Geçtiğimiz günlerde Türkiye'de üstü kapalı bir
darbe yaşandı. Daha doğrusu zincire yeni halkalar
eklendi. Türkiye'de uzun süredir "sivil"
hükümetler MGK ve Ordu'nun kesin gölgesi altında
"icraat" yapıyorlar. Bundan da kimse
rahatsız olmuyor.
Savaş politikası hızla tırmanıyor. Devleti yöneten
çete, halka karşı, özellikle Kürdistan boyutunda
kesin bir savaş ilan etmiştir.
Savaş, "Topyekûn" şekilde yayılıyor
ve yayılacaktır. Bu ise devrimcilere zorlu görevler
yüklüyor.
SİYASET "GENÇLEŞİRKEN"(!)
ürkiye'de hükümetlerin yıpranma süresi giderek
daha çok kısalıyor. Artık beş yıllık altı yıllık
hükümetler devrinin kapandığı söylenebilir. Çok
canlı, çok iyimserlik saçan burjuva hükümetler
bile daha güvenoyu aldıkları andan itibaren "felaketlere
ve şanssızlıklara" uğruyorlar; burjuva basından
aldıkları kredi bile çok kısa sürede tükenmeye
başlıyor. Genel çürümüşlüğün içinde yapılan hiç
bir makyaj gerçeğin yıpratıcılığına dayanamıyor.
Sonuç ise politik acizlik biçiminde kendisini
gösteriyor. Daha ilk günden sokaklarda yürüyen
işçiler-memurlar istifa çağrılarını sloganlaştırıyorlar.
Demirel'in Çankaya'ya çıkma operasyonundan sonra
temel sorun, kredisi mümkün olduğunca yüksek bir
siyasal kadro seçebilme sorunuydu. Ve daha ilk
andan itibaren Sezgin gibi seçeneklerin bu iş
için uygun olmadığı farkediliyordu.
Çiller Hanım bu noktada teşrif etti... Demirel'in
çekilişinin arkasında yatan "yenileme"
mantığına da uygun düşüyordu ve en çok da bu yüzden
tercih edildi. Tercih öyle güçlüydü ki, DYP gibi
kökleşmiş klanları olan bir partide çok yeni bir
unsur olduğu halde seçilebildi. Ta DP günlerinden,
AP günlerinden gelen burjuva politikacıları kuşağının
önemli bölümünün onayını alabildi.
Böylece bir anlamda "siyasette yeni yüzler"
operasyonu bir adım daha tamamlanmış oluyordu.
İlk halka Mesut Yılmaz'dı; Çiller bunun bir devamı
oldu. Ve bu halkaların Karayalçın ile devam edeceği
kesin görünüyor. Özellikle Karayalçın halkası
önemlidir. Karayalçın, büyük bir terslik olmazsa
şu anda burjuvazinin en "tercih edilebilir
adaylar" listesinin birinci sırasındadır.
Ülkenin dört bir yanını saran katliamlar ve vahşet
konusunda sesi soluğu çıkmayan, kendini müteahhit
gibi konumlandırmış bir solcu tipi TC'nin devlet
yapısındaki yönetici kastlarına da çok ters gelmemektedir.
Bütün bunlar bir "gençleştirme" çabası
gibi sunulsa da "eski liderlerin tasfiyesi"
olarak gösterilmek istense de, "gençleşen"
yalnızca yüzlerdir. Oysa sistem hergün daha fazla
çürümekte, kırışıklıkları, çöküntüleri çoğalmaktadır.
Yapılan, yalnızca bu yaşlı ve köhne düzenin yeni
yüzlerle bir ölçüde parlatılıp cilalanmasıdır.
RASYONEL SEÇİM: KOALİSYONUN DEVAMI
Başlangıçta epey spekülasyon olmuştu. Daha DYP'de
kimin seçileceği tartışması sürerken, koalisyonun
devamı üzerine kuşkular uyanmıştı. Burjuva basının
bir bölümünde özellikle DYP-ANAP formülleri üretiliyor,
artık politik hayat ve tercihleri pehlivan tefrikası
gibi uzayan Aydın Menderes, bu formüllerin yapıştırıcı
halkası olarak sunuluyordu.
