Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Süreçlerde Cezaevleri
Açık faşizmin gündeme getirilmesinden önce yaşanılan cezaevi deneyimlerinde, düşmanın çok yoğun baskısıyla karşılaşılmamıştır. Dolayısıyla bu alanlar, teorik, ideolojik eğitim görevinin öne çıkarılmasının ve yoğun bir şekilde uygulanmasının zemini olduğu halde, o dönemdeki tutsaklık süreçlerini bu amaçla gerektiği gibi kullanmış olduğumuz söylenemez. Arkadaşlarımız, sözkonusu süreçleri, teorik-ideolojik formasyonlarını yükseltme yolunda başarılı bir şekilde yaşayamamışlardır.
Bunun yanısıra, tutsaklık koşullarını yarma amaç ve uğraşları arkadaşlarımızın geneli tarafından sürekli önemsenmiş ve başarıya ulaşan ve ulaşmayan çok çeşitli özgürlük girişimleri yaşamışlardır.
Açık faşizm koşullarına geçilmeden önce sıkıyönetimle yeniden düzenlenen cezaevlerindeki uygulamalar, özellikle 12 Eylül arifesinde giderek yoğunlaşan baskılara dönüşmüştür.
O süreçte sivil faşist militanlarla planlı bir şekilde karşı karşıya bırakılan devrimciler için cezaevleri de faşistlerin düşman tarafından her açıdan korunduğu, desteklendiği, kullanıldığı yerler olmuştur. Devrimcilerin bu konuda yaşadıkları güçlüklerin senaryosu bizzat devlet tarafından yazılmıştır. Rolleri sivil faşist militanların oynadığı saldırılar yoğun bir şekilde yaşanmıştır.
Açık faşizmle birlikte ise, tutsak alınmaya başlanan çok sayıda devrimcinin-yurtseverin üzerinde düşmanın sindirme-yıldırma politikası özel bir önem ve sistematikle uygulamaya sokulmuştur.
Yoğun şiddet ve ideolojik saldırı karşısında fiziksel varlıklarına ve kafalarına yönelen bu tehlikeye devrimcilerin bir kısmı hazırlıksız yakalanmış veya savundukları çizgilerin eğilimi uyarınca pasif tutumlar içine girerek hiç bir mevzide tutunamamışlardır. Böylece, çeşitli "taktik" kılıflar geçirdikleri teslimiyet tavırları içine girerek faşizmin saldırılarına set çekememiş ve devrimci direniş çizgisini yakalayamamışlardır. Bu cezaevlerinde pek çok devrimci değer bizzat devrimciler tarafından öğütülmüştür. Bırakalım siyasal ve örgütsel kimliğin savunulmasını, buralarda yaşayan birçok kişi, insani ölçülerini dahi savunamaz hale gelmiştir. Ankara Mamak Askeri Cezaevi bu tür olumsuz genellemelerin yaşandığı en önemli cezaevidir.
Diğer yandan, İstanbul'da, özellikle düşmanın ileri konumda gördüğü devrimci unsurları topladığı Sultanahmet, Metris, Davutpaşa, Sağmalcılar Özel Tip Cezaevlerinde hayata geçirilen direniş gerçekliğinde hareketimizin elemanları önemli roller oynamışlardır. Düşmana, hiçbir süreçte hiç bir ödün vermedikleri gibi, en ağır baskı koşulları altında dahi siyasi sloganlarını atmışlar ve sembolik siyasal ifade eylemlerini gerçekleştirmişlerdir. Koşulların bir adım da olsa düzeltilmesi, daha ileri bir mevzide çarpışılması için ciddi eylemlilikler örgütlemişler, topyekûn örgütlenilen bütün eylemliliklerin içinde olmuşlardır.

Cezaevi Mücadelesinde İç İşleyiş Ve Demokratik Merkeziyetçilik
Cezaevleri, son tahlilde özel birer demokratik mücadele platformudur. Bazı dönemlerde devrimcilerin çok yoğun bir şekilde bulunmaları nedeniyle de özel bir mücadele alanı haline gelirler. Bu anlamda, yapıların iç işleyişi açısından ağır basması gereken yön de, genel tutsak kitlesi içinde öne çıkarılması gereken yön de demokrasidir, (ilkesel sorunlarda, İstiklâl Marşı söylemek, "komutanım" demek, ön iliklemek vb. herhangi bir demokrasi gerekçesi kabul edilemez. Gerektiğinde bütün cezaevine rağmen de olsa uyulmamalıdır.) Önderliğin, perspektif verme, aydınlatma görevlerini gerçekleştirmesi ve bütün demokratik platformlarda olduğu gibi ikna yanı ağır basacak tarzda irade koyması, sürükleyici inisiyatifi ve ilkesel sorunlardaki disiplini önemlidir. Önder ve ileri kadrolarımız bu süreçte hem örgütsel yapı içinde hem de genel cezaevi kitlesine karşı demokratik davranmayı başarmışlar, kendileri de zaafsız direniş örnekleri göstermişlerdir.
Cezaevlerindeki devrimcilerin, uzun vadeli hesapları, grup çıkarlarını, özel ihtiyaçları, mücadele gerekliliklerinin önüne çıkarmalarının yarattığı sakıncalar diğer alanlara göre daha büyüktür. Çünkü, burada düşmanla her an açık bir ilişki vardır ve devrimciler son derece sınırlı sayıda ve cılız silaha sahiptirler. Bu gerçeğin bilincinde olarak mücadelenin demokratik yanına ve genel potansiyelin durumuna karşı özenli ve saygılı bir yaklaşımda tutarlılık gösterilmesi, hareketimizin bu alandaki olumlu işlevlerinden biridir.
Bazı grupların bu gereklilikleri ısrarla ihlâl etmelerine, bir yandan çeşitli direniş zaafları sergilerken öte yandan yürütülen direnişin başrolünü oynama heves ve iddialarının yarattığı olumsuz zemine, alanın genel çıkarlarını grupsal çıkarlara ve ihtiyaçlara alet etme alışkanlıklarına rağmen sözkonusu tutarlılıktan ödün verilmemiştir. Bunun yanısıra, genel mücadele çizgisinin dışına kayan, düşmanla ödünleşmeye giden kişilere ve gruplara karşı da doğru davranılmaya çalışılmıştır. Ne arada fark yokmuş gibi davranılmış, ne de düşmanca tutum alınmıştır. Bazılarının kazanılmasına çalışılmış, bazılarının daha da gerilemesine engel olunmuştur. Bütün bunlar, bu alanda özellikle "grupsal sınırlamalar içinde düşünüp davranmak" durumunda olmayan devrimciler nezdinde de özel bir yere konulmayı getirmiştir.
Düşmanın ideolojik saldırılarına açık kapı bırakmayacak, onun önüne setler örecek şekilde davranılmış, her türlü baskı ve şiddete karşı durulmuştur. Fakat sol sekter, kitleyi eleyici, dıştalayıcı, uzun vadede yıpratarak soluksuz bırakıcı, zaman ve koşul faktörlerini gözetmeyen tavırlara girilmemiş, gereken esneklikler de gösterilmiştir. Bunların yanında, uygun zamanlarda hayatın görece iyileştirilmesine yönelik talepler içeren eylemlerin yürütülmesindeki ve savunulmasındaki ölçütler ve fiziksel direnişlerdeki örnek davranışlar genel tablonun önemli görünümleri olmuştur.
Yalnız ne yazık ki bu arada dışımızdaki zararlı, olumsuz tutumlara karşı gereken diyalog ve tartışma yürütülememiştir. Genel olarak kitlenin tepkisini kazanmış ve kendi kendini bu anlamda teşhir etmiş tutumlar dahi yazılı ve resmi olarak mahkum edilmemiştir. Bilinen 'siyasi unutkanlık'lar nedeniyle de bunlar bir süre sonra çeşitli çıkarlara uygun olarak kesilip biçilmiş, çarpıtılmış ve kullanılmıştır.
