Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi'ne
doğru bakmak gerektiğine inanıyoruz. Bu savaşı
desteklemek gerekliliği, kendini "destekçi"
olarak konumlandırmayı zorunlu kılmıyor. UKM'ninde
esas ihtiyacı böyle bir "salt destek"
değil, Türkiye devrimi'nde ciddi gelişmelerdir.
Türkiye kendi dinamiklerini yakalamalı ve tıkanıklığını
aşmalıAdır. UKM'nin gerçekten desteklenmesi ancak
böyle mümkündür.
Tarihte bazen olur: Kötü bir dönem yaşanır ve
bu kötü dönem çok gelip-geçici, çok anlık bir
süreç değilse, yaşanan, yarına yansıması kaçınılmaz
izler bırakır. Hastalık durumuna alışmak ta kötüdür,
çünkü bir süre sonra artık kendi düzelme ve sağlık
işaretlerini algılıyamaz olur, eninde sonunda
ortadan kalkacak olan olumsuz durumu kalıcı saymaya
başlarsınız. Sağlıksızlığın ortadan kalkışı, sizin
de çabanızı gerekli kılar ama siz artık kendinizi
alıştırdığınız bir süreci düzeltmek için çok çaba
gösteremeyecek bir noktadasınızdır. Gözünüz kendi
içindeki çözüm noktalarında değil, çevrenizdeki
daha sağlıklı olgularda takılı kalır.
Sonuç, kompleksli bir hayranlıktır. Çevrenize,
çevrenizde ki örneklere olan bakışınız, kendiniz
için ders çıkaran bir irdelemeyi değil, salt hayranlık
duygusunu içerir. Söz konusu olan "öğrenmek"
değil, mevcut olumsuz durumu rasyonalize edip
kalıcılaştırmak, kendi rehavetinin zeminini oluşturmaktır.
Sosyalist hareket, bir travma yaşadı. İnsanları
moral düzeyde, kültürel düzeyde etkileyen bir
travmaydı bu ve hepimiz yaşadık, pek geçici olmayan
izler bıraktığı söylenebilir.
Süreç durduğu yerde durmadı ve kuşkusuz durmayacak,
felaket baykuşlarının kehanetlerinin tam tersine,
tarihin geçici bir süre duraksayan çarkı, bugün
ağır ağır da olsa ileriye doğru dönmektedir. Dünya
gericiliğinin canına ot tıkanacağı günler pek
yakın değildir ama yaygara günleri de kesin şekilde
geride bırakılmıştır. Dünyada ve ülkede kesin
sağlık işaretleri gözlenebilmektedir. Özellikle
de Türkiye için bu böyledir, en basitinden bir
"Haydar Kutlu" ismi bugün kimseye bir
anlam ifade etmiyorsa, bu çok ciddi bir mim noktasıdır.
Önümüzdeki süreç, yeterli irade gösterildiğinde
gelişebilecek çok güçlü filizleri içinde barındırmaktadır.
Ama yaşanan dönem, hiç de öyle geçip gitmemiştir.
Dönemin konjonktürel yapısı büyük bir ahlaki-kültürel
deformasyonla birleşmiş ve devrimci insan üzerinde
etkiler bırakmıştır. Genel çürüme ortamı içersinde
devrimci insan, bir kuşatılmışlık duygusu yaşanmış,
kendini korumakta zorlanmıştır.
80'lerin ortasından sonra kendini doğrudan silahlı
savaş tarzında ortaya koyan Kürt dinamiği kuşkusuz
bir çok şeyden daha az etkilenmiştir. İstim üzerinde
bir mekanizma olarak olumsuz dalgaya karşı daha
bağışık olabilmiş, ulusal boyutun-çok abartılmaması
gereken-avantajlarını da hissetmiştir.
Sonuçta, büyük ölçüde kendi günahlarının kefaretini
ödeyerek daralan Türkiye Devrimci Hareketi'yle,
yükselen Kürt dinamiği arasında çok net bir fark
oluşmuştur.
Şüphesiz bu farktan rahatsız olmak son derece
saçmadır. Bu, gerçeğin kendisinden rahatsız olmaktır.
Ve doğaldır, bu durum Türkiye boyutundaki birçok
devrimci insana da "gıpta etme" sözcüğüyle
ifade edilebilecek olan ve kendi durumuna yönelik
bir hoşnutsuzluğa denk düşen duygular yaratmıştır.