Gerçekten de başka formüller yok değildi. Başındanberi
sağ-cephe formüllerinin heveslileri de çoktu,
ideolojik organizatörleri de... Bugün de bu kesimin
varlığını sürdürüp hazırlandığı biliniyor. Özellikle
DYP içindeki Coşkun Kırca (ki 12 Eylül danışmanlarındandır)
ve Münif İslamoğlu gibileri hükümete olan desteklerinin
sınırını her fırsatta vurgulamaktan geri durmuyorlar.
Ama bütün bunlara karşın yaşanan konjonktürde
emperyalist merkezlerin ve yerli tekellerin tercihi
çok netti. SHP'yi muhalefete koyan bir "sağcı
partiler koalisyonu" burjuvaziye hiç bir
şekilde rasyonel gelmiyordu. Böyle bir "MC"
formülasyonuyla toplumsal muhalefetin zaten varolan
sertliğini artırmak ve cephesini genişletmek akıllıca
değildi. Böylece SHP kartının bütün yedekleyici
esnetici etkilerinden vazgeçilmiş olacaktı ve
görünürdeki mutabakat manzarası da zedelenecekti.
Koalisyon, son iki yıldır düzeyi gitgide yükselen
devlet terörü ve katliamların daha rahat geliştirilmesini
sağlamıştı. Daha doğrusu, böylece bütün yapılanların
belirli bir sağ-sol mutabakatıyla yapıldığı propagandasının
zemini yaratılmıştı. Gerçekten de durum böyleydi.
Son iki yıla sığan en korkunç vahşet örnekleri
bizzat SHP'nin onayı ve savunmasıyla yapılmıştı.
Bu "samimi" ortaklığı bozmanın ve salt
sağ partiler formülüyle yeni bir kaos yaratmanın
bu aşamada gereği yoktu. Tam tersine güleryüzlü
bir hanımefendi ile solcu fizik profesörünün "izdivacı"
çok daha sıcak bir formüldü. Ki zaten, SHP'nin
siyasal mantığı itibarıyla kimi zaman diğer bütün
partileri aşan şovenizmi biliniyordu. Yani son
iki yılda sözkonusu olan SHP açısından "seyirci"lik
filan da değil, düpedüz ortaklıktı.
"Çiller bir şanstır. Omuz vermeliyiz"
diyordu Rahmi Koç...
Bu düşüncesinde yalnız olmadığı, bellibaşlı bütün
tekelci çevrelerin koalisyonu tercih ettiği yaşananlarla
da kanıtlandı.
"YEPYENİ" (!) BİR HÜKÜMET...
Hükümetin kuruluşu ve tanıtımı doğrusu bir garipti:
Kurulan hükümet şu bildiğimiz hükümetti; DYP-SHP
koalisyonu birkaç kadro değişimiyle aynen devam
ediyordu. Ama öyle bir şatafat ve demogoji fırtınası
estirildi ki, insanlar önlerinde "Yeni"
bir hükümet varmış duygusuna kapıldılır.
Hükümet, medya tarafından sanki başka partiler
başka bir koalisyon yapmışlar gibi sunuldu. Eski
tas eski hamamdan oluşan manzara kitlelere çok
farklı şekilde çarpıtılarak sunuldu.
Çiller'in meclis ve TV konuşmaları da aynı mizansene
göre ayarlanmıştı. Sanki bizzat kendisi, geçen
hükümetin bakanı değilmiş ve siyaset sahnesine
yeni inmiş gibi ikiyüzlü bir tavır sergileniyordu.
Çiller Hanım ülkeyi kurtaracak yeni formüllere
sahipti! Büyük keşifleri olduğu halde Süleyman
Bey'in arkasında bütün bunları uygulayamıyordu!
Çizilen demogojik manzara buydu!
Ve hiç kimsenin yüzü kızarmıyordu...
Bütün sorun bir parça kredi kazanmak, iyimser
bir hava estirip kitlelerden sabır ve zaman talep
etmekti.
En klasik yöntem olan "enkaz edebiyatı"
da bu çerçevede kullanıldı. Çiller resmen telaffuz
etmedi (bu kadarı çok yüzsüzlük olurdu!) ama geçen
hükümetten "enkaz devralındığı" imasına
sık sık başvurdu. Örneğin 150 milyon dolarlık
dış borcun baskısıyla işe başladığını söylüyordu
ya da Sivas katliamı konusunda olayın güvenoyundan
önce olduğu bahanesine sığınıyordu, sanki politika
bir süreklilik değilmiş gibi...
