Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Yavuz İPEK


Geçtiğimiz günlerde Türkiye'de üstü kapalı bir darbe yaşandı. Daha doğrusu zincire yeni halkalar eklendi. Türkiye'de uzun süredir "sivil" hükümetler MGK ve Ordu'nun kesin gölgesi altında "icraat" yapıyorlar. Bundan da kimse rahatsız olmuyor.
Savaş politikası hızla tırmanıyor. Devleti yöneten çete, halka karşı, özellikle Kürdistan boyutunda kesin bir savaş ilan etmiştir.
Savaş, "Topyekûn" şekilde yayılıyor ve yayılacaktır. Bu ise devrimcilere zorlu görevler yüklüyor.


SİYASET "GENÇLEŞİRKEN"(!)

ürkiye'de hükümetlerin yıpranma süresi giderek daha çok kısalıyor. Artık beş yıllık altı yıllık hükümetler devrinin kapandığı söylenebilir. Çok canlı, çok iyimserlik saçan burjuva hükümetler bile daha güvenoyu aldıkları andan itibaren "felaketlere ve şanssızlıklara" uğruyorlar; burjuva basından aldıkları kredi bile çok kısa sürede tükenmeye başlıyor. Genel çürümüşlüğün içinde yapılan hiç bir makyaj gerçeğin yıpratıcılığına dayanamıyor. Sonuç ise politik acizlik biçiminde kendisini gösteriyor. Daha ilk günden sokaklarda yürüyen işçiler-memurlar istifa çağrılarını sloganlaştırıyorlar.
Demirel'in Çankaya'ya çıkma operasyonundan sonra temel sorun, kredisi mümkün olduğunca yüksek bir siyasal kadro seçebilme sorunuydu. Ve daha ilk andan itibaren Sezgin gibi seçeneklerin bu iş için uygun olmadığı farkediliyordu.
Çiller Hanım bu noktada teşrif etti... Demirel'in çekilişinin arkasında yatan "yenileme" mantığına da uygun düşüyordu ve en çok da bu yüzden tercih edildi. Tercih öyle güçlüydü ki, DYP gibi kökleşmiş klanları olan bir partide çok yeni bir unsur olduğu halde seçilebildi. Ta DP günlerinden, AP günlerinden gelen burjuva politikacıları kuşağının önemli bölümünün onayını alabildi.
Böylece bir anlamda "siyasette yeni yüzler" operasyonu bir adım daha tamamlanmış oluyordu. İlk halka Mesut Yılmaz'dı; Çiller bunun bir devamı oldu. Ve bu halkaların Karayalçın ile devam edeceği kesin görünüyor. Özellikle Karayalçın halkası önemlidir. Karayalçın, büyük bir terslik olmazsa şu anda burjuvazinin en "tercih edilebilir adaylar" listesinin birinci sırasındadır. Ülkenin dört bir yanını saran katliamlar ve vahşet konusunda sesi soluğu çıkmayan, kendini müteahhit gibi konumlandırmış bir solcu tipi TC'nin devlet yapısındaki yönetici kastlarına da çok ters gelmemektedir.
Bütün bunlar bir "gençleştirme" çabası gibi sunulsa da "eski liderlerin tasfiyesi" olarak gösterilmek istense de, "gençleşen" yalnızca yüzlerdir. Oysa sistem hergün daha fazla çürümekte, kırışıklıkları, çöküntüleri çoğalmaktadır. Yapılan, yalnızca bu yaşlı ve köhne düzenin yeni yüzlerle bir ölçüde parlatılıp cilalanmasıdır.

