ERICH
HONECKER: "elinizden geleni ardınıza koymayın!.."
|
Bu sayımızda Demokratik Alman Cumhuriyeti eski lideri
Erich Honecker'in geçen yıl sonunda yargılandığı Federal
Alman mahkemesindeki savunmasını sunuyoruz. Aslında
buna "savunma" demek doğru değil, zaten Honecker
de böyle adlandırmamaya özen gösteriyor. Belgeyi, ikiyüzlü
Federal Almanya ve emperyalist kampın bir açıdan teşhiri
olarak algılamak gerekiyor. Kuşkusuz, belge çok yüzeyseldir.
Honecker, reel sosyalist düzenin yıkıma götüren sakatlıklarıyla
hesaplaşmıyor, sorumluluğunu taşıdığı çöküş sürecini
irdelemiyor. Ömrü boyunca revizyonizmi "ilke"
olarak benimsemiş bir yönetici kuşağından bunu beklemek
de yanlış olurdu zaten. Ama öte yandan yaşamının son
diliminde eğri ya da doğru kendi geçmişini savunabilmesi,
sosyalizmi savunabilmesi bir saygıyla karşılanmalıdır.
Böylece berbat şekilde panikleyip, bütün değerlerini
bir anda yitiren bir çok eski "şef" ile kendisi
arasına hiç olmazsa bir sınır koymuş oluyor.
Bu açıdan, belgenin tam metninin yayınlanmasının bir
görev olduğunu düşünüyoruz.
Burada bana yöneltilen temelsiz cinayet suçlamalarına
karşı savunma yaparak bu suçlamalara ve bu mahkemeye
sözde bir meşruluk sağlamayacağım.. Hükmünüzü de göremeyeceğim
için zaten savunma gereksiz oluyor. Benim için düşündüğünüz
ceza artık bana ulaşamayacaktır. Bunu çocuklar bile
biliyor. Bana karşı açılan mahkeme salt bu yüzden bile
bir maskaralıktan ibarettir, bir politik tiyatrodur.
Batı Berlin de içinde olmak üzere hiçbir yerde hiç kimse
yoldaşlarımı, beni veya herhangi bir DAC yurttaşını,
yerine getirdiği devlet görevlerinden ötürü yargılayamaz,
hatta dava bile açamaz.
Burada eğer konuşuyorsam, bu, yalnızca sosyalist düşünceye
olan inancım için ve yüzden fazla halkçı devlet tarafından
tanınmış olan DAC'nin politik ve ahlaki açıdan adil
bir değerlendirmesini yapmak içindir. Bugünlerde FAC
tarafından "hukuk dışı" diye adlandırılan
bu cumhuriyet dönem dönem Güvenlik Konseyi toplantılarını
yöneten bir üye olmuş, bir defasında da BM genel toplantısını
yönetmiştir.
DAC'nin politik ve ahlaki açıdan adil bir değerlendirmesini
bu mahkemeden beklemiyorum. Ancak ben bu politik tiyatrodan
durumu vatandaşlarımın bilgisine sunmak için yararlanıyorum.
Zaten burada hiç alışılmadık bir konumda değilim. Alman
"hukuk devleti" şimdiye dek Kari Marks, August
Bebel, Kari Liebknect ve daha birçok sosyalisti yargılamış
ve hüküm giydirmiştir. Bunu zamanında benim de bir kez
sanık olarak bulunduğum 3. Reich ve Weimar Cumhuriyeti'nden
devralman hakim ve savcıların yönettiği mahkemeler ile
yapmıştır. Alman faşizminin ve Hitler devletinin yıkılışından
sonra, komünistleri kitleler halinde soruşturmak, iş
mahkemeleri yoluyla işlerinden ve ekmeklerinden etmek,
idare mahkemeleri yoluyla onları devlet dairelerinden
uzaklaştırmak veya başka bir yolla soruşturmak için
FAC'nin yeni savcı ve hakimler aramasına gerek yoktu.
Yani 50'li yıllarda Batı Almanya'daki yoldaşlarımıza
ne oluyorsa, şimdi bize de aynısı olmaktadır. Yaklaşık
130 yıldır aynı keyfilik vardır.
Alman "hukuk devleti" FAC hukukun değil, tam
tersine sağın devletidir.
