Devrimci sürecimizin gelişimi
ve genel program içinde varılan her kilometre
taşı herkese çok önemli yeni görevler yüklüyor.
Süreç en çok da uzun vadeli perspektiflerle konumlanmış
insanı ve böylece bir siyasal psikolojik şekillenişi
gerekli kılıyor. Bu şekilleniş, yani kendini olağanüstü
zorlayan disiplinli insan tipi bugün hayati sorunumuzdur,
yaşam kaynağımızdır.
Çok enerji-az verim ! Artık bu denklem değişmek
zorundadır. Değişme ise doğru halkaların hem genel
düzeyde, hem de tek tek her insanımızın kafasında
yakalanması ile mümkündür.
"BUGÜN" DEN YARINA AKAN
Bir örgütün yaşamı, birbirine eklenen, daha doğrusu
birbiri içinden doğarak kendini ortaya koyan aşamalar
zincirinden ibarettir. Ve her yeni aşama, kendisine
gerekli olan ilişki biçimlerini süreç içinde yaratır,
yarattığı ölçüde de başarılı olur.
Tek tek insanların bireysel ufukları, kuşkusuz
her zaman kollektif bir bellek olan örgütün ufkundan
daha sınırlıdır. Tek insanın ufku, elbette içinde
devindiği örgüt yapısının bir parçasıdır, o yoğunluğa
kattığı bir unsurdur; ama öte yandan bu yoğunluğun
yarattığı bileşke her zaman daha geniş açılı olarak
gerçekleşir.
Bizlerin -pratikte çalışan devrimci insanları
kastediyoruz-, bu geniş açılımlı ufku bazen kendi
dar pratiğimiz içinde tam algılayamadığımız olur.
Nihayetinde, günlük görevlerin birbirine eklendiği
bir zeminde durulan yer, sürecin bütünü üzerine
çok geniş perspektifli bir bakışın imkânlarını
kısıtlar. Ve bazen, bugün yaptığımızın yarına
yönelik olarak neye tekabül ettiği konusunda bir
düşünsel akış zayıflaması yaşanır. Yapılanı kendi
çerçevesi içinde algıladığımız olur. Bugün yapılan
küçük bir eğitimin, yazılan bir raporun, kurulan
bir ilişkinin, oluşturulan yeni bir yöresel birimin
nasıl bir genel planın parçası olduğu dar pratikte
pek kavranmayabilir. Olumluluklar ve olumsuzluklar
içinde, yetişme tarzımız ve kültürel şekillenişimiz
için de bu böyledir. Oysa, bugün yaratılan alışkanlıklar,
refleksler ve şekilleniş yarına akan bir sürecin
unsurlarıdır ve yarın, o şekillenişin üzerinde,
onun sağlıklılığı oranında kendini ortaya koyabilecektir.
Bu anlamda, ayrı ayrı aşamalardan, başlayan ve
biten olgulardan değil, kesiksiz bir süreklilikten
sözetmek gerekir. Sözkonusu olan, bugünün yarını
belirlediği bir akıştır.
Hareketimiz, kendi geleneğiyle yeni kuşakların
zenginliğini birleştirmeye çalıştığı, adım adım
geleceğin ilmeklerini ördüğü bir süreçten geçti,
geçiyor. Bazı kilometre taşları gerilerde kalırken,
bazıları hala önümüzdeki yolda dikili duruyorlar.
Böylesi bir akış içerisinde gerçekten de başlangıçlardan
ve bitişlerden sözetmek çok anlamlı değil. Ama
öte yandan, ufukta görünen geleceğin daha ağır
görevleri, daha büyük bir özen ve disiplin düzeyini
gerektirdiğini söylemeden geçmek vurguyu eksik
bırakmak olacaktır. Çünkü kesiksizlik-süreklilik,
yarının bugünden farkını ortadan kaldırmıyor.
Yarının bugünden farkı var. Gerçekten de ufukta
görünen daha fazla "zor"dur, zorluktur.
Bugün yaşananın kolay olduğu anlamında değil,
ama yarın yaşanacak olanların bugünkü ilişkileri
ve yapıyı zorlayacak bir basınca yol açması anlamında
zorluktan sözediyoruz. Bugün atılan her ilmek,
kurulan her yapı, yarının artan basıncında zorlanacak,
kendi sınavını verecektir. Bugün doğru yapılan
her şey yarın yaşam kaynağımız olurken yanlış
yapılan her şey de varlığımızı riske sokacaktır.
Kuşkusuz toplumsal harekette, bir köprü inşaatında
olduğu gibi kılı kırk yaran statik hesapları yapamazsınız,
hangi ayağa hangi ölçüde yük bineceğini tam bir
kesinlikle saptaymazsınız. Ama yinede, kurduğunuz
her yapının neye ne kadar dayanacağını düşünür
ve daha yüksek dayanıklılık düzeyleri, daha sağlam
harç ve tuğla biçimleri ararsınız. Aradığınız
dayanıklılık düzeyi, uzun vadede önünüze koyduğunuz
planla ilgilidir.
Bunu yapabilmenin imkânları da vardır. Çünkü,
bütün bütüne birikimsizlik sözkonusu değildir.
Geçmiş deneyim ve bugünün gözlemlenişi, bize gerçeğe
oldukça yakın kestirmeler yapma fırsatı vermektedir.
Kesin olan şudur: Geleceğin "zor"u ve
zorluğu, yalnızca konuyla ilgili alanları ve kesimleri
kapsamayacaktır. Sözgelimi silahlı mücadelenin
belli bir yükselişi yalnızca bu savaşım biçimiyle
görevli sektörler ya da kesimler üzerinde bir
baskı yaratmayacak, yapının bütünü üzerinde genel
bir basıncı getirecektir. Basınca dayanma ve korunma
da yalnızca ilgili sektörü ilgilendirmeyecektir.
Üstelik, korunma, özelikle demokratik alan için
söylersek, "kapanma" ya da "geri
çekilme" anlamına gelmeyecektir, gelmemelidir.
Elbette yapının kendi gövdesini kontrol-dışı kılan
önlemleri sözkonusudur ve bunlar bütün alanlar
için gereklidir. Ama basınç karşısındaki dayanıklılık
ve korunma, esas olarak kendi soluk borularımızı
kesmeyen yollar bulmak zorundadır. Baskıya karşı
kendini dayatarak varlığını sürdüren, geliştiren,
düşmanın saldırısının her dozuna karşı kendini
ayarlayabilen, giderek saldırı altında yaşamayı
bir alışkanlık haline getiren bir kitle hareketinden
sözediyoruz.
