Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Bugün temel sorun, sağlıklı bir sendikal anlayışın yaratılması, iktidar mücadelesi ile ekonomik demokratik mücadelenin karşılıklı birbirinin önünü açan fonksiyonlarının uyumlu hale getirilmesidir. Bugünün ihtiyacı herhangi bir sendikacılık türünün değil, temel politik görevlere bağlı, onu geliştirip zenginleştiren bir sendikacılık anlayışına hiç değilse zeminin yaratılmasıdır. Ve zaten bir politik hareketin sendikal anlayışı da, onun politik iktidar savaşına nasıl baktığı, bu savaşta çeşitli mücadele ve örgütlülük biçimlerini nasıl konumlandırdığı ile yakından ilgilidir.
Bu doğrultuda dergimize postayla ulaşan EMEK CEPHESİ isimli sendikal programı güncelliği ve ihtiyacın yoğun olmasından kaynaklı olarak yayınlamayı devrimci bir görev olarak görüyor ve üzerinde hiç bir değişiklik, Özetleme veya kesinti yapmadan yayınlıyoruz.

Dünya Bir Dönüm Noktasındadır
* Dünya bugün derin ve özel çelişkilerle dolu bir dönüm noktasını yaşamaktadır.
Yüzyılın başlarında 1917 Ekim Devrimi'nin açtığı sosyalist çığırla birlikte dünyadaki tek hakim güç olma özelliğini yitiren kapitalist sistem, daha sonra büyük Çin Devrimi'yle derinden sarsılmıştır. l940'lı yılların ilk yarısında, sosyalizmi faşist saldırganlıkla boğma girişimi ise kahramanca yürütülen anavatan savunmasıyla püskürtülmüştü.
II. Emperyalistler arası savaş sonrasında içine girdiği üçüncü bunalım dönemi ise emperyalizm açısından artık tam bir kaos süreci olmuştu. Dünyadaki önemli avantajlarını yitiren emperyalist sistemin ekonomik-politik egemenlik alanları olağanüstü düzeyde daralmış, ezilen halkların sisteme vurduğu darbeler birbirini izlemişti. Dünyanın varoşlarının ayaklandığı, Vietnam'dan Küba'ya, Angola'dan Nikaragua'ya dek devrimlerin toprağı sarstığı bu dönem, emperyalizmin prestijinin en çok eridiği dönem olmuştur.
Üstelik bu süreç yalnızca sosyalist ya da sosyalist eğilimli devrimlerin değil, bu devrimlerin derin etkileriyle gerçekleşen diğer halk hareketlerinin de gözlemlendiği bir süreç' olmuştur. Halklardan böylesine güçlü darbeler yiyen sistem, kendi demagojik imparatorluk imajını yitirmiş, metropoldeki proletarya hareketini de kontrol edemez hale gelmiştir.
Dönem, sömürü alanları elden çıktıkça krizlerin sıklaştığı ve ekonomide korkunç düzeye vardırılan askerileştirmenin bile çöküntülerin atlatılmasını sağlayacak bir esnekliği yaratamadığı bir dönemdir.
Oysa, 60'larda ve 70'lerde kendi tarihinin böylesine dramatik noktalarını yaşayan kapitalist sistem, bugün 90'ların ters yönden gelen esintileri sebebiyle yapay bir soluk alma sürecine yeniden kavuşmuş, bu esintinin çürümüş yelkenlerini doldurabileceği yanılsamasıyla yeni bir "saltanat yüzyılı" umuduna kapılmıştır.

* 90'ların başındaki durum, uzun süredir kendini tarihsel hatalarla sakatlamış bir "sosyalizm anlayışı"nın çökme durumudur. İşçi sınıfının inisiyatif ve iradesinden giderek kopmuş olan bu "sosyalist" devletlerin çöküşü, bizzat bu kopuşun sonucuydu ve bir anlamda da kaçınılmazdı.
Marksist-Leninist teoriyi kuru akademik söylemle, sığ demagojiyle boğan, onun yaratıcılığını kısırlaştıran bu kast, pratikte de işçi sınıfının iktidarı sahipleneceği örgütleniş biçimlerini imkânsız hale getirmiş, bürokratik bir deformasyon yaratmıştır.
Aynı anlayış dışarda ise, devrimci çizgiden uzaklaşıp uzlaşmacı bir rota izleyerek uluslararası pratikte iflasını sergilemiştir. Ki zaten süreç içinde uluslararası devrimci çemberin son kırk yıldaki genişlemesi revizyonist merkezlere rağmen gerçekleşmiştir.
Ama her ne olursa olsun bu kampın trajik çöküşünün derin etkiler yarattığı somut bir gerçekliktir. Marksizmin temel öğretilerine ne yazık ki aykırı olan bu çarpık uygulamanın çöküşü, bizzat sosyalizmin kendi imajını da etkileyen sonuçlara yol açmıştır. Uluslararası medyanın pompaladığı demagoji fırtınası içinde büyük bir karışıklık oluşmuş, "sosyalizmin artık bir alternatif olmaktan çıktığı" ve "kapitalizmin kötü de olsa rakipsiz kaldığı" yanılsaması, geçici, yapay bir zemin kazanmıştır.

* Dünyanın böylece oluşan yeni çerçevesinde, emperyalizm, genel bir sarhoşluk ve toplu illüzyon atmosferi içinde kendi egemenlik eğrisini kısmen ve geçici olarak yukarıya çekebilmiştir. Ekonomik alanda yeni bazı pazarların oluşması bir yana, esas olarak siyasal imaj cephesinde emperyalist sistem yeni bir soluk alma şansını yakalamıştır.
Gerçekte derin bir çöküntüyü yaşayan ve yeni bir çürüme sürecine girmiş olan sistem, bütün bu sayılan koşullarda "köpeksiz köy" örneği bir "yeni dünya düzeni"ni getirip halklara dayatmıştır.
"Komünizmin öldüğü" yalanına dayanarak kendisini "tek kutuplu" (!) dünyanın tek hakimi ilan eden, saldırganlığını engelleyecek bir gücün artık varolmadığı ve varolmayacağı varsayımına yaslanan emperyalizm, dünya halkalarına karşı yeni bir terör dalgasını başlatmıştır.
Bir yandan eski sosyalist kamp ülkelerindeki milliyetçi boğazlaşmayı keyifle izleyip bundan kendi yararına sonuçlar elde etmeye uğraşmakta, öte yandan "mutlak efendiliğine karşı" dünyanın herhangi bir yerinde uyanan küçük bir kıpırtıyı bile kanla boğmaktadır.

* Oysa daha şu kadarcık zaman diliminde bile, gerçek durumun emperyalist şarlatanların varsayımlarına hiç uygun olmadığı ortaya çıkmıştır. Sistemin cilası hızla dökülmekte, toplumsal göstergeler değişmektedir. Halklara -ve özellikle de eski sosyalist ülke halklarına-bir "dünya cenneti" olarak sunulan kapitalizm, ekonomik krizin ağır baskısı altında sokaklardaki işsiz-evsiz yığınlarına yeni parçalar eklemektedir. Önce yalnız ışıklı vitrinleri görünen metropollerin çamurlu arka sokakları da yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamaktadır.
Emperyalist metropollerde durum bu noktadayken şatafatlı törenlerle yıkılan duvarların arkasında işler daha da kötüdür. Eski "sosyalist kampın" teslim alınmış kalelerinde daha şimdiden kapitalizme karşı -sonuçlarını önümüzdeki süreçte göreceğimiz- ciddi homurdanmalar başlamıştır. Sosyalizmden yana iç dinamiklerin köreltilemediği bugün daha iyi anlaşılmakta, bu dinamiklerin zaman zaman kanlı olaylara varan gelişmelerle "kapitalizme dönüş" programlarını sarsıntıya uğrattığı gözlenmektedir.
Öyle ki, dün "despotik komünist diktalara" karşı demokrasi havariliği yapan ABD ve diğer emperyalist güçler, bugün "komünistlerin geri dönüşü" tehlikesine karşı bu ülkelerde en kanlı diktatörleri hararetle desteklemektedirler.
Kısacası, bugün bütün verilerin gösterdiği olgu, geçen yüzyılda Marks-Engels'in sözünü ettiği "komünizm hayaleti"nin ortalıkta dolaşmaya devam ettiğidir. Ve özellikle eski "sosyalist" ülke topraklarında gelecekte daha kanlı hesaplaşmaların yaşanması kaçınılmazdır.

* Ancak, yine de bugünkü durumda dünya çapında ve tek tek ülkelerdeki sosyalist hareketlerin sarsıntıdan etkilendikleri ve duruma göre derinliği değişen yaralar aldıkları söylenmelidir.
Özellikle sosyalistlerin işçi sınıfı ile olan bağlarında ciddi bir zorlanma yaşanmış ve bugün de yaşanmaktadır. Gerçi "duvarlar" edebiyatının ilk fırtınası içinde çok popüler olan "sınıf savaşının sona erdiği" demagojisi artık zayıflamıştır ama yine de sınıfla ilişkilerdeki tahribat sürmektedir. Dolayısıyla, işçi sınıfı ile sosyalist örgütler arasındaki güven ilişkisinin sağlanması, bugün medyanın ağır bombardımanı altında geçmişe oranla daha zor ama daha önemli bir görev haline gelmiştir.

* Aynı sürecin bir sonucu olarak, uluslararası düzeyde sosyalist sendika geleneğinin de zayıfladığı söylenebilir. Geçmişin yükseliş döneminde köşeye sıkışan, yüzleri açığa çıkan CIA güdümündeki uluslararası sarı konfederasyonların önü bugün iyice açılmış, buna karşın sosyalist eğilimli sendikal örgütler ciddi şekilde kan kaybına uğramışlardır. Öte yandan, yaşanan koşullar yine uluslararası düzeyde sosyal-demokrat sendika örgütlerine güç katmış, uzlaşmacı teorilerin işçi sınıfına şırınga edilebilmesi daha kolay zemin bulabilmiştir. Marksist teorinin sınıf ve devletle ilgili çözümlemelerine 150 yıldır yapılagelen "eleştiri"lerin bugün büyük bir yenilikmiş gibi ısıtılıp yeniden öne sürülmesi hiç de boşuna değildir.

* Ama, kapitalizm açısından tıkanış kesindir, ve bunun sonuçlarının yaşanması kaçınılmazdır. Emperyalizmin çeşitli boylardan liberal şarlatanlarının zafer kadehlerini çok erken kaldırdıkları da kesindir. Tarihsel evrimin diyalektik akışı ve kapitalist düzenin kendi mezarını kazan işleyişi kaçınılmaz sonuçlarını yaratacaktır.
Bugün sistemin bunalımı giderek derinleşmekte ve sosyalizmin direniş odakları her geçen gün zeminini ve gücünü genişletmektedir. İnsanlık, yeni bir arayışın içindedir ve sosyalizmle buluşmasının engellenmesi mümkün değildir.
Böyle bir süreçte, yeni bir enternasyonal geleneği yaratma göreviyle karşı karşıya olan uluslararası sosyalist hareket, gelişmesine paralel olarak yeni uluslararası sendikal örgütler de yaratacak, varolanları canlandıracaktır.