Bu yargılama ve diğer DAC vatandaşlarının "düzene
yakınlıklarından" dolayı yargılandıkları iş, sosyal
ve idari mahkemelerdeki yargılamalar da dahil olmak
üzere bütün yargılamalar bir kanıta dayanmalıdır. Politikacılar
ve hukukçular "nazileri cezalandırmadığımız için
komünistleri cezalandırmayıyız" diyorlar. "Bu
defa geçmişi bitirmeliyiz". Bu birçok kişinin aklına
yatıyor ama bu yalnız görünüşteki söylemdir. Gerçek
ise, Batı Alman hukukuna kendi savcı ve hakimlerini
yargılayamamasından dolayı nazileri yargılayamadığıdır.
Gerçek, Batı Alman hukukunun şimdiki seviyesini nazilere
borçlu olduğudur.
Gerçek, komünistlerin, DAC vatandaşlarının bugün Almanya'da
her zaman yargılandıkları nedenlerden dolayı yargılandıklarıdır.
Sadece 40 yıllık DAC'nin mevcudiyeti buna aykırıydı.
Bu kayıp şimdi "giderilmeliydi". Ve tabii
"hukuk devleti" kılıfı altında olmalıydı.
Ve bunun politika ile uzaktan yakından ilgisi yoktur
(!)
Ülkenin önde gelen hukukçuları, hükümet partisi ya da
SPD üyeleri yemin etmişçesine davamızın politik bir
yargılama değil , teşhir yargılaması değil, sıradan
bir ceza davası olduğunu söylüyorlar (!)
Bir komşu ülkenin en yüksek devlet organı üyesi tutuklanıyor
ve bunun politikayla hiçbir ilgisi olmadığı söyleniyor
(!)
Karşıt bir askeri paktın generalleri kararlarından dolayı
tutuklanıyor ve bunun da politikayla bir ilgisinin olmadığı
söyleniyor (!)
Geçmişte, Alman toprakları üzerinde yeniden bir savaş
çıkmaması için devlet konuğu ve partner olarak saygıyla
karşılananlar, bugün katil olarak adlandırılıyor.
Ve bunun da politikayla ilgisi yokmuş (!)
Politik arenaya çıktıkları andan itibaren soruşturmaya
uğratılan komünistler yargılanıyor, ama FAC'de bunun
da politikayla bir ilgisi yoktur (!)
Bence, (ve inanıyorum ki, önyargılı olmayan herkese
göre) bu dava DAC'nin askeri ve politik yönetimine karşı
bir davada olabileceği kadar politiktir. Bunu inkâr
edenler "yanılmıyor", düpedüz yalan söylüyor
demektir, halkı birkez daha kandırmak için yalan söylüyor
demektir. Bu davayla yapılmak istenen işte budur. Politik
rakip, ceza hukuku yöntemleriyle ekarte ediliyor; ama
tabii ki "hukuk devleti" tarzıyla (!)
Daha başka olgular da -kaçınılmaz olarak- bu davayla
politik amaçlar güdüldüğünü gösteriyor. Başbakan olsun,
önceleri gizli servis şefi, sonra adalet bakanı ve nihayet
FAC'nin dışişleri bakanı olan Kinkel olsun, Hitler döneminde
de bir kez kalmış olduğum Moabit'e beni yeniden tıkmak
için niye bu kadar çaba harcadı? Başbakan önce Moskova'ya
uçmam için izin verdi de, niye sonra iadem için Şili
ve Moskova'ya baskı uygulayarak her türlü insan haklarını
ayaklar altına aldı?
Rus doktorları doğru teşhislerini niye değiştirmek zorunda
kaldılar? Beni ve sağlıkları benden daha iyi olmayan
yoldaşlarımı niye Sezar'ın tutsaklarıymışız gibi sergiliyorlar?
Bütün bunların rasyonel bir açıklaması olabileceğini
sanmıyorum. Burada, belki de şu eski söz doğrulanmaktadır:
"Tanrı cezalandırmak isteyince önce körlük ile
vurur". Herhalde herkes, huzuruma çıkmak için çaba
harcayan, beni selamlayabileceği için sevinen bütün
bu politikacıların bu davadan zararsız kurtulamayacağını
bilmektedir. Duvarda insanların vurulduğunu, Ulusal
Savunma Konseyi'nin başkanı, Genel Sekreter, DAC Devlet
Konseyi Başkanı olarak bu duvardan yaşayan en yüksek
politikacı olarak büyük sorumluluk taşıdığımı Almanya
içinde ve dışında herhangi bir çocuk bile bilmekteydi.
Bu durumda yalnızca iki olasılık vardır: Ya Almanya'nın
sayın politikacıları bilerek, hatta ısrarla "katiller"
ile uzlaşma aradılar; ya da şimdi bilinçli şekilde ve
zevk alarak, ölümlerden sorumlu olmayanların gözaltına
tutulmasına göz yumuyorlar. Her iki olasılık da onlara
şeref sağlamayacaktır. Üçüncü bir olasılık ise yoktur.
