Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Bu sayımızda Demokratik Alman Cumhuriyeti eski lideri Erich Honecker'in geçen yıl sonunda yargılandığı Federal Alman mahkemesindeki savunmasını sunuyoruz. Aslında buna "savunma" demek doğru değil, zaten Honecker de böyle adlandırmamaya özen gösteriyor. Belgeyi, ikiyüzlü Federal Almanya ve emperyalist kampın bir açıdan teşhiri olarak algılamak gerekiyor. Kuşkusuz, belge çok yüzeyseldir. Honecker, reel sosyalist düzenin yıkıma götüren sakatlıklarıyla hesaplaşmıyor, sorumluluğunu taşıdığı çöküş sürecini irdelemiyor. Ömrü boyunca revizyonizmi "ilke" olarak benimsemiş bir yönetici kuşağından bunu beklemek de yanlış olurdu zaten. Ama öte yandan yaşamının son diliminde eğri ya da doğru kendi geçmişini savunabilmesi, sosyalizmi savunabilmesi bir saygıyla karşılanmalıdır. Böylece berbat şekilde panikleyip, bütün değerlerini bir anda yitiren bir çok eski "şef" ile kendisi arasına hiç olmazsa bir sınır koymuş oluyor.
Bu açıdan, belgenin tam metninin yayınlanmasının bir görev olduğunu düşünüyoruz.


Burada bana yöneltilen temelsiz cinayet suçlamalarına karşı savunma yaparak bu suçlamalara ve bu mahkemeye sözde bir meşruluk sağlamayacağım.. Hükmünüzü de göremeyeceğim için zaten savunma gereksiz oluyor. Benim için düşündüğünüz ceza artık bana ulaşamayacaktır. Bunu çocuklar bile biliyor. Bana karşı açılan mahkeme salt bu yüzden bile bir maskaralıktan ibarettir, bir politik tiyatrodur.
Batı Berlin de içinde olmak üzere hiçbir yerde hiç kimse yoldaşlarımı, beni veya herhangi bir DAC yurttaşını, yerine getirdiği devlet görevlerinden ötürü yargılayamaz, hatta dava bile açamaz.
Burada eğer konuşuyorsam, bu, yalnızca sosyalist düşünceye olan inancım için ve yüzden fazla halkçı devlet tarafından tanınmış olan DAC'nin politik ve ahlaki açıdan adil bir değerlendirmesini yapmak içindir. Bugünlerde FAC tarafından "hukuk dışı" diye adlandırılan bu cumhuriyet dönem dönem Güvenlik Konseyi toplantılarını yöneten bir üye olmuş, bir defasında da BM genel toplantısını yönetmiştir.
DAC'nin politik ve ahlaki açıdan adil bir değerlendirmesini bu mahkemeden beklemiyorum. Ancak ben bu politik tiyatrodan durumu vatandaşlarımın bilgisine sunmak için yararlanıyorum.
Zaten burada hiç alışılmadık bir konumda değilim. Alman "hukuk devleti" şimdiye dek Kari Marks, August Bebel, Kari Liebknect ve daha birçok sosyalisti yargılamış ve hüküm giydirmiştir. Bunu zamanında benim de bir kez sanık olarak bulunduğum 3. Reich ve Weimar Cumhuriyeti'nden devralman hakim ve savcıların yönettiği mahkemeler ile yapmıştır. Alman faşizminin ve Hitler devletinin yıkılışından sonra, komünistleri kitleler halinde soruşturmak, iş mahkemeleri yoluyla işlerinden ve ekmeklerinden etmek, idare mahkemeleri yoluyla onları devlet dairelerinden uzaklaştırmak veya başka bir yolla soruşturmak için FAC'nin yeni savcı ve hakimler aramasına gerek yoktu. Yani 50'li yıllarda Batı Almanya'daki yoldaşlarımıza ne oluyorsa, şimdi bize de aynısı olmaktadır. Yaklaşık 130 yıldır aynı keyfilik vardır.
Alman "hukuk devleti" FAC hukukun değil, tam tersine sağın devletidir.
Bu yargılama ve diğer DAC vatandaşlarının "düzene yakınlıklarından" dolayı yargılandıkları iş, sosyal ve idari mahkemelerdeki yargılamalar da dahil olmak üzere bütün yargılamalar bir kanıta dayanmalıdır. Politikacılar ve hukukçular "nazileri cezalandırmadığımız için komünistleri cezalandırmayıyız" diyorlar. "Bu defa geçmişi bitirmeliyiz". Bu birçok kişinin aklına yatıyor ama bu yalnız görünüşteki söylemdir. Gerçek ise, Batı Alman hukukuna kendi savcı ve hakimlerini yargılayamamasından dolayı nazileri yargılayamadığıdır.
Gerçek, Batı Alman hukukunun şimdiki seviyesini nazilere borçlu olduğudur.
Gerçek, komünistlerin, DAC vatandaşlarının bugün Almanya'da her zaman yargılandıkları nedenlerden dolayı yargılandıklarıdır.
Sadece 40 yıllık DAC'nin mevcudiyeti buna aykırıydı. Bu kayıp şimdi "giderilmeliydi". Ve tabii "hukuk devleti" kılıfı altında olmalıydı.