Bir anlamda "enkaz" edebiyatı da bir
gerçeğin ifadesidir. Gerçekten de her TC hükümeti
bir önceki hükümetten ciddi şekilde "enkaz"
devralmaktadır. Ve işin kötüsü bu enkaz da her
seferinde daha berbat bir hale gelmektedir. Eğriyi
yukarıya çekme şansı artık yoktur. Kriz çizgisi
dibe doğru inmekte ve her geçen gün sorunlar ağırlaşmaktadır.
Olayı böyle bir süreklilik içinde algıladığımızda,
her hangi bir hükümetin "yeni" cilası
da fazla anlam ifade etmemektedir.
Önümüzdeki hükümet bu anlamda yeni bir hükümet
değildir.
Dolayısıyla onun üzerine söylenebilecekler de
çok yeni şeyler olmayacaktır.
Geçen hükümet için söylediklerimizi yinelemek
büyük ölçüde mümkündür. Hatta imkânları ve sınırları
açısından daha da dar bir çerçeve sözkonusudur.
Çiller Hükümetinin kitleleri tatmin edebilme şansının
geçen hükümete göre on kat daha az olduğu çok
açıktır. Öyle ki, Çiller Hükümeti, herhangi bir
hükümetin ilk günlerinde yapması gereken sempati
jestlerini yapabilme olanağından bile yoksundur.
Memur maaşlarında bir küçük politik jest yapamayacak
ölçüde eli dardır.
İşçilere vaadettiği ise daha şimdiden bellidir:
Özelleştirme yoluyla kapı dışarı etme!
Yani neresinden bakılırsa bakılsın ortada insanların
"bir de bunu deneyelim" demesini gerektirecek
bir durum yoktur. Çiller Hükümetinin kitlelerden
bunu umabilecek yüzü de yoktur.
Bütün bunları bilindiği için de baştan itibaren
şirinlik numaralarına hız verilmiştir.
İşin ilginç yanı, ortada halihazırda bir başka
alternatif de bulunmamaktadır. Sözgelimi bir erken
seçimi kimse telaffuz etmemektedir, çünkü böyle
bir seçimin ortaya çok parçalı bir manzara çıkarıp
işleri iyice arapsaçına çevirme riski olduğu farkedilmektedir.
Gidebildiği yere kadar!..
Bugünkü formül budur...
İKTİDAR KİMİN ELİNDE?
Aslında bu karşımızdaki şeye gerçekten "hükümet"
denip denemeyeceği de çok tartışmalıdır.
Türkiye'de kim gelirse gelsin işlerin yürüyeceği
bir düzenleme uzun süredir yerleştirilmiştir.
Lenin'in "gerçek devlet işleri koridorlarda,
dairelerde halledilir..." biçimindeki deyişine
uygun olarak her şey yerli yerine oturmuştur.
MGK, Ordu ikilisi çoktandır bir dizi işi kendi
başına yürütmektedir.
Ama herhalde bu açıdan en kişiliksiz ve renksiz
hükümet bugünküdür.
Çiller Hükümeti işin daha en başında kendisini
ekonomik işlerden sorumlu bir müsteşarlık gibi
konumlandırmıştır.
Hükümet, tam tamına bir tarif yapmak gerekise
MGK'nin "basın sözcüsü" konumundadır.
Kürdistan fiilen MGK ve Orduya devredilmiş, ülkenin
batısı ise polis ve kontr-gerilla'ya bırakılmıştır.
Bu işleyişte Çiller'e düşen ise MGK'nın direktiflerini
uygulamak ve bütün şirinliğini kullanarak savunmaktır.
MGK, tam bir çete yönetimi gibi ülkenin tek hakimidir.
Kontr-gerilla-MİT ve ne kadar karanlık teşkilat
varsa ülkenin denetimini fiilen ellerine almışlar,
meclisi ve hükümeti "tasdik mekanizması"
haline getirmişlerdir. Ve belki de bu yüzden bir
askeri darbe gerekli bulunmamaktadır. Çünkü askeri
faktör pratik olarak yönetimin tam merkezine oturmuştur.
Artık halka açılan savaştaki bütün taktikler bu
işleyiş içinde saptanıp yürütülmektedir.
Bu bakımdan Çiller'in ilk başta "tartışmaya
açtığı" şu "sivil çözüm" düşüncelerini
çok ciddiye almamak gerekiyor. Bunlar fiilen ölü
önerilerdir. Bugün TC cephesinde değil bir "sivil
çözüm" arayışı, bunun belirtisi bile yoktur.
