Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

M. SEYHAN

Devrimci sürecimizin gelişimi ve genel program içinde varılan her kilometre taşı herkese çok önemli yeni görevler yüklüyor.
Süreç en çok da uzun vadeli perspektiflerle konumlanmış insanı ve böylece bir siyasal psikolojik şekillenişi gerekli kılıyor. Bu şekilleniş, yani kendini olağanüstü zorlayan disiplinli insan tipi bugün hayati sorunumuzdur, yaşam kaynağımızdır.
Çok enerji-az verim ! Artık bu denklem değişmek zorundadır. Değişme ise doğru halkaların hem genel düzeyde, hem de tek tek her insanımızın kafasında yakalanması ile mümkündür.

"BUGÜN" DEN YARINA AKAN
Bir örgütün yaşamı, birbirine eklenen, daha doğrusu birbiri içinden doğarak kendini ortaya koyan aşamalar zincirinden ibarettir. Ve her yeni aşama, kendisine gerekli olan ilişki biçimlerini süreç içinde yaratır, yarattığı ölçüde de başarılı olur.
Tek tek insanların bireysel ufukları, kuşkusuz her zaman kollektif bir bellek olan örgütün ufkundan daha sınırlıdır. Tek insanın ufku, elbette içinde devindiği örgüt yapısının bir parçasıdır, o yoğunluğa kattığı bir unsurdur; ama öte yandan bu yoğunluğun yarattığı bileşke her zaman daha geniş açılı olarak gerçekleşir.
Bizlerin -pratikte çalışan devrimci insanları kastediyoruz-, bu geniş açılımlı ufku bazen kendi dar pratiğimiz içinde tam algılayamadığımız olur. Nihayetinde, günlük görevlerin birbirine eklendiği bir zeminde durulan yer, sürecin bütünü üzerine çok geniş perspektifli bir bakışın imkânlarını kısıtlar. Ve bazen, bugün yaptığımızın yarına yönelik olarak neye tekabül ettiği konusunda bir düşünsel akış zayıflaması yaşanır. Yapılanı kendi çerçevesi içinde algıladığımız olur. Bugün yapılan küçük bir eğitimin, yazılan bir raporun, kurulan bir ilişkinin, oluşturulan yeni bir yöresel birimin nasıl bir genel planın parçası olduğu dar pratikte pek kavranmayabilir. Olumluluklar ve olumsuzluklar içinde, yetişme tarzımız ve kültürel şekillenişimiz için de bu böyledir. Oysa, bugün yaratılan alışkanlıklar, refleksler ve şekilleniş yarına akan bir sürecin unsurlarıdır ve yarın, o şekillenişin üzerinde, onun sağlıklılığı oranında kendini ortaya koyabilecektir.
Bu anlamda, ayrı ayrı aşamalardan, başlayan ve biten olgulardan değil, kesiksiz bir süreklilikten sözetmek gerekir. Sözkonusu olan, bugünün yarını belirlediği bir akıştır.
Hareketimiz, kendi geleneğiyle yeni kuşakların zenginliğini birleştirmeye çalıştığı, adım adım geleceğin ilmeklerini ördüğü bir süreçten geçti, geçiyor. Bazı kilometre taşları gerilerde kalırken, bazıları hala önümüzdeki yolda dikili duruyorlar.
Böylesi bir akış içerisinde gerçekten de başlangıçlardan ve bitişlerden sözetmek çok anlamlı değil. Ama öte yandan, ufukta görünen geleceğin daha ağır görevleri, daha büyük bir özen ve disiplin düzeyini gerektirdiğini söylemeden geçmek vurguyu eksik bırakmak olacaktır. Çünkü kesiksizlik-süreklilik, yarının bugünden farkını ortadan kaldırmıyor.
Yarının bugünden farkı var. Gerçekten de ufukta görünen daha fazla "zor"dur, zorluktur. Bugün yaşananın kolay olduğu anlamında değil, ama yarın yaşanacak olanların bugünkü ilişkileri ve yapıyı zorlayacak bir basınca yol açması anlamında zorluktan sözediyoruz. Bugün atılan her ilmek, kurulan her yapı, yarının artan basıncında zorlanacak, kendi sınavını verecektir. Bugün doğru yapılan her şey yarın yaşam kaynağımız olurken yanlış yapılan her şey de varlığımızı riske sokacaktır. Kuşkusuz toplumsal harekette, bir köprü inşaatında olduğu gibi kılı kırk yaran statik hesapları yapamazsınız, hangi ayağa hangi ölçüde yük bineceğini tam bir kesinlikle saptaymazsınız. Ama yinede, kurduğunuz her yapının neye ne kadar dayanacağını düşünür ve daha yüksek dayanıklılık düzeyleri, daha sağlam harç ve tuğla biçimleri ararsınız. Aradığınız dayanıklılık düzeyi, uzun vadede önünüze koyduğunuz planla ilgilidir.
Bunu yapabilmenin imkânları da vardır. Çünkü, bütün bütüne birikimsizlik sözkonusu değildir. Geçmiş deneyim ve bugünün gözlemlenişi, bize gerçeğe oldukça yakın kestirmeler yapma fırsatı vermektedir.
Kesin olan şudur: Geleceğin "zor"u ve zorluğu, yalnızca konuyla ilgili alanları ve kesimleri kapsamayacaktır. Sözgelimi silahlı mücadelenin belli bir yükselişi yalnızca bu savaşım biçimiyle görevli sektörler ya da kesimler üzerinde bir baskı yaratmayacak, yapının bütünü üzerinde genel bir basıncı getirecektir. Basınca dayanma ve korunma da yalnızca ilgili sektörü ilgilendirmeyecektir.
Üstelik, korunma, özelikle demokratik alan için söylersek, "kapanma" ya da "geri çekilme" anlamına gelmeyecektir, gelmemelidir. Elbette yapının kendi gövdesini kontrol-dışı kılan önlemleri sözkonusudur ve bunlar bütün alanlar için gereklidir. Ama basınç karşısındaki dayanıklılık ve korunma, esas olarak kendi soluk borularımızı kesmeyen yollar bulmak zorundadır. Baskıya karşı kendini dayatarak varlığını sürdüren, geliştiren, düşmanın saldırısının her dozuna karşı kendini ayarlayabilen, giderek saldırı altında yaşamayı bir alışkanlık haline getiren bir kitle hareketinden sözediyoruz.
