Yeni hükümetin programıyla birlikte
"Özelleştirme" fırtınası yeniden esiyor.
Sınıfa karşı ilan edilmiş bir savaş olan "özelleştirme"
diğer yandan da içinde çeşitli tartışmaları barındırıyor.
Bu yazıda bir ucundan sorunu açmayı, tartışmayı
amaçladık. Katkı isteğiyle...
"Arjantin'de satılan bir KİT'i çalışanlar
terketmedi. Ama askerler bazukayla da olsa kapıyı
açtılar ve içerdekileri boşalttılar."
Bu sözler Rahmi KOÇ'a ait. Böyle söylüyor Rahmi
KOÇ ve ardından yeni hükümete "özelleştirmede
ne kadar cesaretli olunması" gerektiği üzerine
öğütlerini sıralıyor. (Cumhuriyet /8 Temmuz 1993)
Rahmi bey'in gözü iyice kararmış! "Bazukayla
da olsa" bu iş bitsin istiyor... Örnek verdiği
ülke ise çok çarpıcı: Arjantin!..
Ama bütün bunları söylerken Rahmi bey yalnız değil.
Daha hükümet kurulur kurulmaz Dünya Bankası başkan
yardımcısı Thalwitz Ankara'ya damlıyor. Thalwitz
ve Çiller başbaşa, özel bir görüşme yapıyorlar
ve ardından Dünya Bankası'nın özelleştirme konusundaki
raporu açıklanıyor. Kuşkusuz "rapor"
sözcüğü daha çok bir kibarlık gereğidir, yoksa
gerçek anlamda yapılan şey, direktif vermektir.
Dünya Bankası radikal ve sert bir özelleştirme
istiyor. Gerçi Thalwitz, "Rahmi Koç"
gibi görgüsüz değil, işin içine "Bazuka"
filan karıştırmıyor ama tam bir uygulama istiyor.
Daha doğrusu Thalwitz "söylüyoruz söylüyoruz,
yarım buçuk iş yapıyorsunuz, bu kez doğru dürüst
yapın" der gibidir.
"Yaşama şansı olmayan KİT'lerin kapatılması
ve diğerlerinin satılması" Dünya Bankası'nın
temel isteği. Ayrıca rapor tek tek istekler de
yöneltiyor ve örneğin Demiryollarından % 20 oranında
işçi çıkarılması gereği saptanıyor.
Thalwitz'in istekleri bitmiyor.
Koalisyon'un ise işlevi baştan belli. Daha baştan
Çiller hükümeti kendisini gerçek bir "hükümet"
olarak konumlandırmamıştır. Yalnızca Çiller hükümeti
de değil, uzun süredir TC hükümetleri MGK'nin
"basın sözcüsü" durumuna düşmüş ve idari
müdürlükler gibi görev yüklenmiştir.
Çiller hükümeti bütün bu hükümetlerin en güler
yüzlüsü ve en acizidir.
Çiller hükümeti bütün diğer işleri MGK'ya havale
etmiş, kendisi de Dünya Bankası ve yerli tekellerin
isteklerini yerine getirmeye soyunmuştur.
Üstelik danışman firmalarla... İçlerinde "Morgan
Guaranty Trust Company of New York", "Chase
Manhattan" gibi Amerikan ve İngiliz bankalarının
bulunduğu 12 yabancı şirket uzunca bir süredir
TC hükümetlerine "Özelleştirme Danışmanlığı"
yapıyorlar.
Parça parça, ufak ufak, özelleştirme işi yıllardır
sürüyor. Tatlı parçalar, tekeller tarafından bir
bir yutuluyor.
Ve sonuçta işçilerin yeri de kapının önü olarak
saptanıyor. Örneğin yalnızca çimento fabrikalarından
8 bin işçi atılmıştır. Çok değişik işkolları için
çok değişik listeler çıkarıldığında onbinleri
bulan rakamlar ortaya çıkmaktadır.
Yeni furyada ise TİSK raporuna göre işten atılacak
işçi sayısı 550 bin'i bulacaktır.
"Kurumların halka açıldığı" ise sıradan
bir yalandan ibarettir. DİSK'in hazırladığı bir
rapora göre 1990-1992 sürecinde özelleştirmelerde
satılan hisselerin %31.4'ü genel satışa arzedilmiş,
%68.6'sı ise blok halinde satılmıştır. Sözgelimi
en kârlı olanlardan biri olan çimento sanayiinde
18 fabrikadan 5'ini Fransız RCF şirketi, 5'ini
Rumeli Holding, 2'sini de OYAK-SABANCI ortaklığı
almıştır.