Ve bunun politika ile uzaktan yakından ilgisi yoktur (!)
Ülkenin önde gelen hukukçuları, hükümet partisi ya da SPD üyeleri yemin etmişçesine davamızın politik bir yargılama değil , teşhir yargılaması değil, sıradan bir ceza davası olduğunu söylüyorlar (!)
Bir komşu ülkenin en yüksek devlet organı üyesi tutuklanıyor ve bunun politikayla hiçbir ilgisi olmadığı söyleniyor (!)
Karşıt bir askeri paktın generalleri kararlarından dolayı tutuklanıyor ve bunun da politikayla bir ilgisinin olmadığı söyleniyor (!)
Geçmişte, Alman toprakları üzerinde yeniden bir savaş çıkmaması için devlet konuğu ve partner olarak saygıyla karşılananlar, bugün katil olarak adlandırılıyor.
Ve bunun da politikayla ilgisi yokmuş (!)
Politik arenaya çıktıkları andan itibaren soruşturmaya uğratılan komünistler yargılanıyor, ama FAC'de bunun da politikayla bir ilgisi yoktur (!)
Bence, (ve inanıyorum ki, önyargılı olmayan herkese göre) bu dava DAC'nin askeri ve politik yönetimine karşı bir davada olabileceği kadar politiktir. Bunu inkâr edenler "yanılmıyor", düpedüz yalan söylüyor demektir, halkı birkez daha kandırmak için yalan söylüyor demektir. Bu davayla yapılmak istenen işte budur. Politik rakip, ceza hukuku yöntemleriyle ekarte ediliyor; ama tabii ki "hukuk devleti" tarzıyla (!)
Daha başka olgular da -kaçınılmaz olarak- bu davayla politik amaçlar güdüldüğünü gösteriyor. Başbakan olsun, önceleri gizli servis şefi, sonra adalet bakanı ve nihayet FAC'nin dışişleri bakanı olan Kinkel olsun, Hitler döneminde de bir kez kalmış olduğum Moabit'e beni yeniden tıkmak için niye bu kadar çaba harcadı? Başbakan önce Moskova'ya uçmam için izin verdi de, niye sonra iadem için Şili ve Moskova'ya baskı uygulayarak her türlü insan haklarını ayaklar altına aldı?
Rus doktorları doğru teşhislerini niye değiştirmek zorunda kaldılar? Beni ve sağlıkları benden daha iyi olmayan yoldaşlarımı niye Sezar'ın tutsaklarıymışız gibi sergiliyorlar?
Bütün bunların rasyonel bir açıklaması olabileceğini sanmıyorum. Burada, belki de şu eski söz doğrulanmaktadır: "Tanrı cezalandırmak isteyince önce körlük ile vurur". Herhalde herkes, huzuruma çıkmak için çaba harcayan, beni selamlayabileceği için sevinen bütün bu politikacıların bu davadan zararsız kurtulamayacağını bilmektedir. Duvarda insanların vurulduğunu, Ulusal Savunma Konseyi'nin başkanı, Genel Sekreter, DAC Devlet Konseyi Başkanı olarak bu duvardan yaşayan en yüksek politikacı olarak büyük sorumluluk taşıdığımı Almanya içinde ve dışında herhangi bir çocuk bile bilmekteydi. Bu durumda yalnızca iki olasılık vardır: Ya Almanya'nın sayın politikacıları bilerek, hatta ısrarla "katiller" ile uzlaşma aradılar; ya da şimdi bilinçli şekilde ve zevk alarak, ölümlerden sorumlu olmayanların gözaltına tutulmasına göz yumuyorlar. Her iki olasılık da onlara şeref sağlamayacaktır. Üçüncü bir olasılık ise yoktur. Bu çıkmazı göze alan bir kişi, karaktersiz biri olarak ya kördür ya da onurundan daha değerli saydığı bir amacın peşindedir.
Varsayalım ki, bay Kohl, hatta bay Kinkel ve hatta FAC'nin bütün milletvekilleri ve parti yöneticileri kör olsun (buna hiç ihtimal vermiyorum ya!) ve bu davanın politik amacı yalnızca DAC ve bunun yanında bütün Almanya sosyalizmi bütünüyle gözden düşürmek niyeti olsun. Belki de bu durumda onlara DAC'nin Almanya'da ve Avrupa'da sosyalizmin hezimete uğraması da yetmiyor, işçi ve köylülerin yönettiği bu dönemi anımsatan, diğer taraftan ölümün ışığını belirginleştiren ne varsa kurtulmak gereklidir. Pazar ekonomisinin (kapitalizm şimdi böyle süslü sözcüklerle anlatılıyor) zaferi ve sosyalizmin hezimeti tam olmalıdır! Hitler'in bir zamanlar Stalingrad önlerinde söylediği gibi "düşmanın bir daha ayağa kalkmaması" isteniyor. Zaten Alman kapitalistlerinin total olana karşı herzaman bir yatkınlıkları vardır!