Bu, tamamen yapı ve ilişkilerin bugünden böyle bir perspektifle ele alınmasına, ama herşeyden önemli olarak da yapı insanının böyle bir siyasal psikolojiyle şekillenmesine bağlıdır. Basınç, basıncı azaltacak davranışlarla değil, onun artan dozlarına dayanabilecek ilişki sistematikleri ve insan yapısıyla aşılacaktır. Bu, kendisini devrimci hareketin ön cephesinde konumlandırmış, orada olmanın sonuçlarına vakıf bir insan tipolojisidir ve bu insanların ilişkileridir.
Bugün derdimiz budur ve bugün yapılan herşeyin yarınla ilişkili böylesi bağlantılarını unutmak, gerçek bir siyasal körlük anlamına gelecektir.

DİSİPLİN VE FORMASYON
Öte yandan, bugün yapılan bir yanlışın ya da bir gevşekliğin büyük felaketler yaratmıyor oluşu kimseyi rahatlatmamalıdır. Devrimci hareketimizin her insanı yüzünü geleceğe döndürmeli, bugünle geleceği bir bütün olarak kavramalı, kendini böyle konumlandırmalıdır. Devrimci hareketin hiç bir alanı, hiçbir süreci başka alanlardan, başka süreçlerden daha fazla hataya açık değildir. Yanlış, her zaman şu yada bu biçimde bir sonuç yaratır.
Ve zaten aslında devrimci insan kendi konumunu mücadelenin sektörleri açısından sabit görmemelidir; herhangi bir kesimde bugün aldığı yerin değişebileceğini, bunun tamamen mücadelenin ihtiyaçları ile ilgili olduğunu farketmelidir. Kendi zihninde baştan itibaren böyle bir mantık şekillenişi kurmalıdır.
Bu, çok önemlidir; çünkü nihayetinde sözkonusu şekilleniş formasyon olayına denk düşer. Parti literatürümüzde "Politik ve Askeri Liderliğin Birliği" ilkesi olarak formüle edilen kavramın tam da THKP tüzüğündeki "formasyon" kavramına uygun düştüğü iyi anlaşılmalıdır. Tüzük'teki "devrimci mücadeleyi her seviyede yürütebilecek asgari marksist formasyon" nitelemesi gerçekten de komplike bir devrimci insan tipinin çizilişidir. Bu tanım, uzmanlaşmanın reddi değil, onun çerçevesinin asgari zemininin saptanmasıdır. Bir nitelik arayışıdır. Ve bu çerçeve, uzmanlaşmayı belli alanlardaki "eksiklik"lerin değil, belli alanlardaki "fazlalık"ların bir tezahürü olarak algılar. Sözkonusu olan, "bir işi yapamamak" değil, genel seviyedeki yeterliliğin "artı"sı olarak "bir işi daha iyi yapmak" tır. Devrimci bir örgütün mevzilendirme politikası insanların "eksiklik"lerininin tesbiti üzerine değil, "yeteneklerin"in tesbiti üzerine kurulur. Devrimci insan öncelikle kendini her düzeyde yetkinleştirmekle görevlidir; bu sürekli ve bitmez tükenmez bir öğrencilik sürecidir; şu ya da bu zaman diliminde, şu ya da bu alanda konumlanmak ise bu yetkinliğin bir devamıdır.
Esasen, "görevin küçüğü büyüğü yoktur "tarzında ifade edilen ve yerli yersiz çok söylenegeldiği için de biraz içi boşalan örgütsel kural tam bu formasyon olayı ile ilgilidir. Gerçekten de görev, kendi ciddiyetini içerir, devrimci mücadele içinde yapılan herşeyin ciddiyeti onun bünyesinde içselleşmiş olarak vardır. Genel olarak yapılan şeyin, yürütülen o kocaman kavganın bir parçası olan her gündelik iş, kendi önemini genel olandan alır. Kendi dar bakışımızla yaptığımız "büyük iş-küçük iş" sınıflamaları ve bu sınıflamaları yaparken kullandığımız ölçüler iktidar yürüyüşünün genel çerçevesi açısından çoğu kez anlam ifade etmez. Çünkü devrimci mücadele binlerce ilmeğin, çabanın, görevin bileşiminden oluşur ve onun tek bir parçasının bozuluşu genel bir doku bozulması anlamına gelir.
Dolayısıyla, bir "küçük" işi yeterince iyi yapamayanın, bir "büyük" işi daha iyi yapabileceği varsayımı devrimci mücadelede yapılabilecek en kötü varsayımdır. Sözgelimi, bir dernek çalışmasında başarılı olmayan insanın, kendini, kendince daha "zor" ve "önemli" saydığı başka alanların adayı olarak görmesi çok sağlıklı değildir. Hareketimizde (olumsuz anlamında) "profesyonel eylemci" tipini üreten dönem kapanmıştır, kapanmalıdır. Kendinden menkul insan yapısı aşılmak zorundadır. Politika alanında "hal ve gidiş" notu kırık olduğu halde, örgütleyici politik seviyesi düşük olduğu halde, "askeri yetenek" lerini konuşturan "eylemci" tip mantalite olarak kafamızda bitmelidir. Bu tiplemenin dayanıksızlığı da zaman içersinde görülmüştür.
Kuşkusuz "gerilla" her zaman herkesin hayalini süslemiştir ve bu durum bizim hareketimiz açısından hiç de sağlıksız değildir. İnsanımızın kendisini "politik mücadelenin en üst biçimine göre programlaması yanlış değildir.
Ama, tam da tanımlanışında söylendiği gibi silahlı mücadele "politik mücadelenin en üst biçimi"dir ve genel olarak politik yeterliliği olmayanın, böyle bir formasyonu yakalayamamış insanın, "gerilla sınıfı"nda daha başarılı olacağı tezi doğru değildir.