Aynı süre içinde doğrudan yabancı şirketlere satılan
hisse toplamı 280 milyon doları bulmaktadır.
Yani, doğrudan doğruya büyük sermayeye devretme
sözkonusudur.
KİT'lerin ekonominin önünü tıkayan asalak kurumlar
oldukları propagandası ise öyle pompalanıyor ve
burjuvazi bir zamanlar kendisini ucuz girdi sağlayarak
palazlandıran bu kurumları öyle tukaka ediyor
ki, artık "herkes ikna olmuş" durumda!
Artık, sıradan insanların kahve konuşmalarında
bile medyanın sözcük klişelerine rastlamak mümkündür.
Ve tabii bu geniş çaplı medya saldırısının altında
"KİT'lerin gerçekten kötü durumda olup olmadıkları",
ya da "mevcut durumlarının sorumlusunun kim
olduğu" gibi sorular unutulup gitmektedir.
Üstelik bir yandan "devleti yükten kurtarma"
demogojisi yapılırken, öte yandan niye en kârlı
işletmelerin satıldığı sorusu yine karanlıktadır.
Kısacası, ne yanından bakılırsa bakılsın, yapılan
şey yerli ve yabancı tekellere hazır kurulu işletmelerin
"ihsan edilmesi" dir.
İşin ilginç yanı artık "direniş"de kırılmıştır.
Önceki yılların "sattırmam" kabadayıları
şimdi eski devletçi köklerinden hızla sıyrılarak
duruma uymaya çalışmaktadırlar. Burjuvazi, medya
pompalaması altında sendikalarla da uzlaşmalar
aramakta ve bulabilmektedir.
NEDEN VE NASIL?
Özelleştirme sorunu öyle çok da basit değil. Tek
bir sloganın atılmasıyla tümüyle içi dolmuyor,
doldurulamıyor. Sol içinde de çeşitli tartışmaları
davet eden yanları var.
Örneğin, sosyalist kesimde bir çok insan kendisine
haklı olarak "Özelleştirmeye niye karşı olalım
ki? Sonuçta sözkonusu olan şey kapitalizmdir.
Devlet İşletmesi ya da özel şirket olmasının nihai
olarak ne anlamı var?" biçiminde sorular
sormaktadır.
Gerçekten de işin, Kemalist-Devletçi geleneğe
uzanan bir yanı var. Yani, özelleştirmeye karşı
çıkışın, sanki devlet işletmelerini savunuyormuş
görünümü veren bir farklı cephesi var. Özellikle
II. Cumhuriyet tartışmaları ve tartışmanın tarafları
anımsanırsa, olayın, sosyalistleri bu tartışmaya
kaydırabilecek yanları daha iyi anlaşılabilir.
Ve bu noktada, doğal olarak sınıfı kimin sömüreceği
tartışmasında sosyalistlerin yeri olmadığı düşünülebilir.
Gerçekten de sosyalistlerin, sömürücülerin tipi
konusundaki bir tartışmada yerleri yok ve olmamalı.
Ama sorunun ince noktaları var:
Örneğin bu düşünme tarzını "özelleştirme,
sınıfı zor duruma düşürür ve radikalize eder;
işsizliği-krizi artırır, devrimci koşulları derinleştirir,
öyleyse ne zararı var?" gibi bir mantıkla
birleştirmemek gerekiyor.
Kuşkusuz çok haklı tesbitler yapılabilir: Gerçekten
de KİT bünyesinde çalışan işçiler uzun yıllardır
iş garantisi ve çeşitli farklılıklardan ötürü
sınıf içinde daha "şanslı" bir konum
tutmuşlardır. Ülkedeki çarpık ekonomik sistemin
sürekli bunalımlarından ötürü bu "şans"
hiçbirzaman aşırı avantajlar sağlayamamaktadır.
Ama yine de bu kesimin yeni-sömürge bir ülkede
ne kadar olabilirse o ölçülerde bir aristokrasi
oluşturdukları söylenebilir. Bunlar kesinlikle
abartılmaması gereken ama tesbit edilmesi de zorunlu
olan unsurlardır.
KİT kuruluşlarında TÜRK-İŞ'in ötedenberi varolan
egemenliği de belki bir ölçüde böyle açıklanabilir.