Türkiye Devrimci Hareketi Ve Sendikal Gelişim
* Türkiye'de de bu konjonktürün yoğun etkileri yaşanmıştır. 12 Eylül'ün açtığı yaraların henüz sarılamadığı, ardından büyük toplumsal-kültürel deformasyonların yaşandığı süreçte, bu olumsuzluklara denk düşen uluslararası kan kaybı, Türkiye devrimci hareketinde ciddi bir gerileme yaratmıştır. Bütün bu olumsuzluğa kendi hatalarını da ekleyen devrimci hareket -doğru halkayı yakalayıp yürüyen Kürt dinamiği dışında- ciddi şekilde ivme kaybetmiştir.
Bu noktada, ötedenberi devrimci hareketin zaafını oluşturan "sınıfa uzak olma" durumu daha da belirginleşmiştir. Siyasal ivmenin çok yüksek olduğu günlerde bile, işçi sınıfı ile kaynaşmakta ve onun mücadelesini yönlendirmekte yetersiz kalan Türkiye devrimci hareketi, gerileme sürecinde bu yetersizliği daha yoğun yaşamıştır, yaşamaktadır. Sonuçta da ortaya durgun denemeyecek ama düzen dışı arayış eğilimi açısından zayıf bir sınıf hareketi çıkmıştır.

* Kürt dinamiğinin bu süreçte olağanüstü bir hamle yaptığı ve mesafe aldığı doğrudur. Halkın içinde derin şekilde kök salan ve onu kucaklayan bir hareket olarak Ulusal Kurtuluş Savaşı artık kendi varlığını siyasal ve sosyal bir olgu haline getirmiştir. Ulusal Kurtuluş Savaşı bugün siyasal gündemin birinci maddesine oturmuştur ve gelecekte çok ağır darbeler yemesi halinde bile varlığını sürdürüp gelişeceği kesindir. Ancak bu dinamik, ne kadar önemli bir odak olursa olsun, herşeye karşın Türkiye'deki işçi sınıfı hareketini çok fazla itme şansına sahip değildir. Ve Türkiye devrimci hareketi ve işçi sınıfı hareketinin buluşma sürecini iç dinamikler belirleyecektir.

* Bugün Türkiye cephesinde bu dinamiklerin zaafları sonucu bir ya da bir kaç devrimci hareketin politik süreci damgalayıp yönlendiremiyor oluşu, genel olarak sınıf hareketinin kendiliğindenci çerçeveyi aşamamasının da temel nedenidir. Bilindiği gibi devrimci hareketle işçi sınıfının ekonomik-demokratik mücadelesi arasındaki bağlar zaman zaman güçlenip zayıflamış ama hiç bir dönem sağlıklı bir politik önderlik ilişkisi yaşanmamıştır.
Yüzyılın başından, "Tersane grevleri" günlerinden akıp gelen işçi sınıfı hareketi, uzun süre Kemalist diktatörlüğün ve onun Takriri Sükun gibi baskı uygulamalarının altında kalmış, sendikal hareket nisbi yasallıklara kavuştuğunda ise TÜRK-İş'in sağa çeken yörüngesinin baskısına girmiştir. CIA güdümlü olduğu tescil edilmiş ICFTU türünden uluslararası organizasyonların finansal ve "eğitsel" (!) katkısıyla büyüyen TÜRK-İş, uzun süre sarı renkli bir "milli" sendikacılığın tek yıldızı olarak varolmuştur.

* Bu sendikal anlayışın karşısında oluşan ve konumlanan DİSK ise kuruluşundan itibaren, ismiyle bağıntılı devrimci bir sendikal anlayışı yaşama geçirememiştir. İşçi sınıfı kitlelerinin sarı sendikacılığa karşı tepkisini ifade etmesi bakımından olumlu bir olgu olan DİSK, uzlaşmacı ve sınıftan uzaklaşıp bürokratlaşmış eğilimlerin etkisinden hiç bir zaman kurtulamamış, çoğu zaman (16 Haziran olayında görüldüğü gibi) kendi yarattığı potansiyelden ürker hale gelmiştir.
Öte yandan, gerçekten iktidar perspektifiyle donanmış bir sosyalist hareketin ancak 60'ların sonunda tarih sahnesine çıkabilmiş olması ve üstelik bu hareketin oluşumundan hemen sonra bir açık faşist diktatörlük terörü altında kalması, DİSK'in sağlıklı bir çizgi kazanmasının en önemli engeli olmuştur.
Böylece 70'li yıllarda DİSK büyük ölçüde uzlaşmacı-sağ politik çizgilerin etkinliğinde kalmıştır. Tepeden inme yöntemlerle özellikle belli sendikaları denetimine alan reformist çizgi, işçi sınıfının sendikal mücadelesini sağa çekme görevini üstlenmiştir. Devrimci güçlerin bu alandaki eksiklikleri de bu sonucun oluşmasında katkı sağlamıştır. Devrimci ivmenin bütün yüksekliğine karşın sendikal alanın reformist etkinliğin zararlarından kurtulamamış olması, '80 öncesi sürecin en dramatik olgularından biridir.
Böyle bir karmaşanın içinde 12 Eylül'e gelindiğinde, şüphesiz, DİSK bir cuntayı karşılayabilir ve cuntaya rağmen yaşayabilir bir pozisyonda değildir. Bu açıdan DİSK'in bütün yöneticileriyle birlikte cunta sabahı acil bir teslimiyet göstermesini sürecin bir sonucu olarak görmek ve bunun esas sorumluluğunun "teslimiyet göstermeyen bir sendikal hareket" yaratma becerisini sergileyemeyen devrimci harekete ait olduğunu vurgulamak gereklidir.
Gerçekten de, 12 Eylül öncesinde zaten oldukça güçten düşmüş olan DİSK, cunta tarafından kapatıldığında ortaya çıkan örgütsüz emekçiler manzarası, bütün devrimcilerin önüne "her koşulda yaşayabilen bir devrimci hareketin ve sendikal örgütlülüğün nasıl olması gerektiği" sorusunu ciddi olarak koymuştur.
* Cunta tarafından DİSK kapatıldığında ortada alternatifsiz kalan TÜRK-İş'in sarı yöneticileri ise 12 Eylülcülerle utanmazca uzlaşıp bakan koltuklarına dek çöreklenmişler, uzunca bir süre durumun tadını çıkarmışlardır. 12 Eylül döneminde işçi sınıfı hareketini boğan, onun bütün mevzilerine saldıran kararların altında böylece TÜRK-İş'in imzası da yer almıştır. Bu dönemde örgütsüz kalan yığınların bir bölümü çaresizlik içinde TÜRK-İş'e akmış, bir bölümü de daha sonra yapay tavırlarla tepkiyi örgütlemeye çalışan HAK-İş'e yönelmiştir.
Ama sınıf hareketi TÜRK-İş'te de durduğu yerde durmamıştır. Özellikle cuntanın sivil kılıklara büründüğü noktadan sonra, 12 Eylül silindiri altında bütün hakları sıfırlanmış olan yığınlar (bu kez daha apolitik bir çerçeveden) TÜRK-İŞ'i zorlamaya başlamışlardır. Özellikle şubeler düzeyinde tabanın baskısıyla -kısmen de devrimci çalışmaların etkisiyle- ciddi kıpırdanmalar gözlenmiştir. "Bahar eylemleri" dizilerinden Zonguldak'a uzanan hareketlilik bu durumun örneklerini vermiştir. Ancak bütün bu kıpırdanışlar, bazılarının dalkavukça abartmalarının tersine, bir bakıma yığın hareketinin ciddi zayıflıklarını da sergilemiştir. Çoğunlukla düzen-içi politik renkler taşıyan bu hareketlilikler, devrimci iradenin yönlendiriciliğinden uzak kalmış, daha doğrusu devrimci güçlerin zayıflığı böyle bir sonucu ortaya çıkarmıştır.

* Bugün yeniden açıldığı koşullarda DİSK hem politik-ideolojik açıdan, hem de somut güç açısından çarpık bir noktadadır, bir boşluktadır. Sınıfla bağları zaman içinde iyice kopmuş bir dizi unsurun yönetimindeki DİSK, "çağdaş sendikacılık" adı altında geri bir çizgiye çekilmek, zaten varolan uzlaşmacı çizgisi pekiştirilmek istenmektedir. Arzulanan, daha çok "sosyal demokrat" etiketli eğilimlere yakın, burjuva anlamda "baskı grubu" düzeyine indirilmiş bir sendikal harekettir. Pompalanan ideolojik tezler bu amaca yöneliktir ve daha devrimci tutumlar almaya çalışan sendikaların üvey evlat konumuna düşürülmesi, aynı politikanın parçasıdır.
Öte yandan DİSK, uğradığı erozyon sonrasında bugün büyük binalar, büyük kaynaklar içinde kadrosuzluğu ve boşluğu yaşamaktadır. Büyük potansiyellere ulaşma şansı ise süreci tıkayan eski yönetici takımı tarafından azaltılmaktadır. Esasen 12 Eylül'den kalma "sendikalar yasası" da bir anlamda bugünkü yöneticilerin varlık sebebi haline gelmiştir. Sınıfın içinden yeni gelen insanların yönetici olmasını önleyen yanlarıyla, bağımsız sendikaların oluşumunu zorlaştıran maddeleriyle bu yasalar, mevcut yönetim yapılarını korumaktadır. Oysa, DİSK'in gerçekten gelişmesi ve sağlıklı bir sendikal çizgiye oturması ancak bugünkü kastlaşmış yapının değişmesiyle mümkündür.

* Kuşkusuz bütün bu sorunlar çok cepheli bir bakış açısıyla düşünülmelidir. Sendikal hareketin genişlemesi ve sağlık kazanmasıyla devrimci hareketin gelişmesi her zaman bir karşılıklı ilişkinin sonucu olmuştur. Ve gelecekte de böyle olacaktır.
Devrimci hareketin gelişimi, bir dizi başka alan gibi sendikal alanı da içeren bir olgu olarak düşünüldüğünde, karşılıklı birbirini geliştirme işlevleri kavranabilir. Sendikal hareket, bugün, potansiyeli geniş kendisi sınırlı bir durumdadır. Giderek çöküntüye uğrayan ve istikrar temelleri zayıflayan bir düzende herhangi bir politik iktidarın işçi sınıfına verebileceklerinin sınırları bellidir ve bu sınırlar gitgide daralmaktadır. İşçi sınıfının talepleri ile düzenin sınıfa verebileceklerinin sınırı arasındaki fark ise kuşkusuz her zamanki gibi şiddet ve baskı yoluyla kapatılmak istenecektir ve bugün yapılan da budur.
Dolayısıyla bugün, hem devrimci hareketin hem de sendikal genişlemenin ivme kazanması, -doğru yöntemler uygulanmak koşuluyla- her zamankinden daha fazla mümkündür. Üstelik bugün ekonomik-demokratik hareketin politik alan ile ilmeklendirilmesi geçmişe göre çok daha hızlı gerçekleşebilir hale gelmiştir. Artık ekonominin egemenleri ile devlet arasındaki ilişki, çok görülebilir biçimler almıştır. Kimin nerede kimden yana durduğu konusunda geçmişe göre daha az karışıklık vardır.
Bugün temel sorun, sağlıklı bir sendikal anlayışın yaratılması, iktidar mücadelesi ile ekonomik demokratik mücadelenin karşılıklı birbirinin önünü açan fonksiyonlarının uyumlu hale getirilmesidir.
Bugünün ihtiyacı herhangi bir sendikacılık türünün değil, temel politik görevlere bağlı, onu geliştirip zenginleştiren bir sendikacılık anlayışının ve bu anlayışın zeminin yaratılmasıdır.