Kaldı ki, gerilla, hiç de sanıldığı gibi salt bir teknik-askeri yetenek sorunu değildir; özünde başka alanlar da böyle salt teknik nitelikleri önsel olarak gerektirmezler. Sonuçta bütün bunlar öğrenilebilir şeylerdir. Doğal yetenekleri ve kişilik yapısından gelen özel yatkınlıkları reddetmiyoruz, ama bütün bunlar bir politik formasyonla birlikte anlamlıdır. Sözgelimi, gerilla alanı için sözkonusu olan çok teknik-akademik bilgi değil, ama bunlarla birlikte taş gibi bir soğukkanlılık ve duru bir siyasal sağduyudur. Ki, örneğin demokratik alanda da gerekli kararları hızla verebilme sorunu vardır. Ve her durumda sağduyu, soğukkanlılık, örgütsel tecrübe gereklidir. Yani bunları işin zeminidir; teknik eğitim ise genelde "aynı davranışların yinelenmesi" yoluyla bunların refleksleştirilmesi, varolan yeteneğin sistematize edilmesidir.
Formasyon ve disiplin konusunda sözederken tekrar tekrar vurgulanması gereken nokta, her yaptığımız şeyin genel düzey ile bağlantısı ve kendi yaşamımızın nasıl bir genel yaşamsal organizmanın parçası olduğunun bilince çıkartılmasıdır. Bu vurgulama çok önemlidir; çünkü geçmişte hareketimizin en zaaflı yanlarından biri, dar pratiğe gömülmek biçiminde tezahür etmiştir. İnsan yapımız, kendi birimi, alanı, bölgesi içindeki pratik görevlere öylesine gömülmüştür ki, çoğu zaman bu pratiğin hızı içerisinde, yaptığı işin nasıl bir genel yürüyüşün parçası olduğu konusunda bilinç bulanıklığı yaşamıştır. Fiziksel anlamda olağanüstü önemdeki eylemleri gerçekleştirip çok doğru çalışmalar yaptığı halde, çoğu insanımız, bütün bunları genel bir iktidar perspektifiyle, kapsamlı bir bakış açısıyla kaynaştıramamış, birçok durumda salt önündeki olguları görür olmuştur. Niyet itibarıyla kesinlikle durum böyle değildir ama somut pratiğin çoğu zaman ortaya çıkardığı objektivite budur. Böylece, bir yandan ufuk darlığından ötürü genel düzeyde politikalar üretme yeteneğimiz sınırlanmış, öte yandan da tek tek insanlarımız kendi işini iyi yapan ama politik kapasitesini artırmayan bir durumda kalmışlardır.
Sonuçta genel ile bağlantıyı zayıflatan bu darlık disiplinli çalışmayı da zaafa uğratmıştır. Kendini kendi yaşadığı ile sınırlayan insan, yanlışların ve doğruların devrimci mücadelenin bütününe yansıyan sonuçlarını gözden kaçırmıştır.
Bugün yeniden ve özenle vurgulanmalı: Devrimci mücadelenin disiplini, onun bütün ilmeklerine, bütün kesimlerine ilişkindir. En küçük randevudan en büyük eylemlere dek bu böyledir. Bugün bir randevunun aksatılmasının, bir belgenin geç iletilmesinin anlık durumda ölümlü kalımlı sonuçlar yaratmıyor oluşu, bu yanlışların yarını sakatlama potansiyelini azaltmaz. Çünkü bu bir kültürdür, bir şekilleniştir. Disiplinli ve sağlam çalışma devrimci pratik içinde kazanılan birşeydir. Devrimci mücadelenin bizzat kendisi akıp giden hayata müdahaledir, onun seyrinin zorlanmasıdır ve dolayısıyla devrimcileşmek de zorlanmak, eski biçim ve alışkanlıkların aşılmasıdır. Devrimci olmak "normal" hayatın "normal" seyri içinde mümkün olabilen birşey değildir, bu seyrin olağanüstü bir iradeyle zorlanmasıdır.
Bütün bunlar, kazanılan şeylerdir ve kazanırsanız bir kültür, bir alışkanlık kalıbı olarak içkinleşir, sizde kalır; bugün bir kesimde kazanırsınız yarın yeni bir alanda zenginleştirirsiniz. Bugün kazanılmayanın yarın zor bir durumda "kendiliğinden" oluşacağını beklemek hayaldir. Bugün ne yapıyorsanız, yarın da onu yaparsınız. Ve bugün ya da yarın yaptığınız her yanlış sonuçta kısa ve uzun vadeli sonuçlar yaratır.
Özellikle de güvenlik öyledir ki, onun riske girmesi için iki ya da daha fazla yanlış gerekmez. Çoğu kez tek bir özensizlik, tek bir gevşeklik yapıyı çökertebilen bir basıncın yolunu açar.
Basınç, olağandır. Kayıplar da öyle...
Ama basıncın tersine olarak "kayıplar" azaltılabilir. Disiplin ve nitelik seviyesinin yükselişi, kayıplar ve darbeler eğirisinde kesin bir düşüş anlamına gelir. Bu, negatif yönden defalarca kanıtlanmıştır; bugünün sorunu aynı kanıtlanmanın artık pozitif farzda gerçekleştirilmesidir.

DEMOKRATİK ALAN: ESNEKLİK Mİ GEVŞEKLİK Mİ?
Her alanda gerilla ruhuyla, gerilla tarzıyla çalışmak...
Eğer bir sloganlaştırma yapacaksak, böyle diyebiliriz.
Sorun elbette gerillanın özgün çalışmasının her alana taşınması değildir; ama burada sözü edilen şey ruhuyla, disipliniyle, ihlali felaket doğuran kendine özgü kurallarıyla çalışmaktır.
Bu, en çok da demokratik alan ya da açık alan olarak adlandırılan kesim için geçerlidir. Demokratik alan hareketimiz için hayati öneme sahiptir. Ve bu hayati öneme karşın sözkonusu çalışma tarzı en çok el yordamıyla yürüdüğümüz, en çok acemiliğini çektiğimiz alandır.
En önemli olan şey, alanın kendi mantalitesinin ve oyun kurallarının kavranması, sindirilmesidir. Genelde kendi geçmişimizde kısa vadeli, dar bakış açılarının, ya da sübjektif niyet bir yana pratikte darlığın varolduğu söylenebilir. Demokratik alan, çoğu kez başlıbaşına bir olgu olarak değil, kısa vadeli devşirme zemini olarak algılanmış, onun kendi mantığınca yürünememiştir.