Davanın amacı, öldüğü söylenen sosyalizmi bir kez daha öldürmektir. Kapitalizm, Hitler'in bir zamanlar askeri felaket pahasına ortaya koyduğunu ekonomik çöküntü pahasına ortaya koydu. Kapitalizm dünya çapında çaresiz duruma düştü. O, artık ancak ekolojik ve toplumsal kargaşa içinde boğulma ile üretim araçlarının özel mülkiyetinin terkedilmesi (yani sosyalizm) arasında bir tercih yapabilir. Yalnızca bu tercih kalmıştır ve her iki yol da onlar için ölüm demektir.
Ve herhalde Batı Alman yöneticilerine sosyalizm kalıcı bir tehlike gibi görünüyor. Bu davanın da DAC'nin karşı düzenlenen bütün "sefer'ler gibi "önleyici" olması bekleniyor.

Duvar Gerçekte Kimin Eseridir?
Ülkemizde insanların doğal olmayan ölümleri bizi daima üzmüştür. Duvardaki ölümler bizi yalnızca insani açıdan etkilememiş, politik olarak da zarara uğratmıştır. Herşeyden önce Varşova Paktı ile NATO arasında imzalanmış bulunan karar uyarınca DAC ve FAC arasındaki sınırdan izinsiz geçişlerde silah kullanılmasının yükünü ben 1971 Mayısından bu yana taşımaktayım. Bunun zor bir yük olduğunu biliyorum. İlerde, bu yükü niye üzerime aldığımı da açıklayacağım. Ama burada, davanın politik amaçlarının yanında, hangi araçların kullanıldığını incelemeden geçemem. Bu araçlar duvardaki ölülerdir. Geçmiş davalarda olduğu gibi bu davayı da medyanın etkisi şekillendirecektir. Burada unutulan olgu ise, öldürülmüş DAC sınır devriyeleridir.
Biz, hepimiz, ölülerin resimlerinin nasıl sevgisizce ve münasebetsizce, kabaca pazarlandığını yaşadık. Böylece politika yapılmak ve kamuoyu yaratılmak istendi. Her
ölü kapitalizmin bize karşı savaşının bir parçası olarak kullanıldı. Çünkü, sosyalizme karşı ancak böyle savaşılabilirdi. Ölüler, DAC'nin ve sosyalizmin insanlıktan çıkmışlığını kanıtlarken, bugünün sefaletini ve piyasa ekonomisinin kurbanlarını gizleyeceklerdir. Bunların hepsi demokratik, hukuki, hırıstiyan, hümanist Almanya ve Alman halkının refahı için yapılıyor... Zavallı Almanya!...
Şimdi konuya gelelim. Batı Berlin savcıları bizi kriminal katiller olarak lanse ediyor, iddianamede 68 insanın ölümüne yönelik, kendimiz öldürmediğimiz ve öldürülmelerini de emretmediğimiz halde, sayfa 9'da tam olarak şu şekilde itham edilmekteyiz: "USK (Ulusal Savunma Konseyi)'nin sekreteri ve MK'da güvenlikten sorumlu sekreter olarak SED (Almanya'nın Sosyalist Birliği)'ne direktif vererek Berlin'e (Batı) ve Federal Almanya sınırına sınır engelleri yerleştirerek geçişi olanaksız kılmak..."
- "Yeni mayın engelleri oluşturmak" ("Yeni" teriminden, SSCB kuvvetleri tarafından daha önceden böyle engellerin oluşturulmuş olduğu anlaşıldığı halde)
- "Sınır geçişine izin vermemek"
- 3. 5.1974 tarihinde, çekinmeden silah kullanma talimatı vermek."
- "Ve l Mayıs 1982 tarihinde yürürlüğe giren sınır yasasını onaylamak."
Bana ve bize karşı yöneltilen ithamlar DAC'nin anayasal organı olan USK'ne de yönelmektedir. Yani, davanın nesnesi, DAC politikası, DAC'ni ayakta tutmak ve korumakla yükümlü USK'nin kararlarıdır.
Böylece DAC "hukuk dışı" ülke ilan edilecek ve ona hizmet etmiş olanlar katil damgası yemiş olacaklardır. Bu davanın amacı savcılığın daha şimdiden sözünü etmeye başladığı onbinlerce kişiyi, yüzbinleri sivil, sosyal, iş ve idari mahkemelerinde yargılamak, sınır devriyeleri için pilot davaların yolunu açmaktır. Olay yalnızca bu davada yargılanan beni ve bizi ilgilendirmiyor. Sözkonusu olan daha fazlasıdır. Evet, soğuk savaşın bitmesiyle "mutluluğa" adımını atmış gibi görünen Almanya'nın, Avrupa'nın ve dünyanın geleceğidir söz konusu olan. Burada sadece soğuk savaşı sürdürmekle kalınmıyor, aynı zamanda zenginler Avrupa'sı için temel taşı konulmak isteniyor. Bunun için kanıt, bizlerin "katil" olarak damgalanmasıdır.
Bu yargılamada, yalnızca üç şart kabul edilebilirdi.
* Ölçüler tam olarak önceden belirlenmiş olmalıydı.
* Bu ölçüler bütün politikacılar için eşit olmalıydı.
* Kararı ne dostlar ne de düşmanlar tarafından işgal edilmemiş partiler üstü bir mahkeme vermeliydi.
