanlar dolaşmaya başlıyordu. Bu, gerçekten çok ilginç bir görüntü idi. Mahkemelerin bir kısmı Selimiye'de yapılıyor ve direnişçiler TTE giymedikleri için, başka bir elbise de verilmemesi nedeniyle çıplak dolaşıyorlardı. Düşmanın buna karşı yapabileceği hiçbirşey yoktu. Mahkeme salonuna donla giren tutsağı görünce başlarını öteki tarafa çeviren askeri yargıçlar, "çabuk çıkarın, çabuk çıkarın" diye bağırışıyorlardı. Giderek bu çıplaklığı kanıksadılar ve "nizami kıyafetle gelmeyen tutuklu, bu nedenle salondan çıkarılmıştır" şeklinde sakin sakin tutanaklarını tutmaya başladılar.
Bu "kıyafetleri" ile (ve ayakkabıları da alınarak) havalandırmaya atılan tutsaklar karın ve buzun üzerinde ve kar ya da yağmur yağarken saatlerce bekletiliyorlardı. Düşman, fırsattan istifade yeni bir işkence yöntemi keşfetmişti.
Bütün bunların yanısıra yine ziyaret, havalandırma, avukat görüşü ortadan kaldırılmıştı. Metris'te fiziki saldırılar tırmandırılırken Sağmalcılar ve Sultanahmet'te uzun süreli yasaklarla sonuç alma programı uygulamaya konulmuştu.
Düşman Metris'e tekrar bütün gücü ile yüklenmeye başlamıştı. Çünkü, Sağmalcılar 2. nolu cezaevine, örgütlerin daha ileri gördüğü kadrolarını sevkedip bunları orada hücrelere kapatıktan sonra Metris'in direniş yapısının çok zayıfladığını düşünüyordu. (Sağmalcılar 2 nolu cezaevine götürülen devrimciler orada 2.5 yıl hücrelerde kapalı tutulmuşlardır)
Mücadele, uzun ve zorluydu. Direnişin ısrarla sürdürülmesi gerekiyordu. Yaşamın direnişle özdeşleşmesi gerekiyordu. İnsanların direnmekten başka bir alternatif düşünmemeleri gerekiyordu.
Fakat 1984 başlarından itibaren direnişte göreceli bir gevşeme başladı. Daha önce kişiler bazında yaşanan çözülme bu kez siyasetler bazına sıçradı. Birçok siyaset TTE'nin giyilmesi gerektiğini savunmaya başladı. Giyme giymeme çatışması olarak tanımlanabilecek yoğun bir iç tartışma dönemine girildi. Siyasi literatürün her türden "geri çekilme" savları moda haline geldi. TTE'nin, verilecek sosyal haklar karşılığında giyilmesinin doğru olacağı savunuldu, kitleye "giyinin" çağrıları yapıldı. Onlara göre eğer TTE giyilmezse "Metris Mamaklaşacaktı"...
Sonuçta, bazı siyasetler TTE direnişine son vermek için aralarında bir platform oluşturdular. 1985'in ilk aylarında, siyasetlerin çoğunluğu TTE'nin giyilmesini savunur durumdaydı. Platform artık çoğunluğu sağlamayı da başarmıştı.
MLSPB'nin o günlerde TTE konusundaki belirlemeleri değişmemişti:
"1- TTE direnişi neredeyse bütün cezaevlerinde kırılmıştır. Bu konuda İstanbul Cezaevleri direniş odağı durumundadır. TTE'nin ortadan kaldırılması uzun süreli bir direnişle mümkündür. Soruna kısa vadeli bakılmamalıdır. Direniş sürdürülmeli, özellikle prestij sorunu haline gelmiş TTE direnişine son verilerek prestij kaybına uğranılmamalıdır.
2- Düşman diğer cezaevlerinde sonuç almış, İstanbul Cezaevlerinde de sonuç alacağını daha fazla umar olmuştur. Bu dayatmasının ardından başka dayatmalar da gündeme gelecektir. Düşman umutları boşa çıkarılmalıdır.
3- İstanbul Cezaevleri'nin bütünlüklü olarak direnişi sürdürmesi, gelecek direnişler açısından önem taşımaktadır. Diğer Cezaevleri de süreç içinde bu stratejiye çekilmeye çalışılmalıdır.