Daha doğrusu, "bütün diğer mücadele biçimlerinin silahlı savaşa hizmet" etmesi biçimindeki yerinde tesbit yapılmış ama bu "hizmet"in biçimleri ve temel mantığı çok iyi oturtulmamıştır. Bunun birebir değil, dolayımlı bir hizmet olduğu, demokratik alanın kısa vadeli "hasat"larla köreltilen değil uzun vadeli-kalıcı bir zenginlik kaynağı haline getirilen bir alan olması gerektiği tam kavranamamıştır.
Bugün, legal alan dediğimizde, artık anladığımız olgu, kendi üslubu, programıyla, tarzıyla yürüyen, silahlı mücadelenin soluk borularını açan ama bu soluk sorununu da bir yudumluk olarak algılamayan bir yapıdır. Kendi kulvarında yürüyen ve yürürken temel mücadele biçimine hem genel politik anlamda hem de kadrosal anlamda zenginlik kapıları açan bir çalışma tarzından sözediyoruz. Herşeye uzun vadeli perspektiflerle bakmamız artık bir zorunluluktur. İktidarın fethini ciddiyetle önüne koymuş bir hareket, her alandaki biçimlenişlerini bu ciddiyete uygun olarak ele almak zorunluluğuyla karşı karşıyadır.
Bu anlamda, demokratik-açık alan hiç de daha az ciddiyet ve daha az disiplin gerektiren bir alan değildir. Çalışan insanlar açısından da daha düşük formasyon gerektirmez. Tam aksine, bu alan, her zaman bir savaş örgütünün zayıf karnı olarak algılanır ve düşmanın en çok yüklendiği alandır. Her durumda en sağlam tutulması gereken alandır.
Üstelik, bu alan düşmandan geri çekilerek korunabileceğiniz bir alan değildir; korunmak, ancak çalışma ustalığı ile mümkündür. Daha az cesur olunması gereken bir alan da değildir. Tam tersine, daha çok cesaret, insiyatif ve soğukkanlı ısrar gereklidir, basıncın her artış düzeyine dayanabilecek bir malzemeden inşa edilmesi gerekir.
Kuşkusuz yasallık ve meşruiyet tartışılır, ayrı şeylerdir. Ama her ne olursa olsun çalışılan alan düşmanın yasallığıyla denetim altına alınmış, onun yarattığı atmosferde, bu atmosferi zorlayarak oluşturulan zeminlerde yürüdüğümüz bir alandır. Böyle bir kontrol alanı içinde çalışılır. İllegalitenin kontrol-dışına çıkmak anlamında bir özgürlük alanı olduğu söylenir ve doğrudur. Açıkta ise koşullar daha zordur ve aynı özgürlüğü ancak disiplinli bir çalışma ile yakalayabilirsiniz.
Bu anlamda bir paradoks gibi görünsede aslında legal alan illegaliteye en fazla özen gösterilmesi gereken alandır. Çünkü, legal alanda yapılan şey, düşmanın gördüğü şeydir. Politik mücadele açıktır, doğrudan cephe cepheye durulur. Ama görmek ve çözmek ayrı şeylerdir. Kontrol dışı çalışma bu alanda düşmanın görmediği çalışma değildir, onun çerçevesi dışında, dağbaşında değilsindir. Bu çerçevenin, gözlem alanının içinde çalışmak ve görülen ama kavranamayan, ilişkileri algılanamayan bir çalışma tutturmak, zorlu bir dengedir. Ve tamamıyla disipline dayalıdır. Açıklık apaçıklık anlamına gelmez, esneklik de gevşeklik anlamına gelmez. Bu alanda ne insanları, ne de eylemlilikleri gizleyemezsin. Korunma adına esnekliğini azaltıp, kapsayıcılığını ortadan kaldıramazsın. Kitle hareketi yapısı gereği mümkün olduğunca geniş olmak zorundadır, zaten ihtiyaç duyulan da bu genişliliktir.
Genişlik ve darlık... Bunlar alanın temel bileşenlerdir. Ayrıca, zaten bu alan düşmanın hiç sızmadığı bir alan da değildir. Esnekliği ve genişliğiyle sızmaya uygundur. Böyle riskli bir alan ise ancak ciddi bir sistematik ve içselleşmiş disiplinle düşmandan korunabilir. Genişlik ve darlık bir bütündür, genişlerken korunmak gibi zorlu görevler sözkonusudur.
Ayrıca eklenmeli, alanın olağanüstü bir çalışma disiplini gerektirmesi salt güvenlikle de ilgili değildir. Alan, doğası gereği devrimci çevrelerin ve bizim çevremizin en çok algıladığı alandır. En küçük aksaklığın izlendiği alandır, her yanlışın alanıda sonuç yarattığı, hareketimizi ve hatta bazen genel düzeyde sosyalist hareketi etkilediği bir alandır. Dolayısıyla, alan en az hata kaldıran alandır.
Disipline en çok gerek duyulan alandır.
Her alanda gerilla tarzıyla çalışmak...
Gereksinmemiz budur.
Ve unutmamak gerekiyor: Bir şeyin görülmemesi için varolmaması gerekir!
Bizim varolmama pahasına kendisinin görülmesini engelleyen bir çalışmaya değil, varolan, varlığını büyüten, ama varoluşunu uygun tarzda biçimlendirerek koruyan bir çalışmaya ihtiyacımız var.

ZOR OLANI YAPMAK....
Devrimci çalışmada kollektivite ve en kesin merkezi uygulama...
Bugün, en yakıcı sorunumuz bu ikisinin tam bir kaynaşma noktasının yaratılmasıdır.
Baştan biliyorduk, herkesin de bilmesi gerekiyor: biz zor olanın peşindeydik, zor olanın peşindeyiz. Sosyalist pratiğin tarihini ele alışımız ve Marksist kavrayışımız bizi kolay örgütsel anlayışlardan sıyırıyor ve güç kurulabilir dengelerin üzerine oturtuyor. Geçen sayımızda "Marksist Leninist örgütlerde Yapı İçi Demokrasi Sorunu ve Devrimci Hukuk Üzerine" yazımızda belirli ölçülerde açmaya çalıştığımız anlayış budur. Zorluk, kollektivite ve merkeziyetçi uygulamanın birbirini zedelemeyen bir yaklaşım içinde kavranmasından geliyor.
İnsanımızı geliştirmeyen bir "hız", ya da bütün faaliyeti hantallaştıran çarpık bir tartışma kulübü havası...