Bilindiği gibi bu alanda baştanberi sarı-sendikal
eğilim hep tutmuş; kimisi sağcı-gerici, kimisi
sosyal-demokrat da olsa düzen koruyucu sendikacılık
hep hakim olmuş, devrimci sendikal anlayışlar
ise alana girebilmekte hep zorlanmışlardır. Şüphesiz
politik iktidarların istihdam politikaları ve
devletin doğrudan "sarı"ları kollayan
önlemleri de bunda etkili olmuştur. Ama bıçağın
iyice kemiğe dayandığı kriz dönemleri yaşanmadıkça
KİT bünyesinde de bütün bunların zeminleri varolmuştur.
Sendika kurumunun özünde zaten bir bürokrasi eğiliminin
varolduğu, "sendika"nın (sarı yada başka
türden) sonuçta ücret pazarlığı yapan ve bu anlamıyla
düzen-içi olan konumu bilinir. KİT'lerde yaşanan
ise, özgün durumdan ötürü, bu eğilimin tamamen
kökleşmesi ve net görülebilen "ağalık"
biçimlerine tekabül etmesidir.
Dolayısıyla bugün özelleştirmenin sendikasızlaştırma
bakımından işçi sınıfını ama sendikaların "kasaları"
bakımından da "ağa"ları ilgilendirdiği
söylenebilir. Bir yandan ekmeğini tehlikede hisseden
sınıfın alttan baskısı, öte yandan oturdukları
zeminin ve kazanç kaynaklarının daralıyor olması
kaygısı en gerici sendikacıları bile harekete
geçirmiş, "sınıf mücadelesi" şampiyonu
yapmıştır. Ya da en kötü ihtimalle "n'apacaksanız
yapın, işçi çıkarmayın" biçiminde uzlaşma
arayışları belirmiştir.
Sürecin tam bu noktasında, belki kaba bir yaklaşımla,
"işte tam vaktidir, ne olacaksa olsun, hem
sınıf radikalleşsin hem de bu sendikal saltanatlar
yıkılsın" denebilir. Özel sektör koşullarında
şartların daha kötüleşeceği ve dolayısıyla "sarı"
kalelerin zorlanıp düşeceği varsayılabilir.
Ama sınıf mücadelesinin sorunlarına böyle bakılamaz.
Sonuçta özel kapitalistlerin işletmesinde sınıfın
devrimci sendikalara yöneleceği varsayımı çok
doğru da değildir. Bu, daha çok öncülükle ilgili
bir sorundur.
Gerçekte, soruna tamamen başka bir cepheden bakılmalıdır:
Özelleştirme, politik-ekonomik bir yönelim olarak
işçi sınıfına karşı doğrudan açılmış bir savaştır.
Karşımızda olan, burjuvazi ve emperyalist güçlerin
istemiyle planlanan bir operasyondur ve yalnızca
işisizliğe yolaçması bakımından değil, bütünsel
mantığı bakımından sınıfın tam karşısında durmaktadır.
Getireceği sonuçlar bir yana, öncelikle bu politikanın
kimler tarafından empoze edildiği çok önemlidir.
İstem, emperyalist finans kurumlarının ve yerli
tekellerin istemidir ve siyasal irade uygulamaktadır.
Bu cephede tatlı bir kaynak görmüşlerdir ve yükleniyorlar.
Özellikle belli işletmeleri kapmak ve üstelik
belirli bir oranda orta-sınıf tasarruflarını da
sürece katarak işi daha ucuza getirmek isteniyor
ve zaten bu yarar noktasıdır ki, hepsinin ("bazuka"
lafları ettirecek kadar) özelleştirme şampiyonu
yapmıştır.
Zaten "satış" sırasında devlet kasasına
giren paranın da orada kaldığı söylenemez. Bu
kaynakların şu ya da bu şekilde yeniden burjuvaziye
akacağı biliniyor. Türkiye'de devlete para vermek,
burjuvaları yalnızca kısa vadede biraz rahatsız
eder, uzun vadede ise sorun yoktur, devlet her
zaman onların hizmetinde ve emrindedir. "devlet
müdahalesi" konusundaki şu malum liberal
yakınmalar aslında kocaman bir yalandan ibarettir.
İşin bir başka yanı da var: Özal'dan sonra literatüre
giren bir "yastık-altı kaynağı" deyimi
vardır. Daha çok orta sınıfların tasarrufları
ya da küçük mülkleri, emekli ikramiyeleri vb.
gibi çeşitli kalemlerden oluşan küçümsenemeyecek
bir kaynak sözkonusudur ve 80'denberi bu kaynağın
piyasaya, dolayısıyla da sermayeye akması için
elden gelen herşey yapılmıştır. Bugün de bu kaynağın
yeniden vantuzlanması sözkonusudur.