Son derece sağlıklıdır: olumsuz bir durumdan ötürü
hoşnutsuzluk duymak hem doğaldır, hem de ilerleyebilmek
için gereklidir.
Ama sağlıksız bir yanı da var, daha doğrusu sağlıksız
noktaya varan bir ucu var; onu yakalamak gerekiyor.
Devrimci insanın garip şekilde kendi devrim sürecine
yabancılaşması, kendi görevlerinin bilincinden
uzaklaşması ve giderek-iktidar perspektifi anlamında-devrimcilikten
uzaklaşıp "dayanışmacı" bir konuma kayması
bu durumun özet bir anlatımı olabilir. Mevcut
durumdan duyulan sağlıklı-hoşnutsuzluk, giderek
iç-güveni zayıflatan bir "olumsuzluğa alışma"
noktalarının, ipuçlarını kaçıran bir dışa dönük
hayranlık, kompleks üremektedir.
Bir kültürel karmaşa da bunun tam üstüne binmiştir.
TC ile Kürdistan ülkesi arasındaki sömürgecilik
ilişkisinin orijinalitesi de buna zaten zemin
hazırlamaktadır. Bilindiği gibi bu tarz, klasik
19 yüzyıl sömürgeciliğinden, bu tür sömürgeciliğin
örneklerinden çok farklıdır. Yani sözkonusu olan,
örneğin bir İngiltere-Hindistan, Fransa-Cezayir
ilişkisi değildir. Bildiğimiz klasik sömürgeci
kalıplara uymayan -uyması da gerekmeyen- bir ilişki
vardır. Ve zaten bu kalıplara uymayan durum, ilişkinin
niteliğinin kavranmasında uzun süre güçlük yaratmıştır.
Kürdistan'da sözkonusu olan, klasik biçimden farklı
olarak parçalanmış bir ülkenin gizlenmiş bir iç-sömürge
kalıbına sokulmasıdır. Nüfusların içiçe olduğu,
Kürt ulusunun varlığının dahi kabul edilmeyip
"her hakka mahfuz TC vatandaşı" sayıldığı,
sömürge insanının ulusal kimliğini inkâr etmek
koşuluyla politik yönetici bile olabildiği, son
derece perdelenmiş bir ilişki vardır. Bu çarpık
görünüm Kürt insanında olduğu kadar Türk insanında
da sömürge ilişkisinin çok net kavranabilmesini
geciktirmiştir.
Üstelik, ortada, kendisi emperyalizmin yeni-sömürgesi
olan Türkiye'nin bir başka ülkeyle sömürgeci ilişki
uygulaması gibi çapraşık bir durum vardır.
Bütün bu faktörler olguyu büyük ölçüde karmaşıklaştırmış
ve özellikle doğrudan silahlı kurtuluş savaşının
başlamasıyla bu karmaşa sona erdiğinde, bu kez
ortaya daha ilginç kültürel sorunlar çıkmıştır.
Emperyalizmin yeni-sömürgesi bir ülkede yaşayan
ve bu anlamıyla ezilen ulus üyesi olan Türk devrimcisi,
öte yandan nüfus kağıdını taşıdığı devletin Kürdistan'daki
sömürgeciliği nedeniyle aynı zamanda bir ezen
ulus bireyi konumundadır. Bunun özgün bir durum
olduğu su götürmez. Ama bulutlar dağıldığında,
perdeler kaldırıldığında ezen ulus bireyi olma
konumunu daha açık-seçik kavrayan devrimci insan
(uzunca bir süre sömürge ülkeye karşı görevlerini
kavrayamamış olmanın da ezikliğiyle) bu yeni kimliği
daha ağırlıklı olarak ve daha abartılı olarak
benimsemiştir. Kendisinin emperyalizm tarafından
ekonomik-sosyal-kültürel olarak eziliyor olması
gerçeği onun bilinç düzeyinde kısmen zayıflarken,
daha çok ahlaki ve vicdani rotada seyreden bir
abartı yaşanmıştır. Bu temelde, anti-emperyalist,
anti-oligarşik bir devrimin görev bilincinde de
belli zayıflamaların olduğu inkâr edilemez.