Ama bana sorarsanız, bütün bunlar bir taraftan son derece normal, bir taraftan da bugünkü dünyada imkansızdır. Öyleyse, madem ki üstümüzdeki bir mahkemede oturuyorsunuz, bunu yenenlerin yenilenler üzerindeki bir mahkemesi yapın!
(...)
Savcılığın ister kötü niyetinden olsun isterse bulandırma isteğinden olsun kaçındığı ayrıntılar üzerine çatışmalardan da çekinmediğimizi göstermek için bunları bir bir ortaya koymak istiyorum. Daha önce belirtildiği gibi savcılığın bize karşı ithamları kronolojik bir tarzda şu cümlelerle başlıyor:
"12 Ağustos 1961'de suçlanan dönemin USK sekreteri ve SED'in güvenlikten sorumlu sekreteri olarak Honecker geçişleri olanaksız kılmak için B. Berlin ve FAC sınırı boyunca engeller kurmayı emretmiştir."
(...)
Gerçek olan ise şu: Duvarın yapımına 5. 8. 1961 tarihinde Moskova'da gerçekleştirilen Varşova Paktı oturumunda karar verilmiştir. Ve sosyalist ülkelerin bu paktında DAC önemli bir unsur olmakla birlikte lider konumunda değildir.
Bu durum mahkeme tarafından bilinmeliydi, ayrıca bizim kanıtlamamız gerekmiyor.
Daha önce de belirttiğim gibi kimseyi bizatihi öldürmediğimiz halde, hatta öldürülmesi doğrultusunda dolaysız emirler de vermediğimiz bilinirken, duvarın yapımı, ayakta tutulması ve DAC'ni devlet izni olmadan terkermeme yasasının uygulanması öldürme eylemi olarak gösterilmek isteniyor ve üstelik sonra da bütün bunların hepsinin politikayla bir ilgisi olmadığı söyleniyor! Evet, Alman hukuk sisteminde bu dalavere mümkündür. Ama tarih ve sağlıklı insan aklı önünde sınıfta kalacakları kesindir. O, (Alman Devleti) bir kez daha nereden geldiğini, hangi akla hizmet ettiğini ve Almanya'nın yönelişinin kimlerin elinde olduğunu gösteriyor.
Bu politik karar bütün Varşova Paktı üyesi ülkeler tarafından birlikte alınmıştır, bunu sorumluluğu başkalarına yıkmak için söylemiyorum. Ben bunu, kararın 1961'de doğru olduğunu ve ABD ile SSCB arasındaki çatışmanın bitimine kadar da doğru kaldığını belirtmek için söylüyorum. Bu politik karar ve düşüncenin temelinde yatan kararlılık, davanın esas konusudur. Bu davanın kazananların kaybedenler üzerindeki yargılaması olduğunu ve politik motivasyonunun bugünkü tarihsel durumla belirlendiğini görmemek için ya kör olmak, ya da geçmişin olaylarına gözlerini bilinçli şekilde kapamak gerekir.
Eğer siz, bu politik kararımızı yanlış buluyor ve duvardaki ölüleri bize karşı bir dava konusu haline getiriyorsanız, ben de sizlerin pek doğru bulduğunuz kararların binlerce hatta milyonlarca insanın ölümüne neden olduğunu rahatça söyleyebilirim. Bu, benim ve yoldaşlarımın fikridir. Ve bu politik fikirlerden ötürü, burada, sizin önünüzdeyiz. Sizler bu farklı politik düşüncelerimizden dolayı bizi cezalandıracaksınız.
Duvarın yapımı noktasına nasıl ve neden gelindiği savcılığı ilgilendirmiyor! İddianamede bunun üzerinde tek bir söz bile yok! Nedenler ve koşullar hasıraltı edilerek tarihsel olayların zinciri keyfi olarak parçalanmaktadır. Erich Honecker duvarı inşa etti ve korudu. İşte o kadar! Federal Alman Hukuku, tarihi bu denli basit görebilir ve gösterebilir, yeter ki bir komünist, adli suçlu gibi damgalanıp yargılansın! Oysa bu arada her Alman vatandaşı duvarın niçin yağdığını ve orada ateş açılmasının nedenlerini pekala bilir.
Savcılığın, duvarlar inşa edilmesi ve buralarda inanların ölmesini sadece sosyalizme özgü bir şeymiş gibi sunması ve beni yoldaşlarımı sorumlu tutması, sonuç olarak tarihi yeniden anlatmamı zorunlu kılıyor.
İşin başlangıcı çok eskilere dayanıyor. Gerçekte herşeyi sermaye ile proletaryanın oluşumuna dek iner.
Yeni dönem Almanya'nın sefaletinin başlangıç noktası ise 1933 yılıdır. I933'de bilindiği gibi Almanların çoğunluğu seçimlerde NSDAP (Nasyonal Sosyalist işçi Partisi'ni seçmiş ve Hindenburg Hitler'i başbakanlığa getirmişti. Sonuçta, SDP dışında bütün partilerin önderleri Hitler'e diktatoryal yetkiler sağlayan yetki yasasına onay verdiler. Sadece komünistler bu seçimlerde "Hindcnburg'u seçen Hitler'i, Hitler'i seçen de savaşı seçer" demişlerdi. Yetki yasasının onaylanması sırasında ise komünist parlamenterler meclis dışına atılmışlardı. Birçok komünist ya tutuklanmış ya da illegal yaşamaktaydı. Komünistlerin yasaklanması ve demokrasinin çöküntüsü Almanya'da ta o zaman başlamıştı.