RASYONEL SEÇİM: KOALİSYONUN DEVAMI

Başlangıçta epey spekülasyon olmuştu. Daha DYP'de kimin seçileceği tartışması sürerken, koalisyonun devamı üzerine kuşkular uyanmıştı. Burjuva basının bir bölümünde özellikle DYP-ANAP formülleri üretiliyor, artık politik hayat ve tercihleri pehlivan tefrikası gibi uzayan Aydın Menderes, bu formüllerin yapıştırıcı halkası olarak sunuluyordu.
Gerçekten de başka formüller yok değildi. Başındanberi sağ-cephe formüllerinin heveslileri de çoktu, ideolojik organizatörleri de... Bugün de bu kesimin varlığını sürdürüp hazırlandığı biliniyor. Özellikle DYP içindeki Coşkun Kırca (ki 12 Eylül danışmanlarındandır) ve Münif İslamoğlu gibileri hükümete olan desteklerinin sınırını her fırsatta vurgulamaktan geri durmuyorlar.
Ama bütün bunlara karşın yaşanan konjonktürde emperyalist merkezlerin ve yerli tekellerin tercihi çok netti. SHP'yi muhalefete koyan bir "sağcı partiler koalisyonu" burjuvaziye hiç bir şekilde rasyonel gelmiyordu. Böyle bir "MC" formülasyonuyla toplumsal muhalefetin zaten varolan sertliğini artırmak ve cephesini genişletmek akıllıca değildi. Böylece SHP kartının bütün yedekleyici esnetici etkilerinden vazgeçilmiş olacaktı ve görünürdeki mutabakat manzarası da zedelenecekti. Koalisyon, son iki yıldır düzeyi gitgide yükselen devlet terörü ve katliamların daha rahat geliştirilmesini sağlamıştı. Daha doğrusu, böylece bütün yapılanların belirli bir sağ-sol mutabakatıyla yapıldığı propagandasının zemini yaratılmıştı. Gerçekten de durum böyleydi. Son iki yıla sığan en korkunç vahşet örnekleri bizzat SHP'nin onayı ve savunmasıyla yapılmıştı.
Bu "samimi" ortaklığı bozmanın ve salt sağ partiler formülüyle yeni bir kaos yaratmanın bu aşamada gereği yoktu. Tam tersine güleryüzlü bir hanımefendi ile solcu fizik profesörünün "izdivacı" çok daha sıcak bir formüldü. Ki zaten, SHP'nin siyasal mantığı itibarıyla kimi zaman diğer bütün partileri aşan şovenizmi biliniyordu. Yani son iki yılda sözkonusu olan SHP açısından "seyirci"lik filan da değil, düpedüz ortaklıktı.
"Çiller bir şanstır. Omuz vermeliyiz" diyordu Rahmi Koç...
Bu düşüncesinde yalnız olmadığı, bellibaşlı bütün tekelci çevrelerin koalisyonu tercih ettiği yaşananlarla da kanıtlandı.


"YEPYENİ" (!) BİR HÜKÜMET...