Kendimizi bu ikisinden birini seçmek zorunda hissetmiyoruz.
Merkeziyetçiliği istiyoruz. Hem uygulamanın kesinliği ve yukarıda aşağıya yayılışı anlamında, hem de merkezi belleği her gün somut bilgilerle besleme ve böylece kararları objektifleştirme anlamında...
Zordur, ama bu gereksinim ile kollektif çalışma arasında dengeli bir ilişki yaratılmalıdır.
Özellikle demokratik alan, politikanın en canlı biçimde yaşandığı; kitlelerle, başka siyasal çevrelerle yoğun ilişkilerin geliştirildiği zemindir. Bu alan (insanlarımızın çoğunun kafasındaki yanlış anlayışın aksine) insanın en çok geliştiği, politikayı, politik insiyatifi öğrendiği, kararlar verip bu kararların sonuçlarını gözlemlediği alandır. Karar-sonuç sürecinin kısalığı ve çalışmanın açıklığı böyle bir soyutlama -somuta uygulama- yeniden soyutlama sürecinin imkanlarını sağlar. Gözlem imkanları geniştir, politik bilgilenme koşulları daha yaygındır. İllegal yaşamın bazen çok güçlükle yapılabilen buluşmaları ve toplantıları ile kıyaslanırsa daha çok tartışabilme, kararları-düşünceleri daha çok zenginleştirebilme imkanları vardır, ki gerçekte bu insanımızın da zenginleşmesi anlamına gelir.
Kollektif çalışma tarzı, her an, her gün doğal olandan formel olana; kişisel insiyatiflerden, insanı çok geliştirmeyen tekil sorumluluk uygulamalarından komite'ye geçiş sürecidir; hayata uygulanışı da ancak böyle mümkündür. Bu çalışma tarzı bizim yaşam kaynağımızdır, onsuz yapamayız. Bizi besleyecek olan; mevcut insan yapımızı geliştirip, alttan gelen yeni dalgaya sağlam sosyalist gelenekler aşılayacak olan bu çalışma tarzıdır.
Bugün bu mantık sağlam bir disiplin ve merkezi uygulama geleneği ile birleştirilmelidir. Artık hiç bir gevşemeye izin verilemez. Devrimci bir örgüt, kendi politikalarını ve kararlarını en kesin şekilde yaşama geçirmekle yükümlüdür, varlığını böyle sürdürebilir. Kararların yaşama uygulanışı ise hiç bir şekilde özel kayıtları ya da sorgulayıcılığı taşımaz, taşıyamaz. Uygulama noktası, her şeyin en kesin olduğu, tartışma unsurunu içermeyen noktadır. Belli bir durgunluk sürecinde insanımızın örgütsel reflekslerinin zayıfladığı, pelteleştiği, "yarın yaparımcı" bir pratiğin geliştiği biliniyor. Özellikle demokratik alanın görünüşte acı sonuçlara yol açmayan yapısı merkezi uygulamada zayıflıklar yaratmıştır. Uzun yılların çok düzenli yaptırımları olmayan örgütsel sürecinde belli alışkanlar kökleşmiştir. Tekil insiyatiflerin tekil ölçütleri yarattığı da gözlenmiştir. Kişisel üsluplar çoğu kez genel çerçeveyle çatışabilir olmuştur.
Kuşkusuz devrimci insanın üslubu vardır ve uslup insanın kendisidir. Zaten istediğimiz, kendini bir örgüt gibi düşünen, her koşulda ayakta kalıp devrimci yaşamını sürdüren, kişiliği oturmuş, bu kişilik ile örgütsel kimliğini barıştırmış insandır. Zor günlerde, kalabalığın uzağına düştüğünde deforme olan vasat insan tipini istemiyoruz.
Ama bu her şey değildir. Üslup ve insiyatif kendinin örgütsel şekillenişle, merkezi işleyişle uyumlu kılmak, onun çerçevesinde gelişmek zorundadır. Yeniçeri başıbozukluğu üslup değildir, insiyatif değildir.
Sağlam disiplin ve merkezi uygulamanın kesinliği yaşamsal ihtiyaçtır.
İnsanı hıza kurban edemeyiz ama hızdan da vazgeçmemiz mümkün değildir.
Bugünün sorunu budur ve bu, bir an önce mümkünolan en yüksek örgütlülük düzeylerine ulaşmakla mümkündür.

YOLDAŞ KAVRAMIYLA BULUŞMAK.....
Ve bugünün sorunu, her alanda, her yerde (ama en çok da demokratik alanda) sıradan ilişkilerden, doğal ya da "yarı-yoldaşça" bağlardan yoldaşlık ilişkilerine geçiş ve aynı zamanda yoldaşlık olgusunun yeni bir kavranışının yakalanmasıdır.
Geçmişte reel sosyalistin yönetici kastı tarafından içi boşaltılmış bir "yoldaş" sözcüğünün tanığı olduk. Her toplantıda, her konuşmada yüzlerce kez kullanılan ve kalantor parti bürokratları arasında artık "sayın" ya da "beyefendi" anlamında algılanan yoldaşlık kavramı olağanüstü bir tahribat yaratmıştır. Bu durum özellikle genç kuşaklarda kavrama karşı alaycı bir tavrı ve yabancılaşmayı getirmiş, insanlar "yoldaş" sözcüğünün bu ruhsuz şeklini alaycı bir sıfat olarak kullanmaya başlamışlardır. Giderek kavramın özüne dek ulaşan bir deformasyon yaşanmıştır.
Evet, bu lanet olası bürokratik-ruhsuz klişe genç insanların alayının bin kez haketmiştir! Ama bütün gerçek bu değildir, gerçek bundan ibaret değildir.
Gerçekte yoldaşlık, bir kavram değil, yaşayan caplanlı bir ilişkidir, bu ilişkinin adıdır Ekim günlerinin, Sierra Maestra süreçlerinin yaşayan ruhudur. Ve öyle ki bu yaşayan şeyi ortaya çıkarmak için büyük çöp yığınlarını eşelemek gerekmektedir.
Bu yığınların altından çıkan, bilinçtir, sosyalist insandır, yürek dolusu sevgidir.
Hiç de duygusal edebiyat değil, gerçekten, son yüzyılda onbinlerce insanın iliklerinde hissedip uğrunda öldüğü bir gerçekten sözediyoruz.