Sendikal Alan ve Geçmiş Süreç
* Devrimci hareket ile işçi sınıfı arasında ötedenberi bir kopukluğun yaşandığı, devrimci hareketlerin sınıf içerisindeki çalışmasının ve onunla kaynaşma çabasının hep eksiklikler taşıdığı kimsenin karşı çıkamayacağı bir saptamadır. Özellikle devrim sorununa belirli bir ciddiyetle yaklaşan kesimler açısından böyle bir eksikliği daha net vurgulamak gerekiyor.
Türkiye'de, politik ivmenin yüksekte olduğu, devrimci güçlerin her yerde ciddi şekilde konumlanabildiği süreçlerde bile, sendikal yapıların bir yanda, düpedüz sağcı-gangster politika cambazlarının, diğer yandan (daha çok DİSK bazında) en uzlaşmacı çizgilerin elinde kalması, böylece yığınların büyük potansiyelinin heba edilmiş olması devrimci hareketlerin günahı olarak kaydedilmelidir.
Sözgelimi, 12 Eylül sabahında kendini koşullara uydurarak, gerekirse yeraltına geçerek varlığını sürdürebilen bir sendikal hareketin yokluğu acıyla görülmüşse, burada revizyonist sendikacıları suçlarken devrimci hareket de kendisine dönük ciddi hesaplaşmaları yaşamalıdır. Çünkü, "her koşulda yaşayabilen örgütler" sorunu, hiç şüphe yok ki, kendi politik kaderini reformlara ve "Ulusal Demokratik Hükümetlere" bağlayanların değil, iktidarı ve devrimi düşünen güçlerin sorunudur. Oysa bilindiği gibi devrimci örgütler geçmiş süreçte yalnızca sendikal örgütlülükler açısından değil, kendi öz yapıları açısından da "kalıcılık" sorununu çözememişlerdir. Ve bu sorunun sıkıntılarını, aldıkları yaralarla özellikle 12 Eylül sürecinde yaşamışlardır. (Yaşadık.)
Kuşkusuz hiçbir devrimci politik örgüt ne sendikal çalışmayı reddetmiş, ne de ekonomik - demokratik mücadeleyi önemsiz bir ayrıntı olarak düşünmüştür. Ama sonuçta ortaya çıkan yine de bir eksiklikler manzarasıdır.
Bu eksiklikte, özellikle sözkonusu süreçte yaşanan çok yoğun çatışmaların, faşist saldırganlığın saptırıcı etkisinin de rolü vardır. '80 öncesinde devrimci hareketler fabrikalardan ve işyerlerinden çok semtleri esas alan, mekansal etkinliği önemli sayan bir çalışma tarzına daha yatkın olmuşlardır. Genelde devrimci hareketler semt esasına dayalı bölge çalışması ile fabrikalar arasındaki ilişki akışkanlığını ve karşılıklı ön açıcılığı sağlıklı şekilde kavrayamamışlar, kentlerin sokaklarında büyük etkinliklere ulaşılabilirken bu sokaklarda oturan insanların yeraldığı sendikalar yine de reformist çizgilerin etkisi altında kalabilmiştir.
Aynı süreçte devrimci örgütler işçi sınıfının yoğunlaştığı sektörler arasında da çok sağlıklı dengeler tutturamamışlardır. Sözgelimi, koşulların daha sert ama yığınsallığın az olduğu uç sektörlerde (inşaat, deri...) belli etkinlikler oluşturulabilirken, sanayi proletaryasının esas yığınlarını bağrında toplayan ve ancak uzun vadeli, sabırlı çalışma ile etkin olunabilecek sektörlerde (metal işkolu gibi) çok daha zayıf kalınmıştır.
Kısacası, nereden bakılırsa bakılsın, geçmiş süreçte sık sık birbirini "sınıftan kopukluk"la eleştiren devrimci kesimler, gerçekte bir bütün olarak bu alanda çok başarılı bir sınav verememişler, işçi sınıfının ekonomik-demokratik mücadelesini yönlendirip sağlıklı kanallara aktaramamışlardır.

* Aynı süreçte oluşan ve THKP-C tespitlerini temel alan hareketimiz, bu tezlerin en çok saldırıya uğradığı bir dönemde onları savunmuş, iktidar savaşımı için bir eylem kılavuzu olarak algılamıştır. Politikleşmiş askeri savaş çerçevesi içerisinde kendisini konumlandıran hareketimiz, politik eylemleriyle, devrim davasındaki kararlılığıyla kısa sürede devrimci sürecin önemli bir olgusu haline gelmiştir.
Ancak hareketimizin geçmişinde çeşitli eksiklikler de yaşanmıştır. Ve bu eksiklerin saptanması, bugün daha sağlıklı adımların atılabilmesinin ön koşuludur.
Hareketimiz 75-84 arası mücadele sürecinde, temel aldığı politikleşmiş askeri savaş stratejisi çerçevesinde, ekonomik-demokratik çalışmalara da anlayış olarak ciddiyetle eğilmiş, fakat çeşitli örgütsel nedenlerle bu alanlardaki çalışmalar zayıf kalmış, yeterince gelişememiş ve sekteye uğramıştır. Sözgelimi, bazı sendikaların içinde çalışmalar yapılmış ama istenen verim alınamamış, bağımsız bazı sendikalar kurulmuş ama süreç için konulan hedeflere ulaşılamamıştır.
Devrimci hareketlerin tarihsel süreçlerinde genellikle yaşandığı gibi, merkezi olarak bütün çalışma alanlarına gösterilen özen, elemanlarda yukarıdan aşağıya doğru gittikçe zayıflar ve perspektifler daralır. Radikal hareketlerde bu daralma, silahlı mücadele odağında dolaşır durur. Devrimci sempatizan, hareketinin stratejisinde temel olan silahlı propagandayı doğal olarak kendi samimi istek ve özlemleriyle çerçeveler. Dolayısıyla, hareketin diğer çalışma alanlarına ilişkin saptadığı görev ve sorumlulukları kavramakta başlangıçta zorlanır. 'Tali mücadele alanlarını" tali görevler olarak algılar ve bu alanlardaki görevlerini gereğince yerine getirmeksizin "gerilla" olacağı günleri bekler. Fakat hareketimizin önemli bir kesimi, kadro düzeyindeki yoldaşlar da dahil, sınıf içersinde olmaya özen göstermişlerdir. Hareketin 74-75 oluşum sürecinde de, daha sonra da gerilla faaliyeti içinde olan kadrolar, aynı zamanda çeşitli fabrika ve işyerlerinde de bizzat çalışmak yoluyla faaliyet göstermişlerdir.
Ama öte yandan ekonomik-demokratik platformlarda sivil faşist-polis saldırıları karşısında mahalli alanlarında yoğun bir günlük pratik içinde olan militanlarımız, uzun vadeli ekonomik-demokratik çalışmaları yürütememişlerdir. Mevcut çalışmalarını kalıcı kılamamışlardır.

* Benzeri bir dizi eksiklik sonucunda hareketimiz, bir politik örgüt için çok önemli olan soluk boruları sorununda bir ölçüde tıkanmış, yapıyı besleyip yeniden üretecek imkânları yeterince yakalayamamıştır. Nitelikli politik eylemleri ustalıkla gerçekleştirirken, yeni kitlesel kaynaklara ulaşamamıştır. Öte yandan hareketimiz, kendini açık-legal yollarla da ifade edebilme şansından yoksun kalmış, sonuçta saygı duyulan ama ulaşılamayan bir yapı olmuştur. Özellikle yayın politikası konusunda, konunun önemi ve hızla ele alınıp üretken bir çalışma gerçekleştirilmesi hareketin en üst karar mekanizmasında kayıt altına alındığı halde, bu kez de görevli arkadaşların çeşitli özel durumlar yaşamaları, sonuçta ekonomik-demokratik mücadele platformlarında da önemli bir boşluk doğurmuştur.

* Sonuç olarak, sendikal alana genel bir program düzeyinde yaklaşılamamış, varolan bağlar ve sendikal etkinlikler daha çok bölge çalışmalarının uzantısı olarak kalırken, ülke çapında bir sendikal hareket yaratma perspektifi hayata geçirilememiştir. Böylece devrimci hareketimiz sendikal alanda yaygın ilişkilere sahip olduğu halde geniş potansiyel güçlere ulaşamamış, daha doğrusu bu potansiyeli de kapsayabilecek kalıcı yapıları yaratamamıştır.
Dolayısıyla bugünkü çalışma perspektifimizin ana temalarından biri, mevcut işlevselliğin giderek büyüyen bir kalıcılık sağlaması olmalıdır.

Somut Saptamalar, Somut Görevler
* Bugün, sağlıklı bir adımın başlangıcında net tanımlamalar ve kavramların çerçevelendirilmesi önemli bir ihtiyaçtır. Ama, sonuçta kendi başına tanımların da çok yeterli olmadığı bilinir. Sözgelimi "politik mücadele" kısaca işçi sınıfının iktidarı elde etme mücadelesi olarak; ekonomik mücadele ise sınıfın güncel gereksinim ve haklarının kazanılması mücadelesi olarak tanımlanabilir ve bütün bunlar yanlış olmaz. Ama salt tanım olarak bırakıldığında anlamlı da olmaz. Nihayetinde bu kavramların içinin nasıl doldurulduğu ve aralarındaki ilişkinin nasıl tanımlandığı önemlidir.
Aynı şekilde mücadele biçimlerinin birbirleriyle ilişkileri konusunda da basitçe "ekonomik mücadele politik mücadeleye hizmet etmelidir" saptamasını yapmak yetmez. Çünkü kavramların herbirine verdiğimiz anlam, onların temel-tali ilişkisinin ayrıntılarını belirler. Özellikle politik mücadeleyi, yani devrim mücadelesini anlayış ve yürütüş biçimi, mücadelenin bütün alanları üzerinde şekillendirici bir etki yapar. Dolayısıyla temel ihtiyaç, genel-geçer tanımlamalardan çok zincirleme bir saptamalar bütünlüğünü ortaya koymak ve yaşama uygulamaktır.

