"Darwin, serbest rekabetin
varolma savaşının, iktisatçıların en yüce tarihsel
başarı diye kutladıkları savaşımın hayvanlar dünyasının
normal durumu olduğunu tanıtlarken, insanlar konusunda,
özellikle kendi yurttaşları konusunda ne kadar
acıklı bir yergi yazdığını bilmiyordu..."
Engels (Doğanın Diyalektiği)
İnsan problemi bakımından çağımızda görülen temel
aykırılık şudur. İnsan bir yandan büyük bir hızla
şeyler dünyasını zenginleştirmiş, bilimde olağanüstü
bilgiler üretmiş, teknikte yüzyıl hatta elli yıl
önce kendi imgelem gücünü aşan beceriler edinmiş,
felsefede sanatta boyutlarını genişletmiş, diğer
yandan ise kendi kendisiyle, başkalarıyla, çevresiyle
kurduğu ya da kurmaya çalıştığı ilişkilerde yoğun
bir başarısızlık duygusunu yaşar olmuştur.
İnsan kendi başarısının ürünlerinden bazılarının
kendine karşı sonuna kadar kullanılması durumunda
tümden yokedilmek olasılığını hesaba katarak yaşamak
zorunda kaldığından çağımız insanı için kendisi
tarihte daha önce olmadığı tarzda bir problem
oluşturmaya başlamıştır.
İnsanın yabancılaşması üzerine geliştirilecek
her kuramın çıkış noktasında insanın neliğine
ilişkin bir görüşün bulunması zorunluluğu vardır.
Çünkü insanın yabancılaşmasının anlamı, geliştirilen
kuram ne olursa olsun ilkin insanın kendinden,
yani asli yapısından uzaklaşmasına değinmelidir.
İnsanın kendisine yani asli yapısından uzaklaşmasına
işaret edilmediği takdirde geliştirilen kuram
ne olursa olsun boşlukta kalacaktır.
Yabancılaşma fenomenine insanın niteliğinden hareketle
bakılmalıdır. İnsanın varlık yapısı ile ilgili
olarak öne sürülen görüş şudur. İnsan bilen, düşünen,
eylemde bulunan, değer duygusu olan, zaman bilinci
olan, çalışan, seven, ideleştiren ve bunlar gibi
salt kendine özgü nitelikleri olan biopsişik bir
bütündür.
İnsanın biopsişik bütünlüğü yabancılaşma olgusunun
mihenk taşıdır. İnsanın varlık yapısının oluşan
etkinliklerden bir ya da bir kaçının diğerlerini
bastıracak hatta onları tehdit edecek biçimde
ön plana çıkarılması sonucunda yabancılaşmanın
değişik belirtileriyle ortaya çıktığı görünen
olgudur.
Ayrıca insanın varlık yapısının bütünlüğünden
çıkan genel bir nitelik olarak ve insanı diğer
canlıların kapalı dünyalarından ayıran, onu her
zaman kendi koşullarını aşmaya yönelten "
Dünyaya açık olma" (Weltoffenheit) yabancılaşma
olgusunun sınandığı bir başka kategoridir.
HEGEL'DE YABANCILAŞMA
Hegel'de yabancılaşma "kendinin bilincinde
olan özgürlüğün kendi kendine gerçeklik kazandırma
yolundaki hareketinde ortaya çıkan bir kavram
ve bir durumdur. Bu hareket içinde bilincin özel
deneyleri ve Geist'in genel gelişimi ortaya çıkar."
Geist bir obje olur. Çünkü o kendisi için başkası
olma, yani bizzat kendisinin objesi olma ve bu
başkası olmayı ortadan kaldırma hareketidir. Bu
hareket ise tecrübe olarak adlandırılır. Hareketin
içinde dolaysız, tecrübe edilmemiştir yani soyut
olan..Kendi kendine yabancılaşır ve sonra bu yabancılaşmadan
kendisine geri döner, ancak bu sayede gerçekliğini
ortaya koyarak bilincinde malı olur.
Hegel'in tüm sisteminde "Mutlak ve onun kendine
özgü hareketi söz konusu olduğundan OLUŞ'un diyalektik
seyrinde karşımıza çıkan her zaman bizzat kendi
hareketine yön veren Geist'in kendisidir. Çünkü
Hegel'e göre yalnızca tinsel olan (Das Geistige)
gerçek olandır. (Das Wirkliche)"
Doğa ve tarih boyunca Geist çeşitli belirlemelerle
kendi somut gerçekliğine, "başlangıçta ne
idiyse ona" kavuşmak için doğa ve tarihte
başkalığı içinde kendini görerek, ilkin kendine
yabancılaşmakta, bunları yeniden kendi içine almakla
kendine geri dönmekte, böylece "Mutlak"
kendi bilincine doğru yol almaktadır.
Hegel'de yabancılaşma, "bütün"ün bir
gelişim süreci içinde, somut bir tarzda belirlenmesinde
zorunlu olan ve genel anlamda tüm yaşam hareketine
biçim veren bir uğraktır.
KARL MARKS'A GÖRE YABANCILAŞMA...
Hegel, idenin kendinden uzaklaşarak kendi dışına
çıkıp, özüne aykırılaşarak yabancılaştığını belirtmiştik.
Bu yabancılaşma kavramı Marks tarafından ele alındı.
Marks, ideyi (Geist'i, tin'i) yadsıdığı (reddettiği)
ve insanın maddesel etkinliğini temel olarak aldığı
için, yabancılaşmayı da bu maddesel temel içinde
aradı.
Marks'a göre insanoğlu, doğayla ilişkisinde gereksinimlerini
karşılamak için bir takım ürünler ortaya koyar.
Bu ürünler, yeni gereksinimlerin doğmasına yol
açar ve bu yeni gereksinimlerin yeniden giderilmesi
gerekir ve bu sonsuz olarak sürer gider. Böylece
tarihsel gelişme, uygarlık ve toplum yaşamı dediğimiz
şey ortaya çıkar. Ama insan bu ürünleri ortaya
koyarken bu ürünlerin içinde kendini de kaybetmektedir.
Bu ürünler, insanın yarattığı şeyler olduğu halde,
insana karşıt, yabancı ve ezici gerçekler haline
gelmektedir. Örneğin insan, ekonomik etkinlikte
bulunarak zenginlikler yaratır. Ama bu zenginlikler
para olarak onun karşısına dikilir, O'nu (insanı),
boyunduruğuna alır. Parayı yaratan insan, paranın
oyuncağı haline gelir. Bu, ekonomik yabancılaşmadır
ve bütün öteki yabancılaşma biçimlerinin temelidir.
İnsanın yarattığı ekonomik nesneler, böylece yabancılaşarak,
kendi başına buyruk bir dünya kurarlar. Bu dünyanın
yasaları vardır ve biz bunları ekonomik yasalar
olarak tanırız. İnsandan apayrı, yabancı ve nesnel
gerçekler olarak görürüz. Oysa bu yasaların altında,
insanın kendi yaratma gücü ve insanlar arası ilişkiler
vardır. Ama bu yabancılaşma sonunda, bu insanlar
arası ilişkiler gözden kaybolmuş, onların yerini,
nesnel ve bağımsız varlıklar gibi görünen ekonomik
ürünler arasındaki ilişkiler, yani ekonomik yasalar
almıştır.