Bu çıkmazı göze alan bir kişi, karaktersiz biri olarak
ya kördür ya da onurundan daha değerli saydığı bir amacın
peşindedir.
Varsayalım ki, bay Kohl, hatta bay Kinkel ve hatta FAC'nin
bütün milletvekilleri ve parti yöneticileri kör olsun
(buna hiç ihtimal vermiyorum ya!) ve bu davanın politik
amacı yalnızca DAC ve bunun yanında bütün Almanya sosyalizmi
bütünüyle gözden düşürmek niyeti olsun. Belki de bu
durumda onlara DAC'nin Almanya'da ve Avrupa'da sosyalizmin
hezimete uğraması da yetmiyor, işçi ve köylülerin yönettiği
bu dönemi anımsatan, diğer taraftan ölümün ışığını belirginleştiren
ne varsa kurtulmak gereklidir. Pazar ekonomisinin (kapitalizm
şimdi böyle süslü sözcüklerle anlatılıyor) zaferi ve
sosyalizmin hezimeti tam olmalıdır! Hitler'in bir zamanlar
Stalingrad önlerinde söylediği gibi "düşmanın bir
daha ayağa kalkmaması" isteniyor. Zaten Alman kapitalistlerinin
total olana karşı herzaman bir yatkınlıkları vardır!
Davanın amacı, öldüğü söylenen sosyalizmi bir kez daha
öldürmektir. Kapitalizm, Hitler'in bir zamanlar askeri
felaket pahasına ortaya koyduğunu ekonomik çöküntü pahasına
ortaya koydu. Kapitalizm dünya çapında çaresiz duruma
düştü. O, artık ancak ekolojik ve toplumsal kargaşa
içinde boğulma ile üretim araçlarının özel mülkiyetinin
terkedilmesi (yani sosyalizm) arasında bir tercih yapabilir.
Yalnızca bu tercih kalmıştır ve her iki yol da onlar
için ölüm demektir.
Ve herhalde Batı Alman yöneticilerine sosyalizm kalıcı
bir tehlike gibi görünüyor. Bu davanın da DAC'nin karşı
düzenlenen bütün "sefer'ler gibi "önleyici"
olması bekleniyor.
Duvar Gerçekte Kimin Eseridir?
Ülkemizde insanların doğal olmayan ölümleri bizi daima
üzmüştür. Duvardaki ölümler bizi yalnızca insani açıdan
etkilememiş, politik olarak da zarara uğratmıştır. Herşeyden
önce Varşova Paktı ile NATO arasında imzalanmış bulunan
karar uyarınca DAC ve FAC arasındaki sınırdan izinsiz
geçişlerde silah kullanılmasının yükünü ben 1971 Mayısından
bu yana taşımaktayım. Bunun zor bir yük olduğunu biliyorum.
İlerde, bu yükü niye üzerime aldığımı da açıklayacağım.
Ama burada, davanın politik amaçlarının yanında, hangi
araçların kullanıldığını incelemeden geçemem. Bu araçlar
duvardaki ölülerdir. Geçmiş davalarda olduğu gibi bu
davayı da medyanın etkisi şekillendirecektir. Burada
unutulan olgu ise, öldürülmüş DAC sınır devriyeleridir.
Biz, hepimiz, ölülerin resimlerinin nasıl sevgisizce
ve münasebetsizce, kabaca pazarlandığını yaşadık. Böylece
politika yapılmak ve kamuoyu yaratılmak istendi. Her
ölü kapitalizmin bize karşı savaşının bir parçası olarak
kullanıldı. Çünkü, sosyalizme karşı ancak böyle savaşılabilirdi.
Ölüler, DAC'nin ve sosyalizmin insanlıktan çıkmışlığını
kanıtlarken, bugünün sefaletini ve piyasa ekonomisinin
kurbanlarını gizleyeceklerdir. Bunların hepsi demokratik,
hukuki, hırıstiyan, hümanist Almanya ve Alman halkının
refahı için yapılıyor... Zavallı Almanya!...
Şimdi konuya gelelim. Batı Berlin savcıları bizi kriminal
katiller olarak lanse ediyor, iddianamede 68 insanın
ölümüne yönelik, kendimiz öldürmediğimiz ve öldürülmelerini
de emretmediğimiz halde, sayfa 9'da tam olarak şu şekilde
itham edilmekteyiz: "USK (Ulusal Savunma Konseyi)'nin
sekreteri ve MK'da güvenlikten sorumlu sekreter olarak
SED (Almanya'nın Sosyalist Birliği)'ne direktif vererek
Berlin'e (Batı) ve Federal Almanya sınırına sınır engelleri
yerleştirerek geçişi olanaksız kılmak..."