* Politik mücadele, esasta iktidar mücadelesi, devrim mücadelesidir. Ve hareketimiz, politik mücadele sorununa devrimci bir tarzda yaklaşır. Politik mücadelenin çok zengin biçimlerinden hiçbirini reddetmez, ancak mücadele biçimlerinin stratejik anlamdaki konumlanışlarını ülke gerçeğine uygun biçimde saptar. Devrim mücadelesini uzun süreli bir politik-askeri savaş olarak saptar ve bütün sürecin ekseni olarak silahlı mücadeleyi görür. "Eksen" tanımlaması, bu savaş biçiminin "tek yöntem" olmasına değil, çok zengin mücadele biçimleri içinde belirleyici olmasına denk düşer. Yine "eksen" tanımlaması, silahlı mücadelenin kendi kendisiyle belirlenen salt askeri bir savaş olmasına değil, politik mücadelenin üst biçimi olarak algılanmasına dayanır. Hareketimiz bu mücadele biçimini "duruma göre gündeme gelen geçici bir uygulama" olarak algılamaz; sürecin ilk anından itibaren politik güçle maddi-askeri gücün birlikte büyümesini perspektif edindiği için, ilk andan itibaren bütün mücadele biçimlerine önem verir ama eksen olarak saptanan politik mücadeleye göre şekillendirir.
Yani burada sözkonusu olan, kendi başına yürüyen bir ekonomik-demokratik mücadele alanı değil, temel mücadele biçimine hizmet eden, onu güçlendiren, onunla güçlenen, onunla bütünleşen bir tarzdır.
Sorun, "politik mücadeleye hizmet"in biçimindedir. Geçmişte hareketimizin çalışma tarzında eksik olan da bu biçimin programlanmasıdır. Gerçekte bu hizmet asla "doğrudan ve birebir" değildir. Bu, ne sendikaların kendi kulvarından çıkarak politik partiler gibi davranmasını, (ve tabii kendi daraltmasını) ne de ekonomik alanın bir kadro deposu gibi görülmesini gerektirir. Politik mücadeleye hizmet, her beş kişiden üçünü savaşçı olarak çekip almak değildir. Ekonomik mücadelenin fonksiyonu, sınıf içerisinde mümkün olduğu kadar çok ve sağlıklı tohumlar atmak, sınıfın kazanımları için yürütülen günlük uğraş içinde bu tohumları özenle sulamak ve geniş kitleleri mücadeleye çekmektir. Kuşkusuz bütün bu insan zenginliği içinden yapısı, özellikleri ve koşulları açısından daha farklı düzeylere sıçrayabilecek insanlar çıkacak ve bu insanlar politik hareketin sınıf içindeki unsurları tarafından eğitilerek istihdam edileceklerdir. Ama bu farklı birşeydir, yalnızca sendikal alandan değil her alandaki insan zenginliğinden gerekli mevzilendirmeleri yapmak zaten politik hareketin görevidir.
Ekonomik mücadele kendi ırmağında yürür. Tanımı gereği, insanların ekonomik-sosyal gereksinimleri için savaşır. Ama bu, aynı zamanda ekonomik mücadelenin bizzat kendisinin yetersizliğinin de kanıtlandığı bir süreçtir. İnsanlar geçimleri için savaşırlar. Ama, bu mücadele sürecinde onlar, günlük geçimin bile bu yoldan sağlanamadığını, sağlanan-kazanılan hakların da köklü bir anlam ifade etmediğini, mevcut düzen içinde yaşayıp gelişebilmenin olanaksız olduğunu hissetmeye başlarlar. Daha kökten çözüm yollarının varolabileceğim düşünebilir hale gelirler.
Aynı süreçte insanlar karşılarına çıkarılan zor güçlerinden hukuk oyunlarına ve medyanın demagojik araçlarına kadar birçok konuda az çok somut izlenimlere sahip olurlar. Devlet üzerinde de belirli gözlemlerde bulunmaları mümkün olur.
Böylece insanlar kendi gereksinimleri için girdikleri mücadelelerden yeni arayışlara açık hale gelerek çıkarlar. Ya da en azından böyle bir arayışı daha fazla algılayabilir hale gelirler, politik temasa biraz daha hazır hale gelirler, medyanın üzerlerini sıvadığı gözenekleri kısmen açılır.
Kuşkusuz bütün bu söylenenler sağlıklı bir sendikacılık anlayışıyla ve doğru-sabırlı bir politik mücadeleyle mümkündür. Aksi halde aynı deneyim ve gözlemler günlük basit çıkarlar çerçevesinde kısırlaşmaya, hatta çaresizliğe, umutsuzluğa dönüşmeye mahkumdur. Bu anlamda işçi sınıfının "kendi deneyimleriyle öğrendiği" tezi hem doğruyu hem de bir eksik anlatımı içinde barındırır. İşçi sınıfı kendi güncel savaşımı içinde ancak doğru şekilde müdahale edilen deneyimler yoluyla sağlıklı düşünmeyi öğrenir.
Bu müdahale, sınıfın içinde gerçekleştirilen sabırlı bir çalışmayla önce sınıfın daha ileri unsurlarını etkileyecek, ama zaman içerisinde mutlaka geniş yığınları kucaklayacaktır.

* Zorluklar olduğu kesindir. Özellikle günümüzde egemen sınıflar zengin siyasal, sosyal ve ekonomik saldırganlık metotları yaratmışlardır. Kapitalist sistem kendi deney birikimine yaslanarak bu biçimleri her gün daha da geliştirmektedir. Hiçbir konuda geçici de olsa statiklik yaşanmamaktadır. Egemenliğin temel aracı her zaman her yerde "zor" olmakla birlikte, kapitalizm bu temel üzerine hegemonyasının binlerce değişik aracını da inşa etmiştir.
Emekçi sınıfların bilinci, kültürü, yaşama bakış tarzı her yönden soluk almayı bile güçleştiren bir kuşatma altına alınmıştır. Gelişkin medya araçlarıyla insanların kulakları, gözleri ve bütün duyuları bir saldırı hedefi gibi bombardıman edilmektedir.
Sınıfsal ve insani normların zayıflatılması ve yerine bencil çıkarların konulması, salt bireyciliğin bir yükselen değer olarak insanoğluna benimsetilmesi bu saldırının başlıca amacıdır. Üstelik böylece ortaya çıkarılan, çıkarılmak istenen prototip, kendi özgünlüğüyle, yaratıcılığıyla birey değil, "sürü"nün bir parçasıdır. Salt bireycilik yoluyla varılan yer, ülkesine, sınıfına, kendine, yaşamına yabancılaşmış insanlar sürüsüdür.
Sistem böylece, kolektif insanı ve o insanın düzene yönelik tepkisini eritmeye uğraşırken öte yandan da bu tepki ve hareketliliğin önüne çeşitli taktiklerle dikilmektir. Zorunlu kaldıkları durumlarda "vermeye katlandıkları" haklar için, henüz, o hakları "vermeden" emekçileri daha geri bir zemine çekmenin koşullarını oluşturmaktadırlar. Klasik sopa ve havuç politikası çok renklendirilerek uygulanmakta, bir yandan düzen dışına kayma eğilimi gösteren her eylemlilik terörle ezilirken, öte yandan düzen içi kanallar çeşitlendirilmektedir.
Üstelik, bu oyunda şiddet, salt çıplak biçimiyle de ortaya çıkmaktadır. Çıplak-vahşi türden şiddet ülke yaşamının artık bir yapısal parçası olmuştur. Ülke bütün tarihinde görülmedik ölçüde katliamları ve kan banyosunu yaşamaktadır. Ama hepsi bu kadar da değildir.
Görünen şiddetin ötesinde, devlet gücünü her köşeye yayan, onun değişmezliğini ve yenilmezliğini insanların kafasına işleyen daha farklı ve yaygın bir şiddet biçimi hayatımıza yerleştirilmiştir. Bir yandan yaşam alanlarını denetlemenin imkanları artırılırken öte yandan bütün medya araçları yoluyla kafamızın içine isyan etmenin imkansızlığı ve anlamsızlığı fikri yerleştirilmektedir.
Bir yandan hizayı ya da çizmeyi aşan her tepkiyi gaddarlıkla ezmek bir alışkanlık halindeyken, öte yandan tepkilerin ve taleplerin düzen içinde küçük derecikler halinde kalmasının ve kısa zamanda kurumasının koşulları oluşturulmuştur.
Özelikle '80 sonrası dönemde, sınıfın depolitizasyonu açısından çok zengin örnekler yaşanmıştır. Daha doğrusu depolitizasyon denen olgunun aslında tümden politika dışına kaydırma anlamına gelmediği, daha çok tepkilerin-arayışların düzen içi potalarda eritilmesi demek olduğu, bu dönemde yaygın şekilde kanıtlanmıştır.
İşçi sınıfının hoşnutsuzluğunun düzenin politik kurumlarınca emilmesi, düzen dışı devrimci alternatiflerin zayıflığıyla da birleşince gerçekten ortaya çıkan manzara budur.
Sistemin ürettiği küçük ya da orta büyüklükteki kapkaççılar ve marjinal-hırslı soyguncu takımı binbir çeşit haber programı konusu yapılır ve böylece sistemin "eleştiri hoşgörüsü" kanıtlanmış olurken; sömürünün gerçek kaynağının, bildiğimiz artı-değer sömürüsünün "temiz" gibi gösterilmesi, "saygın" ve "üçkağıtçı" patronlar gibi sahte ayrımların yaratılması, aynı biçimde işçi sınıfının dikkatini düzen-dışı arayışlardan "koruma" politikalarının bir ürünü olmuştur.
Böylece bütün ülke tarihinin (12 Eylül de dahil) en kanlı vahşet dönemi yaşandığı halde, ülke bir baştan bir başa sarsıldığı halde işçi sınıfının geniş bir çoğunluğunun gerektiği ölçüde tepki vermediği bir süreç yaratılabilmiştir.
Sınıf, ülkenin gerçek gündeminden öylesine koparılmış ve bu gündemi doğru anlayabilme yetisi (devrimci güçlerin yetersizliğinden de yararlanarak) öylesine köreltilmiştir ki, bütün ülke tarihinin en kanlı döneminin üzeri en yılışık demokrasi gösterileriyle örtülebilmekledir.
Öte yandan aynı süreçte "ortadirek" vs. söylemleriyle bir yandan ülkenin sınıfsal mozayiği bulanıklaştırır ve sınıfsal tepkiler saptırılırken öte yandan da işçi sınıfının kendi içinde yapay bölünmeler yaratılmıştır. Krizin her gün derinleştiği ve her sınıf içerisinde durmadan daha alt kategorilere doğru düşüşlerin yaşandığı ülkemizde işçi sınıfının belli kesimleri "daha garantili" ve "daha iyi durumda" oldukları yanılsaması içine sokulmuş, sınıf içinde yapay bölünmeler yaratılmıştır.
Burjuva ideologların ve özellikle onların sol görünümlü kopyalarının da katkısıyla "teknolojik gelişme" sınıf kavramını bulanıklaştıran bir yoruma tabi tutulmuş, sınıf mücadelesi gerçeğinin reddine kadar varılmıştır.
Öte yandan "teknoloji" toplum yaşamına girdikçe, egemen güçler için yeni türden "suni refah" kriterleri oluşturma imkanı doğmuş, toplu bir gözboyacılığının malzemesi oluşmuş, düzenle ilgili umut kırıntılarını canlı tutabilmek için etkisi kıra dek uzanan bu suni manzara kullanılmıştır.
Tek tek ele alınıp çözümlenmesi gereken bütün bu sosyolojik olgular gerçekleşirken, egemen güçler sosyalizmin bütün propaganda ve ajitasyon silahlarına da el atmışlar, böylece bu silahları yıpratıp bir ölçüde etkisizleştirmişlerdir.
Hak, adalet, eşitlik, demokrasi, insanca düzen, insan hakları, "temiz toplum" haykırışları, vb..'.vb... Burjuvazi her şeyi büyük bir hızla kirletmekte ve insanlığın bütün güzel özlemlerini kendi çamuru içinde eritmeye çalışmaktadır. Öyle ki, artık muhalif olabilmenin tek yolu bütün bu kavramların yeniden şekillendirilmesinden, kendi ideolojisini, söylemini, programını, hedeflerini oluşturup koruyan bir devrimci emek cephesinin yaratılmasından geçmektedir.

* İşte tam bu noktada geldiğimiz yer, işçi sınıfının kendiliğinden mücadelesine sağlıklı müdahale ve yönlendirme gereksinmesidir ki, bu da devrimci mücadelenin klasik yöntemi olan "Siyasi Gerçeklerin Açıklanması"na denk düşer.
Bilindiği gibi "gerici yalana karşı devrimci gerçek" ilkesiyle açıklanabilecek olan "siyasi gerçeklerin açıklanması" mücadelesi, her çeşit propaganda-ajitasyon yoluyla günlük yaşam içerisinde işçi sınıfının ve geniş yığınların "yanlış bilincinin" kırılması, burjuva medyanın delinerek üstü yalanla sıvanmış kurum ve kavramların yüzünün açığa çıkartılmasına dayanır.
Bir başka deyişle yapılan şey, sosyal olguların ve gelişmelerin görünmeyen cephelerinin ve bağlantılarının ortaya konulması ve bütün bunlara karşı devrimci alternatiflerin sunulmasıdır.
Bu, zulmün varlığının açıklanması değildir. Sömürü üzerine şamata koparılması da değildir; esas sorun zulmün ve sömürünün bağlantılarının açıklanmasıdır. "Hayatın zor olduğunu söyleyerek isyana çağırmak yetmez -diyor Lenin-, her yaygaracı bunu becerebilir, fakat bunun yararı pek az olur. Emekçiler neden böyle bir sefalet içinde olduklarını ve kendilerini yoksulluktan kurtarmak üzere kimlerle birleşmeleri gerektiğini açıklıkla anlatmalıdırlar." (Partileşme süreci/sf: 105)
Sınıf bilinci de aslında işçi olduğunun, sömürüldüğünün bilinci değil ama bunlarla birlikte esas olarak bağlantıların bilincidir. Lenin'in sözünü ettiği "bilincin dışardan iletimi" bu anlamda "dışarıdan" değildir. "Dışarıdan" sözcüğü fiziksel değil, düşünsel bir anlam taşır. Sözkonusu olan, aydınların işçilere basitçe öğretmenlik etmesi değildir. Sorun, sınıfın içinde, onların günlük deneyimlerine iradi müdahalelerle bağlantıların açılması ve doğru soru işaretlerinin oluşmasının sağlanmasıdır.
Sınıf bilinci, bildiğimiz, düzen içi kalıplar arasına sıkışmış "politika" bilinci değildir. Yoksa her "yurttaş" gibi işçi de güncel politikadan çok uzak değildir, onun da burjuva medya tarafından eğilip bükülerek şekillendirilen politik yorumları vardır. Ancak o kendi günlük savaşımının dar ufku içerisinde, olguların bütünüyle farklı, diyalektik yorumlarına ve çözümlerine kendi kendine ulaşamaz. Ancak olayların ele alınışında tümden yeni bir pencere açarak, gündelik savaşımı doğru söz ve yanıtlara imkân verecek tarzda yönlendirerek böyle bir bilinç oluşturulabilir.