Bu, tamamen yapı ve ilişkilerin bugünden böyle
bir perspektifle ele alınmasına, ama herşeyden
önemli olarak da yapı insanının böyle bir siyasal
psikolojiyle şekillenmesine bağlıdır. Basınç,
basıncı azaltacak davranışlarla değil, onun artan
dozlarına dayanabilecek ilişki sistematikleri
ve insan yapısıyla aşılacaktır. Bu, kendisini
devrimci hareketin ön cephesinde konumlandırmış,
orada olmanın sonuçlarına vakıf bir insan tipolojisidir
ve bu insanların ilişkileridir.
Bugün derdimiz budur ve bugün yapılan herşeyin
yarınla ilişkili böylesi bağlantılarını unutmak,
gerçek bir siyasal körlük anlamına gelecektir.
DİSİPLİN VE FORMASYON
Öte yandan, bugün yapılan bir yanlışın ya da bir
gevşekliğin büyük felaketler yaratmıyor oluşu
kimseyi rahatlatmamalıdır. Devrimci hareketimizin
her insanı yüzünü geleceğe döndürmeli, bugünle
geleceği bir bütün olarak kavramalı, kendini böyle
konumlandırmalıdır. Devrimci hareketin hiç bir
alanı, hiçbir süreci başka alanlardan, başka süreçlerden
daha fazla hataya açık değildir. Yanlış, her zaman
şu yada bu biçimde bir sonuç yaratır.
Ve zaten aslında devrimci insan kendi konumunu
mücadelenin sektörleri açısından sabit görmemelidir;
herhangi bir kesimde bugün aldığı yerin değişebileceğini,
bunun tamamen mücadelenin ihtiyaçları ile ilgili
olduğunu farketmelidir. Kendi zihninde baştan
itibaren böyle bir mantık şekillenişi kurmalıdır.
Bu, çok önemlidir; çünkü nihayetinde sözkonusu
şekilleniş formasyon olayına denk düşer. Parti
literatürümüzde "Politik ve Askeri Liderliğin
Birliği" ilkesi olarak formüle edilen kavramın
tam da THKP tüzüğündeki "formasyon"
kavramına uygun düştüğü iyi anlaşılmalıdır. Tüzük'teki
"devrimci mücadeleyi her seviyede yürütebilecek
asgari marksist formasyon" nitelemesi gerçekten
de komplike bir devrimci insan tipinin çizilişidir.
Bu tanım, uzmanlaşmanın reddi değil, onun çerçevesinin
asgari zemininin saptanmasıdır. Bir nitelik arayışıdır.
Ve bu çerçeve, uzmanlaşmayı belli alanlardaki
"eksiklik"lerin değil, belli alanlardaki
"fazlalık"ların bir tezahürü olarak
algılar. Sözkonusu olan, "bir işi yapamamak"
değil, genel seviyedeki yeterliliğin "artı"sı
olarak "bir işi daha iyi yapmak" tır.
Devrimci bir örgütün mevzilendirme politikası
insanların "eksiklik"lerininin tesbiti
üzerine değil, "yeteneklerin"in tesbiti
üzerine kurulur. Devrimci insan öncelikle kendini
her düzeyde yetkinleştirmekle görevlidir; bu sürekli
ve bitmez tükenmez bir öğrencilik sürecidir; şu
ya da bu zaman diliminde, şu ya da bu alanda konumlanmak
ise bu yetkinliğin bir devamıdır.
Esasen, "görevin küçüğü büyüğü yoktur "tarzında
ifade edilen ve yerli yersiz çok söylenegeldiği
için de biraz içi boşalan örgütsel kural tam bu
formasyon olayı ile ilgilidir. Gerçekten de görev,
kendi ciddiyetini içerir, devrimci mücadele içinde
yapılan herşeyin ciddiyeti onun bünyesinde içselleşmiş
olarak vardır. Genel olarak yapılan şeyin, yürütülen
o kocaman kavganın bir parçası olan her gündelik
iş, kendi önemini genel olandan alır. Kendi dar
bakışımızla yaptığımız "büyük iş-küçük iş"
sınıflamaları ve bu sınıflamaları yaparken kullandığımız
ölçüler iktidar yürüyüşünün genel çerçevesi açısından
çoğu kez anlam ifade etmez. Çünkü devrimci mücadele
binlerce ilmeğin, çabanın, görevin bileşiminden
oluşur ve onun tek bir parçasının bozuluşu genel
bir doku bozulması anlamına gelir.
Dolayısıyla, bir "küçük" işi yeterince
iyi yapamayanın, bir "büyük" işi daha
iyi yapabileceği varsayımı devrimci mücadelede
yapılabilecek en kötü varsayımdır. Sözgelimi,
bir dernek çalışmasında başarılı olmayan insanın,
kendini, kendince daha "zor" ve "önemli"
saydığı başka alanların adayı olarak görmesi çok
sağlıklı değildir. Hareketimizde (olumsuz anlamında)
"profesyonel eylemci" tipini üreten
dönem kapanmıştır, kapanmalıdır. Kendinden menkul
insan yapısı aşılmak zorundadır. Politika alanında
"hal ve gidiş" notu kırık olduğu halde,
örgütleyici politik seviyesi düşük olduğu halde,
"askeri yetenek" lerini konuşturan "eylemci"
tip mantalite olarak kafamızda bitmelidir. Bu
tiplemenin dayanıksızlığı da zaman içersinde görülmüştür.
Kuşkusuz "gerilla" her zaman herkesin
hayalini süslemiştir ve bu durum bizim hareketimiz
açısından hiç de sağlıksız değildir. İnsanımızın
kendisini "politik mücadelenin en üst biçimine
göre programlaması yanlış değildir.
Ama, tam da tanımlanışında söylendiği gibi silahlı
mücadele "politik mücadelenin en üst biçimi"dir
ve genel olarak politik yeterliliği olmayanın,
böyle bir formasyonu yakalayamamış insanın, "gerilla
sınıfı"nda daha başarılı olacağı tezi doğru
değildir.
Kaldı ki, gerilla, hiç de sanıldığı gibi salt
bir teknik-askeri yetenek sorunu değildir; özünde
başka alanlar da böyle salt teknik nitelikleri
önsel olarak gerektirmezler. Sonuçta bütün bunlar
öğrenilebilir şeylerdir. Doğal yetenekleri ve
kişilik yapısından gelen özel yatkınlıkları reddetmiyoruz,
ama bütün bunlar bir politik formasyonla birlikte
anlamlıdır. Sözgelimi, gerilla alanı için sözkonusu
olan çok teknik-akademik bilgi değil, ama bunlarla
birlikte taş gibi bir soğukkanlılık ve duru bir
siyasal sağduyudur. Ki, örneğin demokratik alanda
da gerekli kararları hızla verebilme sorunu vardır.