Bugün için sözkonusu yaşanmışlıklar doğru tarih aktarımı ve yeni süreçler için ders çıkarma örnekleri olarak bizi ilgilendirmektedir. Olayların sıcağı içinde düşmanla uğraşma yerine birbirimize yönelmeyi doğru görmediğimiz, daha sonra da başka örgütsel görevlerimiz ağır bastığı için eksik bıraktığımız bu görevi, geçmiş, bir polemiğe çevirmeyi düşünmüyoruz. Süreçlerin aktarımı sırasında yazılanlar neyin yanlış, neyin tersyüz edildiğini kendiliğinden ortaya koyacaktır.
Geleceğe geçmişin verilerini yedekleyerek bakmalıyız. O verilerin oluşturduğu dağarcığı geleceğin adımlarında kullanabilmeliyiz. Değerlendirme görevimizin bir parçası olarak cezaevleri mücadele ve örgütlenmesini irdelememiz genel değerlendirme sentezinin de bir ayağını oluşturacak, verileriyle tanımlamaları bütünleyecektir. Bu ve benzer konularda yazılanlar her dönem çeşitli yerlerdeki arkadaşlarımızın cezaevi mücadelesine ve diğer demokratik platformlardaki tavır alışlarına ışık tutacak şekilde ele alınmalı, eleştirilmeli, tartışılmalı, örneklemeler ve somut yaşanmışlıklar (tercih edilen her biçimde) yazılıp iletilmeli, çalışmalar zenginleştirilmelidir.
Devrimcilerin açık siyasal kimlikleriyle bulundukları alanlarda ortaya koydukları her tavır, düşman tarafından da kamuoyu tarafından da direkt örgütle özdeşleştirilerek ona maledilir. Aldığımız tutumlarda ifadesini bulan anlayışlar çeşitli alanlarda ve yarınki mücadele içinde örneklenir. Nihayet buralarda kazanılan mevziler devrimci mücadelenin mevzileri, savunulan, korunan, sahip çıkılan ilkeler, örgütsel tavır alışlar ve yaratılan görevler mücadele gelenekleridir.
Cezaevlerindeki ilişkilerde demokratik merkeziyetçiliğin demokratik ve merkezi yönleri özel dengeler istemektedir. Genel anlamda demokratik bir platform olmasına karşın, merkeziyetçi yanın görevlerinin ve disiplininin demokratik yanla ilişkisinin özel olarak düzenlenmesi gerekmektedir. Buradaki önemli faktör düşmanla devrimciler arasındaki çatışmanın karşılıklı özellikleridir.
Şöyle ki; bir yönüyle düşmanın baskısı ve baskıyla yarattığı etki diğer yönüyle de direnişçilerin objektif verileri demokrasinin dozajını belirler. İkinci bir etmen olarak örgüt ilişkilerinin iletişim ve tartışma olanakları da işleyişin önemli bir yönü olarak belirmektedir.
Kadrolar, baskılar ve olanaklar açısından değişik özellikler gösteren dönemlerde bu farklılıkları değerlendirmeyi bilmelidir. Görece daha rahat ve olanakların daha iyi olduğu dönemlerde, o güne kadar güçlüklerden dolayı gündeme getirilemeyen konuların hızla gündeme getirilmesini, tartışılmasını ve sonuçlanmasını sağlamak gerekir. Çünkü mücadele eden bir devrimci için dışarda dahi güvenliği olamayan olanaklar içerde hiç kalıcı değildir. Uzun ve zorlu mücadelelerle alınan haklar, kısa bir süre sonra tekrar yitirilir.
Çeşitli konulardaki anlayışların gereken herkese aktarılması, arkadaşların alınacak kararların oluşumuna aktif olarak katılımlarını sağlamak, tabandan sesi güçlendirmek, işleyişin esasını oluşturmalıdır. Bu görevin yerine getirilmesi, gerektiği zaman istenecek katı merkezi disiplinin de sağlıklı ve zaafsız olmasının zeminini hazırlayacaktır. Düşman baskısının yoğunlaştığı, tartışma olanaklarının sınırlandığı ortamlarda ise koşullar elverdiğince demokrasi işletilmeli ama merkeziyetçi yan öne çıkartılmalıdır. Çünkü böyle dönemlerde daha enerjik olmayı, daha hızlı karar almayı ve daha çabuk harekete geçmeyi gerektiren durumlar sıkça yaşanır.
Demokrasinin dozu konusunda gözetilecek bir diğer öğe de, tabanın bilinç düzeyidir. Bilinç düzeyi düşük insanlar doğal olarak haklarını kullanmada, sorunları kavramada yetersiz kalırlar. Bu türden unsurların çoğunlukta olduğu bileşimlerde demokrasi işletilirken ortamın zaafı da unutulmamalıdır.
Örgütlü demokrasi, sağlıklı bir iletişim zemini, iknaya açık olarak fakat tutarlılıkla savunulan fikirler, sonuca uyma konusunda tereddüt göstermeme, yatay tartışma anlamında saygı faktörlerinde ifadesini bulur. İnsanların bilinçli ve gönüllü katılımlarıyla hayata geçirdikleri tavırları önceden benimsemeleri, farklı düşündüklerinde ise ilkeler ve yöntem açısından gönüllü uyum sağlamaları gerekir. En sistemli ve sağlıklı demokratik uygulamalarda dahi herkesin her konuda aynı şekilde düşünmesi mümkün değildir. Üstelik böyle bir durum, başlı başına bir sağlıksızlık göstergesidir.
Bu noktada tartışma, oy çokluğu gibi kavramlara da mekanik yorumlar getirmemek gerekir. Genellikle oy birliği sağlanmaya çalışılır. Fakat bu gerçekleşmezse oy çokluğuna bakılır. Hem fikir olunamayan ama oy çokluğu sağlanan her durumda, acil bir zorunluluk yoksa hemen uygulamaya geçilmemelidir. İkna amacıyla sonuna kadar uğraşılmalıdır. Olanaklar ve zaman elverişliyse tüm arkadaşların görüşleri alınmalı, saptanan çoğunluk eğilimi kararda önemle hesaba katılmalıdır. Bazı acil durumlarda yönetici arkadaşlar ilk etapta temas kurabildikleri üyelerin görüşlerini öğrenerek karar alıp uygulamaya sokarlar. Daha sonra karara itiraz gelirse tartışma açılır, tersi doğrultuda bir karar çıkarsa, eski karar yürürlükten kaldırılır. Temel öneme sahip konularda mümkün olduğunca çok arkadaşın görüşü alınmaya çalışılır. Hareketin kesin ilke ve kararlarının bulunduğu konular tekrar tekrar tartışılıp yozlaştırılmamalı, bunlar doğal kararlar olarak bilinip layıkıyla uygulanmaya çalışılmalıdır.
Cezai uygulamalarda, her hatanın bir ceza ile karşılanması tarzında mekanik bir yaklaşım olamaz. Hatalar görüldüğünde eleştiri-özeleştiri mekanizması işletilerek hata yapanlara hatanın kaynaklarını giderme yolları gösterilmeli, yardımcı olunmalıdır. Örgütsel ortamın payı saptanıp giderilmezse hatalarla sürekli karşılaşılır. Suç ise sorumluluğu ve sonuçları belirli davranışlardır. İşlenmiş suçlar konusunda ortam vb. gerekçe aranmaz. Her hatalı davranış ve suç mutlaka boyutlarına denk düşen bir örgütsel tepki görmelidir. Hoşgörü ve esneklik liberalizme vardırılmamalıdır. Diğer yandan tüzüğün ceza maddelerinin mekanik yorumlanmamasına da özen gösterilmelidir. Ceza maddeleri örgüt üyelerinin tepesinde sallanan bir tehdit anlamını kazanmamalıdır. Fakat bir küçük burjuvalar ülkesinde, eğitim düzeyi düşük örgüt elemanları arasında, örgütlenmenin sosyalist insana ait duyarlılıkları bazı suistimaller doğurmaktadır. Bunu engellemenin yolu kişisel özellikleri gözeten bazı özel önlemleri, eğitimi ve eleştirelliği sürekli gündemde tutmaktadır.