Marks'ta felsefe, dünyanın, yaşama koşullarının
köklü bir değişikliğe uğratılmasına yönelik bir
uğraştır. Filozoflar dünyayı sadece farklı yorumlamışlardır.
Önemli olan onu (dünyayı, yaşam koşullarını) değiştirmektir.
Marks'a göre felsefenin ete kemiğe büründürülmesi,
onun (felsefenin) pratik yaşamdan hareket etmesi
zorunluluğu vardır. Böyle olunca yabancılaşma
artık Hegel'de olduğu gibi mutlak Geist'in kendi
sınırsız özgürlüğüne kavuştuğu zorunlu bir uğrak
değil, insanın belli bir zaman-mekan bağlamında
ekonomik, sosyal ve kültürel varoluş koşullarında
ortaya çıkan ve yine insan tarafından ortadan
kaldırlacak bir olgudur.
Marks'a göre felsefe dünyayı değiştirmek işlevi
yüklendiğinden, onun (felsefenin) hareket noktası
yaşam biçiminin eleştirisi olacaktır.
Marks, yaşam biçiminin üç farklı alanını eleştiri
konusu yaparak, üç tarz yabancılaşma olduğunu
göstermeye çalışmıştır.
a) Burjuva toplumunun ekonomik yapısının eleştirisinden
EKONOMİK YABANCILAŞMA.
b) Devlet yapısının eleştirisinden POLİTİK YABANCILAŞMA.
c) Dinin eleştirisinden DİNSEL YABANCILAŞMA.
Bunlar arasında ekonomik yabancılaşma, kendisinden,
diğer yabancılaşma biçimlerinin çıktığı temel
kategoridir.
Marks'ta yabancılaşma sorunu, insan etkinliklerinin
(faaliyetlerinin) yarattıkları madde ve kurumlarla
ilişkilerinin sorunudur.
Yabancılaşma kavramının başlıca dört kaynağını
ayırdetmek olanağı vardır.
1- EKONOMİK KAYNAK: Yabancılaşma, ekonomistler
için, bir mülkiyetin başka bir kişiye geçişidir.
Bir ticaret ortaklığında yabancılaşmanın en sık
rastlanan biçimi satıştır.
2- HUKUKSAL KAYNAK: Doğal hukuk kuramcılarında
yabancılaşma terimi, kökensel özgürlüğün kayıbını,
toplumsal sözleşme ile bu özgürlüğün topluma geçişini
ifade eder. İşte J.J. Rousseau bu sözcüğü "Toplumsal
Sözleşme"de bu anlamda kulanmaktadır.
3-FELSEFİ KAYNAK: Bu anlamda yabancılaşma dünyanın
tanrı tarafından yaratılmasını ifade eder.
Marks, insanın yabancılaşmasının, insanın niteliğini
oluşturduğunu öne sürdüğü "iş"i çerçevesinde
ele almıştır.
A- İNSANIN NİTELİĞİ VE EKONOMİK YABANCILAŞMA
Marks'ın yabancılaşmaya hangi anlamı yüklediğine
geçmeden önce, Marks'ın, insanın yapısından ne
anladığını göstermek yerinde olur. Çünkü "insanın
yabancılaşması" sorununun anahtar sorusu,
insanın, nede ya da neye yabancılaştığıdır.
İnsanın yabancılaşmasının sözünü edebilmek için,
onun, önce kendi yapısına yabancılaştığını düşünmek
gerekir. Bu nedenle de insanın yapısına ilişkin
bir görüşten yola çıkmak zorunluluğu vardır.
a) İNSANIN TEMEL ETKİNLİĞİ OLARAK İŞ.
Marks'a göre, insanı diğer canlılardan ayıran,
onun neliğini (wesen) belirleyen, insanın çalışkan
bir varlık olmasıdır, "iş" idir.
İnsanları, bilinç, din ya da başka herhangi bir
şey ile hayvanlardan ayırmak mümkündür. Onların
kendileri ise geçim araçlarını üretmeye giriştikleri
andan başlayarak, kendilerini hayvanlardan ayırırlar.
Bu adımı atmak, onların bedensel donanımına bağlıdır.
Marks'a göre insanlar yaşam araçlarını üretirlerken,
dolaylı olarak kendi maddi yaşamlarını da üretirler.
Marks, insanın ayırıcı özelliği olarak belirttiği
çalışmaya, insanın güdüleri tarafından zorlandığını
düşünür. Bu bağlamda insan, Marks'a göre doğal
bir varlıktır. Doğal varlık (Natur wesen) olarak
ve canlı bir doğal varlık olarak insan, bir yandan
doğal güçlerle, yaşam güçleriyle donatılmış etkin
bir doğal varlıktır. Bu güçler onda, yetiler ve
yetenekler (Anlagen und Fahigkeiten) olarak vardır.
Diğer yandan ise insan, doğallığı, bedeni, duyguları
ile acı çeken ve sınırlı bir varlıktır. (Marks,
Deutsche İdeologie 347) İnsanın " toplumsal
bir varlık" olması da onun ayırıcı özelliğini
oluşturan çalışma etkinliğinin ve doğal varlık
olarak sınırlılığının zorunlu bir sonucudur.
Marks'a göre tarih boyunca ve ilk insandan bu
yana toplumsal etkinliğin üç yönü olmuştur. (Marks,
Deutsche İdeologie 335-336)
İlki, yaşamak için gerekli araçların sağlanmasına
yöneliktir. "İnsanlar yaşamak zorundadır,
bu bakımdan, herşeyden önce yenecek, içecek şeylere,
konuta, giysiye" gereksinme duyarlar. Böylece
ilk tarihsel eylem bu gereksinmelerin doyurulması
için araçlar üretilmesidir.
Bu evreyi, "doyurulan ilk gereksinmenin",
yani gereksinmelere yol açması sonucunda beliren
ve ikinci tarihsel eylem olan "yeni gereksinmelerin
üretilmesi" izler.
Üçüncü eylem de "kendi öz yaşamlarını her
gün yeniden kuran insanların, başka insanları
yaratmaya, insanın neslini devam ettirmeye başlamasıdır."
Bunlar kuşkusuz, sırayla meydana getirilen üretimler
değil, sosyal etkinliğe farklı açılardan bakıldığında
görülen durumdur. Ancak Marks'a göre, insan ancak
işi (Arbeit) ile kendi dünyasını ve kendi kendisini
yaratan bir varlıktır. İlkin kendi doğal gereksinimlerini
doyurmak için çalışır. Bu çalışma süreci içinde
bazı araçlar meydana getirir. Araçlarına uygun
bir üretim biçimi geliştirerek doğa ile savaşırken
yalnız kendi gereksinimlerini doyurmakla kalmaz,
yarattığı nesneler onun yeni gereksinmeler duymasına
yol açar. Bu anlamda insan, Marks'ta ürettiğinin
yaratıcısı olduğu kadar, onun ürünüdür de.