4- TTE'nin niteliği ve gelinen aşamada kazanılan boyut belli sosyal hakların kazanılmasına feda edilemeyecek bir gerçeği ortaya koymaktadır. Bazı haklar elde etmek için böyle bir pazarlığa girişilmemelidir."
Fakat siyasetlerin çoğunluğu TTE elbise giyeceklerini ve "geriçekilme taktiği uygulayacaklarını" açıkladılar. Bunun üzerine yeni bir değerlendirme yapma gereği duyuldu. Giyilmemesi yolunda sonuna kadar diretildiği halde bu "iç mücadelede" başarı sağlanamamıştı. Çoğunluğun giymesi durumunda bir azınlığın giymeme tavrı, TTE'den sonra geleceği görülen yeni saldırı dalgasına karşı direnişte ciddi bir parçalanma yaratacaktı. Bir tecrit durumu ortaya çıkacaktı. Ve bunların doğuracağı sakıncalar, dönemi karşılarken ciddi sorunlar getirecekti. Bunların yanısıra, azınlığın giymemesi, esas sorun dan prestij meselesinde amaca ulaşma konusunda yeterli değildi.
Bu görüşler temelinde, MLSPB'nin de çoğunluğa uyacağı duyuruldu. Yalnız bu duyuruda ısrarla vurgulanan bazı noktalar vardı. TTE konusunda düşmana değil, giymek isteyen arkadaşlara (gruplara) verilen taviz, başka dayatmalarda da aynı gerekçelerle taviz verileceği anlamına gelmemektedir. Ve bu tavır, TTE dışında başka hiçbir dayatmaya getirilmediği koşullarda geçerlidir. Eğer başka dayatmalar gündeme getirilirse TTE giyme tavrı da gerekçelerini yitirecek ve TTE çıkarılıp atılacaktır.
Aynı dönemde TTE'nin giyilmemesini savunan diğer iki siyasetten biri, Sağmalcılar'da giymeme Metris'te giyme tavrı almışlardır.
Nisan 1985'te TTE fiilen gündeme geldi. Fakat öngürüldüğü gibi TTE ile birlikte başka dayatmalar da gündeme getirildi. Kimlik almayana TTE verilmeyeceği belirtildi.
Metris'te ise devrimcilerin zayıflar durumunu göz önüne alan düşman, elbisenin önünün iliklenmesini dayattı. Koğuşlara dağıtılmış olan elbiseler, ön ilikleme kabul edilmeyince geri toplandı.
MLSPB, daha önce açıkladığı gibi, TTE ile birlikte kimlik uygulaması da gündeme getirildiği için TTE de giymedi. Dolayısıyla her iki cezaevinde de TTE giyilmemiş oldu.
Aynı dönemde Metris'te ön ilikleme dayatmasından vazgeçilmesi üzerine, henüz sağmalcılar'daki dayatmayı öğrenemeyen MLSPB taraftarları 15 gün TTE giymişlerdir. Aynı günlerde Sağmalcılar'a sevk oldukları için giderken elbiselerini çıkarıp idareye teslim etmişler ve TTE giymeye son vermişlerdir.
Kısa bir süre sonra Sağmalcılar 2 nolu cezaevi (özel tip) kapatılmış ve tutsaklar tekrar Metris'e getirilmiştir. Metris'te TTE uygulaması son bulmuş ve 1986 Şubat'ında bu dayatma gündemden kalkmıştır.
Çok kısa süre, yukarıda söz edilen koşullarda giyilmiş olsa da, bu tavır bir hatadır. Sevklerden sonraki süreç yumuşama sürecidir. Ve giderek genişleyen bir rahatlama süreci başlamıştır.
TTE sürecinde iki siyasetin gündeme getirdiği ölüm orucu konusunda, ölüm orucuna karşı olunduğu için bu eylemin karşısında olunmuştur. Artık eşofman vb. pazarlıkların yapılmaya başlandığı bir sürecte başlatılan bu direniş, döneme, amaca, uygunluk açısından eleştirilmiştir.
Ve eylem başladıktan sonra, eylemin programı, süreci onaylanmadığı halde devrimci dayanışma duygularıyla bu direnişçilere destek verilmiştir.
Bu eylemde yaşamlarını kaybeden 4 direnişçi, Metris (İstanbul Cezaevleri) tarihinin onurlu şehitleri olarak anılacaklar, hepimiz tarafından.