Bugünkü politika nettir ve Çiller'i de pek umursamadan
saptanmıştır: Savaş!
MGK'da ve genel olarak TC'nin terör mekanizmalarında
güçlenen eğilim savaş süreci uzadıkça Kürdistan'da
bir şeylerin yitirildiği yolundadır. Ve bu nedenle
"topyekûn savaş" saldırısıyla kesin
bir saldırı yapıp "ezip geçme" hayali
içindedirler. Devlet, kendisine kan, terör ve
vahşet yolunu seçmiştir. Bütün güçlerle yüklenmek,
köyleri yakmak, katliamlar yapmak, dağı taşı bombalayıp
gerillayı halksız bırakmak yolu tercih edilmiş,
artık "balık"larla değil doğrudan "deniz"le
ilgilenmek yöntemi benimsenmiştir. Halkı kazanma
yada legal Kürt örgütleriyle kapıları aralık tutma
tavrından da tümüyle vazgeçilmiştir.
Bu amaçla bakanlar kurulu son toplantısında "resmi"
mevcudu 3 bin civarında olan ÖZEL TİM kadrosunu
15 bin'e çıkarmayı ve ÖZEL TİM kadrosu yetiştirmek
için okullar açmayı kararlaştırmıştır.
Saldırı her cephede ve her düzeyde sürmektedir.
Bizzat Güreş "dayanmaları mümkün değil"
diyor ve 500 Librelik bombalar kullandıklarını,
bu bombaların taş taş üstünde bırakmayacağını
söylüyor. Hatta Gündem'de yayınlandığı gibi katliamlara
karşı çıkan askerler bile kurşuna dizilmekten
kurtulamıyorlar.
Günümüzdeki politika budur. Ve politika her düzeye
yayılmıştır. Sözgelimi bir Anayasa Mahkemesi'nin
son kararları da aynı genel saldırı çerçevesindedir.
Brifingler veriliyor. MGK brifinglerine yalnızca
burjuva basın temsilcileri çağrılıyor, onlarda
utanmadan gidip talimatlarını alıyorlar.
Güreş, basından milli takım ruhu istiyor, askerlik
çağrısı yapıyor. Gündem ve Aydınlık'ın çağrılmadığı
toplantılarda, basından yalnızca ordunun başarılarından
sözedilmesi, hatta özel muhabirler yoluyla işbirliği
yapılması isteniyor.
"Basının sözbirliği etmesi" gereği üzerine
uzun nutuklar atılıyor, "topyekûn görevler"den
sözediliyor. Ve basın kafasını sallayıp dinliyor.
Aslında çok özel nutuklar da gerekmiyor. Burjuva
basın "bu sorunun bitmesi" uğruna bir
yığın katliama gözyummaya hazırdır. Ve ilginçtir
bu konuda en hevesli olan da Cumhuriyet'tir. Görülebilen
en net anti-UKM çizgiyi bugün Cumhuriyet izliyor.
Topyekûn savaş çığlıkları her yanı kaplamıştır
artık. Hükümet mekanizmaları bu savaşın basit
araçları haline dönüşmektedir.
Öyle ki, Güreş Paşa artık "sıkıyönetimin
ne zaman ilan edilebileceği"ni bile saptamaktadır.
Öyle ki, sırf çetenin sürekliliği bozulmasın diye
özel karar ve yasa maddesi üretilerek Güreş'in
görev süresi uzatılıyor.
Ve öyle ki, TC tarihinde ilk kez başbakan'ın güvenlik
danışmanlığına doğrudan bir general atanıyor.
Böylece her şey olup biterken Çiller Hanım'ın
nazik beyninin fazla yorulmaması sağlanıyor!
Tabii, burjuva basına yapılan askerlik çağrısı
diğer yandan bu tür çağrıların muhatabı olmayan
sosyalist-yurtsever basına kesin bir saldırı anlamına
geliyor. Sosyalist basının DGM davaları olağanüstü
hız kazanırken, Gündem'e gözdağı ve kapatma davaları
sürüyor. Söylemeye gerek yok, 80'li yıllarda Nadir
Nadi'nin iki aylık tutuklamaları için gözyaşı
dökenler, Gündem yazı işleri müdürlerinin aylardır
hapiste oluşuna seslerini bile çıkarmıyorlar.