Marks'a göre, insanın neliğini oluşturan iş süreci
içinde üretim biçiminin yani insanın geçimini
sağlama tarzının değişmesiyle, insan tüm toplumsal
ilişkilerini değiştirir. (Marks, Das Elend der
Philosophie)
Üretim biçimince belirlenip değişen toplumsal
ilişkilerle birlikte, insan "ilkelere",
"idelere", "kategorilere"
toplumsal ilişkilere uygun olarak biçim verir.
(Marks, Das Elend der Philosophie) Bu nedenle
din, aile, devlet, moral, bilim, sanat vb. yalnızca
üretimin özel tarzları olarak onun genel yasalarına
bağlıdır.
İşte insanın doğa ile savaşımında gerekli olan
"iş" in belirtilen niteliğidir ki, Marks'a
göre, doğanın insancıllaşmasını gerçekleştirmiştir.
Görüldüğü gibi Marks'a göre iş, sayesinde insanın
kendi kendini gerçekleştirdiği (Selbstverwirklichung)
temel etkinliktir.
Marks'ın yabancılaşma kuramının anahtarını bu
bakımdan iş (emek) oluşturmaktadır. İnsanın önce
işi ile ilgisinde ortaya çıkan yabancılaşma, Marks'a
göre diğer her türlü etkenliğe damgasını vurur,
bunları yabancılaşmış ilişkilere dönüştürür.
Marks'ın kuramında insanın işi ile ilgisinde ortaya
çıkan yabancılaşmaya ne anlam verilmektedir? Emeğin,
ürünün yabancılaşması.
Marks şöyle demektedir, "Emek yalnız meta
üretmez, kendini ve bir meta olarak işçiyi de
üretir ve bunu meta ürettiği oranda gerçekleştirir.
Bu olgu göstermektedir ki emeğin ürettiği nesne,
emeğin ürünü, kendini üretenden bağımsız bir güç
olarak dikilir. İşçi kendi emeğinin ürününe, yabancı
bir nesneyleymiş gibi bir ilişkidedir. Bu öncülden
bakılınca açıkça görülürki, işçi kendini ne kadar
harcarsa, karşısında yarattığı yabancı, nesnel
dünya da o derece güçlenir; kendisi, iç dünyası
ne kadar yoksullaşırsa, kendine ait şeyler de
o kadar azalır. İşçi, hayatını nesneye koyar,
ama artık hayatı kendine değil nesneye aittir.
Emeğinin ürünü kendisinin değildir. Onun için
bu ürün ne kadar büyükse, kendisi o kadar küçüktür.
Emeğin onun dışında, bağımsız, ondan başka bir
şey olarak varolduğu, karşısına dikilen bağımsız
bir güç olduğu anlamınada gelir. "
Marks'a göre işçi ne kadar yoksullaşır, ne kadar
çok meta yaratırsa kendisi de bir meta olarak
o kadar ucuzlar. Şeyler dünyasının artan değeriyle,
doğrudan doğruya, ters orantılı olarak insanlar
dünyası değersizleşir. Emek yalnız meta üretmez,
kendini ve bir meta olarak işçiyi de üretir ve
bunu meta ürettiği oranda gerçekleştirir. Bu olgu
göstermektedir ki emeğin ürettiği nesne, emeğin
karşısına yabancı bir şey, kendini üretenden bağımsız
bir güç olarak dikilir.
Emeğin ürünü, bir nesneye aktarılmış maddeleşmiş
emektir, emeğin nesneleştirilmesidir.
Politik ekonominin ele aldığı durumlarda emeğin
bu gerçekleşmesi işçiler için gerçekliğin yok
olması şeklinde görünür. Nesnelleşme, nesnenin
yok oluşu ve nesneye kölelik, mülk sahibi ise
yabancılaşma, başkalaşma olarak ortaya çıkar.
Emeğin gerçekleşmesi, gerçekliğin öylesine bir
yok oluşudur ki, işçi açlıktan ölme derecesinde
yitirir gerçekliği. Nesneleşme, öylesine nesnenin
yok oluşudur ki, işçi yalnız yaşaması için değil,
çalışması için de çok gerekli olan nesnelerden
bile soyulur. Emek, çalışma artık işçinin ancak
pek büyük çabalar harcayarak ve iyice düzensiz
kesintilerle ele geçirebildiği bir şey olmuştur.
Nesneye sahip olmak öylesine bir yabancılaşma
olmuştur ki, işçi ne kadar fazla nesne üretirse,
kendisi o kadar azına sahip olabilir ve kendi
ürünü, sermayenin egemenliği altına o kadar girer.
İş bölümü sonucu, bir ürün satın alma çemberine
girince, kendini üretenden kopar. Mal (meta) haline
gelir. Yani yaratılmasına ilişkin yasalardan başka,
onlara yabancı olan yasalara, piyasanın kişisel
olmayan yasalarına boyun eğer.
Emeğin yabancılaşması, satmanın bu genel yabancılaşmasının
özel bir durumudur. Mal (meta) haline gelen işgücünün
satılmasıdır.
Üretim araçlarının özel mülkiyetinin doğmasıyla
birlikte, insan, yani yaratıcı, işçi, nitelik
değiştirdi. Serf ya da proleter oldu. Kendi üretim
araçlarına artık sahip değildi. İnsan uğraşısının
bilinçli sonu ile, bu sona ulaşmak için yararlandığı
araçlar arasındaki organik bağıntı koptu. Yaratan,
üreten kişi böylece kendi öz emeğinin ürününden
uzaklaşmakta, onun sahibi olmaktan çıkmaktadır.
Bu ürün artık üretim araçlarının sahibine aittir.
Bu sahip, kölenin efendisi, feodal bey ya da kapitalist
patrondur.
Demek ki işçinin artık kendi amaçlarını, kendine
özgü tasarılarının gerçekleşmesine, kendi emeği
hizmet etmemektedir. O emek başka birisinin amaçlarını
gerçekleştirmektedir. Böylece insan çalışırken
insan olmaktan, yani amaçları belirleyen kişi
olmaktan çıkmaktadır. Bir araç, üretim sürecinin
bir noktası, mal ve artı-değer yaratmak için bir
araç haline gelmektedir
İşçinin yabancılaşması, ekonomik yasalara göre
şöyle olmaktadır: İşçi ne kadar fazla üretirse,
o kadar az tüketebilmektedir. Ne kadar fazla değer
yaratırsa, o kadar az değer kazanmakta yani değersizleşmektedir.
Emek zenginler için harikadır, işçi için yokluk
yaratmaktadır. Emeğin yerini makinalar almakta,
fakat işçilerin bir bölümü vahşice bir çalışmaya
mahkum edilip, makinaların diğer bölümünü meydana
getirmektedir.Yabancılaşma, burada sahip olunanın
yitirilmesi demektir.
Bütün bu sonuçlar şu tanımlamanın kapsamında vardır;
işçi kendi emeğinin ürününe, yabancı bir nesneyleymiş
gibi bir ilişkidedir. Bu öncülden bakılınca açıkça
görülür ki, işçi ne kadar harcarsa, karşısında
yarattığı yabancı, nesnel dünya da o derece güçlenir.