Sözü edilen, sıradan bir ilişki değildir. Yoldaşlık, insanlar arasında salt aynı örgütün üyesi olmaktan kaynaklanan bir "aynı dairede çalışma" ilişkisi olmadığı gibi, arkadaşlığın sıradan bir biçimi de değildir.
Aynı yapının üyesi olmak, birlikte savaşmak üzere konumlanmış olmak kendi başına ve kendiliğinden insanları yoldaş yapmaz, mekanik bir siyasal ilişki olarak düşünülemez.
Yoldaşlık arkadaşlığın bir biçimi de değildir. Daha yüksek bir düzeyden, dünyayı değiştirmeye soyunmuş insanların bu uğraş sırasında yarattıkları bir ilişkiden sözediyoruz. İçi, bir dizi yaşanmışlıkla doldurulabilen bir bağdır bu.
Varolan ve kurulan birşeydir; doğal olanla kurmaca olanın özgün sentezidir. Birlikte olmanızı sağlayan, üzerinde devinip olumlu-olumsuz ürünler yarattığınız bir düzlem vardır. Yoldaşlık, kurulup kendiliğinden varlığını sürdüren bir olgu değildir; bu düzlem üzerinde iradi bir çabayla geliştirilip korunan bir ilişkidir.
Böyle bir ilişki -sıradan dostluk ilişkilerinden çok farklı olarak- önsel bir tanışma gerektirmez; en çarpıcı yanı da budur. Kişisel olarak hiç tanışmadığınız bir insanla (hareketin ihtiyaçları gereği) biraraya gelir ve çalışırsınız. Kuşkusuz insan ilişkilerinin nüansları vardır; kişisel frekanslar vardır. Ama esas olarak da, daha baştan önsel olarak bir belirli siyasal-psikolojik şekilleniş vardır. Bu şekileniş, bir örgütün kendine özgü oluşturduğu sosyalist değerlerin toplamı, bileşkesidir.
"Kişisel güven" kavramının ötesine geçmketen sözediyoruz. Kuşkusuz ilişki sonuçta insani bir ilişkidir insanların yanyana gelişidir ve insanların yanyana geldiği her durumda kişisel boyutlar vardır. Frekansların kolay ya da zor yakalandığı durumlar sözkonusu olabilir, yetiştirme tarzından gelen güçlükler vb. gözlenebilir. Bütün bunlar ancak iradi bir çabayla aşılabilir ve aşılabilmesinin çok sağlam bir ön zemini vardır.
Üstelik, yoldaşlık, çatışmasız bir ilişki olarak algılanmamalıdır. Örgüt, içinde hep olumlu ve uyumlu ilişkilerin yaşandığı bir gül bahçesi değildir. Siyasal hayat serttir. Özellikle savaşan bir yapıda ve özellikle reorganizasyon süreçlerinde bir dizi olumluluk ve olumsuzluk birarada yaşanır. Bazen büyük acılarla, büyük kırıklıklar gelir bizi etkiler. Taşların yerine oturduğu süreçler sıkıntılıdır, zordur.
Sıradan bir dostluk, çoğu kez doğal olarak yanlışa dostluk edilmesini getirir. Gerçekten de feodal dostluğun gereği eğriye - doğruya bütünüyle ortak olunmasıdır.
Ama biz yeni türden bir ilişkiden, eleştirel ve acı söylemli bir dostluktan sözediyoruz. İyi ve kötü durumların paylaşıldığı ama kötü durumlara müdahalelerin de gerçekleştirildiği bir dostluktur bu.
Eleştiri, yoldaşlık ilişkilerinin doğal bir bileşenidir. Parti yapısı, gözlerin gözleri, kulakların kulaklar, beyinlerin beyinleri tamamladığı bir ilişkiler ağıdır. Böylelikle yekpare bir güç olunur ve öte yandan bilinir ki bu yekpare güç yüzlerce farklı gücün birleşimidir.
Yoldaşlık, eleştirel tavırla anlamlanır.
Ama doğrusu bunu böylece yazıp bırakmak da çok anlamlı değildir. Yalnızca bu kadarı, bize yeterli bir çerçeve vermez.
Daha netleşmek için , "eleştiri" sözcüğünün karşısına bir eşittir işareti koyup "yardım" sözcüğünü yazmak gerekiyor. Gerçekten de eleştiri kavramının özü ve kendisi olan bu unsur çoğu kez unutulur ve eleştiri "yanlış bulunan şeylerin sıralandığı" bir sözel yığın olarak düşünülür. Yanlışı (ya da kendimizce yanlış olarak algıladığımız şeyi) görür, "bu yanlıştır" deriz ve işimiz biter. Oysa eleştiri, yoldaşlık ilişkisinin gereği olarak birlikte çalışan insanların birbirlerine verdikleri omuzdur, yoldaşça yardımdır. Onun görmediğinin görülmesi ya da aynı olguya bir başka cepheden bakışla farkedilenin dile getirilmesidir ve çoğu zaman söze dökülmesi de gerekmeyebilir. Bazen yanlızca bir bakıştır, tek bir sözcüktür. Bazen bir yöntemin sunuluşudur, bazen gösterilen canlı bir örnektir, ya da bazen gerektiği yerde yalnızca suskunluktur.
Ve eleştiri kavramı yalnızca negatif bir anlam da içermez. Solun geleneğinde insana böyle negatif yaklaşan, onun yalnızca hatalarını baz alan bir alışkanlık vardır. Oysa bir başarıyı, olumlu bir gelişmeyi de dile getirmek, paylaşmak gerekir.
İnsanımız, yoldaşça ilişkilerin yüksek örneklerini incelemelidir. Hiçbir şeyi idealize etmemek gerekir. Ama devrimci pratiğin yüz yılı aşkın sürecinden süzülüp gelmiş ilişkilerin anıları hiç de boş hikayeler değildir. Bir CHE - FİDEL kaynaşması, bir MARX - ENGELS beraberliği çok yararlı örnekler içerir. Che'nin "SAVAŞ ANILARI" "BOLİVYA GÜNLÜĞÜ", ya da Marx'ın "BİYOGRAFİ" si ve Krupskaya'nın anıları ciddi başvuru kaynaklarıdır.