İstanbul Cezaevleri
12 Eylül sürecinde hareket olarak 300-350 insanımızın "uğradığı" İstanbul cezaevleri, buralarda yaşanan pratik ağırlıklı bir önem taşımaktadır. Bu süreçleri anlatırken 10-15 yıl yaşanan bir ortamda kullanılan ve artık sözcükleri bu yazıyı okuyan herkesin anlayabileceği tarzda açmak için zorlanacağız. Gerçi cezaevi dili direniş yıllarında dışarının da öğrendiği, bildiği bir dil haline gelmiştir. Ama sözgelimi baskı ve işkencenin yoğun olduğu yıllarda, 82-83'te 12-13 yaşlarında da olan bir çocuk bugün 23-24 yaşlarında bir genç olarak devrimci politikanın içinde ise; bazı terimlere karşı doğal bir yabancılık çekilecektir. Yaşanmışlıklar, bir örgütün yaşanmışlığıdır. Ve bu anlamda yaşayanlar kadar belki onlardan daha fazla, bugün o değerlere sahip çıkan, onların sahibi olan insanların geçmişidir. Dolayısıyla süreçler arasındaki kopukluklar aktarımlarla, aktarımların iyi anlaşılmaya çalışılmasıyla çözümlenmelidir.
Tekrar az önce söylemek istediğimize dönersek, sözgelimi "düşmanın dayatmaları" dediğimizde, anlaşılması gereken "şunu yapmak zorundasınız" gibi bir söylem tarzı değildir. Tutuklanan bir devrimcinin bir manga askerin arasına alınması ve herhangi bir şeye (ne olduğu önemli değildir, sorulan çoğu kez sıradan ve bazen anlamsız bir sorudur) uyup uymayacağının "sorulması"dır!
Sözgelimi tek başına revire çıkan hasta bir siyasi tutukluya sorulur: "Tek sıra olacak mısın olmayacak mısın?" Orada çift ya da tek başına sıraya girebilecek herhangi bir insan yoktur. Ama önemli olan bu değildir. Askerin düz mantığı "yokedilmesi, ezilmesi, kahredilmesi gereken cani komünistler" karşısında dümdüz olmuştur. Tutuklu "Hayır tek sıraya girmeyeceğim, asker değilim, siyasi tutukluyum" der. Bu durum karşısında mecburen (!) revire götürülmesi gereken "hasta siyasi" coplanmak zorundadır. Bu örnekleri yazının ilerleyen bölümlerinde bolca vereceğiz.
İstanbul'daki ilk durak Selimiye'dir. 1. Ordu Karargahı olan Selimiye hem gözetimevi olarak siyasi polisten getirilen tutukluların "hoşgeldin karşılamasına" tanıklık etmiş, hem de ilk dönemde tutsaklar burada kalmıştır. (Arkadaşlarımız Selimiye'ye ilk getirildiklerinde daha önce orada bulunan devrimciler isyan ederek sürülmüşlerdi. Cezaevi yöneticileri, dayatılması amaçlanan 13/1 talimatnamesine uygun bir düzen oturtmak amacıyla yeni gelenler üzerine önemle eğildiler(!) Kantin alışverişlerini yasakladılar. Yoğurdu dahi doktor raporuyla verdiler. Sayımlarda "komutanım" denmesi türünden asker yaptırımları gündeme getirdiler. Arkadaşlarımız gidince bütün dengeleri bozdular. Yaptırımlara uymadıkları gibi fiili olarak da saldırıya saldırıyla karşılık verdiler. Bu duruma da cezaevi literatüründe "fiili direniş" dendi. Sonuçta Selimiye'de başka siyasetlerden arkadaşlarında katıldığı birkaç günlük açlık grevinden sonra koşulları "düzelttiler".
Daha sonra farklı cezaevlerinin açılması ve yeni yakalanan arkadaşların ayrı ayrı mekanlara gönderilmesi, değişik sorunları, özellikle iletişim problemini gündeme getirmiştir. Bu sorunlara bazı çözümler getirilmiş olması, yapılması gerekenlerin ancak küçük bir bölümüdür. Daha önce birlikte kalınan arkadaşlarla düşmanın cezaevleri üstündeki politikası uzun uzun tartışılmış konuşulmuştur. O süreçte en bilinçsiz, en yeni unsurlar dahi hem bu açıklığın ve çabanın hem de birlikte olmanın etkisiyle direniş görevlerini yerine getirmekte güçlük çekmemişlerdir. Ancak daha sonra gelen arkadaşlara cezaevi mücadelesinin anlamı, amacı ve yöntemleri yeterince anlatılamadı. Sadece karşılaşılabilenlerle kısa konuşmalar yapıldı. Özellikle ilkesel konularda uyarılarda bulunuldu. Kısmi olarak farklı mekanlarda farklı davranışlar ortaya çıktığında (örneğin Kabakoz Cezaevi) yine kapsamlı bir iletişim kurulmasa dahi ana direniş çizgisine uyulması istenmiş ve bu sağlanmıştır.

Yaptırım Biçimleri
Gerçekte, yaptırım biçiminin ne olduğunun çok fazla önemi yoktur. Aynı amaca; tutsak devrimciyi ezmek, uysallaştırmak, kısacası teslim almak ve kişiliksizleştirmek amacına yönelik çeşitli dayatmalar gündeme getirilir.
Düşman, amacına ulaşmak için bazen doğrudan saldırır. Bazen, çeşitli kılıflar geçirilmiş, daha sinsi, daha 'nazik' yaptırım yollarıyla sonuç almak ister. Bir yandan kafa göz kırıp kan akıtırken, aynı anda tutuklular için dışardan hayal edilemeyecek 'lüksler' yaratır.
Sözgelimi, Metris Askeri Cezaevi'nde, işkence ve baskının çok yoğun olduğu bir dönemde "sosyal faliyetler" başlatılmıştır. Direnişçi devrimcilerin yaşadığı koşullarda o dönem ranza ve yataktan başka bir "eşya" yoktur. Ki bu yataklar arada bir yangın hortumlarıyla gerçekleştirilen operasyonlarda, tutuklular ve giysilerle sırılsıklam ıslatılır, kuruması günler alır. Aynı günlerde, sosyal faaliyetler için açılan tiyatro, normal bir tiyatro sahnesinden çok daha lüks bir şekilde dekore ettirilerek tutukluların hizmetine sunulur! Bütün gün anonstan en yüksek sesle marş ve arabesk dinletilen, çaya, televizyona, operasyonsuz bir güne hasret tutsak, burada sessiz, kadifelerle bezeli, istediğinde müziğini dinleyebileceği, çayını istediğince içebileceği, bayan-erkek tiyatro dersleri alarak oyun sergileyebileceği, kantinden yararlanabileceği bir ortam bulur. Buralar, idarenin en önemli yerlerinden biridir. Çok fazla şey değil, sadece "İstiklâl Marşı söylerim" demek yeterlidir. Zaten söyletmeyeceklerdir! "Azgınlardan" ayırdıkları bu insanların koğuşlarında da benzer olanaklar sunulacaktır. "Kızıllar" dedikleri koğuşlara karşı kullanmak, tutuklu kitlesinin en önemli kozlarından biri olan toplu direnişi kırmak için bir süre dediklerini de yaparlar. Teslim olan tutsaklara bu olanakları sağlarlar.
Öte yandan, "baskı, işkence iddiaları" nedeniyle binbir güçlükle cezaevine gitmesi sağlanan heyetlere, cezaevinin bu "huzur içindeki" kesimleri gösterilerek işkence iddialarının ne denli kof olduğu kanıtlanacaktır. Bir taşla ne kadar çok kuş.