Politik Mücadele Sendikal Mücadele İlişkisi
* Politik mücadelenin en üst biçimi olan silahlı mücadele, bunun en etkin ve çarpıcı aracıdır. Ama bu mücadele biçimi kendi başına bir örgütleyici değildir. O, sistemin gücünü yıpratırken devrimci bir maddi-askeri gücü hazırlar, düşmanın prestijini ve yarattığı korkuyu kırar, toplumun ilgisini (doğru yöntemler izlemek koşuluyla) canalıcı sorunlara çeker, burjuvaziyi tavra zorlayarak olguların başka yüzlerini açığa çıkarır vb... ama kendi başına kitleleri örgütlemez. Kitlelerle bir atmosfer, bir frekans olarak temas kurar, onların özlemlerini yakalar, perdeleri aralayıp karanlıklara ışık tutar. Ama kitleler yine de legal, yan-legal vb. türü çok değişik yapılarda örgütlenirler. Silahlı mücadeleyi temel olan bir yapının başarısı, kitlelerin tepkilerini örgütleyip kanalize edecek mümkün olduğunca çok ve zengin biçimlerden oluşan kitlesel yapıları, kanalları kurabilmesine bağlıdır.
Yani silahlı mücadele, siyasi gerçekleri açıklayıcı bir araç olarak devreye girer ve düzen dışında yeni bir alternatifi en çarpıcı yoldan ajite eder; ama bu alternatif yapının kitlelerle buluşması, çok somut bir yoldan, kitlesel örgütler yolundan gerçekleşir.
Ayrıca silahlı mücadele, devrimci örgütün kendini sınıfın yerine ikame etmesi, "onun adına" savaşması da değildir. Özellikle ekonomik mücadele alanında işçi sınıfının kendi deneyimiyle gelişmesini, kendini onun yerine koyan bir eylem çizgisiyle sakatlamak doğru ve mantıklı değildir. Destek adı altında ekonomik mücadelenin kendi sürecinde kitlelerle birlikte çözeceği sorunları "kestirmeden" eylemlerle çözmek düşünülemez. Silahlı mücadele biçimi daha genel düzeyde bir ön açıcı olarak düşünülmeli ve başka alanlarla ilişkisi basit-doğrudan bir ilişki olarak algılanmamalıdır.
Bu ilişki ancak devrimci sürecin ivmesinin yükseldiği bir dönemde doğrudan hale gelir. Böyle bir süreçte (Bugün Kürdistan'da yaşandığı gibi) artık basit bir meslek derneği bile politik savaşın yörüngesindedir ve her işlevi politik mücadeleyle doğrudan bütünleşir. (Başlangıçtaki dolaylı bağlar da doğrudan hale gelir) Ama bugün bunu zorlamak, kitle örgütlerinin kapsayıcılığının ve olanaklarının daraltılmasından başka bir sonuç vermez ve tehlikelidir.

* Bugünün ilişkisi, karşılıklı bir ön açıcılık ilişkisi olarak algılanmalıdır. Politik mücadeleye hizmet, ekonomik mücadelelerin kendi kulvarından çıkarak zorlama politik renkler kazanması değildir. Ekonomik mücadele böyle kendini daraltarak yürüyemez. O kendi genişliğini, kapsayıcılığını koruyarak politik hedeflere bağlanmak zorundadır.

İki düzeyde somutlanabilir:
a) Genel düzeyde; bütün kulvarlar sonuçta sistemin krizini derinleştirir, insanların tepkilerini açığa çıkarır, düzenin yüzünün şu ya da bu ölçüde teşhirine neden olur. Genel olarak böyle bir ilişki vardır.
Politik seviyede sosyalist ivmenin ve prestijin yükselişi, sendikal yapılara yönelimi ve katılımı artırır. Genel devrimci ortam insanlara coşku ve risk cesareti verirken, onları örgütlülüğe ısıtır, "zor"un hakimiyetinin psikolojik etkisinin kırılması hem genelde sınıf hareketini hem de her işçiyi daha atılgan yapar.
Öte yandan grevleri ve kitle gösterileriyle ekonomik-demokratik mücadelenin yükseldiği ortam, politik mücadelenin silahlı eylemler de dahil bütün biçimlerine daha uygun zeminler sağlar. Böylece grevler, direnişler ortamında gözenekleri politikaya açılan yığınlar ile devrimci alternatif arasında çeşitli buluşma noktaları mümkün olabilir. Zaten devrimci alternatifin sınıfla bağı da tek tek ilişkilerden çok böyle genel bir düzeyde düşünülebilir. Birbirini etkileyip canlandıran tüm süreçler genel örgütlülük kanalları yaratırlar.
b) Ama öte yandan yerel düzeylerdeki bir ön açıcılık ilişkisinden de sözedilebilir ve bu çok zengin bir durumdur. Sendikal çalışma, sağlıklı yürütüldüğü her yerde kendi gelişimi içinde devrimci politik örgüte de kadro üretebileceği bir insan havuzu sunar. Ve diğer yandan politik mücadele de lokal ortamları devrimcileştirerek sendikalaşma süreçlerine katkıda bulunur.
Sözgelimi, bir semtin, bir bölgenin genel olarak politikleştirilmesi, devrimci etkinlik altına alınması, bölge insanlarının kendi işyerlerindeki aktivitesini artırır, sendikal çalışmaya yeni bağlar sağlar, başka işyerlerine sıçrama zeminleri oluşturur vb. Aynı şekilde, sendikal etkinlik ve salt ekonomik amaçlı da olsa gösteri ve direnişler, bir yandan gerçekleştirildikleri bölgeleri politik ortamlar haline getirirken, diğer yandan da direniş ortamlarında gelişen insanların yeni bağlarıyla yeni bölgesel faaliyetlerin önünü açar.
Sonuç olarak, politik mücadele ile ekonomik mücadelenin bağının doğrudan yönlerinin ötesinde, karmaşık ve dolaylı yönleri de özenle yaşama uygulanmalıdır. Kendi seyrinde giden ekonomik deneyimin insanlarda yarattığı "düzen dışı arayışa" açıklık hali ile doğrudan politik ajitasyonun sunduğu devrimci alternatif çeşitli noktalarda, çeşitli biçimlerde kesişirler, birbirlerinin önünü açarlar. Burada, asla basit düşünülemeyecek, karmaşık bir süreç yaşanır. Bu kesişme biçimleri üzerine çok kesin reçeteler vermek mümkün değildir. Kesin olan şey, devrim mücadelesi üzerine yapılmış saptamaların bu ilişkinin biçimlerini de belirlediği ve yürütülen savaşın her yeni aşamasının bu biçimleri değiştirip zenginleştireceğidir. Ve hemen anlaşılacağı gibi bütün bu ilişkilerdeki temel sorun iktidar savaşı için nasıl bir yolda yüründüğü ve nasıl bir yöntem izlendiğidir. Hareketimiz açısından iktidar yürüyüşünün kavranışı oldukça nettir.