Ve her durumda sağduyu, soğukkanlılık, örgütsel
tecrübe gereklidir. Yani bunları işin zeminidir;
teknik eğitim ise genelde "aynı davranışların
yinelenmesi" yoluyla bunların refleksleştirilmesi,
varolan yeteneğin sistematize edilmesidir.
Formasyon ve disiplin konusunda sözederken tekrar
tekrar vurgulanması gereken nokta, her yaptığımız
şeyin genel düzey ile bağlantısı ve kendi yaşamımızın
nasıl bir genel yaşamsal organizmanın parçası
olduğunun bilince çıkartılmasıdır. Bu vurgulama
çok önemlidir; çünkü geçmişte hareketimizin en
zaaflı yanlarından biri, dar pratiğe gömülmek
biçiminde tezahür etmiştir. İnsan yapımız, kendi
birimi, alanı, bölgesi içindeki pratik görevlere
öylesine gömülmüştür ki, çoğu zaman bu pratiğin
hızı içerisinde, yaptığı işin nasıl bir genel
yürüyüşün parçası olduğu konusunda bilinç bulanıklığı
yaşamıştır. Fiziksel anlamda olağanüstü önemdeki
eylemleri gerçekleştirip çok doğru çalışmalar
yaptığı halde, çoğu insanımız, bütün bunları genel
bir iktidar perspektifiyle, kapsamlı bir bakış
açısıyla kaynaştıramamış, birçok durumda salt
önündeki olguları görür olmuştur. Niyet itibarıyla
kesinlikle durum böyle değildir ama somut pratiğin
çoğu zaman ortaya çıkardığı objektivite budur.
Böylece, bir yandan ufuk darlığından ötürü genel
düzeyde politikalar üretme yeteneğimiz sınırlanmış,
öte yandan da tek tek insanlarımız kendi işini
iyi yapan ama politik kapasitesini artırmayan
bir durumda kalmışlardır.
Sonuçta genel ile bağlantıyı zayıflatan bu darlık
disiplinli çalışmayı da zaafa uğratmıştır. Kendini
kendi yaşadığı ile sınırlayan insan, yanlışların
ve doğruların devrimci mücadelenin bütününe yansıyan
sonuçlarını gözden kaçırmıştır.
Bugün yeniden ve özenle vurgulanmalı: Devrimci
mücadelenin disiplini, onun bütün ilmeklerine,
bütün kesimlerine ilişkindir. En küçük randevudan
en büyük eylemlere dek bu böyledir. Bugün bir
randevunun aksatılmasının, bir belgenin geç iletilmesinin
anlık durumda ölümlü kalımlı sonuçlar yaratmıyor
oluşu, bu yanlışların yarını sakatlama potansiyelini
azaltmaz. Çünkü bu bir kültürdür, bir şekilleniştir.
Disiplinli ve sağlam çalışma devrimci pratik içinde
kazanılan birşeydir. Devrimci mücadelenin bizzat
kendisi akıp giden hayata müdahaledir, onun seyrinin
zorlanmasıdır ve dolayısıyla devrimcileşmek de
zorlanmak, eski biçim ve alışkanlıkların aşılmasıdır.
Devrimci olmak "normal" hayatın "normal"
seyri içinde mümkün olabilen birşey değildir,
bu seyrin olağanüstü bir iradeyle zorlanmasıdır.
Bütün bunlar, kazanılan şeylerdir ve kazanırsanız
bir kültür, bir alışkanlık kalıbı olarak içkinleşir,
sizde kalır; bugün bir kesimde kazanırsınız yarın
yeni bir alanda zenginleştirirsiniz. Bugün kazanılmayanın
yarın zor bir durumda "kendiliğinden"
oluşacağını beklemek hayaldir. Bugün ne yapıyorsanız,
yarın da onu yaparsınız. Ve bugün ya da yarın
yaptığınız her yanlış sonuçta kısa ve uzun vadeli
sonuçlar yaratır.
Özellikle de güvenlik öyledir ki, onun riske girmesi
için iki ya da daha fazla yanlış gerekmez. Çoğu
kez tek bir özensizlik, tek bir gevşeklik yapıyı
çökertebilen bir basıncın yolunu açar.
Basınç, olağandır. Kayıplar da öyle...
Ama basıncın tersine olarak "kayıplar"
azaltılabilir. Disiplin ve nitelik seviyesinin
yükselişi, kayıplar ve darbeler eğirisinde kesin
bir düşüş anlamına gelir. Bu, negatif yönden defalarca
kanıtlanmıştır; bugünün sorunu aynı kanıtlanmanın
artık pozitif farzda gerçekleştirilmesidir.
DEMOKRATİK ALAN: ESNEKLİK Mİ GEVŞEKLİK Mİ?
Her alanda gerilla ruhuyla, gerilla tarzıyla çalışmak...
Eğer bir sloganlaştırma yapacaksak, böyle diyebiliriz.
Sorun elbette gerillanın özgün çalışmasının her
alana taşınması değildir; ama burada sözü edilen
şey ruhuyla, disipliniyle, ihlali felaket doğuran
kendine özgü kurallarıyla çalışmaktır.
Bu, en çok da demokratik alan ya da açık alan
olarak adlandırılan kesim için geçerlidir. Demokratik
alan hareketimiz için hayati öneme sahiptir. Ve
bu hayati öneme karşın sözkonusu çalışma tarzı
en çok el yordamıyla yürüdüğümüz, en çok acemiliğini
çektiğimiz alandır.
En önemli olan şey, alanın kendi mantalitesinin
ve oyun kurallarının kavranması, sindirilmesidir.
Genelde kendi geçmişimizde kısa vadeli, dar bakış
açılarının, ya da sübjektif niyet bir yana pratikte
darlığın varolduğu söylenebilir. Demokratik alan,
çoğu kez başlıbaşına bir olgu olarak değil, kısa
vadeli devşirme zemini olarak algılanmış, onun
kendi mantığınca yürünememiştir.
Daha doğrusu, "bütün diğer mücadele biçimlerinin
silahlı savaşa hizmet" etmesi biçimindeki
yerinde tesbit yapılmış ama bu "hizmet"in
biçimleri ve temel mantığı çok iyi oturtulmamıştır.