Bilinen, sıkça tekrarlanan, okuyarak ya da duyarak öğrendiğimiz yaptırım biçimlerinden başka, farklı koşullarda çok değişik yaptırım biçimleriyle karşılaşılabilinir. Bir manga askerin saatler süren işkencesinden sonra "şunu yap" diyebilecekleri gibi, çok üst rütbeli bir subayın gerçekten çok kibar bir ricasıyla da karşılaşabiliriz. Hatta devrimcilerin literatürünü de çok iyi öğrenmiş bu özel görevli subaylar, "bak derler, yaptırım zorla olur. Ben sizden şahsen rica ediyorum. Direnişinizle hiçbir ilgisi yok. Benim terfi etmemle ilgili bir sorun. Ne olur sayımlarda sıraya giriverin. Devrimciliğinizden birşey eksilmez." Veya "şu açlık grevini bitiriverin, albay pazarlık yaptı dedirtmeyin, sonra ben size istediklerinizden daha fazlasını vereceğim, şeref sözü". Bu "şeref sözleri" sık sık gündeme gelir. "Mahkemeye giderken soyunmayı kabul edin şerefim üzerine kimse soyularak aranmayacak, sadece 'tamam' deyin".
Kısaca sadece direnmek de yetmez bu mekanda. Politik uyanıklık şarttır. Her "şeref sözü"nün altındaki gerçekleri ve bir sonraki hamlenin senaryosunu görebilmek gerekir.
Sıkça kullanılan bildik yaptırım biçimlerinin bazılarına değinelim:

l- İstiklâl Marşı:
Devletin ilkokullardan devlet dairelerine ve kışlalara kadar bütün resmi kurumlarında gündeme getirdiği İstiklâl Marşı, cezaevlerinde çok yönlü bir yaptırım aracıdır. Tutsaklara, içinde bulundukları kışla disiplininin bir parçası olduklarını kabul ettirmeyi ve onları bu anlayışa fiili olarak katmayı hedefler. Bir ideolojiyi, devletin ideolojisini temsil eden bu sembol marş dolayısıyla, devrimci tutsağın düşünsel planda da kendini inkârını hedefler. İçerik olarak gerçek anlamda faşizmi ifade eden bu marşı, ne koşulda olursa olsun kabul etmemek zorundayız. Bu, ilkesel bir direnme gereğidir. Ne İstiklâl Marşı, ne de benzer bir marş tek başına kalınsa dahi asla söylenemez. Bazı kesimlerin ifade ettiği gibi, "söylense ne olur, ideoloji gene savunulur" diyebilmek, ideolojik çatışmadan, devrimcinin onur ve düşüncesini faşizmin zoruna rağmen savunma gerçekliğinden hiçbir şey anlamamak demektir.

2-Eğitim Çalışmaları, Düşman Tarafından Verilen Dersler:
Düşmanın çok yönlü "rehabilite" programının bir parçası da "eğitim"dir. Devrimci tutsakları kendi programlarından, çalışmalarından, düşüncelerinden uzaklaştırmak için koşullara ve tutsakların durumuna göre değişik şekillerde eğitim çalışmaları gündeme getirilir. Eğitimde amaç, düşmanın belirlediği program dahilindeki diyalog, ehlileştirme, düşünsel yozlaştırma ve son tahlilde teslimiyettir.
Cezaevindeki tutukluların özellikleri gözetilerek bu konuda değişik girişimler yapılır. Din dersinden seminerlere, el işi kurslarına kadar çoğalan konular, sözkonusu yelpazenin içinde yer alır. "Bir devrimci onların derslerini dinlese ne olur dinlemese ne olur, önemli olan etkilenmemektir." tarzındaki yaklaşımlar ilkel ve yüzeyseldir. Her konuda buz dağının arkasını da görebilmeliyiz, içeriği bir yana bıraksak dahi, düşmanın devrimcileri "eğitmek" gibi bir tavrına boyun eğmek sözkonusu olamaz. Bu eğitim ve rehabilitasyon programları da bizim için ilkesel anlamda uymamak zorunda olduğumuz konulardır.

3- "Komutanım" Hitabı:
Düşmanın kendi iradesini kabul ettirdiğini, somut olarak, her muhataplık ilişkisinde tekrarlatarak görmek istediği bir yaptırım biçimidir. Ve bu hitap tarzı son derece önemlidir. Normal sosyal yaşamda bir subaya "komutanım" demek, bir öğretmene hocam demek kadar doğaldır. Ama askeri cezaevlerinde siyasi tutsaklara, yasayla, erin altında bir statü verilir ve devrimci, erler dahil karşısına çıkan her askere komutanım demek zorunda bırakılır.
Güçler, süreç ve koşullar ne olursa olsun, gerçekte iki ordunun karşı karşıya kalışı ve gerçek bir tutsaklık pozisyonudur devrimcinin cezaevi yaşantısı. Bir savaş tutsağının, düşman ordusunun ona işkence yapan elemanlarına "komutanım" demesi, düpedüz teslimiyettir. Hangi koşul ve mekanda olursa olsun bu
tür hitap tarzlarını kullanmamak bizler için onur sorunudur, ilkeseldir.

4- "Hazırol" Benzeri Hareketler:
Düşmana doğru atılan bir adım, düşmana doğru yürümeye başlamak demektir. Herhangi bir nedenle bir adım attığın, ödün vermeye başladığın zaman bunun sürmesini kendin de engelleyemezsin. Oysa düşman, özellikle sana karşı zorlandığı zaman, "aslında pek de önemli olmayan, küçük, sıradan bir davranış" masum(!) talebiyle gelir. Ödünün başladığı bir ortamda 'hazırol'da durmak, zaten senin düşman karşısındaki aczini ve boyun eğişini belirten sıradan, doğal bir durumdur. Efendin karşısında en düzenli ve nizami duruş tarzı olan 'hazırol'u seçeceksindir. "İstiklâl Marşı", "komutanım" hitabı, "hazırol", "tek sıra"... hep birbirini izleyen, birbiri peşisıra gelen, başlangıçta senden tek tek talep edilen ama birini yaptığın zaman diğeri de dayatılan yaptırımlardır. Tek sıraya girer, havalandırmaya nizami bir şekilde çıktıktan sonra komutanının (genellikle bir erdir) herhangi bir sözünü ".... komutanım" diye yanıtlar, hazırola geçerek İstiklâl Marşı'nı söylersin. Bu düzen, ya yaptırımlar sırayla dayatılarak ya da (senin durumun daha zayıf görünüyorsa gözlerine) hep birlikte dayatılarak özlenen "içtima" gerçekleştirilir.
Bu arada, elbise önü iliklemek gibi, sıradan gözüken bir davranış dahi, devrimci tutsağı gerçek anlamda esir almak amacıyla kullanılmaktadır. Subay-er, herhangi bir cezaevi personelini, yani komutanını gören tutuklu, hemen elbisesinin önünü ilikleyerek ya da onun önüne mutlaka elbisesinin önü ilikli çıkarak saygıda kusur etmediğini bu yolla da kanıtlayacaktır. Dikkat edildiği gibi, en ufak bir refleks, bir tavır, tüm davranış tarzları, o mekanda mümkün olabilecek her hareket esnasında bir dayatmanın cenderesinde olunması amaçlanmaktadır.
Ve bunların tümünü reddetmek, ilkesel bir zorunluluktur.