- "Yeni mayın engelleri oluşturmak" ("Yeni"
teriminden, SSCB kuvvetleri tarafından daha önceden
böyle engellerin oluşturulmuş olduğu anlaşıldığı halde)
- "Sınır geçişine izin vermemek"
- 3. 5.1974 tarihinde, çekinmeden silah kullanma talimatı
vermek."
- "Ve l Mayıs 1982 tarihinde yürürlüğe giren sınır
yasasını onaylamak."
Bana ve bize karşı yöneltilen ithamlar DAC'nin anayasal
organı olan USK'ne de yönelmektedir. Yani, davanın nesnesi,
DAC politikası, DAC'ni ayakta tutmak ve korumakla yükümlü
USK'nin kararlarıdır.
Böylece DAC "hukuk dışı" ülke ilan edilecek
ve ona hizmet etmiş olanlar katil damgası yemiş olacaklardır.
Bu davanın amacı savcılığın daha şimdiden sözünü etmeye
başladığı onbinlerce kişiyi, yüzbinleri sivil, sosyal,
iş ve idari mahkemelerinde yargılamak, sınır devriyeleri
için pilot davaların yolunu açmaktır. Olay yalnızca
bu davada yargılanan beni ve bizi ilgilendirmiyor. Sözkonusu
olan daha fazlasıdır. Evet, soğuk savaşın bitmesiyle
"mutluluğa" adımını atmış gibi görünen Almanya'nın,
Avrupa'nın ve dünyanın geleceğidir söz konusu olan.
Burada sadece soğuk savaşı sürdürmekle kalınmıyor, aynı
zamanda zenginler Avrupa'sı için temel taşı konulmak
isteniyor. Bunun için kanıt, bizlerin "katil"
olarak damgalanmasıdır.
Bu yargılamada, yalnızca üç şart kabul edilebilirdi.
* Ölçüler tam olarak önceden belirlenmiş olmalıydı.
* Bu ölçüler bütün politikacılar için eşit olmalıydı.
* Kararı ne dostlar ne de düşmanlar tarafından işgal
edilmemiş partiler üstü bir mahkeme vermeliydi.
Ama bana sorarsanız, bütün bunlar bir taraftan son derece
normal, bir taraftan da bugünkü dünyada imkansızdır.
Öyleyse, madem ki üstümüzdeki bir mahkemede oturuyorsunuz,
bunu yenenlerin yenilenler üzerindeki bir mahkemesi
yapın!
(...)
Savcılığın ister kötü niyetinden olsun isterse bulandırma
isteğinden olsun kaçındığı ayrıntılar üzerine çatışmalardan
da çekinmediğimizi göstermek için bunları bir bir ortaya
koymak istiyorum. Daha önce belirtildiği gibi savcılığın
bize karşı ithamları kronolojik bir tarzda şu cümlelerle
başlıyor:
"12 Ağustos 1961'de suçlanan dönemin USK sekreteri
ve SED'in güvenlikten sorumlu sekreteri olarak Honecker
geçişleri olanaksız kılmak için B. Berlin ve FAC sınırı
boyunca engeller kurmayı emretmiştir."
(...)
Gerçek olan ise şu: Duvarın yapımına 5. 8. 1961 tarihinde
Moskova'da gerçekleştirilen Varşova Paktı oturumunda
karar verilmiştir. Ve sosyalist ülkelerin bu paktında
DAC önemli bir unsur olmakla birlikte lider konumunda
değildir.
Bu durum mahkeme tarafından bilinmeliydi, ayrıca bizim
kanıtlamamız gerekmiyor.
Daha önce de belirttiğim gibi kimseyi bizatihi öldürmediğimiz
halde, hatta öldürülmesi doğrultusunda dolaysız emirler
de vermediğimiz bilinirken, duvarın yapımı, ayakta tutulması
ve DAC'ni devlet izni olmadan terkermeme yasasının uygulanması
öldürme eylemi olarak gösterilmek isteniyor ve üstelik
sonra da bütün bunların hepsinin politikayla bir ilgisi
olmadığı söyleniyor! Evet, Alman hukuk sisteminde bu
dalavere mümkündür. Ama tarih ve sağlıklı insan aklı
önünde sınıfta kalacakları kesindir. O, (Alman Devleti)
bir kez daha nereden geldiğini, hangi akla hizmet ettiğini
ve Almanya'nın yönelişinin kimlerin elinde olduğunu
gösteriyor.