Bunun birebir değil, dolayımlı bir hizmet olduğu,
demokratik alanın kısa vadeli "hasat"larla
köreltilen değil uzun vadeli-kalıcı bir zenginlik
kaynağı haline getirilen bir alan olması gerektiği
tam kavranamamıştır.
Bugün, legal alan dediğimizde, artık anladığımız
olgu, kendi üslubu, programıyla, tarzıyla yürüyen,
silahlı mücadelenin soluk borularını açan ama
bu soluk sorununu da bir yudumluk olarak algılamayan
bir yapıdır. Kendi kulvarında yürüyen ve yürürken
temel mücadele biçimine hem genel politik anlamda
hem de kadrosal anlamda zenginlik kapıları açan
bir çalışma tarzından sözediyoruz. Herşeye uzun
vadeli perspektiflerle bakmamız artık bir zorunluluktur.
İktidarın fethini ciddiyetle önüne koymuş bir
hareket, her alandaki biçimlenişlerini bu ciddiyete
uygun olarak ele almak zorunluluğuyla karşı karşıyadır.
Bu anlamda, demokratik-açık alan hiç de daha az
ciddiyet ve daha az disiplin gerektiren bir alan
değildir. Çalışan insanlar açısından da daha düşük
formasyon gerektirmez. Tam aksine, bu alan, her
zaman bir savaş örgütünün zayıf karnı olarak algılanır
ve düşmanın en çok yüklendiği alandır. Her durumda
en sağlam tutulması gereken alandır.
Üstelik, bu alan düşmandan geri çekilerek korunabileceğiniz
bir alan değildir; korunmak, ancak çalışma ustalığı
ile mümkündür. Daha az cesur olunması gereken
bir alan da değildir. Tam tersine, daha çok cesaret,
insiyatif ve soğukkanlı ısrar gereklidir, basıncın
her artış düzeyine dayanabilecek bir malzemeden
inşa edilmesi gerekir.
Kuşkusuz yasallık ve meşruiyet tartışılır, ayrı
şeylerdir. Ama her ne olursa olsun çalışılan alan
düşmanın yasallığıyla denetim altına alınmış,
onun yarattığı atmosferde, bu atmosferi zorlayarak
oluşturulan zeminlerde yürüdüğümüz bir alandır.
Böyle bir kontrol alanı içinde çalışılır. İllegalitenin
kontrol-dışına çıkmak anlamında bir özgürlük alanı
olduğu söylenir ve doğrudur. Açıkta ise koşullar
daha zordur ve aynı özgürlüğü ancak disiplinli
bir çalışma ile yakalayabilirsiniz.
Bu anlamda bir paradoks gibi görünsede aslında
legal alan illegaliteye en fazla özen gösterilmesi
gereken alandır. Çünkü, legal alanda yapılan şey,
düşmanın gördüğü şeydir. Politik mücadele açıktır,
doğrudan cephe cepheye durulur. Ama görmek ve
çözmek ayrı şeylerdir. Kontrol dışı çalışma bu
alanda düşmanın görmediği çalışma değildir, onun
çerçevesi dışında, dağbaşında değilsindir. Bu
çerçevenin, gözlem alanının içinde çalışmak ve
görülen ama kavranamayan, ilişkileri algılanamayan
bir çalışma tutturmak, zorlu bir dengedir. Ve
tamamıyla disipline dayalıdır. Açıklık apaçıklık
anlamına gelmez, esneklik de gevşeklik anlamına
gelmez. Bu alanda ne insanları, ne de eylemlilikleri
gizleyemezsin. Korunma adına esnekliğini azaltıp,
kapsayıcılığını ortadan kaldıramazsın. Kitle hareketi
yapısı gereği mümkün olduğunca geniş olmak zorundadır,
zaten ihtiyaç duyulan da bu genişliliktir.
Genişlik ve darlık... Bunlar alanın temel bileşenlerdir.
Ayrıca, zaten bu alan düşmanın hiç sızmadığı bir
alan da değildir. Esnekliği ve genişliğiyle sızmaya
uygundur. Böyle riskli bir alan ise ancak ciddi
bir sistematik ve içselleşmiş disiplinle düşmandan
korunabilir. Genişlik ve darlık bir bütündür,
genişlerken korunmak gibi zorlu görevler sözkonusudur.
Ayrıca eklenmeli, alanın olağanüstü bir çalışma
disiplini gerektirmesi salt güvenlikle de ilgili
değildir. Alan, doğası gereği devrimci çevrelerin
ve bizim çevremizin en çok algıladığı alandır.
En küçük aksaklığın izlendiği alandır, her yanlışın
alanıda sonuç yarattığı, hareketimizi ve hatta
bazen genel düzeyde sosyalist hareketi etkilediği
bir alandır. Dolayısıyla, alan en az hata kaldıran
alandır.
Disipline en çok gerek duyulan alandır.
Her alanda gerilla tarzıyla çalışmak...
Gereksinmemiz budur.
Ve unutmamak gerekiyor: Bir şeyin görülmemesi
için varolmaması gerekir!
Bizim varolmama pahasına kendisinin görülmesini
engelleyen bir çalışmaya değil, varolan, varlığını
büyüten, ama varoluşunu uygun tarzda biçimlendirerek
koruyan bir çalışmaya ihtiyacımız var.
ZOR OLANI YAPMAK....
Devrimci çalışmada kollektivite ve en kesin merkezi
uygulama...
Bugün, en yakıcı sorunumuz bu ikisinin tam bir
kaynaşma noktasının yaratılmasıdır.
Baştan biliyorduk, herkesin de bilmesi gerekiyor:
biz zor olanın peşindeydik, zor olanın peşindeyiz.
Sosyalist pratiğin tarihini ele alışımız ve Marksist
kavrayışımız bizi kolay örgütsel anlayışlardan
sıyırıyor ve güç kurulabilir dengelerin üzerine
oturtuyor. Geçen sayımızda "Marksist Leninist
örgütlerde Yapı İçi Demokrasi Sorunu ve Devrimci
Hukuk Üzerine" yazımızda belirli ölçülerde
açmaya çalıştığımız anlayış budur. Zorluk, kollektivite
ve merkeziyetçi uygulamanın birbirini zedelemeyen
bir yaklaşım içinde kavranmasından geliyor.
İnsanımızı geliştirmeyen bir "hız",
ya da bütün faaliyeti hantallaştıran çarpık bir
tartışma kulübü havası...