5- Tekmil:
"C-5 koğuşu 24 mevcuduyla sayıma hazırdır komutanım"... Sıraya dizilmiş, önünü ilikleyerek tek tip elbiselerini giymiş, asker tıraşını olmuş ve hazırola geçmiş tutuklular, sabah ya da akşam "içtima"larında tekmillerini vermelidirler! Düşmanın istediği "nizam" budur. Böyle bir "nizam", siyasi bir tutsağın aklının köşesinden bile geçemez. "Evet" dendiği taktirde daha da ileri gidilerek, "takım başı" vb. askeri görevliler saptayarak bunların başlatacağı ilk tekmille tek tek her tutuklunun sıra tekmili vermesini isterler. Düşmanın eziyet, işkence nedeni tükenmez. Yukarıda sayılanların tümü yapılsa bile, bu kez sırada düzgün durmuyorsun, iyi bağırmıyorsun, ellerini yanlarında sıkı tutmuyorsun diye dayak atılır. Üstelik bu mevzide yenilen dayak, yenilmiş, gerilemiş insanların uğradığı işkence olduğu için, sürekli bir gerilemenin ve kişilik parçalanmasının nedeni olur.
Tekmil de kesinlikle kabul edilemeyecek bir durumdur. Bu konuda sayabileceğimiz bir diğer yaptırım biçimi de "yemek duası" ve dini yaptırımlardır. Siyasi düşüncelerini ezmekle başlayan ve kişiliği de yok eden yaptırımlar zinciri, her yemekte "devletim milletim varolsun, allahıma hamdolsun..." diyerek nizami bir şekilde ellerini açan tutsaklar ister.

6- Soyarak Arama:
12 Eylül'den sonra devlet, "yurttaşlarının" etek altlarıyla fazlaca ilgilenmeye başlamıştır. Memurlara etek tıraşı kontrolü yapmaya kadar giden bu ilgi cezaevlerinde doğal olarak daha da yoğunlaşır. Emniyet kapısından giren insana ilk söylenen söz "soyun"dur. Çıplak bir insanın ifadesinin daha açık ve sarih olacağını düşünen "emniyet" güçleri, cezaevlerinde yerlerini askeri görevlilere bırakırlar, gardiyanlara bırakırlar. Koğuşundan çıkan tutuklu "güvenlik gerekçesiyle" ve aşağılama amacıyla çırılçıplak soyulur. Bazen daha da ileri gidilerek "cinsel organlarda güvenliği tehdit edici birşey bulunup bulunmadığını anlamak amacıyla" bu bölgeler elle yoklanır.
7- Belli saatlerde yat-kalk,
8- Tutsaklara özgül kimlik kartı,
9- Faşist tutsaklarla bir arada bulundurma,
10- Zorunlu spor vb. birçok 'zengin' yaptırım tarzı aynı amaçlarla uygulanmaya çalışılır.
Görev, başından bu saldırı furyasını tıkamak ve düşmanın kişiliğe doğru yürümesinin önüne net, yüksek moralli, aşılmaz ve elbette onur yüklü bir barikat örmektir.
Aşağıda 12 Eylül Cezaevleri'nin en önemlilerinden biri olan Metris tarihinin öyküsünü bazı yönleriyle anlatmaya çalışacağız. Bu öyküyü bütün yönleriyle anlatmak gerçekten zordur. Fakat bu ülkenin namuslu insanlarını hala en iyi ihtimalle cezaevlerinin beklediği bir tarih dilimi yaşıyoruz. Dolayısıyla bu tarz anlatımların, bir direniş maskesi olarak değil, ciddi bir tecrübe verisi olarak önemli olduğu düşüncesindeyiz.

Metris Öyküsü: Bir Tarih Bir Direniş Simgesi
Metris Askeri Cezaevi'nin açılışından kapanışına kadar geçen 7 yıllık tarihi, soylu bir direniş tarihidir. Yüzlerce devrimcinin yarattığı bu tarih 12 Eylül karanlığının önemli ışıklarından biri olmuştur. Bu yüzlerce onurlu insan ve onların ailelerinin can bedeli, kan bedeli yaratılan Metris tarihi, tutsaklığa, işkenceye ve her türlü baskıya karşın varolmuştur. Metris'in her santiminde bir direniş vardır. Metris'i örten gökyüzünün yıllarca tanık olduğu sloganları unutması olası değildir. Metris'in önü, Metris'in yolları da anaların çığlıklarıyla, gözyaşlarıyla, sonuçta sloganlarıyla farklı bir direniş mekanı olmuştur.
Bugün, Metris sözcüğü, direnişi çağrıştıran bir sözcüktür. Ve devlet, devrimci tutsakları her anlamda yok etmek için kurduğu bu cezaevini, bu anlamı nedeniyle günün birinde yokedebilir!...
Cezaevlerinin birer işkence merkezi haline getirildiği 12 Eylül sürecinde, halkı teslim alma amacının devrimcileri teslim alma amacına dönüştüğü mekanlar, özel programların uygulandığı mekanlar haline getirildi.
Metris, bu planın önemli parçalarından biri olarak kuruldu. Özel olarak yaptırılıp açıldı, başlangıçta getirilen tutsaklar özel olarak seçildi ve yine görevliler de uzman işkenceci kadrosunun içinden saptandı.
Bir askeri tümenin içinde, yerleşim merkezinden mümkün olduğunca uzakta inşa edildi. Üç katlı binada, yüksek havalandırma duvarları nedeniyle gökyüzünden başka birşey görmek olanaksızdır. Başlangıçta her üç katta da tutuklu bulunmasına rağmen, tünel kazılabilir endişesiyle bir süre sonra alt katlardaki koğuşlar boşaltılmıştır.
Koğuşlar 16'şar kişilik düşünülmüş, her havalandırmada 12, her blokta 24 koğuş yapılmıştır. Bir havalandırma-bir blok sistemine göre yapıldığı için gerektiğinde bloklar arasında ilişki tamamen kesilebilmiştir. (Kuşkusuz her yasaklamanın olduğu gibi bunun da çaresi bulunmuş ve iletişim yine de "illegal yollardan" veya yeni "keşifler" yoluyla sağlanmıştır.)
Tutsakların "yargılanması" da aynı tümen alanı içinde inşa edilen mahkeme salonlarında gerçekleştirilmiştir. Cezaevinin hemen 40-50 metre önündeki üç ayrı mahkeme salonu sayesinde, "tutukluların güvenliği daha rahat sağlanabilmekte", mahkemeye, gidiş-geliş esnasında gerçekleşebilecek bir kaçış olayına karşı tedbirli davranılmış olunmaktadır!..
Metris Askeri Cezaevi'nin "açılışı", 22 Nisan 1981'de gerçekleşti. İlk olarak, Alemdağ Askeri Cezaevi'nden bazı tutsaklar getirildi. Tutsaklar havalandırmada, yargılandıkları örgüt davalarına göre ayrıldılar. Daha sonra tek tek alınarak doktor nezaretinde dövüldüler. Marksist Leninist Silahlı Propaganda Birliği davasından yargılanan tutsaklar, bu ilk fasıldan sonra girişte bir odaya konuldular. Girişten koğuşlara kadar asker kordonu oluşturulmuştu. Koğuşlara götürülürken de bu kordondaki askerler tarafından sürekli dövüldüler. Dayak coplarla ve sopalarla gerçekleştiriliyordu. Koğuş kapılarında durdurulup İstiklâl Marşı söylemeleri ve dua okumaları istendi. Tutsaklar bunu reddettiler. Dolayısıyla yeniden dövülmeye başlandılar. Ve sonra koğuşlara atıldılar.
23 Nisan'da Sultanahmet Cezaevi'nden sevkler başladı. Metris'e ilk sevk edilen tutsaklar THKP-C/MLSPB ve Eylem Birliği davalarından yargılananlardı.
Metris'in özel amaçlarla yapıldığı, açılmadan önce de biliniyordu. Diğer cezaevlerindeki tutsaklar, cezaevinin açılma sürecini izlemeye çalışıyorlar ve olası bir sevk durumunda ne yapacaklarını tartışıyorlardı.
23 Nisan sabahı, Sultanahmet Cezaevi'ndeki tutsaklar sevk yapılacağı haberini aldılar. İdare, Metris'e sevkler yapılacağını ve eşyaların hazırlanmasını bildirdi. Gidecekler belli oldu. Çeşitli örgütlere mensup tutuklular, sevke karşı direniş kararı almadılar. Yapılan sohbetlerin ve nelerle karşılaşılacağının konuşulmasının dışında bir genel tavır ya da program saptanmamıştı. MLSPB tutsakları ise kendi içlerinde, daha Metris'e gitmeden tutumlarını net olarak belirlemişlerdi: Ödünsüz Direniş!..