Bu politik karar bütün Varşova Paktı üyesi ülkeler tarafından
birlikte alınmıştır, bunu sorumluluğu başkalarına yıkmak
için söylemiyorum. Ben bunu, kararın 1961'de doğru olduğunu
ve ABD ile SSCB arasındaki çatışmanın bitimine kadar
da doğru kaldığını belirtmek için söylüyorum. Bu politik
karar ve düşüncenin temelinde yatan kararlılık, davanın
esas konusudur. Bu davanın kazananların kaybedenler
üzerindeki yargılaması olduğunu ve politik motivasyonunun
bugünkü tarihsel durumla belirlendiğini görmemek için
ya kör olmak, ya da geçmişin olaylarına gözlerini bilinçli
şekilde kapamak gerekir.
Eğer siz, bu politik kararımızı yanlış buluyor ve duvardaki
ölüleri bize karşı bir dava konusu haline getiriyorsanız,
ben de sizlerin pek doğru bulduğunuz kararların binlerce
hatta milyonlarca insanın ölümüne neden olduğunu rahatça
söyleyebilirim. Bu, benim ve yoldaşlarımın fikridir.
Ve bu politik fikirlerden ötürü, burada, sizin önünüzdeyiz.
Sizler bu farklı politik düşüncelerimizden dolayı bizi
cezalandıracaksınız.
Duvarın yapımı noktasına nasıl ve neden gelindiği savcılığı
ilgilendirmiyor! İddianamede bunun üzerinde tek bir
söz bile yok! Nedenler ve koşullar hasıraltı edilerek
tarihsel olayların zinciri keyfi olarak parçalanmaktadır.
Erich Honecker duvarı inşa etti ve korudu. İşte o kadar!
Federal Alman Hukuku, tarihi bu denli basit görebilir
ve gösterebilir, yeter ki bir komünist, adli suçlu gibi
damgalanıp yargılansın! Oysa bu arada her Alman vatandaşı
duvarın niçin yağdığını ve orada ateş açılmasının nedenlerini
pekala bilir.
Savcılığın, duvarlar inşa edilmesi ve buralarda inanların
ölmesini sadece sosyalizme özgü bir şeymiş gibi sunması
ve beni yoldaşlarımı sorumlu tutması, sonuç olarak tarihi
yeniden anlatmamı zorunlu kılıyor.
İşin başlangıcı çok eskilere dayanıyor. Gerçekte herşeyi
sermaye ile proletaryanın oluşumuna dek iner.
Yeni dönem Almanya'nın sefaletinin başlangıç noktası
ise 1933 yılıdır. I933'de bilindiği gibi Almanların
çoğunluğu seçimlerde NSDAP (Nasyonal Sosyalist işçi
Partisi'ni seçmiş ve Hindenburg Hitler'i başbakanlığa
getirmişti. Sonuçta, SDP dışında bütün partilerin önderleri
Hitler'e diktatoryal yetkiler sağlayan yetki yasasına
onay verdiler. Sadece komünistler bu seçimlerde "Hindcnburg'u
seçen Hitler'i, Hitler'i seçen de savaşı seçer"
demişlerdi. Yetki yasasının onaylanması sırasında ise
komünist parlamenterler meclis dışına atılmışlardı.
Birçok komünist ya tutuklanmış ya da illegal yaşamaktaydı.
Komünistlerin yasaklanması ve demokrasinin çöküntüsü
Almanya'da ta o zaman başlamıştı.
Hitler, Reich başbakanı olur olmaz, Almanya ilk ekonomik
mucizesini yaşıyor, işsizlik azalıyor, Wolksvagen tahvilleri
satılıyor, kaynayan halkın ruhu yahudilerin sürülmesine
dek varıyordu. Alman halkının çoğunluğu mutlu ve hoşnut
görünüyordu.
İkinci dünya savaşının başlaması ve hemen ardından "yıldırım
savaşları" sonucunda Polonya, Norveç, Danimarka,
Belçika, Hollanda, Luxemburg, Fransa, Yugoslavya ve
Yunanistan zaferlerinin haberleri geldikçe artık heyecan
sınır tanımıyordu. Aşağı yukarı bütün Almanların kalbi
gelmiş geçmiş tüm zamanların Führeri için atıyordu.
Hiç kimse "bin yıllık imparatorluğun" 12 yılda
yıkılacağına inanmıyordu.