Kendimizi bu ikisinden birini seçmek zorunda hissetmiyoruz.
Merkeziyetçiliği istiyoruz. Hem uygulamanın kesinliği
ve yukarıda aşağıya yayılışı anlamında, hem de
merkezi belleği her gün somut bilgilerle besleme
ve böylece kararları objektifleştirme anlamında...
Zordur, ama bu gereksinim ile kollektif çalışma
arasında dengeli bir ilişki yaratılmalıdır.
Özellikle demokratik alan, politikanın en canlı
biçimde yaşandığı; kitlelerle, başka siyasal çevrelerle
yoğun ilişkilerin geliştirildiği zemindir. Bu
alan (insanlarımızın çoğunun kafasındaki yanlış
anlayışın aksine) insanın en çok geliştiği, politikayı,
politik insiyatifi öğrendiği, kararlar verip bu
kararların sonuçlarını gözlemlediği alandır. Karar-sonuç
sürecinin kısalığı ve çalışmanın açıklığı böyle
bir soyutlama -somuta uygulama- yeniden soyutlama
sürecinin imkanlarını sağlar. Gözlem imkanları
geniştir, politik bilgilenme koşulları daha yaygındır.
İllegal yaşamın bazen çok güçlükle yapılabilen
buluşmaları ve toplantıları ile kıyaslanırsa daha
çok tartışabilme, kararları-düşünceleri daha çok
zenginleştirebilme imkanları vardır, ki gerçekte
bu insanımızın da zenginleşmesi anlamına gelir.
Kollektif çalışma tarzı, her an, her gün doğal
olandan formel olana; kişisel insiyatiflerden,
insanı çok geliştirmeyen tekil sorumluluk uygulamalarından
komite'ye geçiş sürecidir; hayata uygulanışı da
ancak böyle mümkündür. Bu çalışma tarzı bizim
yaşam kaynağımızdır, onsuz yapamayız. Bizi besleyecek
olan; mevcut insan yapımızı geliştirip, alttan
gelen yeni dalgaya sağlam sosyalist gelenekler
aşılayacak olan bu çalışma tarzıdır.
Bugün bu mantık sağlam bir disiplin ve merkezi
uygulama geleneği ile birleştirilmelidir. Artık
hiç bir gevşemeye izin verilemez. Devrimci bir
örgüt, kendi politikalarını ve kararlarını en
kesin şekilde yaşama geçirmekle yükümlüdür, varlığını
böyle sürdürebilir. Kararların yaşama uygulanışı
ise hiç bir şekilde özel kayıtları ya da sorgulayıcılığı
taşımaz, taşıyamaz. Uygulama noktası, her şeyin
en kesin olduğu, tartışma unsurunu içermeyen noktadır.
Belli bir durgunluk sürecinde insanımızın örgütsel
reflekslerinin zayıfladığı, pelteleştiği, "yarın
yaparımcı" bir pratiğin geliştiği biliniyor.
Özellikle demokratik alanın görünüşte acı sonuçlara
yol açmayan yapısı merkezi uygulamada zayıflıklar
yaratmıştır. Uzun yılların çok düzenli yaptırımları
olmayan örgütsel sürecinde belli alışkanlar kökleşmiştir.
Tekil insiyatiflerin tekil ölçütleri yarattığı
da gözlenmiştir. Kişisel üsluplar çoğu kez genel
çerçeveyle çatışabilir olmuştur.
Kuşkusuz devrimci insanın üslubu vardır ve uslup
insanın kendisidir. Zaten istediğimiz, kendini
bir örgüt gibi düşünen, her koşulda ayakta kalıp
devrimci yaşamını sürdüren, kişiliği oturmuş,
bu kişilik ile örgütsel kimliğini barıştırmış
insandır. Zor günlerde, kalabalığın uzağına düştüğünde
deforme olan vasat insan tipini istemiyoruz.
Ama bu her şey değildir. Üslup ve insiyatif kendinin
örgütsel şekillenişle, merkezi işleyişle uyumlu
kılmak, onun çerçevesinde gelişmek zorundadır.
Yeniçeri başıbozukluğu üslup değildir, insiyatif
değildir.
Sağlam disiplin ve merkezi uygulamanın kesinliği
yaşamsal ihtiyaçtır.
İnsanı hıza kurban edemeyiz ama hızdan da vazgeçmemiz
mümkün değildir.
Bugünün sorunu budur ve bu, bir an önce mümkünolan
en yüksek örgütlülük düzeylerine ulaşmakla mümkündür.
YOLDAŞ KAVRAMIYLA BULUŞMAK.....
Ve bugünün sorunu, her alanda, her yerde (ama
en çok da demokratik alanda) sıradan ilişkilerden,
doğal ya da "yarı-yoldaşça" bağlardan
yoldaşlık ilişkilerine geçiş ve aynı zamanda yoldaşlık
olgusunun yeni bir kavranışının yakalanmasıdır.
Geçmişte reel sosyalistin yönetici kastı tarafından
içi boşaltılmış bir "yoldaş" sözcüğünün
tanığı olduk. Her toplantıda, her konuşmada yüzlerce
kez kullanılan ve kalantor parti bürokratları
arasında artık "sayın" ya da "beyefendi"
anlamında algılanan yoldaşlık kavramı olağanüstü
bir tahribat yaratmıştır. Bu durum özellikle genç
kuşaklarda kavrama karşı alaycı bir tavrı ve yabancılaşmayı
getirmiş, insanlar "yoldaş" sözcüğünün
bu ruhsuz şeklini alaycı bir sıfat olarak kullanmaya
başlamışlardır. Giderek kavramın özüne dek ulaşan
bir deformasyon yaşanmıştır.
Evet, bu lanet olası bürokratik-ruhsuz klişe genç
insanların alayının bin kez haketmiştir! Ama bütün
gerçek bu değildir, gerçek bundan ibaret değildir.
Gerçekte yoldaşlık, bir kavram değil, yaşayan
caplanlı bir ilişkidir, bu ilişkinin adıdır Ekim
günlerinin, Sierra Maestra süreçlerinin yaşayan
ruhudur. Ve öyle ki bu yaşayan şeyi ortaya çıkarmak
için büyük çöp yığınlarını eşelemek gerekmektedir.
Bu yığınların altından çıkan, bilinçtir, sosyalist
insandır, yürek dolusu sevgidir.
Hiç de duygusal edebiyat değil, gerçekten, son
yüzyılda onbinlerce insanın iliklerinde hissedip
uğrunda öldüğü bir gerçekten sözediyoruz.