Politik Tavır Konusunda Yanlış Anlayışlar
Ekonomik-demokratik mücadele ile politik mücadelenin ilişkisini tartışırken değinilmesi gereken en önemli noktalardan biri, kulvarların sağlıksız bir biçimde birbirine karışması ve böylece oluşan daralma sorunudur.
Aslında ekonomik mücadelenin zorunlu olarak politik renkler kazanması, ülke koşulları düşünüldüğünde hiç de anormal bir olgu değildir.
Ülke koşullarının sertliği ve faşizmin sürekliliği hangi düzeyde olursa olsun her grevin, her direnişin, her sendikalaşma çabasının daha baştan zorunlu olarak politik bir renk kazanmasına neden olmaktadır. Her hak alma mücadelesi, başladığı andan itibaren karşısında düzenin zor kurumlarını, demagoji araçlarını bulur ve ilk noktada insanların kafasında küçücük bir siyasal fikir bulunmasa bile mücadelenin içinde herkes kendini muhalif bir konumda bulur.
Ve zaten sendikal yapılar da kuruluşlarından itibaren en kaba düzeyde de olsa politik bir yelpaze oluştururlar. Her sendika salt kendi iş kolunun ötesinde ülke düzeyinde de güncel sorunlar üzerine (çoğunlukla bir geçiştirme mantığıyla) bir şeyler yazıp söylemeyi kendi açısından bir zorunluluk sayar.
Özellikle de ülkenin, (bugün Kürt sorununda olduğu gibi) çok yakıcı ve herkesi bir şekilde tavra zorlayan sorunları varsa zorunlu politik renkler daha çok gözlenir. Bu tür sorunlarda düpedüz "milli takım" şakşakçılığından, "tavırsızlık" biçiminde devlete destek sunan "yapay tarafsızlığa" kadar çeşitli biçimler gözlenir. Ama her ne olursa olsun yine de sendikal yapılar sorunların yakıcılığından kaçamadıkları noktalarda tavırlar ya da "tarafsızlıklar" sergilerler, ki bu, ülke gerçeğinin bir sonucudur.
Ancak burada oluşan sakınca, ekonomik mücadele ile politik mücadele arasındaki ilişkilerin yalnızca bir cephesini oluşturan bu "zorunlu politikleşme"nin tek başına öne çıkarılması ve özellikle devrimci alternatifin sürece bütün ağırlığını koyamadığı süreçte, sanki politik mücadelenin kendisiymiş gibi lanse edilmesidir.
Bu durum, bir yandan sendikaların esas olarak ekonomik-demokratik mücadele araçları olduklarının unutulması ve parti gibi davranan sendikaların tabanıyla ilişkilerinde zorlanması sonucunu doğururken öte yandan da politik mücadelenin gerçek anlamından (devrim mücadelesi) kayarak yozlaşmasına ve yasak savıcı basın açıklamalarının sanki "politik mücadele"nin gerçek anlamıyla özdeşiymiş gibi görünmesine yol açmaktadır.
Herşeyden önce, zorunlu politik renklerin fazla abartılması bir yanılsamadır. Bugün sözgelimi İP çevresinin yapış yapış bir işçi dalkavukluğuyla yaptığı budur. Bu ülkede bir bisküvi fabrikası grevinde hükümet aleyhinde slogan atılması doğaldır, yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi ülkenin siyasal yapısıyla ilgilidir. Ve ayrıca bu durum güzeldir, gelecek açısından önemlidir. Ama bu şekilde bir politik renklenişi -ki çoğu kez düzen partilerinden "sosyal demokrat" etiketli olanlarına yönelik bir eğilim sözkonusudur- siyasi mücadelenin kendisi saymak, sınıfın "politik şahlanışı"na methiyeler düzmek doğru değildir, düpedüz dalkavukluktur.
İşin doğrusu, saf anlamda bir kendiliğindenlik toplumsal olaylar karşısında hiçbir zaman görülmez. Kimsenin kafasının içi bomboş değildir ve ülkede yaşayan bütün insanlar gibi işçilerin de çeşitli politik sorunlar üzerine görüşleri vardır. Onlar, içine girdikleri ekonomik mücadele sürecinde edindikleri somut izlenimlerle de belli düşüncelere varırlar ve çevresini aşamayan bu düşünceleri slogan haline getirirler.
Ama ancak ciddi bir devrim perspektifiniz varsa sınıfın gündelik savaşımında ulaşabileceği bilincin sınırlarını ve bunun bir sınıf bilinci olmadığını bilirsiniz ve düzen içinde kalan politik talepleri, sloganları yalnızca düzen dışı bir arayışın ilk adımı sayarsınız. Politik mücadelenin gerçek anlamının sınıfın geniş yığınlarını bu alternatife çekmek olduğu doğrusundan ayrılmazsınız.
Soruna böyle bakmak karışık gibi görünen ilişkileri çözmenin ilk adımıdır. Böyle bir perspektifle, bugün sendikaların politikayla ilgisini, politik gelişmelere "tepkiler" üreten bir "baskı grubu" olma düzeyine düşüren savsaklayıcı anlayışla hesaplaşılabilir.
Bugün, çarpıklık özellikle iki biçimde oluşmaktadır.
Birincisi; günde beş ayrı konuda beş ayrı basın açıklaması yapan ama bu arada kendi işkolundaki işçilerin %5'ini bile örgütleyememiş olan ve yığınlarca işçinin sarı örgütlerde hapsedilmesine seyirci kalan tiple ilgilidir. Sendikalar kuşkusuz ülkenin yakıcı sorunlarıyla ilgili tepkiler üretecekler, bunları somut eylemliliklere dönüştüreceklerdir.
Radikal adımlardan ürken, en geri çizgiden yürüyen sendikacı tipi yok edilmelidir. Ama öte yandan "politikacı" kimliğine soyunurken sınıfı örgütleyip bilinçlendirmeyi savsaklayan tip de sağlıklı değildir. Sendikalar, günlük dilde DKÖ'ler denilen kategorinin hem içindedirler hem de farklı nitelikleri sahiptirler. Sözgelimi bir dernekten farklı olarak sendikalar sınıfın büyük çoğunluğunu, daha doğrusu işkolundaki emekçilerin tümünü örgütleme gibi bir kaygıya sahiptirler. Bu anlamda sendikaların genel başarısı, örgütleyip direnişe soktuğu insanların sayısı ve bu insanlar üzerinde yaptığı çalışma, onlara aktarabileceği bilinç düzeyi ile ölçülür. Bu ölçüt yitirildiğinde varılan yer, keskin politik çıkışların gürültüsü altında sınıfın tabanı üzerinde çalışmamayı seçen (ve böylece de yerini garantileyen) sendikacılık tarzıdır.
İkinci çarpık biçim ise, çoğu kez birinciden yalnızca politik olaylara daha sağdan yaklaşmasıyla ayrılmaktadır.
Bu kez daha yüksek politikaya, sözgelimi düzen partileri içindeki bazı koltuklara oynayan sendikacı tipiyle karşılaşırız.
Ama gerçekte her iki durumda da gerçekten iki toplu sözleşme (ya da İki Kongre!) arasında sınıfın unutulması, onun bilincini geliştirme yolunda hiçbir şey yapılmamasıdır. İşçilerin bilinçlendirilmesi ve en önemlisi sendikal sürece, yönetime katılması için parmağını oynatmayan, bu katılımın taban örgütlenmeleri olabilecek komiteleri yaratamayan bir sendikacılık anlayışı bugün en yaygın olanıdır. Bu, kongreden sonra tek bir işyeri yada atölye toplantısı yapma gereksinimi duymayan, işçileri güncel politik sorunlarda aydınlatacak tek bir broşür hazırlama zahmetine bile katlanmayan ya da bu işi akademisyenlere hazırlatılmış yıllıklar vb. yoluyla geçiştiren bir sendikacılık tarzıdır.
Sözgelimi bugün "Kirli Savaş" ya da "Yeni baskı yasaları" gibi konuları gerçekten ciddi olarak yaygın işyeri toplantılarında tartışan, bu konular üzerine sınıfı bilinçlendirecek yayınlar üreten bir sendika yok gibidir. Öte yandan işçi sınıfının kendiliğinden politik sloganlarını göklere çıkarıp onun gerçekten devrimci bilinçle donatılması görevini ikinci plana iten politik hareketler de bu "politik-sendikacı" (!) tipinin dolaylı desteğidirler. Zaten tartışan, konuşan, bilinçlendikçe sendika yönetimine katılan capcanlı bir tabanı kendi konumu açılarından bir "tehlike" olarak algılayan sendikacı tipinden bütün bunları beklemek de mantıklı değildir.
Ama diğer yandan bu sendikacı tipi panellerden basın açıklamalarına dek her yerde boy göstermeyi sever. Kongrelerde söylenen politik dozu yüksek sözlerin ise hesabı bile tutulamaz.
İşte çarpıklık da tam buradadır. Bir yandan yüksek politikaya soyunan, politik dozu yüksek tavırlarla sendikal tabanını daraltan; öte yandan da bu tabanın politik sorunları algılayabilecek, toplumsal muhalefetin parçası olma sorumluluğunu duyabilecek duruma gelmesi için ciddi olarak çaba sarfetmeyen, böylece yerini koruyan bir sendikacılık anlayışı bu günün en önemli sorunudur.
Çünkü, bu anlayış bir yandan devrimci sendikaların genişleyip sınıfı kapsamasını önlerken, öte yandan da politik mücadele kavramının kendi çerçevesinden kayıp yıpranmasına neden olmaktadır. Esasen iktidar mücadelesi olan politik mücadele düzen içi bir potaya sokulmakta ve böylece zaten bu seviyede olan işçi sınıfının mevcut bilincinin orada kalması sağlanmaktadır.
Oysa bugün gerekli olan tam da bunun tersidir. Sınıfın en geniş yığınlarını örgütleyen ve bunu yaygın bilinçlendirme kampanyasıyla birlikte yürüten, insanları burjuva medyanın yalanlarından koruyarak toplumsal muhalefetin en soluna taşıyan bir sendikacılık anlayışı gereklidir. Ki böylece ekonomik mücadele politik mücadeleye hem genel atmosfer düzeyinde, hem de kadro düzeyinde gerçekten hizmet edebilecektir.

Nasıl Bir Sendikacılık?
* Herşeyden önce gerekli olan savaşçı bir sendikacılık anlayışıdır. Bu savaşçılık, onun kullandığı söylemin politik keskinliğinde, tavırlarındaki göstermelik politik dozda değil, sınıf mücadelesinde gösterdiği kararlılıkla ortaya çıkmalıdır. Uzlaşmacı olmayan, dinamik ama kendi dinamizmine geniş yığınları da çekebilen bir sendikacılık anlayışı gereklidir.

* Gerekli olan, politik mücadeleye hizmet eden ama bu bağlılık ilişkisini doğru yorumlayan bir sendikacılık anlayışıdır. Politik mücadelenin önünü açıp ona imkanlar sağlarken, devrimci yükselişin sunduğu olanakları da sınıfın daha geniş kitlelerine ulaşmak için kullanan, böylece devrim yürüyüşünün temel biçimlerine sıkı sıkıya bağlı bir sendikal anlayış gereklidir.

* Bütün enerjisini ve gücünü sınıfın örgütlenmesi ve bilinçlendirilmesi için harcayan bir sendikacılık gereklidir. Yukarılarda bir yerlerde "politika" yaparken, sınıfın geniş yığınlarını unutan, onların düzeyini yükseltmek için çaba göstermeyen bir sendikacılık değil, işçi sınıfıyla yaşayıp onunla soluk alıp veren bir anlayış gereklidir.

* Kendini daraltmayan, çok kapsayıcı niteliğe sahip, sınıfın çoğunluğuna mutlaka ulaşmayı hedefleyen bir sendikacılık hakim kılınmalıdır. Programından ve ilkelerinden ödün vermeyen ama politik parti olmadığını da bilen bir sendikacılık anlayışı en önemli ihtiyaçtır.
* Doğru bir sendikal anlayışın temel ilkesi en üsten en alta dek tam bir saydamlık ve katılımcılık olmalıdır. Sınıftan habersiz yukarılarda bir yerlerde yapılan "iş bitirici sendikacılık" anlayışı gerçek anlamda yadsınmalı, pratikte mahkum edilmelidir. Herşeyi gözler önünde yapan her türden "kapalı kapı arkası"nı baştan ilke olarak reddeden sendikal yapılar sürece egemen kılınmalıdır.

* Ve nihayet, sendikal yapıların kalıcılığı ve dayanıklılığı sorunu çok ciddi olarak gözönüne alınmalıdır. Ülkenin koşulları ve politik ortamın gitgide sürüklendiği yönelimler dikkate alındığında, kendini salt yasal çerçevede tanımlamayan, işçi sınıfının içinde baskı koşullarında yaşayıp süreci yönlendirebilen bir sendikal yapı ve sendikal çalışma tarzı artık yakıcı bir ihtiyaçtır.

Bir Çalışma Tarzı: Emek Cephesi
Ekonomik-demokratik mücadelenin ve onun politik savaşım ile bağlarının doğru bir kavranışı, salt klasik biçimlerle yetinemez ve bu kavrayışa uygun yeni örgütlülük biçimlerini zorlayıp getirir. Saptamalar zinciri içinde örgütlülük ve çalışma tarzı da belirli bir yere oturur.
Tam bu noktada karşımıza işçi, memur ve bütün emekçileri ortak sorunları ve ortak mücadeleleri temelinde kapsayan EMEK CEPHESİ; bütünselliği ve onun örgütlü organizasyonları olan EMEK KOMİTELERİ çıkar.
CEPHE, bir parti organizasyonu, vb. ile karıştırılmamalıdır. EMEK KOMİTELERİNDE yerini alan ve ona destek sunan tüm emekçilerin platformu olarak bilinmelidir.
Sınıf mücadelesinin uluslararası tarihi içinde komiteler geleneği ise yeni bir durum değildir. Sınıf mücadelesinin tarihi boyunca, çeşitli ülkelerde, çeşitli biçimler ve isimler altında görülen bir olgudan sözediyoruz.
Yani, genelde klasik olarak parti ve sendikalar ikilisinden sözedilir ve ekonomik mücadelenin aracı olarak sendikalar tanımlanırsa da, (ki bu doğrudur), gerçekte, arada bir yerde, Sovyet, konsey, komite gibi başka türden sınıf örgütlülükleri hep varolmuştur. Ülkenin yapısına ve yaşanan konjonktüre göre, sınıfın enerjisinin mümkün olan en büyük bölümünü açığa çıkaracak örgütlenme tarzları hep aranmış ve bulunmuştur.
Ülkemizde ise sorunun tartışılmasının tarihi çok eskiye dayanmamaktadır. Özellikle son yıllarda komiteler sorunu, zaman zaman "Grev Komiteleri", "Toplu İş Sözleşmesi Komiteleri" gibi geçici olgularla da karıştırılarak tartışılmıştır.
Gerçekte, konu, iktidar perspektifi ve sosyalizm anlayışı ile yakından ilgilidir. Sınıfa, sosyalizm mücadelesini "desteklemekle yetinen" bir kalabalık olarak bakmıyorsanız, onun bugünkü örgütleniş biçimleri konusunda da sığ düşünmeniz mümkün değildir.
Bilinir ki, hangi sınıfın temsilcisi olursa olsun iktidarı isteyen her siyasal odak, belli bir toplumsal desteğe gereksinim duyar ve bunun için çaba sarfeder. Bu, her kesim için böyledir.
Ama işte sorun tam da buradadır. Sosyalistlerin dayandıkları sınıfla olan ilişkileri "destek" olgusundan daha fazla bir şeydir. Bizim açımızdan proletaryanın devrimdeki işlevi "iş bilir bir akıllı grubu" işbaşına getirmek ve sonra bu grubun "kendisine yapacağı iyilikleri beklemek üzere" evine gitmek değil, bizzat kendini iktidar öznesi kılmaktır. Marksist-Leninist devrim anlayışının temelini bu bakış açısı oluşturur. Sınıfı devrim sırasında göreve çağırıp sonra "terhis" eden bir mantık ise kuşkusuz onun kalıcı inisiyatifini ve bu inisiyatifin somutlanacağı örgütlülük biçimlerini bugünden düşünme gereği duymayacaktır.
Oysa gerçekten sağlıklı bir sosyalist anlayış için sözkonusu olan "destek" değil, "katılım" ve "özne olma" kavramlarıdır, ki ancak böyle bir anlayış sınıfın bütün enerjisini, iradesini açığa çıkarabilir. Bu enerjinin kanalize edilmesini mümkün kılan organlar, böylesi bir gereksinimin ürünü olarak ortaya çıkarlar. Yani, bu organlar "lüzumu halinde" oluşan şeyler değil, baştan düşünülmesi gereken yapılardır.