Hükümetin kuruluşu ve tanıtımı doğrusu bir garipti: Kurulan hükümet şu bildiğimiz hükümetti; DYP-SHP koalisyonu birkaç kadro değişimiyle aynen devam ediyordu. Ama öyle bir şatafat ve demogoji fırtınası estirildi ki, insanlar önlerinde "Yeni" bir hükümet varmış duygusuna kapıldılır.
Hükümet, medya tarafından sanki başka partiler başka bir koalisyon yapmışlar gibi sunuldu. Eski tas eski hamamdan oluşan manzara kitlelere çok farklı şekilde çarpıtılarak sunuldu.
Çiller'in meclis ve TV konuşmaları da aynı mizansene göre ayarlanmıştı. Sanki bizzat kendisi, geçen hükümetin bakanı değilmiş ve siyaset sahnesine yeni inmiş gibi ikiyüzlü bir tavır sergileniyordu. Çiller Hanım ülkeyi kurtaracak yeni formüllere sahipti! Büyük keşifleri olduğu halde Süleyman Bey'in arkasında bütün bunları uygulayamıyordu!
Çizilen demogojik manzara buydu!
Ve hiç kimsenin yüzü kızarmıyordu...
Bütün sorun bir parça kredi kazanmak, iyimser bir hava estirip kitlelerden sabır ve zaman talep etmekti.
En klasik yöntem olan "enkaz edebiyatı" da bu çerçevede kullanıldı. Çiller resmen telaffuz etmedi (bu kadarı çok yüzsüzlük olurdu!) ama geçen hükümetten "enkaz devralındığı" imasına sık sık başvurdu. Örneğin 150 milyon dolarlık dış borcun baskısıyla işe başladığını söylüyordu ya da Sivas katliamı konusunda olayın güvenoyundan önce olduğu bahanesine sığınıyordu, sanki politika bir süreklilik değilmiş gibi...
Bir anlamda "enkaz" edebiyatı da bir gerçeğin ifadesidir. Gerçekten de her TC hükümeti bir önceki hükümetten ciddi şekilde "enkaz" devralmaktadır. Ve işin kötüsü bu enkaz da her seferinde daha berbat bir hale gelmektedir. Eğriyi yukarıya çekme şansı artık yoktur. Kriz çizgisi dibe doğru inmekte ve her geçen gün sorunlar ağırlaşmaktadır.
Olayı böyle bir süreklilik içinde algıladığımızda, her hangi bir hükümetin "yeni" cilası da fazla anlam ifade etmemektedir.
Önümüzdeki hükümet bu anlamda yeni bir hükümet değildir.
Dolayısıyla onun üzerine söylenebilecekler de çok yeni şeyler olmayacaktır.
Geçen hükümet için söylediklerimizi yinelemek büyük ölçüde mümkündür. Hatta imkânları ve sınırları açısından daha da dar bir çerçeve sözkonusudur.
Çiller Hükümetinin kitleleri tatmin edebilme şansının geçen hükümete göre on kat daha az olduğu çok açıktır. Öyle ki, Çiller Hükümeti, herhangi bir hükümetin ilk günlerinde yapması gereken sempati jestlerini yapabilme olanağından bile yoksundur. Memur maaşlarında bir küçük politik jest yapamayacak ölçüde eli dardır.
İşçilere vaadettiği ise daha şimdiden bellidir: Özelleştirme yoluyla kapı dışarı etme!
Yani neresinden bakılırsa bakılsın ortada insanların "bir de bunu deneyelim" demesini gerektirecek bir durum yoktur. Çiller Hükümetinin kitlelerden bunu umabilecek yüzü de yoktur.
Bütün bunları bilindiği için de baştan itibaren şirinlik numaralarına hız verilmiştir.
İşin ilginç yanı, ortada halihazırda bir başka alternatif de bulunmamaktadır. Sözgelimi bir erken seçimi kimse telaffuz etmemektedir, çünkü böyle bir seçimin ortaya çok parçalı bir manzara çıkarıp işleri iyice arapsaçına çevirme riski olduğu farkedilmektedir.
Gidebildiği yere kadar!..
Bugünkü formül budur...


İKTİDAR KİMİN ELİNDE?