Bu insanların ilişkileri üzerine en çok spekülasyon üretilen, burjuva yalan üretim merkezlerinin en çok hedef seçtiği alandır. Ama öyle ki, onlar bile sonuç olarak çoğu kez bu ilişkilerin kompleksten uzak ve dopdolu içeriğini teslim etmek zorunda kalırlar. Gerçekten bu insanlar kendi aralarında ve çevrelerinde en sıkıntılı ve en mutlu günlerinde herşeyi paylaşmışlardır. Ne kuru bir politik ilişkidir aralarındaki, ne de sıradan bir dostluk ilişkisidir...
Ve ilkeli ilişkilerdir.... Biyografi'ye bir açıdan bakarsanız korkunç uzlaşmaz bir Marx görürsünüz, belki seçiciliğinin çok aşırı olduğunu düşünürsünüz. Oysa gerçekte, birlikte yürüdüğü insanlarla ilişkisi çok yoğundur ve bu yoğunluk her zaman sevgiyle çatışmayı birlikte barındırır.
Kimse, bütün bu insanların üstün niteliklerini düşünerek onların ilişkilerinin de ulaşılmaz olduğunu sanmamalı, bu yüzden örnek alınmalarının yanlışlığı noktasına varmamalıdır. Sonuçta bütün bu ilişkiler genel devrimci normları içinde taşır ve o normların çok nitelikli biçimleridir.
Normlar ise bellidir: sosyalist anlayışın bir yaşam tarzı olarak içselleştirilmesi ve insanın bütün ilişkilerini bu yaşam tarzının farklı ilmekleri olarak geliştirmesi...

NE KADAR ÖZEL?
Biraz hatalı olarak "özel ilişkiler alanı" biçiminde adlandırılan alan da aslında bu ilmeklerden biridir.
Yaşamın bu parçası, her zaman devrimci insanın sorunlar yaşadığı yada "sorunlu" sandığı bir alan olmuş ve çoğu kez uç noktalarda gezen bir söylemin konusu olmuştur. Ya kendini "kız babası", "oğlanevi" yerine koyan örgütlerin garip müdahale biçimleri yaşanmış ya da bazen buna tepki olarak tam tersi uçsuz-bucaksız liberallikler gözlenmiştir. Özellikle genç insanlar, olumsuz uç örnekler karşısında "örgütün bu işle ne ilgisinin olabileceği" ya da "bu çok özel ilişkiye karışılıp karışılamayacağı" sorularını kendilerine ve çevrelerine sormuşlardır.
Oysa gerçekte bütün terslik, ilişkinin kendisine doğru bakılmıyor oluşuyla ilgilidir. Her şeyden önce "örgüt" ve "ben" diye yalıtık-ayrı yapılar yoktur; örgüt, ben ve benim gibi insanların birliği, yoğunlaşmış bileşkesidir, dolayısıyla benim o bütüne karşı doğal sorumluluklarım vardır. Doğru düşünce akışı budur. Ve bu anlamda yaşamlarımızın bütün dilimleri birbirimizi ve birlikte yaratmaya çalıştığımız, yaratmak için zorluklara katlandığımız o olguyu "ilgilendirir." Devrimci örgüt ilişkisi içindeki insan artık yalnızca kendisi değildir; yaşamıyla, olumlu olumsuz ilişkileriyle kilometrelerce ötedeki yoldaşının bir parçasıdır. Kendi davranışlarını ve ilişkilerini salt kendisini ilgilendiren olgular olarak düşünemez.
Burada sözkonusu olan "ailemizin itibarı" anlamında bir "örgüt prestiji" sorunu değildir. Basit anlamda bir "prestij" sorunundan öte, örgüt mantığının kendisi ve insanların kendilerini algılayışlarıyla ilgilidir.
Dolayısıyla, şeffaf olmayan bir biçim ilişkinin ruhuna, örgüt'ün doğru kavranışına uygun düşmez. Kuşkusuz, (söylemek bile gereksiz) insan ilişkilerinde paylaşılan çok kişisel şeyler kastedilmiyor. Sözü edilen şey, kendini ve ilişkilerini yoldaşlarından yalıtık gören mantığın sağlıksızlığıdır.
Konu baştanberi böyle düşünüldüğünde ilişkilere müdahale de gerekli olmaz ya da yapıların yoldaşça yardım artık bir "dışsal müdahale" değildir. Karşımızdaki olgu, sosyalist insandır çünkü. Ve sosyalist insan, örgütlü bir dönüştürücü olarak sosyalizmi bütün ruhuna, yaşamının bütün dilimlerine sindirmiş, sindirmesi gereken insandır. Sosyalizm onun bütün ilişki biçimlerine, davranışlarına (kendi uslubuyla birleşerek) yayılmalıdır. Buradaki aksaklıklar esasen metazori müdahalelerle çok düzeltebileceğiniz birşey değildir. Eğer ilişkilerde bir çarpıklık, bir sakatlık varsa, bunu daha genel bir çarpıklığın tezahürü, nihai olarak meydana çıktığı nokta olarak algılamak gerekir. Ve dolayısıyla yoldaşça müdahalenin esas vuruş noktası çarpıklığın son ortaya çıktığı aşama olan ilişki değil ama onunla birlikte asıl zemin oluşturan şekillenişteki eksikliktir.
Yoldaşça yaklaşımdan sözediyoruz, askeri talimatnamelerden değil. Ve aslında
(çelişki gibidir) yoldaşça yardım "özel" sayılan alana bütün diğer biçimlerden daha fazla müdahale edilmesi anlamına gelir. Çünkü bu kez sözkonusu olan daha içsel ve paylaşımı da içeren bir müdahaledir.
Bütün sorun, yoldaşlık ilişkilerini başaşağı durduğu biçiminden alıp ayakları üstüne dikmek ve bütün ilişkileri yoldaşlık ilişkisinin, kazanılmış örgütsel-sosyalist kültürün tezahürü gibi algılamaktır.
Yeni tür bir insan... Ve devrimci olmayı kafasına koymuş, bu insanın kendini hergün yetkinleştirdiği o bitmez tükenmez süreç... İnsan gibi insan olmaktan sözediyoruz. Ve bu insan, insanca olan herşeyi yaşayacaktır. Devrimci yaşam, bütün bu insanca yaşam kesitlerinin engellenişi, ertelenişi değil, onların yeniden biçimlendirilişidir.