Sevk hazırlıkları tamamlanınca, çoğunluğu MLSPB'li olmak üzere 60'a yakın MLSPB ve EB tutsağı ringlere bindirildiler. Elleri ikişer kişi olarak birbirine kelepçelenen tutsaklar üç arabaya ancak sığdırıldılar. Ayrılmadan önce bir MLSPB'li tutsak, Sultanahmet'te kalan diğer tutsaklara hitaben kısa bir veda konuşması yaptı ve konuşmasını:
"... ne ile karşılaşırsak karşılaşalım, ne pahasına olursa olsun, devrimci onur korunacak, hiçbir yaptırıma uyulmayacaktır. Bizim arkamızdan sizlerde getirilirseniz, devrimci kararlılığın ve direncin hüküm sürdüğü bir cezaevi ile karşılaşacaksınız." diyerek tamamladı.
Yolculuk, nelerle karşılaşılabileceğinin, nelere dikkat edilmesi gerektiğinin son kez konuşulduğu neşeli sohbetlerle Metris kapısında son buldu. Cezaevinin önünde, askerlerden bir koridor oluşturulduğu görüldü. Sevki idare eden Jandarma İl Alay Komutanı Ömer Çepni ve diğer subaylar devir işlemlerini tamamlayarak devreden çıktılar. Tutsakları, ekip olarak Davutpaşa'dan getirilen meşhur işkenceci Binbaşı Adnan Özbay ve Yüzbaşı Emin Tamer karşıladı. Askerlerin ellerinde kazma sapları, elektrikli coplar, tahtalar, demir çubuklar vardı. Çok özel bir karşılama töreni hazırlandığı ilk bakışta belli oluyordu. Ve henüz tutsaklar arabadan indirilir indirilmez saldırı başladı. Saldırı karşısında sürekli olarak slogan atmaya başlayan devrimciler fiili olarak direniyor, yani dayağa karşılık vermeye çalışıyorlardı.
Bu özel karşılama töreninin asıl başlangıcı tutsakların binanın içine sokulmasıyla başladı. Cezaevi hınca hınç asker doluydu ve devrimciler, girişteki ilk havalandırmaya, üçer dörder kişilik gruplar halinde alınmaya başlandı. İlk emir "sağa-sola bakma" idi. Tutsaklar bunu dinlemediler ve tam tersini yaptılar. Coplara, demir çubuklara, kalaslara, tekmelere, yumruklara cevap veriyor, kıyasıya dövüşüyorlardı.
Asker kalabalığı içinde 60 tutsak neredeyse kaybolmuştu. Sloganları ile birbirlerinin varlığını duyabiliyorlardı. Askerler, zorla tutsakların yüzünü duvara döndürmeye çalışınca, bir tutsak kararlı bir sesle: "Kimse yüzünü duvara dönmesin" diye bağırdı. Bu, ilk uygulamaya çalıştıkları disiplin uygulamalarından biriydi. Fakat ne gönüllü, ne de zorla yaptırmayı başaramadılar.
Çok açık ve net bir mücadele başlamıştı iki taraf açısından da. Nitekim, Binbaşı Adnan Özbay'ın "hoşgeldin" konuşmasıyla bu durum sözcüklerle de belirginleşiyordu:
"... Yeni bir cezaevine geldiniz. Burada erler dahil herkes sizin komutanınız. Onlardan izin almadan hiçbir şey yapılmayacak. Burada bizim dediğimiz olacak..."
Tutsaklar bu konuşmaya karşılık:
"Hiç bir yaptırıma uymadık, uymayacağız. Ne yaparsanız yapın. Bizim komutanımız değilsiniz, devrimci onuru yaşamımızı yitirme pahasına koruyacağız. Açıkça ilan ediyoruz, işkence ve tehditler bize sökmez" yanıtını verdiler.
Bu tavır karşısında Binbaşı Adnan iyice sinirleniyor ve:
"Savaştayız ve sizi teslim alacağız" diye bağırıyordu. Tutsaklar hiçbir şeyi yanıtsız bırakmıyor, bu söze karşılık ta:
"Asla! Bunu siz göreceksiniz, bütün dünya da" diyorlardı.
Her iki tarafta oldukça kararlı gözüküyordu. Bir süre belirsizliğin etkin olduğu bir bekleyiş yaşandı. Direnişe hazır olduğu bütün önlemlerinden belli olan Binbaşı, bu denli aktif bir kararlılıkla karşılaşmamıştı anlaşılan. Ve tekrar saldırıya geçti.
"Herkes yere çöksün".
Tutsaklar:"Biz çökmeyiz" diye bağırdılar. Binbaşı:"Eğer bir iki dakika içinde çökmezseniz ateş açtıracağım" dedi. Gerçekten de çatılara, tutsakları hedef alan onlarca silahlı asker yerleştirilmişti. Binbaşı'nın son sözleri üzerine hepsi gösterişli bir şekilde silahlarına mermi sürdüler. Tam bu esnada, tutsaklardan biri, yüksek sesle askerlere yönelik bir konuşma yaptı. Konuşmasını ".... bunların hiçbiri bize sökmez" diye bağırarak tamamladı. Tutsakların hepsinden benzer sesler yükseldi.
Binbaşının ateş açtırmak için verdiği iki dakikalık süre dolunca düşman cephesinde çaresizlik başladı. Tutukluların tümü dimdik ayaktaydı. Kaçınılmaz olarak geriye adım atan binbaşı oldu:
"Yol yorgunusunuz. Birer sigara yakın, dinlenin diye çökmenizi söyledim" diyerek çaresizliğini kurtarmaya çalıştı.
Tutsaklar havalandırmada yarım saat kadar bu şekilde bekletildiler. Çözümsüzlük düşmanın problemiydi şimdi.
Bu kez de, "Sizleri tek tek içeri alarak saçlarınızı keseceğiz" diyerek programlarının bir başka maddesine geçtiler. Devrimciler, "Toplu olarak alırsanız gireriz, tek tek girmeyiz" dediler. İkinci bir operasyona hazırlanıldığını görüyorlardı. Gösterilen kararlılık karşısında MLSPB'li temsilci ile görüşerek içeri alınma protokolünde anlaşıldı. Tutsaklar aynı koğuşlara verilecek, normal ve toplu giriş yapılacaktı. Aynı koğuşlara gidecek olan insanlar ayrıldı, havalandırmadan alınarak, asker kordonu altında koğuşlara götürüldü. MLSPB'liler E-ll, E-9, E-23, E-21 koğuşlarına yerleştirildiler.
Koğuşlara girilince, kapılarda asılı duran bir "talimatname" ile karşılaşıldı. Bu talimatnamede, tutukluların asker olduğu, erler dahil herkese komutanım diye hitap edileceği, elbiselerle ve gündüz ranzalara çıkılamayacağı, yüksek sesle konuşulamayacağı, belli saatlerde yatılıp kalkılacağı gibi yaptırımlar yer alıyordu. Tutsaklar talimatnameleri yırtıp attılar. Havalandırma camlarından uzun süre diğer koğuşlara bağırdılar. "Biz devrimciyiz, bizden önce gelen arkadaşlar var mı? Diğer koğuşlarda kimse yok mu?" şeklinde kimliklerini de söyleyerek arandılar ama seslerine hiçbir yanıt alamadılar. Sloganlar attıklarında da başka katılım olmayınca, önce kendilerinden başka kimsenin olmadığını düşündüler. Ama daha sonra durumu öğrendiler. Bazı koğuşlarda, başka örgüt davalarından tutsaklar vardı, ama henüz bir panik yaşıyorlar ve askerler mazgallardan konuşmamalarını söylediği için cam önüne gelmiyor, yanıt vermiyorlardı.