Kendisi, iş dünyası ne kadar yoksullaşırsa, kendine
ait şeyler de o kadar azalır. Tıpkı dindeki durum;
insan tanrıya ne kadar çok şey verirse, kendine
o kadar az şey kalır.
İşçi hayatını nesneye koyar, ama artık hayatı
kendine değil, nesneye aittir. Dolayısıyla bu
etkinlik ne kadar fazla olursa, işçinin nesnelerden
yoksunluğu da o kadar artar. Emeğinin ürünü kendisi
değildir. Onun için bu ürün ne kadar büyükse kendisi
o kadar küçüktür.
İşçinin kendi ürününden dışlaştırılması, sadece
emeğinin bir nesne, dışsal bir varoluş olduğu
anlamına gelmez. O'nun (işçinin) dışında, bağımsız
ondan başka bir şey olarak varolduğu, karşısına
dikilen bağımsız bir güç olduğu anlamına gelir.
Yani işçinin nesneye aktardığı hayat, yabancı
ve düşman bir şey olarak karşısına çıkmaktadır.
Şimdi nesneleşmeye, işçinin üretimine ve böylelikle
de nesnenin, kendi ürününün yabancılaşmasına,
yok oluşuna daha yakından bakalım: Doğa, duygusal
dış dünya olmadıkça işçi hiç bir şey yaratmaz.
Doğa, işçinin emeğinin üzerinde gerçekleştiği,
üzerinde etkin olduğu gereçtir. İşçi doğadan ve
doğa yoluyla üretir.
Doğa, emeğe yaşama araçları sağladığı gibi (çünkü
üzerinde çalışacak nesneler olmadıkça emek yaşayamaz)
daha sınırlı anlamıyla, yaşama araçlarını da sağlar.
Yani işçinin kendisinin fiziksel beslenmesi için
gerekli araçları..
Böylece işçi emeğiyle dışsal dünyayı, duyusal
doğaya ne kadar çok sahip olursa, kendini iki
bakımdan da yaşama araçlarından yoksun kılmış
olur.
İlkin, duyu salt dışsal dünya gitgide onun kendi
emeğine ait bir nesne olmaktan, emeğinin yaşama
aracı olmaktan çıkar. Sonra da dolaysız anlamıyla
yaşama aracı fiziksel beslenme aracı olmaktan
habire uzaklaşır.
Böylece bu iki yoldan işçi kendi yarattığı nesnenin
kölesi olur. Bir kere işleyecek bir nesne, yani
bir iş kabul ettiği için, ikinciside yaşama araçlarını
kabul ettiği için. Dolayısıyla ilkin bir işçi
olarak, sonra da fiziksel bir özne olarak var
olur. Öylesine aşırı bir kölelik biçimidir ki
bu, yalnız bir işçi olduğu sürece fiziksel bir
özne olarak hayatta kalabilir ve yalnız bir fiziksel
özne olrak işçi olabilir.
Ekonomi-politik kuralları, işçinin kendi nesnesindeki
yabancılaşmasını şöyle dile getirmektedir: İşçinin
üretimi ne kadar çoksa, tüketimi de o kadar azdır.
Ne kadar çok değer yaratırsa kendisi o kadar değersizleşir,
ürünü ne kadar biçimliyse, işçi kendisi o kadar
biçimsizdir, nesnesi ne kadar uygarsa, işçi o
kadar barbardır, emek güçlendikçe işçi güçsüzleşir,
emek akıllandıkça işçi ahmaklaşır ve doğaya köle
olur.
Ekonomi politik, işçiyle (emek) üretim arasındaki
dolaysız ilişkiyi göz önüne almayarak, emeğin
kendi içinde yatan yabancılaşmayı gizler. Emek
zenginler için gerçekten çok güzel şeyler yaratır
ama işçi için, ürettiği yalnızca yoksunluktur.
Emek saraylar üretir ama, işçi için ürettiği yalnızca
izbelerdir. İnsan emeğinin yerine makinaları koyar
ama işçilerden bazılarını barbarca bir çeşit çalıştırmaya
iteler ve başka işçileri de makinalaştırır.
2- ÇALIŞMA EDİMİNİN (Eyleminin) YABANCILAŞMASI:
Marks'a göre yabancılaşma üretimin yalnız sonucunda
değil, üretim ediminde (eyleminde, fiilinde) de
görülür. Yani üretici etkinliğin kendisinde...
Üretim araçlarının özel mülkiyet rejimlerinde
emek sahibi (emekçi) sadece emeğin üründen değil,
emeğin ediminden (eyleminden) de ayırılmaktadır.
Patron, işçiye emeğinin amacını değil, bu amaç
için kullanacağı araçları ve yöntemleri de empoze
etmektedir.
Üretimin çarklarında, her işçinin yapacağı hareketler
ve bu hareketlerin temposu da dışardan kararlaştırılmakta,
emredilmektedir.
Bunlar (İşçiler), insanlıktan uzaklaşmış bir biçim
kazanmaktadır. Bu işlem, Marks'ın deyişiyle işçinin
"Çelik bir makinenin etten yapılma bir ayrıntı
parçası" haline gelişine kadar sürmektedir.
Buradaki yabancılaşma, kişilikten uzaklaşmaktır.
İşçi daha üretim eyleminde kendini kendine yabancılaştırmasaydı,
kendi etkinliğinin ürünü karşısında nasıl yabancı
kalabilirdi?
Bir kere, çalışma işçinin dışındadır. Yani onun
(işçinin) özsel varlığına ait değildir. Onun için
işçi çalışırken kendini olumlamaz, yoksa, mutlu
değil mutsuzdur. Fiziksel ve zihni enerjisini
serbestçe geliştirmez, bedenini harcar ve zihnini
yok eder.
Onun için işçi ancak çalışma dışında kendine gelir
ve çalışırken kendisinin dışındadır. Çalışmadığı
zaman kendindedir, çalışırken kendinde değildir.
Onun için çalışması gönüllü değil zorlamadır.
Zorla çalıştırılır. Dolayısıyla bir gereksemenin
doyurulması değildir. Sadece çalışmanın dışındaki
bazı gereksemeleri doyurmak için bir araçtır.
Yabancı özelliğini gösteren bir olgu da fiziksel
ya da başka türlü zorlamalar ortadan kalkar kalkmaz,
vebadan kaçarcasına kaçırır işten.
Dışsal emek, insanı kendine yabancılaştıran emek,
kendini kurban etme, alçaltmadır. Son olarak çalışmanın
işçi için dışsal özelliğini gösteren bir olgu,
işin işçiye değil başka birine ait olması, işçinin
çalışırken kendine değil başkasına ait olmasıdır.
Dinde insan imgeleminin, insan beyninin, insan
yüreğinin kendiliğinden etkinliği, nasıl bireyden
bağımsız bir şekilde işliyorsa-yani yabancı, kutsal
ya da şeytani bir etkinlik şeklinde-işçinin etkinliği
de onun kendiliğinden etkinliği değildir. Bir
başkasına aittir, kendi benliğinin yitirilmesidir.