1945 sonrasında yıkıntılar içinde iken (bir Nazi şarkısında
geçtiği gibi) tüm dünya artık Almanya'ya değil, Almanya
müttefiklere aitti. Artık, Almanya 4 parçaya ayrılmıştı.
Seyahat özgürlüğü filan yoktu. Bu insani hak o dönemin
müttefikler açısından geçerli değildi. Bu durum ABD'den
Almanya'ya dönmesine izin verilmeyen Gerhart Eisler
gibi Alman göçmenler için de geçerliydi.
O zamanlar ABD'de (Morgenhauptplan gibi...) Almanya'yı
bölmek için planlar yapılıyordu. Bu planlar, Stalin'in
birçok kez alıntı yapılan şu sözü sarfetmesine neden
olmuştu: "Hitler gibileri gelirler ve giderler,
Alman halkı ve Alman devleti kalır." SSCB'nin Almanya
için öngördüğü birlik planı gerçekleşmedi. Almanya,
1947'de ABD tarafından ilan edilen soğuk savaş doğrultusunda
ikili, üçlü parçalar, denetimli seçim reformları ve
nihayet 1949 Mayıs'ın da Federal Cumhuriyet oluşturulmaya
kadar ikiye bölünmüş olarak kaldı. Bu bölünme, zamanın
akışında kanıtlandığı gibi komünistlerin marifeti değil,
aksine batılı müttefiklerin ve Konrad Adenauer'in eseridir.
DAC'nin oluşturulması FAC'nin oluşumunun gerekli ve
mantıklı sonucuydu. Ve bundan sonradır ki iki Alman
devleti yanyana varoldu. FAC, DAC'ni tanımak ve yanyana
barış içinde yaşamak konusunda hep isteksizdi. Daha
çok bütün Almanların temsilcisi olduğu iddiasındaydı.
Müttefikleriyle birlikte DAC'ne karşı onu ekonomik ve
politik olarak izole etmek için ambargo ilan etmişti.
DAC'ye karşı süren soğuk savaşın saldırgan politikasıydı.
Bu, soğuk savaşın Alman topraklarındaki biçimiydi. Duvara
neden olan işte bu politikaydı.
DAC, FAC'nin NATO'ya girmesinden sonra Varşova Paktı'na
katıldı. Böylece iki Alman devleti düşman paktların
üyeleri olarak yanyana yaşamaya başladılar.
FAC, DAC'ye göre nüfus, ticaret ve politik-ekonomik
ilişkiler açısından çok ileriydi. FAC Marshall Planı
ve daha az savaş tazminatı nedeniyle savaşın sonuçlarını
daha az yaşadı. Daha verimli ve daha büyük bir bölgeye
sahipti. Bu üstünlükleri DAC'ye karşı her açıdan kullanıyordu
ama özellikle DAC vatandaşlarına ülkelerini terketmeleri
halinde maddi olanaklar sağlayacağını taahhüt etmesiyle
bunu yapıyordu. Bir çok DAC vatandaşı FAC politikacılarının
isteklerine kandılar ve bunu yaptılar. "Kendi ayaklarıyla
kabullendiler". Ticari başarı Almanları 1945'de
de 1933'den az olmamak üzere çekmiştir.
DAC ve Varşova Paktı üyesi ülkeler zor duruma düşmüşlerdi.
Roll Back politikası Almanya'da başarıya ulaşmıştı.
NATO, etki alanını "Oder" nehrine dek büyütmeye
koyuldu.
Bu politika Almanya'da 1961'de dünya barışını tehdit
eden bir gerginlik yarattı, insanlık bir atom savaşı
sınırına kadar gelmişti. Bu durumda Varşova Paktı devletleri
bir duvar yapma kararı aldılar.
Kimse bunu canı gönülden istemedi. Duvar, sadece aileleri
ayırmadı, ayrıca o Varşova Paktı'nın NATO'ya karşısındaki
-ancak askeri yöntemlerle dengelenebilen-politik ve
askeri zayıflığının bir ifadesiydi. Almanya dışındaki
önemli politikacılar, ama FAC içindekiler de 1961'den
sonra duvarın gerginliği azalttığını gördüler.
Franz Josef Strauss anılarında şöyle diyordu: "Duvarın
inşaatı ile birlikte kriz (Almanlar için pek sevindirici
olmasa da) sadece giderilmekle kalmamış, aynı zamanda
kapanmıştır da..."(sf: 390) Oysa o daha önceleri
DAC bölgesine atom bombası atmaktan sözediyordu (sf:
388) Kanımca, o dönem duvar inşa edilmeseydi, ne Helsinki
Antlaşması ne de Almanya'nın birliği söz konusu olurdu.