Böylece hem atıl kaynaklar ekonomiye sokulmakta,
hem de bu yolla orta-sınıfların sisteme entegrasyonu
pekiştirilmektedir. Bir rantiye tabakası yaratılmıştır
ve yaratılmaktadır. Kendilerini de düzenin bir
parçası sayan böyle bir tabaka politik olarak
oligarşi açısından büyük avantajlar sağlamaktadır.
Kaldı ki, Dünya Bankası'nın raporunda yeralan
"atılan işçilere tazminat verilmesi"
düşüncesi de bir ölçüde böyle bir mantığa yaslanmaktadır.
Bu para kaynağının sonuçta atıl kalmayacağı ya
hisse alımlarıyla ya da normal piyasadan geri
döneceği varsayılmaktadır.
Ayrıca, özelleştirme sorununa bir başka açıdan,
propagandasının yapıldığı tarihsel konjonktür
açısından da bakmak gerekiyor.
Son yılların uluslararası plandaki olayları biliniyor.
Bir büyük fırtına yaşanmış, "yıkılan duvarlar"
ve "çöken sosyalizm" edebiyatı burjuva
medyasının pompalamasıyla zirvesine erişmiştir.
Bütün bu karmaşa içerisinde kapitalizm kendisini
insanlık tarihinin sınavında "başarılı"
(!) ilan etmiştir. Bütün sürecin esas teması ise
"kamusal olan her şey kötü, özel olan her
şey iyidir" biçiminde kendini ortaya koymuştur.
Sabahtan akşama, akşamdan sabaha kitlelerin bilinçaltına
pompalanan "yükselen değerler" sistemi
budur. Kamusal işletmelerin her zaman kötü ve
hantal olduğu, özel işletme sisteminin ise rasyonel
ve verimli olduğu fikri her gün kafamıza sokuşturulmaktadır.
Kuşkusuz KİT'lerle bunun somut bir ilgisi yok.
Sonuçta KİT denildiğinde sözkonusu olan kapitalist
devlet işletmeleridir.
Ama genel bir imajdan, pompalanan bir imajdan
sözediyoruz. Sosyalistler özelleştirmeye karşı
çıkarken, KİT'lerin devamını savunan devletçi
bir konuma düşmemeli ama daha derinlikli düşünerek
özel mülkiyete karşı sağlam saldırı zeminleri
yaratarak bunları teorik olarak inşa etmelidir.
Medya pompalamasının yarattığı "özel mülk"ün
zaferi (!) imajı cepheden bir saldırıyla karşılanmalıdır.
Bu noktada, sınıfa ve devrimcilere düşen hükümetin
"özelleştirme" operasyonuna karşı çıkmak
ve bu karşı çıkışı kalın çizgilerle aklı evvel
köşe yazarlarının "devletçi" tutumundan
ayırmaktır. "Özelleştirme"yi tırnak
içine almak da bu yüzden gereklidir. Bu haliyle
KİT'lerin sanki toplumun malıymış gibi lanse edilmesindeki
sahtekarlığı açığa vurmak gereklidir.
Öte yandan, devrimcilerin zaten "siyasi gerçekleri
açıklama" gibi temel bir görevi vardır. Devrimci
örgütün görevi, her toplumsal muhalefet kaynağından
hareket ederek genel devrimci ivmeyi biraz daha
yükseltmek ve alabildiğince düzen dışı arayışlara
çekmektir. Burjuvazinin bir politik programına
karşı ajitasyon yapmak ve tepkiyi şekillendirmeye
çalışmak somut bir görevdir.
Yoksa, sınıfın yoksullaşarak daha çok radikalleşeceği
doğru bir varsayım değildir. Daha doğrusu düzen-dışı
alternatiflere kayma anlamında bir radikalleşme
kendiliğinden gerçekleşebilir bir olgu değildir,
siyasal iradenin müdahalesini gerektirir. Aksi
halde, tam tersine daha fazla çürüme ve düzen
partilerine yedeklenme de mümkündür.
Öyleyse, görev açıktır. Sınıfa karşı açılmış olan
savaşa karşılık verilmeli, saldırı cepheden karşılanmalı,
tepki şekillendirilmelidir. Ve öteyandan aynı
tepki siyasal olarak da doğru biçimlendirilmelidir.
|