Bütün bunların sonucunda insan (işçi) yalnız hayvansal
işlevlerinde, yani yerken, içerken, çocuk yaparken
ve olsa olsa evinde, giyiminde vb. serbestçe etkin
olabilir. İnsani işlevlerinde ise iyice hayvanlaşmıştır.
Hayvansı özellikleri insani, insani özellikleri
hayvansı olmuştur.
Kuşkusuz yemek, içmek, çocuk yapmak vb. aynı zamanda
gerçek insani işlevlerdir. Ama bunları başka bütün
insani etkinliklerin alanından ayıran ve son biricik
amaç yapan soyutlamada hayvansaldırlar.
Pratik insan etkinliğinin, emeğin yabancılaşması
olayını iki görünümüyle inceledik.
a) İşçinin (insanın) kendi üzerinde egemenliği
olan yabancı bir nesne olarak emek ürünüyle ilişkisi.
Bu ilişki aynı zamanda duyusal dış dünyayla, düşmanca
karşısına çıkan yabancı bir dünya olarak doğa
nesneleriyle ilişkisidir.
b) Emeğin çalışma sürecinde üretim edimiyle (eylemiyle)
ilişkisi. Bu ilişki, işçinin kendine ait olmayan
dışlaşmış bir etkinlik olarak kendi etkinliğiyle
ilişkisidir.
Acı çekme olarak etkinlik, zayıflık olarak güçlülük,
kısırlık olarak verimlilik, işçinin kendi fiziksel
ve manevi enerjisi, kişisel hayatı ya da etkinlik
dışındaki hayatıdır. Kendine karşı dönmüş, kendisine
ait ya da bağımlı olmayan bir etkinlik. Burada
kendine yabancılaşmayı görüyoruz.
Şimdiye kadar ele aldığımız iki konudan yabancılaşmış
emeğin, bir üçüncü görünümü vardır.
c) Türsel yaşantının yabancılaşması:
İnsan, bir tür varlığıdır. Bu yalnızca pratikte
ve kuramda türü kendi nesnesi olarak (hem kendinin
hemde başka şeylerin nesnesi) benimsemesinden
ötürü değildir. Aynı zamanda ve -bu da aynı şeyin
bir başka anlatımıdır- kendine evrensel, dolayısıyla
özgür bir varlık olarak davranır.
Gerek insanlarda, gerekse hayvanlarda, türün hayatı
fiziksel olarak, insanın (hayvan gibi) organik
olmayan doğayı kullanarak yaşaması olgusundan
meydana gelir. İnsan, hayvana oranla ne kadar
evrenselse, organik olmayan doğa alanı da o ölçüde
evrenseldir.
Bitkiler, hayvanlar, taşlar, hava ışık, vb. kısmen
doğa bilimlerinin nesneleri, kısmen de sanat nesneleri
olarak kuram anlamında insan bilinçliliğinin bir
parçasınn meydana getirirler. Organik olmayan
manevi yapısı, bunu yenilir yutulur duruma getirmek
için önceden hazırlanması gereken manevi besini
ve tıpkı aynı şekilde, pratik alanında insan hayatının
ve insan etkinliğinin bir parçasını meydana getirirler.
Karşısına ne şekilde çıkarlarsa çıksınlar besin,
ısı, giyim, konut biçimine bürünsünler, insan
fiziksel olarak yalnızca doğanın bu ürünleriyle
yaşar.
İnsanın evrenselliği pratikte, bütün doğayı kendi
organik olmayan bedeni kılan bu evrensellikte
kendini gösterir. Çünkü doğa,
I) Dolaysız bir yaşama aracıdır.
II) Yaşama etkinliğinin gereci, nesnesi ve aracıdır.
Doğa, insanın organik olmayan bedenidir. Yani
insan bedeninin kendisi olmayan doğa... İnsan
doğayı kullanarak yaşar. Bu demektir ki doğa onun
bedenidir ve ölmek için insan doğayla sürekli
bir ilişki içinde olmalıdır. İnsanın fiziksel
ve manevi hayatının doğaya bağlı olduğu, sadece
doğanın kendine bağlı olduğu anlamına gelir. Çünkü
insan doğanın bir parçasıdır.
İnsan (I) doğadan ve (II) kendinden, kendi etkin
işlevlerinden, kendi hayat-etkinliğinden yabancılaştırılırken,
yabancılaşmış emek, türü insana yabancılaştırır.
Türün hayatını, birey hayatının bir aracı haline
çevirir. İlkin, türün hayatıyla bireyin hayatını
yabancılaştırır. Sonra soyut şekliyle bireyin
hayatını, gene soyut ve yabancılaşmış şekliyle
türün hayatının amacı yapar.
KİŞİLİK, TOPLUMSAL DÜZENLER VE KAPİTALİZM.
Marks'a göre insanoğlu emek süreci içinde ve bu
temel üzerinde doğadan sıyrılmıştır. İlkel toplumda
öylesine bütünleşmişlik içindeydi ki, bağımsız
bir kişilik olarak kendini henüz algılayamıyordu.
İnsanoğlu kendisini doğaya bağlayan göbek bağını
henüz koparmamıştı ve kendi kişisel varlığını
ancak belli bir topluluk olarak açıkıyorlardı.
Kabile topluluğunda birey toplumsallaştırıldı.
Aşiret ya da kabilesinin yaşama kuralları ve etkinlik
biçimleri ile ilişkili duruma gitirildi. Ama bu
kişiliğin biçimlenmesini sağlayacak bir süreç
değildi henüz.
Tarih bakımından insan, bir kişilik olarak ilkel
komünal topluluğun çözüntüye uğraması ve sınıf
toplumunun ortaya çıkmasıyla birlikte biçimlendi.
Kişiliğin değişmesi ve toplumla olan ilişkisini
belirlerken üç nokta üzerinde durmak gerekir.
1- Kişiliğin gelişmesi için toplum tarafından
sağlanmış nesnel koşullar,
2- Kişiliğin kendisinin, bilincinin ve etkinliğinin
gelişme derecesi,
3- Toplumun insanı kişilik olarak kabul etmesinin
derecesi.
Özel mülkiyet ve toplumun sınıflara bölünmesi
temeli üzerinde kişilik, sınıf kişiliği olarak
oluştu ve toplumla dolaylı olarak yani sınıfın,
zümrenin ya da kastın temsilcisi olarak karşılıklı
bağlılık içine girdi.
Başlangıçta yönetici ve baskı altındaki sınıflar
içinden, kişiliklerin oluşmasını sağlayan farklı
koşullar ortaya çıktı.
Köleci Yunanistan'ın parlak bireyler yetiştirmesi,
ilk üreticilerin yani kölelerin evcil hayvan ve
eşya durumuna sokulmuş olmasıydı.
Feodallerin şovalyece davranışlarının temelinde
köylülerin "sefil, yoksul bir sürü"
durumuna getirilmiş olması yatıyordu.
Kitlelerin baskı altına alınması, sömürülmesi
ve köleleştirilmesi, yaratıcı ve düşünsel etkinlikten
uzaklaştırılması ise kişilik olarak onların gelişimini
ağırlaştırıyordu.
Kişiliğin biçimlenmesi, kendisinin bilincinin
gelişmesini de kapsar. İdealistlerin yaptığı gibi,
kişiliği kendisinin bilincine indirgemek yanlıştır.