Sözü edilen, sıradan bir ilişki değildir. Yoldaşlık,
insanlar arasında salt aynı örgütün üyesi olmaktan
kaynaklanan bir "aynı dairede çalışma"
ilişkisi olmadığı gibi, arkadaşlığın sıradan bir
biçimi de değildir.
Aynı yapının üyesi olmak, birlikte savaşmak üzere
konumlanmış olmak kendi başına ve kendiliğinden
insanları yoldaş yapmaz, mekanik bir siyasal ilişki
olarak düşünülemez.
Yoldaşlık arkadaşlığın bir biçimi de değildir.
Daha yüksek bir düzeyden, dünyayı değiştirmeye
soyunmuş insanların bu uğraş sırasında yarattıkları
bir ilişkiden sözediyoruz. İçi, bir dizi yaşanmışlıkla
doldurulabilen bir bağdır bu.
Varolan ve kurulan birşeydir; doğal olanla kurmaca
olanın özgün sentezidir. Birlikte olmanızı sağlayan,
üzerinde devinip olumlu-olumsuz ürünler yarattığınız
bir düzlem vardır. Yoldaşlık, kurulup kendiliğinden
varlığını sürdüren bir olgu değildir; bu düzlem
üzerinde iradi bir çabayla geliştirilip korunan
bir ilişkidir.
Böyle bir ilişki -sıradan dostluk ilişkilerinden
çok farklı olarak- önsel bir tanışma gerektirmez;
en çarpıcı yanı da budur. Kişisel olarak hiç tanışmadığınız
bir insanla (hareketin ihtiyaçları gereği) biraraya
gelir ve çalışırsınız. Kuşkusuz insan ilişkilerinin
nüansları vardır; kişisel frekanslar vardır. Ama
esas olarak da, daha baştan önsel olarak bir belirli
siyasal-psikolojik şekilleniş vardır. Bu şekileniş,
bir örgütün kendine özgü oluşturduğu sosyalist
değerlerin toplamı, bileşkesidir.
"Kişisel güven" kavramının ötesine geçmketen
sözediyoruz. Kuşkusuz ilişki sonuçta insani bir
ilişkidir insanların yanyana gelişidir ve insanların
yanyana geldiği her durumda kişisel boyutlar vardır.
Frekansların kolay ya da zor yakalandığı durumlar
sözkonusu olabilir, yetiştirme tarzından gelen
güçlükler vb. gözlenebilir. Bütün bunlar ancak
iradi bir çabayla aşılabilir ve aşılabilmesinin
çok sağlam bir ön zemini vardır.
Üstelik, yoldaşlık, çatışmasız bir ilişki olarak
algılanmamalıdır. Örgüt, içinde hep olumlu ve
uyumlu ilişkilerin yaşandığı bir gül bahçesi değildir.
Siyasal hayat serttir. Özellikle savaşan bir yapıda
ve özellikle reorganizasyon süreçlerinde bir dizi
olumluluk ve olumsuzluk birarada yaşanır. Bazen
büyük acılarla, büyük kırıklıklar gelir bizi etkiler.
Taşların yerine oturduğu süreçler sıkıntılıdır,
zordur.
Sıradan bir dostluk, çoğu kez doğal olarak yanlışa
dostluk edilmesini getirir. Gerçekten de feodal
dostluğun gereği eğriye - doğruya bütünüyle ortak
olunmasıdır.
Ama biz yeni türden bir ilişkiden, eleştirel ve
acı söylemli bir dostluktan sözediyoruz. İyi ve
kötü durumların paylaşıldığı ama kötü durumlara
müdahalelerin de gerçekleştirildiği bir dostluktur
bu.
Eleştiri, yoldaşlık ilişkilerinin doğal bir bileşenidir.
Parti yapısı, gözlerin gözleri, kulakların kulaklar,
beyinlerin beyinleri tamamladığı bir ilişkiler
ağıdır. Böylelikle yekpare bir güç olunur ve öte
yandan bilinir ki bu yekpare güç yüzlerce farklı
gücün birleşimidir.
Yoldaşlık, eleştirel tavırla anlamlanır.
Ama doğrusu bunu böylece yazıp bırakmak da çok
anlamlı değildir. Yalnızca bu kadarı, bize yeterli
bir çerçeve vermez.
Daha netleşmek için , "eleştiri" sözcüğünün
karşısına bir eşittir işareti koyup "yardım"
sözcüğünü yazmak gerekiyor. Gerçekten de eleştiri
kavramının özü ve kendisi olan bu unsur çoğu kez
unutulur ve eleştiri "yanlış bulunan şeylerin
sıralandığı" bir sözel yığın olarak düşünülür.
Yanlışı (ya da kendimizce yanlış olarak algıladığımız
şeyi) görür, "bu yanlıştır" deriz ve
işimiz biter. Oysa eleştiri, yoldaşlık ilişkisinin
gereği olarak birlikte çalışan insanların birbirlerine
verdikleri omuzdur, yoldaşça yardımdır. Onun görmediğinin
görülmesi ya da aynı olguya bir başka cepheden
bakışla farkedilenin dile getirilmesidir ve çoğu
zaman söze dökülmesi de gerekmeyebilir. Bazen
yanlızca bir bakıştır, tek bir sözcüktür. Bazen
bir yöntemin sunuluşudur, bazen gösterilen canlı
bir örnektir, ya da bazen gerektiği yerde yalnızca
suskunluktur.
Ve eleştiri kavramı yalnızca negatif bir anlam
da içermez. Solun geleneğinde insana böyle negatif
yaklaşan, onun yalnızca hatalarını baz alan bir
alışkanlık vardır. Oysa bir başarıyı, olumlu bir
gelişmeyi de dile getirmek, paylaşmak gerekir.
İnsanımız, yoldaşça ilişkilerin yüksek örneklerini
incelemelidir. Hiçbir şeyi idealize etmemek gerekir.
Ama devrimci pratiğin yüz yılı aşkın sürecinden
süzülüp gelmiş ilişkilerin anıları hiç de boş
hikayeler değildir. Bir CHE - FİDEL kaynaşması,
bir MARX - ENGELS beraberliği çok yararlı örnekler
içerir. Che'nin "SAVAŞ ANILARI" "BOLİVYA
GÜNLÜĞÜ", ya da Marx'ın "BİYOGRAFİ"
si ve Krupskaya'nın anıları ciddi başvuru kaynaklarıdır.