Hitler, Reich başbakanı olur olmaz, Almanya ilk ekonomik mucizesini yaşıyor, işsizlik azalıyor, Wolksvagen tahvilleri satılıyor, kaynayan halkın ruhu yahudilerin sürülmesine dek varıyordu. Alman halkının çoğunluğu mutlu ve hoşnut görünüyordu.
İkinci dünya savaşının başlaması ve hemen ardından "yıldırım savaşları" sonucunda Polonya, Norveç, Danimarka, Belçika, Hollanda, Luxemburg, Fransa, Yugoslavya ve Yunanistan zaferlerinin haberleri geldikçe artık heyecan sınır tanımıyordu. Aşağı yukarı bütün Almanların kalbi gelmiş geçmiş tüm zamanların Führeri için atıyordu. Hiç kimse "bin yıllık imparatorluğun" 12 yılda yıkılacağına inanmıyordu.
1945 sonrasında yıkıntılar içinde iken (bir Nazi şarkısında geçtiği gibi) tüm dünya artık Almanya'ya değil, Almanya müttefiklere aitti. Artık, Almanya 4 parçaya ayrılmıştı. Seyahat özgürlüğü filan yoktu. Bu insani hak o dönemin müttefikler açısından geçerli değildi. Bu durum ABD'den Almanya'ya dönmesine izin verilmeyen Gerhart Eisler gibi Alman göçmenler için de geçerliydi.
O zamanlar ABD'de (Morgenhauptplan gibi...) Almanya'yı bölmek için planlar yapılıyordu. Bu planlar, Stalin'in birçok kez alıntı yapılan şu sözü sarfetmesine neden olmuştu: "Hitler gibileri gelirler ve giderler, Alman halkı ve Alman devleti kalır." SSCB'nin Almanya için öngördüğü birlik planı gerçekleşmedi. Almanya, 1947'de ABD tarafından ilan edilen soğuk savaş doğrultusunda ikili, üçlü parçalar, denetimli seçim reformları ve nihayet 1949 Mayıs'ın da Federal Cumhuriyet oluşturulmaya kadar ikiye bölünmüş olarak kaldı. Bu bölünme, zamanın akışında kanıtlandığı gibi komünistlerin marifeti değil, aksine batılı müttefiklerin ve Konrad Adenauer'in eseridir. DAC'nin oluşturulması FAC'nin oluşumunun gerekli ve mantıklı sonucuydu. Ve bundan sonradır ki iki Alman devleti yanyana varoldu. FAC, DAC'ni tanımak ve yanyana barış içinde yaşamak konusunda hep isteksizdi. Daha çok bütün Almanların temsilcisi olduğu iddiasındaydı. Müttefikleriyle birlikte DAC'ne karşı onu ekonomik ve politik olarak izole etmek için ambargo ilan etmişti. DAC'ye karşı süren soğuk savaşın saldırgan politikasıydı. Bu, soğuk savaşın Alman topraklarındaki biçimiydi. Duvara neden olan işte bu politikaydı.
DAC, FAC'nin NATO'ya girmesinden sonra Varşova Paktı'na katıldı. Böylece iki Alman devleti düşman paktların üyeleri olarak yanyana yaşamaya başladılar.
FAC, DAC'ye göre nüfus, ticaret ve politik-ekonomik ilişkiler açısından çok ileriydi. FAC Marshall Planı ve daha az savaş tazminatı nedeniyle savaşın sonuçlarını daha az yaşadı. Daha verimli ve daha büyük bir bölgeye sahipti. Bu üstünlükleri DAC'ye karşı her açıdan kullanıyordu ama özellikle DAC vatandaşlarına ülkelerini terketmeleri halinde maddi olanaklar sağlayacağını taahhüt etmesiyle bunu yapıyordu. Bir çok DAC vatandaşı FAC politikacılarının isteklerine kandılar ve bunu yaptılar. "Kendi ayaklarıyla kabullendiler". Ticari başarı Almanları 1945'de de 1933'den az olmamak üzere çekmiştir.
DAC ve Varşova Paktı üyesi ülkeler zor duruma düşmüşlerdi. Roll Back politikası Almanya'da başarıya ulaşmıştı. NATO, etki alanını "Oder" nehrine dek büyütmeye koyuldu.
Bu politika Almanya'da 1961'de dünya barışını tehdit eden bir gerginlik yarattı, insanlık bir atom savaşı sınırına kadar gelmişti. Bu durumda Varşova Paktı devletleri bir duvar yapma kararı aldılar.
Kimse bunu canı gönülden istemedi. Duvar, sadece aileleri ayırmadı, ayrıca o Varşova Paktı'nın NATO'ya karşısındaki -ancak askeri yöntemlerle dengelenebilen-politik ve askeri zayıflığının bir ifadesiydi. Almanya dışındaki önemli politikacılar, ama FAC içindekiler de 1961'den sonra duvarın gerginliği azalttığını gördüler.