Bireyin kendisinin bilincinin düzeyi ve topluma
karşı ne gibi sorumlulukları, ne ölçüde geliştiğini
gösterir.
Marks'a göre kapitalizm, insanı sakatlamakta,
kişiliğini çarpıtmakta ve ruhunu güdükleştirmektedir.
Kapitalist düzende, bütün iş bölümü biçimleri
yüksek bir gelişim düzeyine ulaşmakta ama bunlar
çarpıtılmaktadır. İşletmeler ve üretim dalları
arasında özel teknik bölünme, köy ile kent arasında
ve kafa emeği ile kol emeği arasında toplumsal
iş bölümü vardır. Bu tür iş bölümü insanı özgül
bir etkinlik alanında belli bir işe bağımlı kılar
ve kişiliğin tek yanlı gelişmesi sonucunu verir.
İşçi, "parçasal işçi" ve makinenin bir
parçası durumuna girer ve bu, kişiliğini tek yanlı
kılar. Yatkınlıklarının ve olanaklarının gelişmesini
engeller.
Öte yandan kapitalistin kişiliği, sermayenin kişiselleşmesi
biçiminde ortaya çıkar. Bu kişilik için en önemli
şey sermaye elde etmek, saklamak ve çoğaltmaktır.
Marks, kapitalistin ya da burjuvazinin kişiliğinin,
sermayenin kişileşmesi biçiminde ortaya çıkışını
şöyle dile getirir.
"Gücüm, paranın gücü kadar büyük. Paranın
nitelikleri, para sahibi olarak benim niteliklerim
ve potansiyelimdir. Ne olduğum ve ne yapabileceğim,
bu durumda benim bireyselliğim tarafından belirlenmiş
olmuyor. Çirkinim ben, ama en güzel kadını satın
alabilirim. Demek ki çirkin değilim. Çünkü çirkinliğin
etkisi, iticiliği, para karşısında yok oluyor...
Ben kötü, namussuz, her türlü alçaklığı yapabilecek,
kafasız bir adamım. Ama saygı gösterilir paraya-dolayısıyla
sahibine de. En iyi şey, paradır, dolayısıyla
sahibi de iyidir. Para benim dürüstlükten uzaklaşma
zahmetine girmemi önlüyor onun için dürüst sayılıyorum!
"Kafasızın biriyim ben, ama para herşeyin
gerçek ruhu, para sahibi hiç ruhsuz olabilir mi?
Üstelik para sahibi en akıllı kişileri de satın
alabilir. İnsan akıllılardan daha güçlü olunca,
onlardan daha akıllı olması gerekmez mi? Ben ki
para sayesinde insan yüreğinin isteyebileceği
her şeyi yapabilirim, bütün insan erdemlerine
sahip değil miyim?
Bu durumda para, benim bütün yeteneksizliklerimi,
karşıtlarına dönüştürmüyor mu?..."
Bu davranış, kapitalistin düşünce ufkunda ve özlemlerinde
özgül bir darlık, bir sınırlılık yaratır.
Marks, kapitalizmin, insanı eşyanın kölesi yaptığını
söyler. Burjuva toplumunda, insanın eşyanın kölesi
durumuna gelişi çeşitli biçimler alır.
Burjuva toplumu, insanda kaba bir tüketici zihniyet
yaratmaya yönelir. Eşya edinme başlı başına bir
amaç durumuna gelir. Yani, eşya edinmek için eşya
edinilir.
Marks'a göre, maddi gücü, üretim araçlarını elinde
bulunduran egemen sınıf, aynı zamanda zihinsel
üretim araçlarının kontrolüne sahiptir. Bu nedenle
kitlelerde tüketici zihniyet yaratmak için basın,
TV, radyo gibi iletişim araçları, egemen sınıfın
propagandasını yapar. Ayrıca insanın psikolojik
özelliklerinden de yararlanılarak, insanlar bilinçsiz
tüketici bir tip durumuna getirilirler. Moda olgusu
bu konuda en güzel örneği oluşturur.
Marks'a göre kapitalist toplumda eşya sadece bir
tüketim aracı, insanın gereksiniminin bir araç
niteliği değil, insanın durumunu (statüsünü) gösteren
bir işaret niteliği kazanır.
Yani Marks'a göre eşya, prestij işlevi edinir.
İnsanlar sahip oldukları şeylere göre değerlendirilir.
Bundan ötürü de tüketim standartlarını elde etmeye
yönelirler.
Bunun sonucu olarak insan sadece kişisel ve günlük
yaşamında kendisi olduğuna inanır.
Marksizme göre aslında tüketimin niteliği, görüş
ve düşünceleri kapitalist reklam ve haberleşme
araçlarının güçlü mekanizması tarafından programlanmıştır,
düzenlenmiştir. Kapitalist tekeller, kitle iletişim
araçlarını, tüketiciyi yaratmak için kullanırlar
ve yalınkat insana boş zamanını geçirmesini sağlayacak
bir şeyler verirler. Kafasını bayağı "kitle
kültürü"yle doldururlar. İnsanı, düşünme
alışkanlığından yoksun bırakırlar, zihnini güdükleştirir
ve ruhunu yoksullaştırırlar.
Mills'in dediği gibi, bir "neşeli robot"
durumuna sokarlar.
Marks'a göre, böylece kişiliğin gerçek gereksinimleri
ile kapitalist toplumdaki bütün bir yaşam tarzı
arasında yabancılaşma diye bilinen uzlaşmazlık
vardır.
Yabancılaşma süreci kişiliğin, kapitalist düzende
yaşamak zorunda kaldığı "sapık dünya"yı
yaratır.
Marks'a göre gerçekten de kişinin yeteneklerini,
bilgilerini, deneyini, manevi ve fizik gücünü,
yatkınlıklarını elle tutulur biçimde dile getiren
ürünle doğuran emek, insanın yaşam etkinliğinin
temel biçimidir. Ama emeğin ürünü, üreticiden
yabancılaştığı zaman, emek bu anlamını yitirir.
İnsanın yaratıcı yeteneklerinin ve kişiliğinin
dile geldiği alan olmaktan çıkar ve geçimini sağlayan
bir araç durumuna düşer.
Emeğin ürünleri ve ona eşlik eden toplumsal ilişkiler
bağımsız ve etkin bir güç durumuna gelir.
Öte yandan etkinliğin öznesi olan insan, bu gücün
etkisinde toplumsal güçlerin kendiliğinden doğan
etkinliğine bağımlı bir nesne durumuna düşer.
Marks'a göre özel mülkiyet insanları böler. Herkes
kendini düşünmeye yönelir ve bu bireycilik zihniyetinin
gelişimine yol açar. Bireyci kişilik ahlakı ve
zihniyeti burjuva toplumunun koşullarınca biçimlendirilmiştir.
Kendini ortaya koyuşunun başlıca biçimi, kişisel
başarı ve refahtır.
Marks'a göre kapitalist toplumda para, başarının
ölçüsüdür. Mal-mülk, eşya da varsıllığın (zenginliğin)
simgeleridir. Bu başarı tutkusu, bireyini, yanındaki
insanı ya bir rakip ya da kendi amaçlarına varmasını
sağlayacak bir araç olarak görmesine yolaçar.