* Öte yandan, sorun, bir politik yapı olarak iktidar yürüyüşünü nasıl tasarımladığınızla da ilgilidir. Kuşkusuz, literatürde strateji dediğimiz olgu, mevcut verilerin yorumundan doğan ve nihayetinde hayatla karşılaşıp sınanan bir kurgudur. Ama her ne olursa olsun, bu "kurgu"nun bugünkü adımlara yön veren bir niteliği vardır.
Sözgelimi, bir "kriz durumu" beklentisi içinde tek ve kesin bir "vuruş anı" düşlüyorsanız, bütün örgütsel yapıları bu varsayıma hazırlayan bir mantık zincirine sahip olursunuz. Ki böylesi bir varsayım Türkiye koşullarının pratiğinde kendinizi ve başkalarını oyalamaktan başka bir sonuç vermez.
Oysa krizin gerçekte bütün sürece yayılmış sürekli bir olgu olduğunu düşünüyorsanız, devrimci durumun giderek derinleşen (ve derinleştirebilecek olan) varlığından sözediyorsanız, o noktada bir "kışlık saray fethi" yerine bütün sürece yayılmış, temposu gitgide artan bir "uzun savaş" tasarımı sözkonusu olur. O zaman bütün mantık, iktidarın bu "uzun savaş" içinde elde edilebileceği şeklinde çalışır ve örgütsel yapıları bugünün savaşçı, yarının yönetici nüveleri olarak düşünürsünüz.
Nasıl krizin sürekli derinleştirilmesi saptamasından hareketle özel bir "evrim"ci hazırlık dönemi düşünmüyor ve politik alanda bütün mücadele biçimlerinin karmaşık bir kombinezonunu kullanıyorsanız, örgütsel süreçlerde de her şey içice geçer, bütünlüklü ve kapsayıcı düşünür, davranırsınız.
"Bugün hazırlık-yarın savaş" gibi mekanik ayrım fikrinden kurtulup, bugünü ve yarını birlikte düşünen, savaşı sürecin bütün için öngören bir mantığa ulaşılınca, her alanda durmadan geliştirilen savaşçı yapılar bir zorunluluk olur.
Bu noktada sınıf örgütlenişinde de yeniden tanımlamalar gerekli olur. Ve sınıfın kitlesel örgütlenme biçimlerinden biri olan Emek Cephesi ve Emek Komiteleri böyle bir gereksinimin ürünleri olarak ortaya çıkarlar.

* Tabii burada kavramı netleştirmek, sınırlarını çizmek yararlıdır. Ve böyle bir netleştirmede öncelikle söylenmesi gereken, bu türden bir komite örgütlenişinin "kendiliğindenci" bir anlayışa denk düşmediğidir. EC ve EK, bir politik iradenin önüne koyduğu bir programatik çalışma tarzı olarak anlamlıdır. Burada sözkonusu olan özellikle DY çevresinin ortaya koyduğu "İşyeri Komiteleri" anlayışından oldukça farklı bir olgudur.
Aslında bu çevrenin kavramı yorumlayışı, geçmişteki politik-ideolojik çizgilerinin bir devamı olarak anlaşılabilir. 80 öncesinde sözkonusu çevre tarafından geliştirilen ve uygulanan "Direniş komiteleri" mantığı, esas olarak bir politik iradesizliğin, politik irade olmaktan vazgeçmenin dolaysız ürünüydü. THKP-C'yi yukarıdan aşağıya merkezi iradeyle oluşturmak ve savaşı sürdürmek görevinden vazgeçen, bu politik cesareti omuzlayamayan DY "önderliği", böylece Marksizm-Leninizmi anti-faşist söyleme, iktidar perspektifini anti-faşist yerel direnişe indirgemiş ve bunun bir sonucu olarak da merkezi olandan yerel olana, örgüt olmaktan "hareket" olmaya, parti örgütünün inşasından "partileşme süreci" adı verilen kendiliğindenliğe doğru yuvarlanmıştır.
"Direniş Komiteleri", böyle bir süreçte "partileşme süreci" denilen bitmez tükenmez tefrikanın bir ürünü olarak doğdular ve partiden ("partinin süreç içinde komitelerden doğacağı" teziyle) vazgeçmenin araçları oldular. Ki, böylece şekilsiz bir genişleme ortaya çıktı.
Bugünkü "İşyeri Komiteleri" çok da farklı bir mantığın şekillenişi değildir. Politik bir irade yaratıp savaşmayı artık gündeminden tamamen çıkarmış olan bu çevre, "içinden parti çıkacak taban örgütleri" mantığına yeniden yönelmiştir. Üstelik örgütsüzlüğün geçmişe oranla on kat fazla olduğu koşullarda bu yönelimin de ciddi olduğu söylenemez.
Çok net olarak bilinmelidir: EK böyle bir kendiliğindenci mantığın ürünü değil, bir parti çalışmasının açılımlarından, biçimlerinden biridir.

* Şüphesiz oluşumları mümkün olduğunca "doğal" yoldan gerçekleşir, gerçekleşmelidir. Emek Komiteleri, bir partinin sınıf içindeki kendi birimlerinden farklıdır. Bir partinin sınıf içindeki birimleri o partinin kendi kurallarınca oluşur. Oysa komiteler, parti çalışmasının iradi sonucu olarak oluşsalar da, genel anlamda sınıfın güvenini kazanmış, çeşitlilik gösteren insanlara dayanırlar. Parti çalışmasının sağlıklılığı oranında zaten çoğu durumda komitelerde parti unsurlarının yönlendiriciliği bir gerçeklik olacaktır. Yani ortada kendiliğindenliğe bırakılmış bir süreç olmadığı gibi kapsayıcılığı daraltan sekter bir uygulama da yoktur.
Bu anlamda komitelerin seçim ve işleyişleri üzerine parti organlarında olduğu gibi her yerde, her durumda geçerli tek bir ilkeler bütünü uygulanamaz. Cephe mantığının ve çalışma tarzının egemen olduğu komiteler, yörenin, işyerinin, oradaki insanların özelliklerine göre değişebilen oluşma ve çalışma yöntemleri izleyebilirler. Ama bu durum, "değişimin" sınırlarının olmaması anlamına gelmez. Genel Emek Cephesi prensipleri geçerlidir ve onların son tahlilde partinin amaç, anlayış ve programına uyma, uyum gösterme yükümlülüğü vardır. Kimi durumlarda kitlesel seçimler yöntemi bile uygulanabileceği gibi, kimi durumlarda kurucu inisiyatifler sözkonusu olabilir. Ama özgün durum ne olursa olsun bileşimin her koşulda işyeri bazında insanların güvenini ve iradesini yansıtıyor olması şarttır. Ki, aksi durumda, yani güvenin yitirildiği noktada komitenin değişmesi bir zorunluluktur. Çünkü, işyerindeki güvenilirliği zedelenmiş bir komite fiilen işlevsiz olacaktır ve hiç bir anlamda Emek Cephesi'nin amaçlarıyla uyum sağlayamayacaktır. Bu nedenle, kitlenin komiteyi "geri çağırma hakkı" gerçeklik kazanmalıdır.