Franz Josef Strauss anılarında şöyle diyordu: "Duvarın inşaatı ile birlikte kriz (Almanlar için pek sevindirici olmasa da) sadece giderilmekle kalmamış, aynı zamanda kapanmıştır da..."(sf: 390) Oysa o daha önceleri DAC bölgesine atom bombası atmaktan sözediyordu (sf: 388) Kanımca, o dönem duvar inşa edilmeseydi, ne Helsinki Antlaşması ne de Almanya'nın birliği söz konusu olurdu. Bu anlamda, bende yoldaşlarım gibi sadece hukuki değil, aynı zamanda siyasi ve ahlaki olarak da duvara evet demekten ve bunda diretmekten dolayı suçlu olduğuma inanmıyorum.
Eminim ki şu anda batıda olsun doğuda olsun birçok Alman, duvarı yeniden istiyordur.
Sorulması gereken soru şudur: Eğer savcılığın istediği gibi davransaydık ne olurdu? Çok açık: Eğer duvarları inşa etmeseydik, DAC'den göç için herkese izin verseydik, gönüllü olarak 1961'de DAC'ni teslim etmiş olurduk.
Böylesi bir politikanın sonuçlarını kestirmek için spekülasyon yapmak gerekmiyor. Sadece 1956'da Macaristan ve 1968'de Çekoslovakya'da olanlar anımsanabilir. Aynı oralarda olduğu gibi zaten konumlanmış olan Sovyet Ordusu harekete geçerdi. 1981'de Joruzelski Polonya'da böyle bir müdahaleyi engelleyebilmek için sıkıyönetim ilan etmişti.
Olayların böylesine keskinleşmesi sonucunda, savcılığın doğal politik, ahlaki ve hukuki olarak bizden talep ettiği eylem üçüncü dünya savaşı tehlikesi anlamına gelirdi. Bu tehlikeye girmek istemiyorduk, giremezdik ve girme hakkına sahip değildik. Bu, sizin gözünüzde cinayet ise o zaman tarih önünde kendi kendinizi yargılamak durumundasınız. Bu kendi içinde anlamlı olmazdı, anlamlı olan sizin kararınızın eski cepheleri kapayacağına yeniden canlandıracağıdır. Bununla, dünyayı tehdit eden ekolojik mahvoluş ışığında 30'lu yılların sınıf mücadele stratejilerini ve Almanya'yı Demir Kayzer'den beri ünlü yapan güç politikasını kanıtlamış olacaksınız.
Bizleri 1961 ile 1989 tarihleri arasındaki kararlarımızdan dolayı cezaya çarptıracaksınız, ki bunu yapacaksınız, bu durumda kararınız yalnızca hiç bir temele dayanmayan partizan bir mahkeme kararı olmayacak aynı zamanda hukuk devleti olarak tutum ve davranışlarıyla saygı uyandıran ülkeleri de dikkate almadığınızı gösterecektir. Ben bu bağlamda 28 yıl içinde insan canına malolan kararları(nızın) hepsini -sizin zamanınızı aşmamak için- saymıyorum, zaten bunu yapmam da mümkün değil. Ben de herşeyi anımsayamıyorum. Sadece aşağıdakileri söylemek istiyorum.
* 1964'de dönemin ABD başkanı Kennedy, yenilmiş Fransızların yerine Özgürlük ve Bağımsızlığı için savaşan Vietnam'a ordu gönderme kararı almıştı. ABD
başkanının insan haklarını hiçe sayan ve halklar hukukunu çiğneyen bu kararı FAC tarafından hiç bir şekilde eleştirilmemişti. ABD başkanları Kennedy, Johnson ve Nixon hiçbir mahkeme önüne çıkarılmamış ve onurları bu savaş yüzünden zedelenmemişti. Tabii ki bu haksız savaşta hiçbir Amerikalı ya da Vietnamlı askerin hayatını tehlikeye atmama seçeneği yoktu.
* 1983'te başkan Reagan ordularına Grenada'yı işgal etme emrini vermişti. Oysa hiçbir bir Amerikan başkanı Almanya'da bu başkan kadar beğeni görmemiştir. Ve Grenada olayındaki ölümler kimsenin aklına gelmemiştir.
* 1986'da Reagan, Trablus ve Bingazi şehirlerini (Libya'ya) ceza olarak bombalamış ve bunu yaparken suçsuzları vurabileceğini düşünmemiştir.
* 1989'da başkan Bush general Noriega'nın silah zoruyla kaçırılması emrini vermiştir. Binlerce suçsuz Panamalının da öldürüldüğü biliniyor. Yine de hiç kimse ABD başkanına toz kondurmamıştır. Cinayetten yargılanmak ne kelime!
İstersek bu sayılanlar artırılabilir, İngiltere'nin İrlanda'ya olan tavrı bu arada sayılabilir.
Federal Alman Cumhuriyetin silahlarının Türkiye'deki Kürtlere veya Güney Afrika'daki siyahlara karşı kullanılması konusunda edebiyatlı sorular sorulmakta ama kimse suçları ve suçluları açıkça ifade etmemektedir.
Burada özellikle "hukuk devleti" sayılan devletlerin bir-iki politik kararını saydım. Herkes (bu kararlarla) Varşova Paktı'nın NATO sınırına bir duvar yaptırmasını karşılaştırabilir!