Böylece sadece hesaba ve paraya dayanan ilişkiler
ortaya çıkar.
ABD'li sosyolog Morton, şöyle diyor: "parasal
başarının Amerikan kültürünün içine işlemiş olduğunu
söylemek, Amerika'lıların başarısızlığa uğramalarına
rağmen, bu amacı gütmelerinin bir hak, hattta
ödev olduğunu ileri süren buyruklarla doldurmakta
olduğunu söylemek demektir."
İnsanın yaşamı, üretimle sınırlı değildir. Çünkü
insan, toplum içinde toplumsal işlevler yerine
getirmek zorundadır. Başka bir deyişle hem bir
yurttaştır, hem bir aile ya da örgüt üyesidir.
Çeşitli ilişki sistemlerine katılmış olan ve her
birinde belli bir işlev yerine getiren insan,
bunların her özel durumda oynaması gereken farklı
roller olduğunu kavrar.
İnsan kişiliği tutarlı bir bireysellik olarak
değil, farklı toplumsal rollerin bir toplamı olarak
görünür. Bu onun kişiliğinin çok yanlı bir dile
gelişi değil, kendisine dışarıdan kabul ettirilen
çeşitli toplumsal kurumların isteklerine uyma
zorunluluğudur. Örneğin seçimlerde oy kullanma,
devlete vergi verme, temel yasalara saygılı olma
gibi görevler, bireyin ilgisinden kaynaklanmayabilir.
Ama bu işlevleri yapma durumu karşısında cezai
yaptırımlar uygulanır. Birey bu tür görevleri
yapmak zorunda kalır. Kan davası, başlık parası
verme gibi katı töreleri, birey benimsemediği
halde, toplumun baskısıyla benimsemek zorunda
kalır.
Bundan ötürü, insanın etkinliği kendinden gelen
eyleminin ve duyduğu ilgilerin ortaya çıkışı olarak
değil, bir işlev yerine getirilmesi, kendisine
yönelen bir rolü oynaması gibi görünür. Örneğin
dini düşüncenin, katı törelerin daha egemen olduğu
kırsal bölgelerde yaşayan toplumlarda birey içten
geldiği gibi, özgür ve kendi öz ilgisini gösteren
davranışlarda bulunmaz. Bulunduğu an kınanır,
dışlanır ve eleştirilir.
Toplumun bireyden belirli beklentisi vardır.
Bunun sonucu olarak insan, sadece tüketim alanında
kendisi olduğunu, sadece bu alanda benliğini dile
getirebildiğini ve kendisi için ilgi çekici olan
bir etkinliği seçip ona yöneldiğini duymaya sürüklenir:
Bireyin duyduğu ilgi alanı bir alan olabilir.
Ama birey başka bir çok alanlarda da ilgilense,
o alanlarda da kendini gerçekleştirebilir, aşabilir.
Asıl ilgilendiği alan bir olduğu için tüm yetilerini
ve kişiliğini yansıtmaz.
Bu durum insanların daracık kişisel dünyalarına
sığınmalarına yol açar. Ama orada da benliklerin
dile getirmek konusunda gerçek bir özgürlük bulamazlar.
Çünkü insanın yetileri, yetenekleri ve gizli güçleri
çok yönlü olabilir. Bu çok yönlülük kendini değişik
ilgi alanlarında başarı biçiminde gösterebilir.
Emperyalizme geçiş ve özellikle devlet tekeli
kapitalizmi, burjuva bireyciliğini bunalıma sokar.
Bir yandan kitleler "kişisel başarı"
kavramını kabul etmek zorunda bırakılır ve öte
yandaki iş sadece bir çark, kapitalist tekellerin
bürokratik kademelenmesi ve burjuva devlet makinası
tarafından kullanılan bir nesne durumuna girerek
kendini kapitalist çalışma disiplininin katı çerçevesi
içinde bulur.
Büyük bir firmada çalışan küçük bir memurun başarı
şansı nedir?
Burjuva yaşam tarzına ilişkin propagandanın, bu
memurun kafasında yarattığı tüm "değerler
sistemi" gerçekle ilk karşılaşmasında yıkılıp
gider. Çünkü içinde bulundğu toplumsal, siyasal
ve ekonomik koşullar, egemen sınıflarca biçimlendirilen,
yönlendirilen, doğdurulan ve isteklendirilen gereksinimleri
(yapay), özlemleri, özentileri, dilekleri gerçekleştirememektedir.
Bu hayal kırıklığını, yaşamın anlamsızlığı ve
yararsızlığı duygusunu, kötümserliği doğurur.
Böyle bir ruh durumu ise nevrozlara, içki düşkünlüğüne,
uyuşturucu madde alışkanlığına, suç işlemeye,
intihara ve öteki toplumsal-bireysel kötülüklere
yolaçar.
Bireycilik zihniyeti, suçun kaynağı durumuna girmektedir.
Bireycilik zihniyeti ve ideolojisi, amacı bireyin
kurmaya ya da işletmeye ilişkin işlere ilgi duymasını
sağlamak olan modern kapitalizmin devletçi-tekelci
örgütlenmesinin gereksinimleriyle de çelişmektedir.
Birey çalıştığı işyerinde kendisini gerçekleştirmediği
gibi, yetilerine ilgisini uyamamazlıktan doğan
sıkıntı, bunalım bireyi rahatsız etmektedir. Bireycilik
zihniyeti, bireyin kendi kişisel amacını gerçekleştirmeye
yönelik olduğu halde, burjuva çalıştırdığı işçinin
kendi amaçlarına hizmet etmesini zorunlu kılar.
Topluma ve öteki insanlara yabancılaşmış kişilik,
kendini yapayalınız varoluşçuların dediği gibi
kaybolmuş ve bırakılmış hisseder.
Çünkü bir kere emek, hayat-etkinliği, üretici
hayatın kendisi, insana sadece bir gereksemeyi
doyurmanın aracı gibi görünmektedir. Oysa, üretici
hayat, türün hayatıdır. Hayat-doğuran yaşamdır.
Türün bütün özelliği, türsel özelliği hayat-etkinliğinin
özelliğinde bulunmaktadır. Özgür, bilinçli etkinlik
insanın türsel özelliğidir. Hayat sadece bir yaşama
aracı olarak görünmektedir.
Hayvan, kendi hayat-etkinliğiyle doğrudan doğruya
özdeştir. Kendini bundan ayırt etmez. Hayvan,
kendi hayat etkinliğidir.
İnsan, hayat-etkinliğinin, kendisinin istemini
(iradesinin) ve bilinçliğinin nesnesi yapar. Bilinçli
bir hayat-etkinliği vardır. Doğrudan doğruya içine
girip kaynaştığı bir gerçeklik yoktur. Bilinçli
hayat-etkinliği insanı hayvanca hayat-etkinliğinden
dolaysız biçimde ayırır. İşte bundan ötürü insan
bir tür varlığıdır. Ya da sadece bir tür varlığı
olduğu için, bilinçli bir varlıktır. Yani kendi
hayatı insan için bir nesnedir. Yalnız bundan
ötürü etkinliği özgür bir etkinliktir. Yabancılaşmış
emek, bu ilişkiyi ters çevririr. Öyle ki insan
bilinçli bir varlık olduğu için kendi hayat etkinliğini,
öz varlığını, varoluşu için basit bir araç yapar.