YOLDAŞLIK İLİŞKİLERİ Ve "ÖNDERLİK KURUMU"
Bizim kültürümüzde "önderlik kurumu" da yoldaşlık ilişkilerinin içinde ve onun devamı olarak algılanabilir bir olgudur.
Hareketimizde hiç bir zaman "Yaşasın Önderimiz...." söylemi varolmamıştır ve varolmamalıdır. Ne hareket, ne de onun bir parçası tek tek insanlar böyle bir gereksinmeyi hissetmemelidir.
Kuşkusuz, her devrimci harekette bazı insanlara karşı yoğun bir sevgi ve güven duyulur. Çoğu kez böyle bir sempati ve hatta karizma denilen riskli bir kavram da sözkonusu olur. Bunlar çok olağanüstü ve çok sağlıksız durumlar değildir. Ama esas olan bir kurum olarak, yaşayan bir organizma olarak örgüte güvendir. Ve öyle ki, bu, parçası oluşumuzdan ötürü kendimize güvendir.
Kendine güven! işte anahtar sözcük budur! kendine ve bir kurum olarak parçası olduğun, senden oluşan örgüte güven!
Burada sözkonusu olan, artık müesseseyi atlayıp geçen, onun yerine kendini ikame eden özel bir güven değil, yoldaşlık ilişkilerinin bir yansıması olan, onun dışında gelişmeyen bir güvendir. Ve bu güven sağlıklıdır, kayıplara ya da düşkırıklıklarına karşı dayanıklıdır; içinde fetişizmi barındırmaz. Sağlıklıdır, çünkü fetişizm öyledir ki, tek bir düzeyde kalmaz. Yanlış bir kültürel şekilleniş olarak her düzeyde, en üstten en alta kadar daha küçük-orta boy fetişler yaratır. Ve bu, daha baştan kişilerin doğrularına-yanlışlarına kendini bağlamış bir hareket yaratmak demektir.
İnsanlardan oluşan bir yapı olarak örgüt, bireylerin özgün rollerini reddetmez. Ama öte yandan örgüt, bir orkestra, bir koro gibi olmalıdır. Bir koro içinde solistlerin de varolduğu, bunun gerekli olduğu çok açıktır, sorun bir bütün olarak müziğin ortak olması ve korodaki ses kaynaşmasının sağlanabilmesidir.
Kendine güven! Anahtar sözcük gerçekten de budur. Marksizme, örgüte, yoldaşlara güven duymak, bu güveni temellendirmek... Bizim kültürümüze uyan ve geliştirmek istediğimiz anlayış böyle kavranmalıdır.

BİR SAVAŞ ÖRGÜTÜNE DOĞRU YÜRÜRKEN....
Devrimci örgütler kendi gelişim süreçlerinin belli noktalarında durup "aynaya bakmak" zorundadırlar. Bu, sanıldığı kadar kolay değildir. Geçmişi eleştirmek çoğu kez daha kolaydır, çünkü geçmiş hem bize -bir ölçüde- dışsal görünür, hem de soğumuş olgulardan meydana geldiği için daha iyi fotoğraflar verir.
Oysa yaşanan süreçten sözettiğimizde, henüz sindirilememiş, içiçe olduğumuz bir pratikten sözediyoruz demektir. Daha çok kendimizle ilgilidir, daha çok kendimize bakıyoruzdur. Ve zaten güçlük de buradan gelir.
Üstelik gerçek görüntüler için gerçek bir aynaya gereksinim vardır. Ve insanoğlu, şu bildiğimiz, sıradan-gerçek aynaları pek sevmez; çoğu kez durumu biraz daha iyi gösteren "kendi aynalarımızı" severiz.
Ama öte yandan, yaptığımız işin ciddiyeti tam ve eksiksiz görüntüleri gerekli kılmaktadır. Doğru verilerle davranmak zorundayız. Bu anlamda yalnızca gözlenebilen kimi olguları ele alan bu yazı da kuşkusuz eksiktir. Yaşadığımızın eleştirisinden yola çıkarak yeni adımlar atma hazırlığındayken, hareketimizin her insanı bu görüntüleri kendi açısından zenginleştirmek, ortaya koymak zorundadır. Hareketimiz, kendi politik durumunu insanlarından gizleme ya da olduğundan farklı sunma gibi bir alışkanlığa sahip değildir. İnsanımızın kollektif düşünce üretimini ve eleştirel yaklaşımını zenginliğimiz olarak algılıyoruz.
Örgütsel tecrübe, yazık ki, çok kolayca ve çok kısa zaman dilimlerinde kazanılmaıyor. Salt klasikler de yeterli olmuyor. Teorik temel çok önemli, ta 1902'ler için yazılmış olanların ayrıntılarında bizim için binlerce ders gizlidir. Bunun da ötesinde teorik temel, bir düşünme yöntemi olarak, yaşananı çözümleme yolu olarak çok önemlidir. Ama yine de bir yığın olumlu-olumsuz, eğri-doğru ilişki ve pratik yaşıyoruz ve yaratıcı bir teorik temel koşuluyla bütün bunların birikimimiz haline gelmesi mümkündür.
Bu birikim geleceğimizin garantisidir.
Uzun soluklu, uzun vadeli bir işe giriştiğimizin farkındayız. Yeniden, yeniden başlangıç noktasına dönüşleri içeren bir çizgiyi yararlı bulmuyoruz.
Savaşan ve yürüttüğü savaşın yarattığı sonuçlara dayanabilen bir yapıyı istiyoruz. Bu yapının acılardan, darbelerden ve zorluklardan uzakta kurulamayacağını da biliyoruz. Ve zaten bütün bunları yaşayacağımız kesindir.
Sorun, başından itibaren mükemmel bir yapı kurmak değildir -ki bu bir ütopyadır- ama bir çok şeyi asgariye indirmek, azaltmak mümkündür.
Derdimiz budur. Bunun için geleneğimiz ve birikimimizi kullanmalıyız, kullanabiliriz.
"Tarih gösterecektir" denilir hep, beylik laftır. Oysa tarih hiç bir şey göstermez. Tarihin sürecinde görülen, bizzat bizim yaptıklarımızdır. Yanlış ya da doğru, her ne yapıyorsak, yaptıysak, tarih yanlızca onlarla biçimlenecektir.

 
 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92