Başka ülkelerde olan bitenlere karışamayacağımızı, buna hakkınız olmadığını söyleyebilirsiniz. Ancak ben, DAC tarihi üzerine bir kararın, yine de DAC'nin varolduğu dönemde iki blok arasında olanlar dikkate alınmadan verilemeyeceğini düşünüyorum. Bunun dışında politik davranışların sadece sizin döneminizin ruhuyla değerlendirildiğini düşünüyorum. Eğer 1961'den 1989'a kadar Almanya dışında neler olup bittiğine gözlerinizi kapatırsanız adil bir karar vermeniz mümkün değildir.
Kendinizi sadece Almanya ile sınırlarsanız ve iki devletin kararlarını karşı karşıya koysanız dahi, samimi ve objektif bir bilanço DAC lehine sonuç verirdi. Kim kendi halkına -FAC bugün olduğu gibi- ev ve iş hakkını vermezse, o, insanlarının geleceğini elinden alır ve yaşamdan vazgeçmeye zorlar, işsizlik, evsizlik, uyuşturucu, kadın satışı ve her türden suç "piyasa ekonomisi"nin politik kararlarının sonucudur. Hatta görünüşte "nötr" politik kararlarda bile (otobanda hız sınırı gibi!) seçilmiş politikacılar değil, patronların istekleri geçerlidir. Eğer savcılığın "Hükümet suçları" bölümü dikkatini buraya yöneltseydi, yakında yeniden FAC başkan yardımcısının elini sıkma olanağım olabilirdi. Ama bu sefer Moabit cezaevi koğuşlarında ! Ama tabii bu olanaksızdır, piyasa ekonomisinin ölüleri bütün yaşam haklarını yitirirler çünkü!
DAC tarihinin bir bilançosunu ben çıkaramam. Daha bunun zamanı değil. Bilanço, ilerde, başkaları tarafından çıkarılacaktır.
Ben DAC için yaşadım. Özellikle 1971 Mayıs'ından sonra önemli sorumluluklar yüklendim. Bugün tutsağım, özellikle hastalıktan dolayı da yorgun haldeyim. Buna rağmen hayatımın sonunda yine de DAC'nin nedensiz kurulmadığı düşüncesini taşıyorum. Sosyalizmin kapitalizme göre daha mümkün ve iyi olduğuna dair bir işaret vermiştir. Başarıya ulaşmayan bir deneydi. Ama insanlık bir deney başarıya ulaşamadığı diye yeni bilgi arayışından ve yollardan vazgeçmedi. Şimdi yapılacak olan, deneyin neden başarıya ulaşamadığı sorusunu yanıtlamaktır. Bu durum kesinlikle bizim (bununla bütün Avrupa sosyalist ülkelerinin sorumlularını kastediyorum) kaçınılabilir hatalar işlememizden kaynaklandı. Almanya'da başarısızlığın nedeni ise karşıtlarımızın bizden daha güçlü olmasından ve DAC vatandaşlarının kendilerinden de kaynaklandı. DAC tarihinin deneyimleri diğer reel sosyalist ülkelerin deneyimleriyle birlikte hala sosyalizmin yaşadığı ülkelerin milyonları ve yarının dünyası için genel olarak yararlıdır.
İşini ve hayatını DAC için ortaya koyanlar boşuna yaşamadılar. "Doğulu"lar (OSSİS) DAC'nin yaşam koşullarının kendilerini pazar ekonomisinin yaşam koşullarından daha az deforme ettiğini şimdi "batılı"lar ("WESS1S") olarak anlayacaklardır.
Çocukların DAC'deki yuva ve okullarda sonsuz, mutlu olarak eğitilip büyüdüğünü, bunun FAC'nin şiddet dolu okullarından, caddelerinden ve meydanlarından farklı olduğunu anlayacaklardır. Hastalar, teknik geri kalmışlığa rağmen DAC'de doktorların "pazarladığı" birer parasal obje olmadıklarını anlayacaklardır. Sanatçılar, DAC sansürünün pazar ekonomisi sansürü kadar sanat düşmanı olmadığını anlayacaklardır. Vatandaşlar, DAC bürokrasisinin mal yokluğuna karşın FAC bürokrasisi kadar hantal olmadığını anlayacaklardır. İşçiler ve köylüler FAC'nin kendini bir kapitalist devlet ve DAC'nin de "işçi köylü devleti" diye adlandırmış olmalarının boşuna olmadığını göreceklerdir. Kadınlar, kendi bedenleri üzerinde (DAC'de varolan) kendi tayin haklarının değerini şimdi daha fazla anlayacaklardır. Bir çoğu FAC'nin Bayon Rohley yasası ve hukuku ile karşılaşınca dönüp "biz eşitlik istedik, 'hukuk devleti'ne ulaştık" diyeceklerdir. Bir çoğu da, özgürlüğün salt CDU/GSU, SPD ve FDP arasında seçim yapmak olduğunu, özgürlüğün sadece "kâğıt seçimi" anlamına geldiğini görecektir. Gündelik hayatlarında, özelikle işyerlerinde DAC'deki yaşamlarındaki özgürlüklerinin şimdi sahip olduklarından farkını göreceklerdir. Nihayet, yoksul DAC'nin sağladıklarını ve zengin-güvenli FAC'nin getirdiği aşağılamayı, kapitalizmin gündelik yaşamının gerçekte ne değerde olduğunu da göreceklerdir.