* Öte yandan, altı kesin şeklide çizilmesi gereken bir nokta da bu yapıların sendikaların alternatifi ya da karşıtı olmadıklarıdır zaten onlarla aynı düzlemde durmazlar, farklı ele alınmaları gerekir.
Sendikalar; esas olarak ücret ve sosyal haklar pazarlığı yapan, kazanımlar sağlayıp bunları koruyan yasallık sahibi kurumlardır. Ücret pazarlığı, doğal olarak ücretin ve ücretli düzenin kabulüdür ve sendika kurumu bu anlamda yöneticilerinin politik tutumlarından da bağımsız olarak, temelde düzen-içi kurumlardır. Bu, kurum olarak sendika için bir kusur da değildir, onun yapısında mevcut bir özelliktir. Kuşkusuz, yasallık içinde olmak düzene yedeklenmekle aynı şey değildir ve devrimci sendikacılık bu yasallığın içinde de düzenle uyuşmaz, yığınları düzen-dışı bir perspektifle yönlendirir. Ama yine de kurum olarak sendikal yapılar bu yasalarla birçok yönden kuşatılmışlardır.
Komiteler ise, meşru-kapsayıcı yapılar oldukları halde, yine de mevcut yasallığın içinde değillerdir ve esas olarak düzen-dışı yapılardır. Tabandaki sınıf inisiyatifinin araçları olarak ortaya çıkarlar, kendilerini yasalarla değil, bu inisiyatifle tanımlarlar.
Ayrıca, sendikalar; kuşkusuz geleceğe yönelik iktidar perspektifinde belirgin bir yer tutarlar. Ama komiteler daha oluşumlarından itibaren bütün yasallıkların ve düzen-içi kuralların dışında olan yapılarıyla, iktidar sonrası süreci de hesaba katan yönetsel nüveler olarak tasarlanmalıdırlar. Yapıları ve mantıkları buna uygundur.
Sendikalar; örgütlenişlerinin ve düzen yasallığındaki yapılar olmalarının bir gereği olarak kurumsaldırlar ve yapılarındaki karmaşık formaliteler (çoğu kez sanıldığı gibi) yalnızca "kötü bir hastalık" değil ama bir ölçüde kaçınılmazlıktır. Sendika, yapısı gereği kayıt defterlerine, büyük binalara, personele vb. gerek duyar, resmi varoluşun sıkıntılarını yaşar. Ancak devrimci bir sendikacılık anlayışıyla bütün bu zorunlu bürokratik işlemlerin bir "sarılık hastalığı" yaratması önlenebilir. Ne var ki, sınıfın geniş yığınlarından kopmayan sağlıklı bir sendikacılık tarzıyla bütün bu zorunlu işlevlerin hantallaştırıcı etkisinden kurtulmak da mümkün olabilir.
Komiteler ise kendilerini herhangi bir resmiyetin içinde tanımlamadıkları için bu tür kaygılardan daha uzak bir faaliyet sürdürürler. Resmi işlemler yığınından kurtulmuş olarak sınıfın iradesiyle oluşan, güvenilir olduğu sürece işlevli olabilen, güvenilmezlik durumunda ise sözgelimi herhangi bir kongre tarihini beklemeksizin değiştirilebilen yapılardır. Bu yasallıktan uzak oluş, ayrıca güven veren her insanın önünü açar. Sözgelimi sendikalar yasasındaki yaş-çalışma süreleriyle ilgili bir dizi sınırlama komiteler için sözkonusu değildir.
Yasallık, kurum olarak sendikaları bazı eylemlilik biçimlerini gerçekleştirmekten alıkoyarken, komiteler bu alanda da sınırsız imkanlara sahiptirler. Örneğin, grev kırıcılarına ve işverenin saldırgan güçlerine karşı kitlesel şiddetin örgütlenmesi, grev sırasında sendikalar yasasında yer almayan propagandif çalışmaların örgütlenmesi, işgal türünden doğrudan eylemlerin planlanması gibi durumlarda komiteler elverişli araçlardır.
Sendikalar kapatılabilir ya da baskı yoğunlaştıkça faaliyetleri sınırlanabilir yapılardır. Oysa komiteler, bir kez sınıf içinde gelenekleştikten sonra sökülmesi zor yapılardır. Kendilerini üretebilme, zor koşullarda geri çekilerek bir biçimde yine-de olayları yönlendirebilme şansları vardır. Darbe ya da daha yoğun baskı koşullarında yaşayabilen bir devrimci sendikacılık hareketi bu açıdan mutlaka tabanda sağlam komitelerin üstüne oturmalıdır.
Görüldüğü gibi komiteler, sendikaların reddi ya da işlevsiz düşünülmesi demek değildir; onların yanında ve temel yapılanışı olarak düşünülebilecek yapılardır. Sendikalar ekonomik-demokratik mücadelenin araçları olarak geliştirilmeli ve devrimcileştirilmelidir. Komiteler ise, onun altında, sendikaları da geliştiren bir olgu olarak doğrudan sınıfın içinde politik/sendikal örgütler olarak yaşarlar.
Bu yapılar da işçi sınıfının sosyal-ekonomik kazananlarıyla, gerektiğinde tek tek insanların sorunlarıyla ilgilenirler. Hatta yerel düzeydeki güçlü bağlarıyla bunu daha iyi yaparlar. Onların politikliği, yapıları gereği düzendışı olan konumlarıyla ilgilidir. Düzenin normları, resmi kuralları dışında bir yerde dururlar ve bu durumun avantajlarını kullanırlar.
Emek Komiteleri, henüz sendikalaşmanın hiç varolmadığı ya da sarı sendika etkinliğinde olan işyerlerinde sendikal örgütlenişin ilk adımları, araçları olarak düşünülebilirler. Bugün Türkiye'de hemen tüm işyerlerinde ilk sendikalaşma eyleminin (ya da sarı sendikadan çıkma çabasının) başlangıçta açıktan açığa yapılamaması bir kural gibidir. Baştan darbe yemek istemeyen her sendikal çalışma bu yaşam kuralına uymak zorundadır.
Komiteler bu süreçte çok işlevli olabilirler. Ama onları işi bitince kaldırılacak inşaat iskeleleri olarak değil, sendikanın temel taşları, çimentosu olarak düşünmek gerekir.
Sağlıklı bir devrimci sendikacılık anlayışının hakim olduğu yapılarda da komiteler sürekli bir olgu olarak bu sendikal anlayışın işçi yığınlarıyla bağını kalıcılaştıran iletişim kayışları olarak düşünülmelidir. Başka bir deyişle onlar, sınıftan kopmayan devrimci sendikacılık anlayışının işçi yığınları içinde egemen olmasının, onları eğitip bilinç düzeylerini yükseltebilmesinin araçlarıdır.
Böyle araçlara sahip olmadan sınıfla kaynaşmış devrimci sendikaları düşünebilmemiz imkansızdır.
Öte yandan aynı komiteler, devrimci olmayan uzlaşmacı sendikal yönetimlerin hukuken hakim olduğu koşullarda da, bu yönetimleri alttan baskı altına alan, giderek onları değiştiren araçlar olabilirler. Ki, gerçekten devrimci bir sendikal çalışma, uzlaşmacı eğilimler karşısındaki mücadelesini klasik-bilinen kongre hesaplarına değil, bu kitlesel inisiyatif biçimlerine dayandırmalıdır. Böyle bir perspektif, uzlaşmacı eğilimlerin tasfiyesi sürecine kalıcı bir nitelik kazandıracaktır.
Bu anlamda, Emek Komiteleri, "Grev Komitesi", "Toplu İş Sözleşmesi Komitesi" gibi dönemsel* olarak oluşan geçici yapılanmalarca hem karıştırılmamalı, hem de bu dönemsel komitelerin belkemiği olarak düşünülmelidir.
Daha kalıcı olmasıyla, perspektif derinliğiyle geçici yapılardan ayrılan Emek Komiteleri bu tür yapıların da özünü oluşturmalı, onların sağlıklı oluşumunun garantisi olmalıdır. Böylece komitelerin sendika ile uyum halinde (ya da uzlaşmacı bir yönetim sözkonusuysa baskı yoluyla) etkin olup ortamı şekillendirmesi mümkündür.
Ve nihayet, komiteler, sendikal süreçteki en önemli sorunlardan biri olan demokrasi sorununda da, çözücü-zorlayıcı bir etkinliğe sahip olmalıdır. Üyelerinden habersiz sözleşmeler yapan ya da farklı platformlara katılıp kararlar alan sendikal yönetim anlayışı böylece tasfiye edilebilir. Devrimci sendikacılığın olmazsa olmaz temel taşlarından biri olan "işçi yığınlarına karşı saydamlık" ilkesi ancak böyle yaşama geçebilir. Bu saydamlık, yalnızca kapalı kapılar politikasının reddiyle sınırlı değildir; o, işçi sınıfının geniş çoğunluğunun kararları tartışması, katılımı olarak anlaşılmalıdır ve bu katılım mekanizmalarından en önemlisi de Emek Komiteleri'nin örgütlülüğüdür.
Bu anlamda devrimci bir sendikal yönetim, komiteleri, merkezi işleyişi bozan, karışıklık yaratan unsurlar olarak değil, kararları demokratikleştiren, uygulamayı ise gerçekten merkezileştiren araçlar olarak algılamalıdır.

Sonuç Olarak;
Emek Cephesi bütün bu ortaya konulan anlayışlardan hareketle;

* Devrimci bir sendikacılık anlayışını savunur; politik iktidar savaşına paralel yürüyen böyle bir sendikal hareket yaratmayı görevi sayar;

* Bu anlayışın savunucusu olarak aynı yolda çaba gösteren herkese saygı duyar, kendi ilkelerinden ödün vermeksizin ama önyargılara sahip olmadan birlikte olmayı savunur;

* Sendikal hareketin kapsayıcılını daraltan sekter eğilimlerden uzak durur, sınıfın geniş yığınlarına ulaşmayı ve onların bilincini her gün yükseltmeyi görevi sayar;

* Bunun için, emekçi yığınlarının gündelik savaşımının her parçasını, onları daha yüksek bilinç düzeyine taşımak için bir olanak olarak görür;

* Devrimci sendikal anlayışın esası olarak sınıfa karşı saydamlığı ve onun katılımını sağlayan bir demokratik işleyişi temel alır ve kapalı kapı arkalarını baştan reddeder;

* Ekonomik-demokratik mücadeleye musallat olan uzlaşmacı ideolojik akımlarla hesaplaşmayı, bu akımlar konusunda işçi sınıfını aydınlatmayı ve her türden uzlaşmacılığı sınıfın saflarından uzaklaştırmayı görev olarak kabul eder;

* Sendikal yapıların her koşulda yaşayabilen dayanıklı yapılar olması gerektiğini savunur ve bunun gerçek garantisi olarak sınıf içinde derin kökler salan örgütlenme tarzlarına yönelir, Emek Komiteleri ve başka her yolla emekçi yığınlarının kalıcı örgütlülüğünü yaratmaya çalışır;
* Sorunlara salt "ücret sendikacılığı" çerçevesinden bakmaz, işsizlerin sorunlarından, memurlara, gençliğe dek bütün kesimlerle ilgili gelişmelerde tutumlar belirler, projeler üretir, bir yandan sınıfın bilincini her konuda yükseltirken diğer yandan diğer kesimleri işçi sınıfına yakınlaştıran bir çizgi izler;

* Emek Cephesi; anti-emperyalist, anti-oligarşik, anti-faşist, anti-sömürgeci anlayışlarla bir araya gelen emekçilerin oluşturduğu Emek Komiteleri'nin demokratik platformudur.

* Emek Komiteleri'nde henüz yer almayan ama Emek Cephesi platformunda bulunan tüm emekçilerin sorumluluğu, Emek Komiteleri organizasyonuna aittir.

* Emek Cephesi, belli bir kültürün, uzun yılların devrimci mücadelesine dayanan bir değerler bütününün organizasyonlarından biridir. Bu nedenle, Emek Komiteleri üyeleri, bu özel kültürün bir parçası olduklarının bilincinde olmalıdırlar. Dürüst, çalışkan, özverili, namuslu, bilgili, devrimci üretkenlik ve coşku dolu, düşmana karşı ödünsüz, dosta karşı saygılı, adil, görev ve sorumluluk bilinci yüksek, eleştiri-özeleştiri bilinci gelişmiş örnek insanlar olmalıdırlar.

* Emek Komiteleri, ülkemizdeki kitle mücadelesinin yükselmesinin önündeki en önemli engellerden birinin de, sağdan ve soldan yanlış sol örnekler ile solcular arasındaki yanlış polemiklerin, çekişmelerin olduğu bilinciyle, mücadelelerin eksenine devlete karşı tavrı ve söylemi oturtmalıdırlar. Kitleyi dıştalayan, "yüksek politika" yapmak adına kendi çelişmelerinde boğulan bilinçsiz sendikacılarının karşısına kitleyle birlikte dikilmelidirler.

* İşçi sınıfının enternasyonal geleneğine uygun olarak ülkedeki ve dünyadaki bütün gelişmelere karşı politikalar üretir; özellikle Kürt Ulusal Mücadelesi konusunda duyarlı bir destek politikası izler ama bunları sözel bir düzeyde bırakmamayı, her yolla işçi yığınlarına yayarak maddi bir güç haline getirmeyi temel alır; sınıfın üzerindeki depolitizasyon etkilerini kırarak toplumsal muhalefet sorumluluğunu hissetmesine yönelik çaba harcar;

* Bu yolda savaşırken kendisini DİSK ile TÜRK-İŞ arasında yapılmış bir tercihle sınırlamaz, her türden sendikal zeminde çaba gösterir, girdiği her alanın devrimcileştirilmesini esas alır;

* Ve nihayet Emek Cephesi bütün faaliyeti boyunca sosyalizmin, devrimci geleneğin değerlerine, dürüstlük ölçülerine uygun davranmayı esas ilkesi sayar, tek tek kişilerle olsun gurup ve örgütlerle olsun tüm ilişkilerinde bu ilkeden ayrılmamayı kendi varlığının garantisi olarak taahhüt eder.

EMEKÇİLERİN KURTULUŞU İÇİN DEVRİMCİ KURTULUŞ!
BİRLİK-MÜCADELE-ZAFER!
HALKIN KURTULUŞU EMEKÇİLERİN ESERİ OLACAKTIR!


EMEK CEPHESİ


 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92