Bu arada, koğuşlara girişteki kavgada tutsakların üzerindeki saat, alyans, çakmak gibi eşyaları da askerler tarafından yağmalanmıştı. Daha sonra bunları geri almak için çeşitli girişimler yapıldıysa da sonuç alınamadı.
İdare, tutsakların girişteki kararlı tutumları karşısında bir adım gerilemişti ama saldırılardan tümüyle vazgeçmesi de mümkün değildi. Özel ekipler oluşturmaya ve yeni bir operasyon hazırlığına hemen başladılar. Askerler koridorlarda ve havalandırmalarda, ellerinde kalaslar, coplar, ağaç sopalar, demir çubuklarla gösteri yapıyorlardı. Aradan fazla zaman geçmeden Yüzbaşı Emin Tamer koğuşlara geldi ve "saçlarınızı keseceğiz" dedi. Tutsaklar: "Saçlarımız normal. Uzun olanların ise anlaşacağımız şekilde kesilmesine itirazımız yok. Ama biz asker tıraşı olmayız. Keza bir dayatma unsuru olarak ya da zorla kesmeye kalkarsanız bunu da kabul edemeyiz. İstediğinizi yapın." dediler. Bunun üzerine yüzbaşı Emin "Size yarım saat süre veriyoruz, iyi düşünün" diyerek gitti. Yarım saat geçti, "On dakika daha veriyoruz" dediler. Eylem Birliği tutukluları saçlarını kestirmeyi bu esnada kabul etti. Fakat MLSPB koğuşlarına yönelik operasyon başladı.
Askerler koğuşlara dolunca tutsaklar birbirlerine kenetlendiler ve ranzalara tutundular. Askerler, kazma sopaları, demir çubuklar, coplarla vurarak devrimcileri birbirlerinden koparmaya çalıştılar, ama uzun bir süre bunu başaramadılar. Tutsaklar yine dövüşüyor, saldırıya karşı fiili yanıt veriyorlardı. Sonuçta barikatı söküp asker kordonu arasında tekrar tekrar işkence yaparak havalandırmaya çıkardılar. Ayakta durabilecek durumda az sayıda tutsak kalmıştı. Bazılarının dişleri, bazılarının kafaları kırıldı. Bazılarının ise sopalardaki çivilerle vücutlarının çeşitli yerleri delindi veya yırtıldı. Havalandırmada her tutsağın başında onlarca asker çökerek saçlarını zorla ve rasgele kestiler, tekrar koğuşlara attılar.
Kapılar kapandıktan sonra da slogan sesleri yükselmeye devam ediyordu. Tutsakların morali son derece yüksekti. Ama subaylar ve askerler panik içindeydi. Şaşkın gözlerle tutsakları seyrediyorlardı. Tutsaklar, küfretmek için mazgalı açanlara dahi saldırıyor, hiç bıkmadan slogan atıyor, kapıları yumrukluyorlardı.
İşkenceyle karşılama ve ilk adımda yıldırma planı suya düşmüştü. Gerçek bir direniş, büyük bir moral gücü ve isyanla karşılaşan düşmanın kendisi çözülmüştü.
23 Nisan'ı takip eden 7 yıl içinde Metris daha yüzlerce direniş günü yaşadı. Onlarca yaptırım tarzı ve ağır işkenceler gördü. Ama bu ilk gün, oranın sağlam bir direniş odağı olmasının temeli, sağlam bir biçimde atılmış ve bir daha sökülememişti.
Devrimciler de düşman da bu tür ilk adımların öneminin bilincindeydi. Ve her iki tarafta buna göre hazırlanmış ama düşman yenilmişti. Nitekim daha sonra Binbaşı Adnan "planlarımızı alt üst ettiniz" diye yakınacaktı. "Taktik hatalarını" ise Üsteğmen Beşir Beşler dile getirecekti: "En büyük hatamız önce MLSPB'lileri getirmemiz oldu." Fakat MLSPB'lileri getirmek zorundaydılar, çünkü 5 Mayıs 1981'de ilk duruşmaları başlıyordu.

İlk Uzun Açlık Grevi Ve İlk Duruşma
Metris Cezaevi'nin "teslim alınması" düşman açısından çok önemliydi. 12 Eylül sürecinin en saldırgan yıllarında, toplumun neredeyse bütün kesimlerinin suskunluğa gömüldüğü günlerde tutsak devrimci önder ve kadroların şahsında devrimin son umut ışıkları da teslim alınmak isteniyordu.
Plan uyarınca sevkler diğer cezaevlerinden bölüm bölüm yapılacak, ilk gelenlerden itibaren teslim olan devrimciler yeni gelenlerde de psikolojik çöküntü yaratacaktı. Başlangıçtaki üstünlük bir çok şeyi belirleyecekti. Fakat Alemdağ'dan getirilenlerin ardından 5 Mayıs'taki duruşma nedeniyle getirilen MLSPB tutsakları bu planı temelinden çökerttiler ve uygulanamaz hale getirdiler. Çünkü, "her şeye hayır" kararlılığı karşısında düşmanın tutunacağı hiç bir nokta kalmamıştı. Daha sonra tüm diğer tutsaklarında bu direnişe katılmaları ve onun bir parçası olmaları, topyekün bir direnme olgusunu doğurmuştu. Ve düşman açısından tam bir hayal kırıklığı idi...
23 Nisan 1981'de Sultanahmet'ten getirilen bu tutsaklar, yaşamsal hiç bir hakka sahip olmadıklarını belirterek süresiz açlık grevine başladıklarını açıkladılar. Devrimciler, sadece bulundukları mevzide tutunmak değil, aynı zamanda ilerlemek amacındaydı. MLSPB tutuklularının koğuşlarında başlayan açlık grevi, devam eden günlerde cezaevinin diğer bölümlerine de yayıldı. Sevkler sürüyor, yeni gelenler de sürmekte olan
açlık grevine katılıyorlardı. Grev, işkence ve baskılara son verilmesi, bütün dayatmaların kaldırılması ve insanca yaşam koşullarının sağlanması şeklinde özetlenen talepler bütününü kapsıyordu.
O güne kadar en uzun açlık grevi Davutpaşa Cezaevi'nde gerçekleştirilmiş ve 9 gün sürmüştü. Hem bundan hareketle durumu kısa sürede savuşturacağını uman hem de kararlı gözükmeye çalışan Binbaşı Adnan, "Açlık grevi serbesttir. İstediğiniz kadar aç kalın. Nasıl olsa on gün içinde bırakacaksınız" diyordu. İdare ilk günlerde bu umursamaz tavrını sürdürdü. Tutsaklar ise, talepleri gerçekleştirilinceye kadar grevi bırakmamaya karar vermişlerdi.
5 Mayıs 1981, MLSPB toplu davasının ilk duruşmasının yapıldığı tarihti. MLSPB davası tutsakları, açlık grevinin 13. günü Metris Mahkeme Salonu'na çıkarıldılar. Mahkemeye götürülürken önce tek tek ve arkadan kelepçelenmek istendiler. Tutsaklar bu duruma karşı kararlı bir tepki gösterince sonuçta iki iki kelepçelenerek götürüldüler.
Duruşmaya başlayan Mahkeme Heyeti'nin ilk sözü, "Kimlik saptaması yapacağız" oldu. Hemen bunun ardından, yargılamayı savaş hali hükümlerine göre yapacaklarını açıkladılar. Bunun üzerine ilk "sanık" ayağa kalktı ve "kimlik bildirmeden önce konuşacaklarımızı dinlemenizi istiyoruz" dedi. Bu devrimci konuşmasına; tutsakların Metris'e getirildiklerinde yapılan işkenceleri anlatarak devam etti. Mahkeme salonundaki tutsakların üzerindeki giysiler paramparçaydı, gözleri morarmıştı. Bazılarının dişleri kırıktı. Kolları, elleri, kafaları sargılar içindeydi. Konuşmayı sürdüren devrimci bunları göstererek, "işkencenin tespitini istiyoruz, doktora götürülmelerini sağlamanızı istiyoruz, cezaevi görevlileri hakkında suç duyurusunda bulunuyoruz" dedi. Ayrıca, 13 gündür açlık grevinde olduklarını, devrimci onura yönelik saldırıları, dayatmaları yeninceye kadar açlık grevini sürdüreceklerini ve bütün cezaevinin açlık grevinde olduğunu belirtti.