Aslında bu karşımızdaki şeye gerçekten "hükümet" denip denemeyeceği de çok tartışmalıdır.
Türkiye'de kim gelirse gelsin işlerin yürüyeceği bir düzenleme uzun süredir yerleştirilmiştir. Lenin'in "gerçek devlet işleri koridorlarda, dairelerde halledilir..." biçimindeki deyişine uygun olarak her şey yerli yerine oturmuştur. MGK, Ordu ikilisi çoktandır bir dizi işi kendi başına yürütmektedir.
Ama herhalde bu açıdan en kişiliksiz ve renksiz hükümet bugünküdür.
Çiller Hükümeti işin daha en başında kendisini ekonomik işlerden sorumlu bir müsteşarlık gibi konumlandırmıştır.
Hükümet, tam tamına bir tarif yapmak gerekise MGK'nin "basın sözcüsü" konumundadır. Kürdistan fiilen MGK ve Orduya devredilmiş, ülkenin batısı ise polis ve kontr-gerilla'ya bırakılmıştır. Bu işleyişte Çiller'e düşen ise MGK'nın direktiflerini uygulamak ve bütün şirinliğini kullanarak savunmaktır.
MGK, tam bir çete yönetimi gibi ülkenin tek hakimidir. Kontr-gerilla-MİT ve ne kadar karanlık teşkilat varsa ülkenin denetimini fiilen ellerine almışlar, meclisi ve hükümeti "tasdik mekanizması" haline getirmişlerdir. Ve belki de bu yüzden bir askeri darbe gerekli bulunmamaktadır. Çünkü askeri faktör pratik olarak yönetimin tam merkezine oturmuştur. Artık halka açılan savaştaki bütün taktikler bu işleyiş içinde saptanıp yürütülmektedir.
Bu bakımdan Çiller'in ilk başta "tartışmaya açtığı" şu "sivil çözüm" düşüncelerini çok ciddiye almamak gerekiyor. Bunlar fiilen ölü önerilerdir. Bugün TC cephesinde değil bir "sivil çözüm" arayışı, bunun belirtisi bile yoktur.
Bugünkü politika nettir ve Çiller'i de pek umursamadan saptanmıştır: Savaş!
MGK'da ve genel olarak TC'nin terör mekanizmalarında güçlenen eğilim savaş süreci uzadıkça Kürdistan'da bir şeylerin yitirildiği yolundadır. Ve bu nedenle "topyekûn savaş" saldırısıyla kesin bir saldırı yapıp "ezip geçme" hayali içindedirler. Devlet, kendisine kan, terör ve vahşet yolunu seçmiştir. Bütün güçlerle yüklenmek, köyleri yakmak, katliamlar yapmak, dağı taşı bombalayıp gerillayı halksız bırakmak yolu tercih edilmiş, artık "balık"larla değil doğrudan "deniz"le ilgilenmek yöntemi benimsenmiştir. Halkı kazanma yada legal Kürt örgütleriyle kapıları aralık tutma tavrından da tümüyle vazgeçilmiştir.
Bu amaçla bakanlar kurulu son toplantısında "resmi" mevcudu 3 bin civarında olan ÖZEL TİM kadrosunu 15 bin'e çıkarmayı ve ÖZEL TİM kadrosu yetiştirmek için okullar açmayı kararlaştırmıştır.
Saldırı her cephede ve her düzeyde sürmektedir. Bizzat Güreş "dayanmaları mümkün değil" diyor ve 500 Librelik bombalar kullandıklarını, bu bombaların taş taş üstünde bırakmayacağını söylüyor. Hatta Gündem'de yayınlandığı gibi katliamlara karşı çıkan askerler bile kurşuna dizilmekten kurtulamıyorlar.
Günümüzdeki politika budur. Ve politika her düzeye yayılmıştır. Sözgelimi bir Anayasa Mahkemesi'nin son kararları da aynı genel saldırı çerçevesindedir.
Brifingler veriliyor. MGK brifinglerine yalnızca burjuva basın temsilcileri çağrılıyor, onlarda utanmadan gidip talimatlarını alıyorlar.
Güreş, basından milli takım ruhu istiyor, askerlik çağrısı yapıyor. Gündem ve Aydınlık'ın çağrılmadığı toplantılarda, basından yalnızca ordunun başarılarından sözedilmesi, hatta özel muhabirler yoluyla işbirliği yapılması isteniyor.
"Basının sözbirliği etmesi" gereği üzerine uzun nutuklar atılıyor, "topyekûn görevler"den sözediliyor. Ve basın kafasını sallayıp dinliyor.
Aslında çok özel nutuklar da gerekmiyor. Burjuva basın "bu sorunun bitmesi" uğruna bir yığın katliama gözyummaya hazırdır. Ve ilginçtir bu konuda en hevesli olan da Cumhuriyet'tir. Görülebilen en net anti-UKM çizgiyi bugün Cumhuriyet izliyor.
Topyekûn savaş çığlıkları her yanı kaplamıştır artık. Hükümet mekanizmaları bu savaşın basit araçları haline dönüşmektedir.
Öyle ki, Güreş Paşa artık "sıkıyönetimin ne zaman ilan edilebileceği"ni bile saptamaktadır.
Öyle ki, sırf çetenin sürekliliği bozulmasın diye özel karar ve yasa maddesi üretilerek Güreş'in görev süresi uzatılıyor.
Ve öyle ki, TC tarihinde ilk kez başbakan'ın güvenlik danışmanlığına doğrudan bir general atanıyor. Böylece her şey olup biterken Çiller Hanım'ın nazik beyninin fazla yorulmaması sağlanıyor!
Tabii, burjuva basına yapılan askerlik çağrısı diğer yandan bu tür çağrıların muhatabı olmayan sosyalist-yurtsever basına kesin bir saldırı anlamına geliyor. Sosyalist basının DGM davaları olağanüstü hız kazanırken, Gündem'e gözdağı ve kapatma davaları sürüyor. Söylemeye gerek yok, 80'li yıllarda Nadir Nadi'nin iki aylık tutuklamaları için gözyaşı dökenler, Gündem yazı işleri müdürlerinin aylardır hapiste oluşuna seslerini bile çıkarmıyorlar.
Gelecekte bu saldırı çemberinin daha da genişlemesi, katliam bölgelerinin "girilmez" ilan edilmesi beklenmelidir.