Bu anlamda, bende yoldaşlarım gibi sadece hukuki değil,
aynı zamanda siyasi ve ahlaki olarak da duvara evet
demekten ve bunda diretmekten dolayı suçlu olduğuma
inanmıyorum.
Eminim ki şu anda batıda olsun doğuda olsun birçok Alman,
duvarı yeniden istiyordur.
Sorulması gereken soru şudur: Eğer savcılığın istediği
gibi davransaydık ne olurdu? Çok açık: Eğer duvarları
inşa etmeseydik, DAC'den göç için herkese izin verseydik,
gönüllü olarak 1961'de DAC'ni teslim etmiş olurduk.
Böylesi bir politikanın sonuçlarını kestirmek için spekülasyon
yapmak gerekmiyor. Sadece 1956'da Macaristan ve 1968'de
Çekoslovakya'da olanlar anımsanabilir. Aynı oralarda
olduğu gibi zaten konumlanmış olan Sovyet Ordusu harekete
geçerdi. 1981'de Joruzelski Polonya'da böyle bir müdahaleyi
engelleyebilmek için sıkıyönetim ilan etmişti.
Olayların böylesine keskinleşmesi sonucunda, savcılığın
doğal politik, ahlaki ve hukuki olarak bizden talep
ettiği eylem üçüncü dünya savaşı tehlikesi anlamına
gelirdi. Bu tehlikeye girmek istemiyorduk, giremezdik
ve girme hakkına sahip değildik. Bu, sizin gözünüzde
cinayet ise o zaman tarih önünde kendi kendinizi yargılamak
durumundasınız. Bu kendi içinde anlamlı olmazdı, anlamlı
olan sizin kararınızın eski cepheleri kapayacağına yeniden
canlandıracağıdır. Bununla, dünyayı tehdit eden ekolojik
mahvoluş ışığında 30'lu yılların sınıf mücadele stratejilerini
ve Almanya'yı Demir Kayzer'den beri ünlü yapan güç politikasını
kanıtlamış olacaksınız.
Bizleri 1961 ile 1989 tarihleri arasındaki kararlarımızdan
dolayı cezaya çarptıracaksınız, ki bunu yapacaksınız,
bu durumda kararınız yalnızca hiç bir temele dayanmayan
partizan bir mahkeme kararı olmayacak aynı zamanda hukuk
devleti olarak tutum ve davranışlarıyla saygı uyandıran
ülkeleri de dikkate almadığınızı gösterecektir. Ben
bu bağlamda 28 yıl içinde insan canına malolan kararları(nızın)
hepsini -sizin zamanınızı aşmamak için- saymıyorum,
zaten bunu yapmam da mümkün değil. Ben de herşeyi anımsayamıyorum.
Sadece aşağıdakileri söylemek istiyorum.
* 1964'de dönemin ABD başkanı Kennedy, yenilmiş Fransızların
yerine Özgürlük ve Bağımsızlığı için savaşan Vietnam'a
ordu gönderme kararı almıştı. ABD
başkanının insan haklarını hiçe sayan ve halklar hukukunu
çiğneyen bu kararı FAC tarafından hiç bir şekilde eleştirilmemişti.
ABD başkanları Kennedy, Johnson ve Nixon hiçbir mahkeme
önüne çıkarılmamış ve onurları bu savaş yüzünden zedelenmemişti.
Tabii ki bu haksız savaşta hiçbir Amerikalı ya da Vietnamlı
askerin hayatını tehlikeye atmama seçeneği yoktu.
* 1983'te başkan Reagan ordularına Grenada'yı işgal
etme emrini vermişti. Oysa hiçbir bir Amerikan başkanı
Almanya'da bu başkan kadar beğeni görmemiştir. Ve Grenada
olayındaki ölümler kimsenin aklına gelmemiştir.
* 1986'da Reagan, Trablus ve Bingazi şehirlerini (Libya'ya)
ceza olarak bombalamış ve bunu yaparken suçsuzları vurabileceğini
düşünmemiştir.
* 1989'da başkan Bush general Noriega'nın silah zoruyla
kaçırılması emrini vermiştir. Binlerce suçsuz Panamalının
da öldürüldüğü biliniyor. Yine de hiç kimse ABD başkanına
toz kondurmamıştır. Cinayetten yargılanmak ne kelime!
İstersek bu sayılanlar artırılabilir, İngiltere'nin
İrlanda'ya olan tavrı bu arada sayılabilir.