Gelecekte bu saldırı çemberinin daha da genişlemesi,
katliam bölgelerinin "girilmez" ilan
edilmesi beklenmelidir.
FAŞİST HAREKET: YILANIN UYANDIRILMASI
"Topyekûn Savaş" mantığı itibarıyla
salt Kürdistan'la sınırlı kalmayacaktır. Kirli
savaşın sivilleşmiş biçimlerini Batı'ya yayma
girişimlerinin çok ciddi işaretleri bugün rahatça
gözlenebilmektedir.
Ordudan istifa etmiş A.C. Erseven gibi subayların
provakasyon faaliyetleri (örneğin: Mersin) artık
açıkça gazetelerde yazılmaktadır. Ve bunlar tekil
örnekler değildir.
Aslında bu çerçevede MHP olgusuna yeniden bakılabilir.
Gözlenebilen ipuçları, bugün MHP'nin ciddi şekilde
son yıllardaki atıl durumdan sıyrıldığını işaret
etmektedir. İç güvensizliği ve kısırlığı Kıbrıs/Azerbaycan/Bosna
kampanyaları ile aşmaya çalışan faşist hareket
yavaş yavaş eski rotasına girmektedir. Üniversitelerdeki
ufak-tefek saldırılardan gelecekte daha çaplı
provakasyonlara yöneltilmeleri beklenmelidir.
Özellikle hassas noktalarda anti-Kürt şovenizminin
körüklenmesiyle büyük karışıklıklar yaratmaları
mümkündür. Son aylarda bir çok yerde çıkan şovenist
saldırı örneklerinde faşistlerin payı biliniyor.
Bu anlamıyla devrimciler sivil faşist çeteyi önümüzdeki
süreçte yeniden gündemlerine almalıdırlar. Daha
doğrusu "topyekûn savaş"a karşı mücadeleyi
örgütlerken bu savaşın bir parçası olan sivil
faşist hareketi de gözden kaçırmamak gerekmektedir.
TOPYEKÛN SAVAŞ SÖKMEYECEK!
Devlet kirli savaşı şiddetlendirme ve yayma yolunu
seçmiştir. Ve kuşkusuz her savaşan güç gibi "kazanmak"
arzusundadır.
Bugün TC için "kazanmak" sözcüğünün
anlamı Ulusal Kurtuluş Hareketi'nin belini kırmak,
gelişimini en azından uzun bir süre için durdurmaktır.
Devletin önüne koyduğu hedef budur.
Ama kazanmak arzusu ayrı şeydir, kazanmak ayrı
şeydir.
Kuşkusuz çok büyük güçlerle yüklenip UKM'ne büyük
kayıplar verdirmeleri mümkündür. Özellikle köyleri
yakarak, mayınlayarak gerillanın desteklerini
kesmeye çalışacaklardır.
Ama UKM artık Kürdistan'ın bağrında öyle kökleşmiş
bir güçtür ki, onu askeri üstünlükle sökebilmek
hemen hemen imkansız gibidir. Bir sosyal olgu,
halkın bir parçası haline gelmiş olan PKK'nın
dayanma kapasitesi kaynağını aldığı halkın gücü
açısından çok sağlamdır.
Bu noktada TC için ancak anlık ve yerel başarılar
yolu açıktır. Bunun ötesinde devletin bir şansı
bulunmamaktadır. Kirli savaşın bu biçimiyle sürdürülmesi
daha çok insanın ölümünden başka bir sonuç vermeyecektir.
"Topyekûn Savaş" mantığından şüphesiz
Türkiye devrimci hareketi de payını alacaktır,
almaktadır. Çünkü savaş bir bütün olarak toplumsal
muhalefeti sindirme amacını taşımaktadır.
Özellikle Türkiye devrimci hareketi önümüzdeki
süreçte bu açıdan güç görevlerle karşı karşıyadır.
Bir an önce düşmanın karşısına maddi güçlerle
dikilmek, onu her cepheden karşılayabilir hale
gelmek bu görevlerin en önemlisidir. Türkiye'nin
de Kürdistan'ın da ihtiyaçları, durumu gitgide
acilleştirmektedir.
Türkiye ve Kürdistan devrimcileri kendilerine
karşı açılmış savaşı bütün cepheleriyle kavramak
ve güçlerini organize etmek zorundadırlar.
|