Bu sırada bazı tutsaklar ayağa kalkarak elbiselerini çıkardılar ve vücutlarındaki işkence izlerini gösterdiler. Mahkeme Başkanı, "Soyunmayın, soyunmayın..." diye bağırıyordu. Heyet, "Bütün bunlar bizi ilgilendirmez, cezaevi ile sizin aranızdaki sorunlardır. Karışamayız. Siz kimliklerinizi bildirin, bildirim yapmazsanız dosya üzerinden kimlik tespiti yapacağız" dedi. Bunun üzerine tutsaklar ayağa kalktılar, mahkemenin sorumsuzluğunu ve duyarsızlığını protesto edici konuşmalar yapıyorlardı. "Kimlik bildiriminde bulunmayacağız" dediler.
Tutsakların biri oturuyor, diğeri fırlıyor ve aynı içerikteki konuşmalarını sürdürüyorlardı. Basın, TRT, avukatlar, aileler de oldukça kalabalık bir grup halinde durumu izliyordu. Tutsak aileleri de protestolara katılmaya başladı ve içlerinden biri ayağa kalkarak mahkeme salonunu inletti:

"Direnin Aslanlarım, Direnin Yiğitlerim"
Mahkeme Heyeti, "Susturun bunu, dışarı atın" emrini verdi. Fakat diğer tutsak yakınlarının ve tutsakların müdahalesi ile emrini geri almak zorunda kaldı. Duruşma yapılamıyordu...
Mahkeme Heyeti Cezaevi İdaresi ile görüşmek üzere duruşmaya ara verdi. Bu arada tutsakların avukatlarının bazıları ile de görüştüler. Tutsakların mahkeme salonundaki bekleyişi sürerken Binbaşı Adnan geldi ve tutsaklarla konuşmak istediğini söyledi. "Ben bir kıçıkırık binbaşıyım" diye söze girdi. "Bana bu kadar yüklenmeyin. Açlık grevini bırakın bütün taleplerinizi kabul edeceğim. Yoksa benim ayağımı kaydıracaklar." diye yalvarmaya başladı. Tutsaklar, hangi şartlarda açlık grevine son verebileceklerini bir kez daha belirttiler. Duruşma yeniden başladı. Mahkeme Heyeti, "Kimlik bildiriminde bulununuz. Söylediklerinizi aynen tutanaklara geçireceğiz. Suç duyurularınızı sıkıyönetim komutanlığına ileticeğiz" diye açıklama yaptı. Bunun üzerine tutsaklar kimlik bildiriminde bulunmaya başladılar. Yaşadıkları koşulları ve işkenceyi ayrıntılı olarak tutanaklara yazdırdılar ve suç duyurusunda bulundukları cezaevi görevlilerinin isimlerini verdiler. Bu durum, tüm duruşma boyunca devam etti.
Açlık grevi sürüyordu. Metris İdaresi, direnişi kırmak için doktor tavsiyeleriyle çözüm aramaya başlamıştı. Grevin insan vücudunda tahribat yarattığına, 15. günden sonra geriye dönülemeyeceğine ilişkin açıklamalar yaparak son derece insani yaklaşımlar sergiliyordu.
Geri dönüş sınırı ve vücuttaki tahribatlar konusunda basında da yazılar çıkmaya başlamıştı. Doktorlar çelişkili açıklamalar yapıyor, grev sürdükçe ölüm sınırını yükseltiyorlardı. O zamana kadar ki bilgilerle tıp, en fazla 15 günlük bir sınırdan sözediyordu fakat grev 15 günü geçiyordu. Davutpaşa'daki 9 günlük ilk uzun açlık grevinden sonra tutsakların da bu denli uzun açlık grevi, ilk deneyimleriydi ve onlar da grevin şehit vermeden bu kadar uzun sürebileceğini tahmin etmiyorlardı. Nitekim bu sınır, Türkiye ve Kürdistan'da sürekli yükselmiştir.
Bu süreçte Binbaşı Adnan Özbey ve Yüzbaşı Emin Tamer sürekli MLSPB'lilerin koğuşlarına gidiyor ve pazarlıklar yapıyorlar, grevin bitirilmesi için çaba harcıyorlar ama sonuç alamıyorlardı.
Direniş ve açlık grevi, ülkede ilk defa tutsak yakınlarında da önemli bir direniş potansiyeli yaratıyor ve bir avuç insan bu direnişte ilk tohumlarını atıyorlardı. Bu insanlar daha önce de tutuklu yakını olmanın güçlüklerini yaşamışlar, çeşitli mücadele ve deneyimlerden geçmişlerdi. Fakat ilk kez daha güçlü ve aktif bir çığlık olarak ülke gündemine giriyorlardı. Önce küçük bir grup halinde Selimiye Kışlası'nın önünde eyleme başladılar. Sıkıyönetim Komutanı ile görüşmek istiyor, tutsakların sorunlarını dile getirmeye çalışıyorlardı. Başlarında, daha sonra bu mücadele içinde şehit olacak bir orta yaşlı ablanın bulunduğu ve çeşitli örgüt tutsaklarının ailelerinden oluşan grup isyan halindeydi. Polis ve asker sürekli müdahalede bulunuyor, direnişlerini kırmaya çalışıyordu. Yine bir kadın, müdahale eden ve onları tartaklayan polisin elinden silahını alarak polislere ateş etme girişimlerinde bulunuyordu. Hergün yeni bir eylem yöntemi yaratarak isyanlarını sürdürüyorlardı. Tutsakların içerden gönderdikleri kanlı elbiselerle devletin bütün kapılarını çalıyorlar, oradan oraya koşturuyorlardı.
Süreç, basının da tam bir kontrol altında olduğu bir süreçti. Yayın yaşamını sürdürmesine izin verilen gazete ve dergiler, zaten sadece burjuva renkli basını olduğu halde bunlar da sıkı sıkıya denetleniyordu. Buna rağmen MLSPB duruşmasıyla birlikte açlık grevine ilişkin haberler yazılmaya başlandı. Aynı şekilde, MLSPB duruşmasında bulunan yabancı basın ve yayın organları, konuyu yurtdışında da işlemekteydi. Tutsakların direnişindeki net kararlılık, ailelerin çabaları ve bu durumun da kısmi etkisiyle talepler kabul edilmek zorunda kalındı.
Metris Müdürlüğü'nde geçici görevde olan Adnan Özbey, "deneyim sahibi olduğu için" ekibiyle birlikte özel olarak getirtilmişti. Ve daha ilk aşamada dize getirilmişti. Yeni bir Albay atanmasıyla birlikte, görüşmeler onunla devam etti. İdare adına görüşmeleri yürüten yeni albay, MLSPB temsilcisine tutsakların taleplerinin kabul edildiğini söyledi. MLSPB temsilcisi, diğer örgütlerin temsilcilerinin de çağrılmasını ve aynı şeylerin onlara da söylenmesini istedi. Diğer temsilcilerin de getirilmesi üzerine eyleme son verildi.
Açlık grevi, 19. gününde başarıyla sonuçlanmıştı. Bütün istekler kabul edildi. İşkence ve baskılar geçici olarak durduruldu. Yaptırımlar geriletildi. Yaşam koşullarında iyileşme oldu. Bu, düşmanın kısa sürede aldığı ikinci büyük yenilgiydi.


(15. Sayıda Devam Edecek)


 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92