Bu insanların ilişkileri üzerine en çok spekülasyon
üretilen, burjuva yalan üretim merkezlerinin en
çok hedef seçtiği alandır. Ama öyle ki, onlar
bile sonuç olarak çoğu kez bu ilişkilerin kompleksten
uzak ve dopdolu içeriğini teslim etmek zorunda
kalırlar. Gerçekten bu insanlar kendi aralarında
ve çevrelerinde en sıkıntılı ve en mutlu günlerinde
herşeyi paylaşmışlardır. Ne kuru bir politik ilişkidir
aralarındaki, ne de sıradan bir dostluk ilişkisidir...
Ve ilkeli ilişkilerdir.... Biyografi'ye bir açıdan
bakarsanız korkunç uzlaşmaz bir Marx görürsünüz,
belki seçiciliğinin çok aşırı olduğunu düşünürsünüz.
Oysa gerçekte, birlikte yürüdüğü insanlarla ilişkisi
çok yoğundur ve bu yoğunluk her zaman sevgiyle
çatışmayı birlikte barındırır.
Kimse, bütün bu insanların üstün niteliklerini
düşünerek onların ilişkilerinin de ulaşılmaz olduğunu
sanmamalı, bu yüzden örnek alınmalarının yanlışlığı
noktasına varmamalıdır. Sonuçta bütün bu ilişkiler
genel devrimci normları içinde taşır ve o normların
çok nitelikli biçimleridir.
Normlar ise bellidir: sosyalist anlayışın bir
yaşam tarzı olarak içselleştirilmesi ve insanın
bütün ilişkilerini bu yaşam tarzının farklı ilmekleri
olarak geliştirmesi...
NE KADAR ÖZEL?
Biraz hatalı olarak "özel ilişkiler alanı"
biçiminde adlandırılan alan da aslında bu ilmeklerden
biridir.
Yaşamın bu parçası, her zaman devrimci insanın
sorunlar yaşadığı yada "sorunlu" sandığı
bir alan olmuş ve çoğu kez uç noktalarda gezen
bir söylemin konusu olmuştur. Ya kendini "kız
babası", "oğlanevi" yerine koyan
örgütlerin garip müdahale biçimleri yaşanmış ya
da bazen buna tepki olarak tam tersi uçsuz-bucaksız
liberallikler gözlenmiştir. Özellikle genç insanlar,
olumsuz uç örnekler karşısında "örgütün bu
işle ne ilgisinin olabileceği" ya da "bu
çok özel ilişkiye karışılıp karışılamayacağı"
sorularını kendilerine ve çevrelerine sormuşlardır.
Oysa gerçekte bütün terslik, ilişkinin kendisine
doğru bakılmıyor oluşuyla ilgilidir. Her şeyden
önce "örgüt" ve "ben" diye
yalıtık-ayrı yapılar yoktur; örgüt, ben ve benim
gibi insanların birliği, yoğunlaşmış bileşkesidir,
dolayısıyla benim o bütüne karşı doğal sorumluluklarım
vardır. Doğru düşünce akışı budur. Ve bu anlamda
yaşamlarımızın bütün dilimleri birbirimizi ve
birlikte yaratmaya çalıştığımız, yaratmak için
zorluklara katlandığımız o olguyu "ilgilendirir."
Devrimci örgüt ilişkisi içindeki insan artık yalnızca
kendisi değildir; yaşamıyla, olumlu olumsuz ilişkileriyle
kilometrelerce ötedeki yoldaşının bir parçasıdır.
Kendi davranışlarını ve ilişkilerini salt kendisini
ilgilendiren olgular olarak düşünemez.
Burada sözkonusu olan "ailemizin itibarı"
anlamında bir "örgüt prestiji" sorunu
değildir. Basit anlamda bir "prestij"
sorunundan öte, örgüt mantığının kendisi ve insanların
kendilerini algılayışlarıyla ilgilidir.
Dolayısıyla, şeffaf olmayan bir biçim ilişkinin
ruhuna, örgüt'ün doğru kavranışına uygun düşmez.
Kuşkusuz, (söylemek bile gereksiz) insan ilişkilerinde
paylaşılan çok kişisel şeyler kastedilmiyor. Sözü
edilen şey, kendini ve ilişkilerini yoldaşlarından
yalıtık gören mantığın sağlıksızlığıdır.
Konu baştanberi böyle düşünüldüğünde ilişkilere
müdahale de gerekli olmaz ya da yapıların yoldaşça
yardım artık bir "dışsal müdahale" değildir.
Karşımızdaki olgu, sosyalist insandır çünkü. Ve
sosyalist insan, örgütlü bir dönüştürücü olarak
sosyalizmi bütün ruhuna, yaşamının bütün dilimlerine
sindirmiş, sindirmesi gereken insandır. Sosyalizm
onun bütün ilişki biçimlerine, davranışlarına
(kendi uslubuyla birleşerek) yayılmalıdır. Buradaki
aksaklıklar esasen metazori müdahalelerle çok
düzeltebileceğiniz birşey değildir. Eğer ilişkilerde
bir çarpıklık, bir sakatlık varsa, bunu daha genel
bir çarpıklığın tezahürü, nihai olarak meydana
çıktığı nokta olarak algılamak gerekir. Ve dolayısıyla
yoldaşça müdahalenin esas vuruş noktası çarpıklığın
son ortaya çıktığı aşama olan ilişki değil ama
onunla birlikte asıl zemin oluşturan şekillenişteki
eksikliktir.
Yoldaşça yaklaşımdan sözediyoruz, askeri talimatnamelerden
değil. Ve aslında
(çelişki gibidir) yoldaşça yardım "özel"
sayılan alana bütün diğer biçimlerden daha fazla
müdahale edilmesi anlamına gelir. Çünkü bu kez
sözkonusu olan daha içsel ve paylaşımı da içeren
bir müdahaledir.
Bütün sorun, yoldaşlık ilişkilerini başaşağı durduğu
biçiminden alıp ayakları üstüne dikmek ve bütün
ilişkileri yoldaşlık ilişkisinin, kazanılmış örgütsel-sosyalist
kültürün tezahürü gibi algılamaktır.
Yeni tür bir insan... Ve devrimci olmayı kafasına
koymuş, bu insanın kendini hergün yetkinleştirdiği
o bitmez tükenmez süreç... İnsan gibi insan olmaktan
sözediyoruz. Ve bu insan, insanca olan herşeyi
yaşayacaktır. Devrimci yaşam, bütün bu insanca
yaşam kesitlerinin engellenişi, ertelenişi değil,
onların yeniden biçimlendirilişidir.