İnsan, pratik etkinliğiyle nesnel bir dünya yaratırken,
organik olmayan doğayı işlerken bilinçli bir tür
varlığı olduğunu, yani türü kendi öz varlığı gibi
ele alan bir varlık olduğunu tanıtlar. Kuşkusuz
hayvanlar da üretirler. Arılar, kunduzlar, karıncalar,
ve başka hayvanlar kendilerine yuva, barınak yaparlar.
Ama hayvanlar yalnızca kendilerinin ya da yavrularının
dolaysız gereksemeleri için üretirler. Ürünleri
tek yanlıdır. Oysa insan evrensel üretimde bulunur.
Hayvanlar yalnız dolaysız fiziksel gereksemelerin
zoruyla üretir. Oysa insan fiziksel gereksemelerden
bağımsız olarak üretim yapar ve ancak bu gereksemelerden
kurtulduğu zaman üretir. Hayvan yalnız kendini
üretir, oysa insan bütün doğayı yeniden üretir.
Bir hayvanın ürünü, doğrudan doğruya kendi fiziksel
gövdesine bağlıdır. İnsan ise kendi ürününe serbestçe
bakabilir. Hayvan yalnız kendi türünün ölçüleri
ve gereksemelerine göre yaratır. İnsan bütün türlerin
ölçülerine göre üretir ve nesnenin kendi içinde
yatan ölçüsünü nasıl uygulayacağını bilir. Dolayısıyla
insan aynı zamanda güzelliğin kurallarına göre
yaratabilir.
İnsan ilk olarak nesnel dünyanın işlenmesinde,
bir tür varlığı olduğunu gerçekten tanıtlmaktadır.
Bu üretim, onun etkin türsel hayatıdır. Bu üretim
yoluyla ve bu üretim dolayısıyla, doğa insanın
kendi eseri ve kendi gerçekliği olarak görünür.
Dolayısıyla emeğin amacı, insanın türsel yaşamının
nesnelleştirilmesidir. Çünkü kendini yalnızca
bilinçte olduğu gibi ussal biçimde değil, aynı
zamanda gerçeklikte etkin olarak bir kere daha
yaratır ve böylece kendi yarattığı bir dünyada
kendini seyredebilir.
Bu yüzden insandan kendi üretiminin nesnesi koparılıp
alındığında, yabancılaşmış emek insanı kendi türsel
hayatından, kendi gerçek türsel nesnelliğinden
koparıp almış olur. Ve onun hayvanlar karşısındaki
üstünlüğünü, organik olmayan bedeninin, doğaın
elinden alınması elverişsizliğine dönüştürür.
Aynı şekilde, kendiliğinden etkinliği, özgür etkinliği
yozlaştırıp bir araca indirgerken, yabancılaşmış
emek insanın türsel yaşamının, fiziksel varoluşunun
bir aracı yapar.
Yabancılaşmış emek böylece şunları gerçekleştirmiş
olur:
-İnsanın türsel varlığını, hem doğayı hem de manevi
türsel özelliğini, insanın dışında bir varlığa,
bireysel varoluşunun bir aracına çevirir. Dışardaki
doğayı ve insanın manevi özünü, insanca varlığını
yabancılaştırdığı gibi, insanı kendi bedenine
de yabancılaştırır.
-İnsanın kendi emeğinin ürününden, hayat-etkinliğinden,
türsel varlığına yabancılaşması olgusunun dolaysız
bir sonucu insanın insana yabancılaşmasıdır. İnsan
nasıl kendi kendisiyle karşı karşıya geliyorsa,
öteki insanla da karşı karşıya gelmektedir.
-İnsanın işiyle, emeğinin ürünüyle ve kendisiyle
ilişkisi için geçerli olan, insanın öbür insanla,
öbür insanın emeği ve emeğinin nesnesi için de
geçerlidir.
Aslında insanın türsel özelliğinin kendisine yabancılaştırıldığı
önermesi, bir insanın öbürüne ve her ikisinin
insanın öz doğasına yabancılaştırıldığı anlamına
gelir.
İnsanın yabancılaşması ve aslında insanın kendisiyle
bütün ilişkileri, insanın başka insanlarla ilişkilerinde
gerçekleşir ve dile gelir.
Bu yüzden yabancılaşmış emek ilişkisi içinde her
insan ötekini, bir işçi olarak kendini bulduğu
durum ve standarda göre görür.
Ekonomi politiğin bir olgusundan yola çıktık:
İşçiyle üretimin yabancılaşması. Bu olgunun kavramını
formülleştirdik: Dışlaştırılmış ,yabancılaş-mış
emek.
Gerçek yaşamda yabancılaşmış, dışlaşmış emek kavramının
kendisini nasıl sunması, nasıl dışa vurması gerektiğini
görelim.
Emeğin ürünü benim dışımdaysa, yabancı bir güç
olarak karşımda duruyorsa kime aittir bu ürün?
Benden başka bir varlığa... Bu varlık kimdir?
Emeğin ve emek ürünün ait olduğu, hizmetinde çalışılan
ve yararına emeğin ürünleri sağlanan bu yabancı
varlık ancak insanın kendisi olabilir. Varolan
üretim araçlarının tümü kültür ve iktidarın teknik
ve bilimsel araçlarının tümü, bütün geçmiş kuşakların
düşünce ve emeklerinin bir meyvesidir. Bir insan
çalıştığı zaman, faaliyetinde bütün geçmiş insanlığın
izleri vardır. Yaptığı iş insanın "türsel
yaşamının", insan türünün bütün yarattıklarının
birikiminin bir ifadesidir.
Oysa üretim araçları özel mülkiyet olunca, bütün
geçmiş insanlığın yaratıcı eserinin bulunduğu
bu mülkiyet, bir kaç kişinin ellerinde kalmaktadır.
Bu birkaç kişi böylece binlerce emeğin ve insan
dehasının biriken buluşların istedikleri gibi
kullanabilmektedir.
Marks, yabancılaşma konusunda emeğin işçiyi bir
meta olarak üretmesinin nasıl mümkün olduğunu
şöyle açıklamaktadır: Marks, kapitalist pazar
ekonomisinde işçinin 1- kendi işgücünün "kayıtsız
şartsız sahibi" olarak bunu "belli bir
süre için" alıcıya teslim etmesiyle, 2- Kendi
iş gücünün maddeleştirdiği malları satabilecek
durumda olmayıp ancak kendi canlı varlığında bulunan
iş gücünün kendisini sunması ile bir meta kimliğine
bürünür. İşçinin iş gücünü sattığı kişiler ise,
Marks'a göre, çatışma içinde bulunduğu bir sınıfın
temsilcileridir, diğer bir deyişle kapitalistlerdir.
(Yabancılaşma yazısının devamı 13.Sayımızda sürecektir.)
|