DAC tarihinin bilançosu FAC politikacıları ve medyasının gösterdiğinden farklıdır, bu görülecektir. Aradan geçen zamanın fazlalaşması bunu sürekli belirginleştirecektir.
Bize, DAC'nin USK'ne karşı bu dava, komünistlere karşı bir "Nürnberg Davası"na dönüştürülmek isteniyor. Bu, başarısızlığa uğrayacaktır. DAC'de toplama kampları, gaz odaları, politik idamlar, Gestapo, SS, yoktu. DAC savaşa katılmadı, savaş veya insanlık suçu işlemedi. DAC, barış için yaptıklarından dolayı beğeni toplamış anti-faşist bir devletti.
DAC'nin "büyükleri" olarak bize karşı bu dava, "küçükler asılıyor, büyükler serbest geziyor" tezinin çürütülmesi için açıldı. Bize verilecek karar küçükleri de "asmak" için yolu açacaktır.
Bu davayla DAC'nin "hukuk dışı devlet" olarak damgalanmasının temelini oluşturmak arzulanıyor. Bizim gibi "katil" ve "cani"ler tarafından yönetilen bir devlet ancak "hukuk dışı devlet" olabilir... kim ona yakınsa, kim görev bilinciyle davranan DAC vatandaşıysa damgalanmak isteniyor. "Hukuk dışı devlet" elbette ki ancak MFS, SED gibi katil örgütler tarafından kurulup korunabilirdi!..
Ve, iddia edilen cinayetlerdeki delil yetersizliğini bulandırmak, gizlemek için kişisel sorumlulukların yerine kolektif suçlama, kolektif yargılama konulmak isteniyor. Papaz efendiler bir engizisyon ve cadı avı isimler veriyorlar.
Milyonlar, insafsızca toplumdan dışlanacak, sınır dışına çıkmaları için zorlanacaklardır. Çoğunun gelecekleri sonuna dek kısıtlanacaktır. Burjuva bir ölümle karşılaşmak için IM (sakıncalı) olarak kaydı olmak yeterlidir. Gazeteci jurnalci olarak göklere çıkarılacak, ödüllendirilecek, kurbana ne olduğunu ise hiç kimse sormayacaktır. İntiharların sayısı bir tabudur. Bütün bunlar kendini hiristiyan ve liberal olarak adlandırılan bir hükümetin yönetimi altında, hatta kendisine haksız yere "sosyal" diyen bir muhalefetin desteğiyle "Hukuk Devleti" maskesiyle yapılmaktadır.
Dava, anti faşistlere karşı bir dava olarak kendi politik görüşünü de belli ediyor. Sağcı, Neo-Nazi "Mob" serbestçe sokaklarda dolaşırken, yabancılar izlenip Mölln'de olduğu gibi katledilirken, "Hukuk Devleti" gücünü Yahudi göstericilere ve bu davada görüldüğü gibi komünistlere karşı kullanıyor. Bu noktada para ve memur sıkıntısı da çekmiyor. Bütün bunları biz daha önce de yaşamıştık!
Bu davanın politik içeriği toparlandığında soğuk savaşın devamından başka bir şey olmadığı görülecektir. Bu dava FAC'nin gerçek karakterini gizlemektedir. İddianame, tutuklama emirleri, hepsi soğuk savaş ruhuyla damgalanmıştır. Mahkeme kararları ile ilgili "kıyaslama" 1964'lere kadar inmektedir. Dünya o zamandan beri değişti, ancak Alman hukuku sanki hâlâ II. Wilhelm dönemindeki gibi politik davaları sürdürüyor. 1968'de yakalandığı geçici liberal politik "zayıflığı" aşmıştır ve eski anti-komünist niteliğine kavuşmuştur. Biz "beton kafalılar"a hep "reform beceriksizliği" yakıştırılıyor, oysa bu davada "beton kafalıların kim olduğu, "reform beceriksizlerinin" kim olduğu görülmüştür.
Dışarıya karşı son derece yağcıdırlar, Gorbaçov'a Berlin kenti onur unvanı veriliyor, merhametle affediliyor, bir zamanların duvar koruyucusu övülüyor, ama içeriye karşı "Krupp çeliği kadar sert" davranılıyor. Gorbaçov'un tek müttefiği mahkeme önüne çıkarılıyor. Gorbaçov ve ben, ikimiz de dünya komünist hareketinin parçalarıydık. Belli başlı bazı konularda farklı düşüncelerde olduğumuz bilinir. Ancak farklarımız benim o dönemdeki bakışımdan kaynaklanmaktadır ve birlikteliğimizden daha azdır. Savcı beni Goebbels'le karşılaştırmamış, ki öyle olsaydı bunu hiç affetmezdim. Ne başbakan ne de Gorbaçov için bu "cinayet davası" bir dostluk engeli değildir. Bunun da altını çiziyorum.
Ben açıklamalarımın sonuna geldim. Elinizden geleni ardınıza koymayın!

Erich Honecker
3 Aralık 1992

 

 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92