YOLDAŞLIK İLİŞKİLERİ Ve "ÖNDERLİK KURUMU"
Bizim kültürümüzde "önderlik kurumu"
da yoldaşlık ilişkilerinin içinde ve onun devamı
olarak algılanabilir bir olgudur.
Hareketimizde hiç bir zaman "Yaşasın Önderimiz...."
söylemi varolmamıştır ve varolmamalıdır. Ne hareket,
ne de onun bir parçası tek tek insanlar böyle
bir gereksinmeyi hissetmemelidir.
Kuşkusuz, her devrimci harekette bazı insanlara
karşı yoğun bir sevgi ve güven duyulur. Çoğu kez
böyle bir sempati ve hatta karizma denilen riskli
bir kavram da sözkonusu olur. Bunlar çok olağanüstü
ve çok sağlıksız durumlar değildir. Ama esas olan
bir kurum olarak, yaşayan bir organizma olarak
örgüte güvendir. Ve öyle ki, bu, parçası oluşumuzdan
ötürü kendimize güvendir.
Kendine güven! işte anahtar sözcük budur! kendine
ve bir kurum olarak parçası olduğun, senden oluşan
örgüte güven!
Burada sözkonusu olan, artık müesseseyi atlayıp
geçen, onun yerine kendini ikame eden özel bir
güven değil, yoldaşlık ilişkilerinin bir yansıması
olan, onun dışında gelişmeyen bir güvendir. Ve
bu güven sağlıklıdır, kayıplara ya da düşkırıklıklarına
karşı dayanıklıdır; içinde fetişizmi barındırmaz.
Sağlıklıdır, çünkü fetişizm öyledir ki, tek bir
düzeyde kalmaz. Yanlış bir kültürel şekilleniş
olarak her düzeyde, en üstten en alta kadar daha
küçük-orta boy fetişler yaratır. Ve bu, daha baştan
kişilerin doğrularına-yanlışlarına kendini bağlamış
bir hareket yaratmak demektir.
İnsanlardan oluşan bir yapı olarak örgüt, bireylerin
özgün rollerini reddetmez. Ama öte yandan örgüt,
bir orkestra, bir koro gibi olmalıdır. Bir koro
içinde solistlerin de varolduğu, bunun gerekli
olduğu çok açıktır, sorun bir bütün olarak müziğin
ortak olması ve korodaki ses kaynaşmasının sağlanabilmesidir.
Kendine güven! Anahtar sözcük gerçekten de budur.
Marksizme, örgüte, yoldaşlara güven duymak, bu
güveni temellendirmek... Bizim kültürümüze uyan
ve geliştirmek istediğimiz anlayış böyle kavranmalıdır.
BİR SAVAŞ ÖRGÜTÜNE DOĞRU YÜRÜRKEN....
Devrimci örgütler kendi gelişim süreçlerinin belli
noktalarında durup "aynaya bakmak" zorundadırlar.
Bu, sanıldığı kadar kolay değildir. Geçmişi eleştirmek
çoğu kez daha kolaydır, çünkü geçmiş hem bize
-bir ölçüde- dışsal görünür, hem de soğumuş olgulardan
meydana geldiği için daha iyi fotoğraflar verir.
Oysa yaşanan süreçten sözettiğimizde, henüz sindirilememiş,
içiçe olduğumuz bir pratikten sözediyoruz demektir.
Daha çok kendimizle ilgilidir, daha çok kendimize
bakıyoruzdur. Ve zaten güçlük de buradan gelir.
Üstelik gerçek görüntüler için gerçek bir aynaya
gereksinim vardır. Ve insanoğlu, şu bildiğimiz,
sıradan-gerçek aynaları pek sevmez; çoğu kez durumu
biraz daha iyi gösteren "kendi aynalarımızı"
severiz.
Ama öte yandan, yaptığımız işin ciddiyeti tam
ve eksiksiz görüntüleri gerekli kılmaktadır. Doğru
verilerle davranmak zorundayız. Bu anlamda yalnızca
gözlenebilen kimi olguları ele alan bu yazı da
kuşkusuz eksiktir. Yaşadığımızın eleştirisinden
yola çıkarak yeni adımlar atma hazırlığındayken,
hareketimizin her insanı bu görüntüleri kendi
açısından zenginleştirmek, ortaya koymak zorundadır.
Hareketimiz, kendi politik durumunu insanlarından
gizleme ya da olduğundan farklı sunma gibi bir
alışkanlığa sahip değildir. İnsanımızın kollektif
düşünce üretimini ve eleştirel yaklaşımını zenginliğimiz
olarak algılıyoruz.
Örgütsel tecrübe, yazık ki, çok kolayca ve çok
kısa zaman dilimlerinde kazanılmaıyor. Salt klasikler
de yeterli olmuyor. Teorik temel çok önemli, ta
1902'ler için yazılmış olanların ayrıntılarında
bizim için binlerce ders gizlidir. Bunun da ötesinde
teorik temel, bir düşünme yöntemi olarak, yaşananı
çözümleme yolu olarak çok önemlidir. Ama yine
de bir yığın olumlu-olumsuz, eğri-doğru ilişki
ve pratik yaşıyoruz ve yaratıcı bir teorik temel
koşuluyla bütün bunların birikimimiz haline gelmesi
mümkündür.
Bu birikim geleceğimizin garantisidir.
Uzun soluklu, uzun vadeli bir işe giriştiğimizin
farkındayız. Yeniden, yeniden başlangıç noktasına
dönüşleri içeren bir çizgiyi yararlı bulmuyoruz.
Savaşan ve yürüttüğü savaşın yarattığı sonuçlara
dayanabilen bir yapıyı istiyoruz. Bu yapının acılardan,
darbelerden ve zorluklardan uzakta kurulamayacağını
da biliyoruz. Ve zaten bütün bunları yaşayacağımız
kesindir.
Sorun, başından itibaren mükemmel bir yapı kurmak
değildir -ki bu bir ütopyadır- ama bir çok şeyi
asgariye indirmek, azaltmak mümkündür.
Derdimiz budur. Bunun için geleneğimiz ve birikimimizi
kullanmalıyız, kullanabiliriz.
"Tarih gösterecektir" denilir hep, beylik
laftır. Oysa tarih hiç bir şey göstermez. Tarihin
sürecinde görülen, bizzat bizim yaptıklarımızdır.
Yanlış ya da doğru, her ne yapıyorsak, yaptıysak,
tarih yanlızca onlarla biçimlenecektir.
|