FAŞİST HAREKET: YILANIN UYANDIRILMASI

"Topyekûn Savaş" mantığı itibarıyla salt Kürdistan'la sınırlı kalmayacaktır. Kirli savaşın sivilleşmiş biçimlerini Batı'ya yayma girişimlerinin çok ciddi işaretleri bugün rahatça gözlenebilmektedir.
Ordudan istifa etmiş A.C. Erseven gibi subayların provakasyon faaliyetleri (örneğin: Mersin) artık açıkça gazetelerde yazılmaktadır. Ve bunlar tekil örnekler değildir.
Aslında bu çerçevede MHP olgusuna yeniden bakılabilir.
Gözlenebilen ipuçları, bugün MHP'nin ciddi şekilde son yıllardaki atıl durumdan sıyrıldığını işaret etmektedir. İç güvensizliği ve kısırlığı Kıbrıs/Azerbaycan/Bosna kampanyaları ile aşmaya çalışan faşist hareket yavaş yavaş eski rotasına girmektedir. Üniversitelerdeki ufak-tefek saldırılardan gelecekte daha çaplı provakasyonlara yöneltilmeleri beklenmelidir. Özellikle hassas noktalarda anti-Kürt şovenizminin körüklenmesiyle büyük karışıklıklar yaratmaları mümkündür. Son aylarda bir çok yerde çıkan şovenist saldırı örneklerinde faşistlerin payı biliniyor.
Bu anlamıyla devrimciler sivil faşist çeteyi önümüzdeki süreçte yeniden gündemlerine almalıdırlar. Daha doğrusu "topyekûn savaş"a karşı mücadeleyi örgütlerken bu savaşın bir parçası olan sivil faşist hareketi de gözden kaçırmamak gerekmektedir.


TOPYEKÛN SAVAŞ SÖKMEYECEK!

Devlet kirli savaşı şiddetlendirme ve yayma yolunu seçmiştir. Ve kuşkusuz her savaşan güç gibi "kazanmak" arzusundadır.
Bugün TC için "kazanmak" sözcüğünün anlamı Ulusal Kurtuluş Hareketi'nin belini kırmak, gelişimini en azından uzun bir süre için durdurmaktır. Devletin önüne koyduğu hedef budur.
Ama kazanmak arzusu ayrı şeydir, kazanmak ayrı şeydir.
Kuşkusuz çok büyük güçlerle yüklenip UKM'ne büyük kayıplar verdirmeleri mümkündür. Özellikle köyleri yakarak, mayınlayarak gerillanın desteklerini kesmeye çalışacaklardır.
Ama UKM artık Kürdistan'ın bağrında öyle kökleşmiş bir güçtür ki, onu askeri üstünlükle sökebilmek hemen hemen imkansız gibidir. Bir sosyal olgu, halkın bir parçası haline gelmiş olan PKK'nın dayanma kapasitesi kaynağını aldığı halkın gücü açısından çok sağlamdır.
Bu noktada TC için ancak anlık ve yerel başarılar yolu açıktır. Bunun ötesinde devletin bir şansı bulunmamaktadır. Kirli savaşın bu biçimiyle sürdürülmesi daha çok insanın ölümünden başka bir sonuç vermeyecektir.
"Topyekûn Savaş" mantığından şüphesiz Türkiye devrimci hareketi de payını alacaktır, almaktadır. Çünkü savaş bir bütün olarak toplumsal muhalefeti sindirme amacını taşımaktadır.
Özellikle Türkiye devrimci hareketi önümüzdeki süreçte bu açıdan güç görevlerle karşı karşıyadır. Bir an önce düşmanın karşısına maddi güçlerle dikilmek, onu her cepheden karşılayabilir hale gelmek bu görevlerin en önemlisidir. Türkiye'nin de Kürdistan'ın da ihtiyaçları, durumu gitgide acilleştirmektedir.
Türkiye ve Kürdistan devrimcileri kendilerine karşı açılmış savaşı bütün cepheleriyle kavramak ve güçlerini organize etmek zorundadırlar.

 
 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92