ANMALAR, PROTESTOLAR
Metris'li devrimciler, sadece "direnmekle" kalmamış, koşullarına uygun bir siyasal tavır tarzı yaratarak, ne kadar zorlu bir dönemde olunursa olunsun bu tavırlarından vazgeçmemişlerdir. Anmalar ve protestolar başlığında topladığımız eylemlerini, Metris'in ilk dönemlerinden kapanışına kadar sürdürmüşlerdir. Metris'in "kapanışı" olarak sözettiğimiz durum, siyasal tutsakların tümünün bir gecede boşaltılması ve daha sonra Metris'e sadece sivil mahkumların konulmaya başlamasıdır.
Başlangıçta, yine bütün direnişçi siyasi grupların ortak kararıyla, 30 Mart (Kızıldere Şehitlerinin Anılması), 6 Mayıs (Deniz, Yusuf, Hüseyin'in anılması), 18 mayıs (İbrahim Kaypakaya'nın anılması) günlerinde, ülkenin devrim tarihinde sembolleşen devrimcilerin anılmasının yanısıra, onların nezdinde, katliamlar, idamlar ve işkenceler protesto ediliyor, devrimcilerin bütün bunlar karşısındaki kararlılığı ortaya konuyordu.
Metrisliler'in "dışa dönük anma" olarak tanımladığı bu günlerde, yine bütün devrimcilerin katlımıyla hazırlanan ortak bir metin okunuyor, havalandırmalara yönelik sloganlar atılıyor, marşlar söyleniyordu.
Bu anma günlerinin dışında, Maraş katliamının protestosu ve 1 Mayıs kutlamaları da "dışa dönük" gerçekleştiriliyordu. 1 Mayıs kutlamaları için günler öncesinden hazırlıklar yapılıyor, sloganlar, marşlar, türküler, halaylar eşliğinde emekçilerin bu özel günü kutlanıyordu.
Anmalar ve protestolar, kendi içeriklerinin yanısıra, devrimciler arasındaki güçbirliğini ve kararlılığı göstermek açısından da önemliydi. Bu eylemliliklerde yaşanan coşku, atılan sloganların ifade ettikleri, hem devrimciler ve hem de burun buruna yaşadıkları düşman açısından önemliydi.
"Kızıldere Şehitleri
Ölümsüzdür
Işkencecilerden Hesap
Soracağız
Devrim Şehitleri Ölümsüzdür
Idamların Hesabını Soracağız" gibi sloganlar, açlık grevleri, operasyon günleri esnasında dahi, anmalar dolayısıyla atılıyor ve devrimcilerin sadece birer direnişçi olarak bulundukları mevzide tutunmaya çalışan insanlar olmadığını, siyasal özlerinin ve amaçlarının da herşeye rağmen değişmediğini gösteriyordu.
Bu genel anma günlerinin dışında, o süreçte yapılan idamlar da aynı şekilde protesto edilmiştir. Öte yandan çeşitli şekillerde katledilen devrimciler, bağlı bulunduğu yapının, bütün devrimcilerin katılımını sağlayabilecek şekilde hazırladığı, metin ve programlar dahilinde koğuşlarda anılmıştır. Hemen her gün devrimcilerin katledildiği 12 Eylül günlerinde sürekli dışa dönük anma ve protesto yapmak, bu eylemlerin içini boşaltacağı, etkisini kıracağı için sözkonusu yöntem seçilmiştir.

CANLI BİR YAŞAM OCAĞI: METRİS
Metris sadece bir direniş odağı değildi, aynı zamanda, devrimci coşku ve kararlılığın yanısıra, tüm insanca duyguların da canlı bir şekilde yaşandığı bir ocaktı. Bir abartma, bir ajitasyon sözü olmanın gerçekten çok ötesinde, alev alev bir yaşam ocağı idi Metris.
Mücadelenin ve direnme başarısının yarattığı insanca güç ve moral, oradaki insanları son derece yaşama bağlı ve dinamik kılmıştı. Sevinçler, acılar, ayrılıklar, öfkeler, hüzünler, coşkular, özlemler, kararlılıklar, sevgiler, sevdalar doludizgin yaşandı. İnsanlar, "imkansız"a rağmen iradi mutluluklar yaratma başarısının ne anlama geldiğini kanıtladı. Bu anlamda, "dışardakiler"den, kesinkes daha özgürdüler.