Gerçekte, ezen-sömürgeci ülkenin nüfus kağıdını
taşımak ayrıdır, ezen ulus savunucusu ve bu anlamda
"teba"sı olmak ayrıdır. Siz, devrimci
mücadelenin içinde yer alıyor ve kendinizi fiilen
resmi kalıpların, daha doğrusu bütün sistem-içi
kalıpların dışında konumlandırıyorsanız, ve bunu
söylem düzeyinin ötesinde pratik olarak gerçekleştiriyorsanız,
sömürgeci mekanizmayla ilişkiniz salt bir kimlik
kartından ibarettir.
Ama, şu ya da bu iddiaya sahip de olsanız da somut
olarak düzen-içinde bir yerde duruyorsanız herşey
farklıdır. Yani bir bütün olarak olay, nerede
durduğunuz olaydır.
Eğer bir "ezilme" yaşanacaksa, bu kendi
görevlerini yapamayan bir devrimcinin ezilmesi
olabilir ve böylesi sağlıklıdır. Oysa çoğu kez,
devrimci insanda gözlenen Türkiye devrimci hareketinin
mevcut zayıflığının yoğun etkisiyle bir savrulmadır.
Kendi devrimci perspektifini zayıflatarak, bir
"dayanışmacı" konumuna inen, ezen ulus
üyesi olarak Kürdistan'a karşı görevlerini fazlasıyla
hatırlarken, yeni-sömürge Türkiye'nin görevlerinden
kısmen uzaklaşan, bütün bunların bir bütün olduğunu
kavrayamayan insan tipi bugün mevcuttur. Ve işin
kötüsü durum her zaman bu kadar da saf değildir,
kimi zaman devrimci görevlerden kaçış eğilimi
kendisini böyle bir boyutta ifade edebilmektedir.
Bu, gerçekte Türkiye'de yaşadığını unutmak anlamına
geliyor. Çünkü, Türkiye'de Kürdistan ulusal kurtuluş
mücadelesine destek, (eğer salt "destekçi"
olmak istemiyorsanız) bir devrimi örgütlemek yoluyla
mümkündür.
Bizler, Türkiyeli devrimcileriz. UKM'ne her güncel
durumda destek sunmak, oligarşinin Kürdistan'a
yönelik her saldırısına "içerden" de
karşı çıkmak, enternasyonalist görevimizdir. Bu
ayrı bir konu. Ama gerçek bir desteğin Türkiye
devrimini yükseltmek anlamına geldiğini de unutmamak
zorundayız.
Çünkü bizler küçük burjuva aydınları gibi Kürdistan'a
kaşı salt ahlaki bir sorumluluk taşımıyoruz. Bizler
esas olarak siyasi bir sorumluluk taşıyoruz. Yani
bizim açımızdan sözkonusu olan şey, Vietnam-Amerika
olayında olduğu gibi değildir. Türkiyeli devrimci,
herhangi bir iktidar perspektifi olmayan, ülkesinin
Vietnam'daki canavarlıklarına karşı salt vicdani
protestosunu haykıran Amerikalı öğrenci'den farklı
bir olgudur. Türkiyeli devrimci açısından sözkonusu
olan salt protesto ve dayanışma değildir; ya da
daha doğrusu Türkiyeli devrimci için "dayanışma"
esas olarak oligarşiyi yıkmak gibi bir noktaya
denk düşüyor.
Bügün, batıdaki devrimci hareketin kendine özgü
güçlüklerle yürüdüğü, büyük bir toplumsal deformasyonu
aşmaya çalıştığı ve zorlandığı açıktır. Bütün
bunlar bizim gerçekliğimizdir. Hiçbirini yadsımıyoruz.
Ama bu yalnızca işimizin zor olduğu anlamına gelir,
bu zor işi terkedip daha geri konumlara düşmemiz
gerektiği anlamına değil.
Kürdistan her yönüyle TC işgali altındadır. Türkiye
de, ekonomisinden politikasına, sanatından kültürüne
emperyalist işgal altındadır. Bu işgali bir devrimle
kırmak, ama bu süreçte de her gün darbeler vurmak
görevimizdir. Türk halkının ve işçi sınıfının
yeni kültürünü inşa etmek görevimizdir. Bu gerçekten
yeni bir kültür, devrimci-sosyalist bir kültür
olacaktır ve ezen ulus kültürü ancak böyle çöplüğe
atılacaktır.
Bu görev ise, sağlıksız-kompleksli bir hayranlıkla
değil, gerçekten doğru temellere oturtulmuş bir
devrimci mücadeleyle, bu mücadelenin yaşamın her
düzeyinde organize edilmesiyle mümkündür.
|