Dışardakiler değil, içerdekiler moralin pınarı oldular. Bunu direnerek akıttılar dışarıya, bunu gözbebeklerindeki ışıltıyla akıttılar, bunu sözcükleriyle akıttılar. Akıtabildiler çünkü sarfettikleri sözcüklere gerçekten inanıyorlardı, o sözcükler beyinlerinden ve yüreklerinden akıp geliyordu ve o sözcüklerin insanı idi.
Böylelikle karanlıkta gömülü bir umut ateşi oldular. Binlerce insanın yaşamı, "içerdekiler çıkınca" momentine bağlandı. Binlerce umut, o anı bekleyerek yaşadı.
İçerdekiler kendilerini bir bekleme girdabına kaptırmadılar. Yaşamı orada ördüler, orada hamile annelerin getirdiği yeni canlar filizlendi. Orada tadı onyıllarca unutulmayacak eğlence geceleri düzenlendi. Geceyarılarına kadar şarkılar, türküler fasıllarla gökyüzündeki nöbetçi yıldızlara yaşama ve irade dersi verildi.
Düşmanın disiplinini reddeden tutsaklar, kendi içlerinde bir düzen ve disiplin oluşturdular, temizliğe, ortak emeğe, paylaşıma büyük önem verdiler. Büyük komünler halinde yaşadılar, bazan bu komünler, "havalandırma komünü" denilen büyük çaplara ulaştı. İletişimin daha sınırlı olduğu havalandırma aşırı kesimlerle de olanakların elverdiği ölçüde dayanışma ve yardımlaşma sürdürüldü. Komünler sadece yiyeceğin değil, bütün ihtiyaçların paylaşıldığı organizasyonlar haline getirilmeye çalışıldı. Koğuş nöbetçilerinin sabahın çok erken saatlerinde kalkarak temizliği yaptığı, kahvaltıyı hazırladığı ve arkadaşlarını sayım için uyandırdığı günler, genellikle eğitim, spor, sohbet ve tartışmalarla sürdü. Geceleri daha genel programlarda koğuştaki tüm insanların toplu etkinlikler yapması gündeme geliyordu. Yabancı dil dersleri, tiyatro çalışmaları ve doğaçlama tiyatro gösterileri, folklor çalışmaları genel programların parçalarıydı.
Binbir güçlükle içeriye sokulan ve koğuşlarda kalem uçlarıyla pelurlara mikroskobik boyutlarda yazılarak çoğaltılan Marksist-Leninist klasikler tekrar tekrar okunuyordu. Dışarda kitapçıdan alınarak normal boyutlardaki harflerle okunan biçbir klasik ya da hiçbir kitap kuşkusuz hiçbir zaman bu denli değerli olmamış ve bu kadar özenli okuyucular bulamamıştır.
Olumsuzluklar, "çelişkiler" olmamış mıdır bu yaşamda? Elbette olmuştur. İnsanın ve insan ilişkilerinin bulunduğu her ortamda sorunun da olması kaçınılmazdır. Üstelik çok boyutlu ilişkilerin olduğu küçük ve kalabalık bir mekan, sorunların da yoğun olduğu koşullar demektir. Sorunlar doğaldır ama sorunları yenme başarısı göstermemek devrimciler için doğal olmamalıdır. Her düzeyden devrimci ve ilerici insanın, onlarca farklı sol görüşün, onlarca farklı ortam, ilişki ve kökenden gelmiş insanın bir arada bulunduğu bu koşullar, sonuçta sorunların değil ortak bir eylem ve yaşam biçiminin ağır bastığı koşullar haline getirilmişse, bu anlamda da başarı sözkonusu demektir.
Sonuç olarak; Metris Tarihi örnek bir tarihtir. Sadece cezaevleri mücadelesi bağlamında değil, ülkenin o sürecindeki önemi açısından da bu değerlendirmeyi haketmiştir. Devrim Mücadelemiz, bu başarıyı yaratan bütün devrimcileri saygıyla sayfalarına geçirecektir.

Direnen ve Uzun Yolumuzda
Yeni Direnişler Yaratacak Olan
Devrimcileri Selamlıyoruz.


 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92