Federal Alman Cumhuriyetin silahlarının Türkiye'deki
Kürtlere veya Güney Afrika'daki siyahlara karşı kullanılması
konusunda edebiyatlı sorular sorulmakta ama kimse suçları
ve suçluları açıkça ifade etmemektedir.
Burada özellikle "hukuk devleti" sayılan devletlerin
bir-iki politik kararını saydım. Herkes (bu kararlarla)
Varşova Paktı'nın NATO sınırına bir duvar yaptırmasını
karşılaştırabilir!
Başka ülkelerde olan bitenlere karışamayacağımızı, buna
hakkınız olmadığını söyleyebilirsiniz. Ancak ben, DAC
tarihi üzerine bir kararın, yine de DAC'nin varolduğu
dönemde iki blok arasında olanlar dikkate alınmadan
verilemeyeceğini düşünüyorum. Bunun dışında politik
davranışların sadece sizin döneminizin ruhuyla değerlendirildiğini
düşünüyorum. Eğer 1961'den 1989'a kadar Almanya dışında
neler olup bittiğine gözlerinizi kapatırsanız adil bir
karar vermeniz mümkün değildir.
Kendinizi sadece Almanya ile sınırlarsanız ve iki devletin
kararlarını karşı karşıya koysanız dahi, samimi ve objektif
bir bilanço DAC lehine sonuç verirdi. Kim kendi halkına
-FAC bugün olduğu gibi- ev ve iş hakkını vermezse, o,
insanlarının geleceğini elinden alır ve yaşamdan vazgeçmeye
zorlar, işsizlik, evsizlik, uyuşturucu, kadın satışı
ve her türden suç "piyasa ekonomisi"nin politik
kararlarının sonucudur. Hatta görünüşte "nötr"
politik kararlarda bile (otobanda hız sınırı gibi!)
seçilmiş politikacılar değil, patronların istekleri
geçerlidir. Eğer savcılığın "Hükümet suçları"
bölümü dikkatini buraya yöneltseydi, yakında yeniden
FAC başkan yardımcısının elini sıkma olanağım olabilirdi.
Ama bu sefer Moabit cezaevi koğuşlarında ! Ama tabii
bu olanaksızdır, piyasa ekonomisinin ölüleri bütün yaşam
haklarını yitirirler çünkü!
DAC tarihinin bir bilançosunu ben çıkaramam. Daha bunun
zamanı değil. Bilanço, ilerde, başkaları tarafından
çıkarılacaktır.
Ben DAC için yaşadım. Özellikle 1971 Mayıs'ından sonra
önemli sorumluluklar yüklendim. Bugün tutsağım, özellikle
hastalıktan dolayı da yorgun haldeyim. Buna rağmen hayatımın
sonunda yine de DAC'nin nedensiz kurulmadığı düşüncesini
taşıyorum. Sosyalizmin kapitalizme göre daha mümkün
ve iyi olduğuna dair bir işaret vermiştir. Başarıya
ulaşmayan bir deneydi. Ama insanlık bir deney başarıya
ulaşamadığı diye yeni bilgi arayışından ve yollardan
vazgeçmedi. Şimdi yapılacak olan, deneyin neden başarıya
ulaşamadığı sorusunu yanıtlamaktır. Bu durum kesinlikle
bizim (bununla bütün Avrupa sosyalist ülkelerinin sorumlularını
kastediyorum) kaçınılabilir hatalar işlememizden kaynaklandı.
Almanya'da başarısızlığın nedeni ise karşıtlarımızın
bizden daha güçlü olmasından ve DAC vatandaşlarının
kendilerinden de kaynaklandı. DAC tarihinin deneyimleri
diğer reel sosyalist ülkelerin deneyimleriyle birlikte
hala sosyalizmin yaşadığı ülkelerin milyonları ve yarının
dünyası için genel olarak yararlıdır.
İşini ve hayatını DAC için ortaya koyanlar boşuna yaşamadılar.
"Doğulu"lar (OSSİS) DAC'nin yaşam koşullarının
kendilerini pazar ekonomisinin yaşam koşullarından daha
az deforme ettiğini şimdi "batılı"lar ("WESS1S")
olarak anlayacaklardır.
Çocukların DAC'deki yuva ve okullarda sonsuz, mutlu
olarak eğitilip büyüdüğünü, bunun FAC'nin şiddet dolu
okullarından, caddelerinden ve meydanlarından farklı
olduğunu anlayacaklardır. Hastalar, teknik geri kalmışlığa
rağmen DAC'de doktorların "pazarladığı" birer
parasal obje olmadıklarını anlayacaklardır. Sanatçılar,
DAC sansürünün pazar ekonomisi sansürü kadar sanat düşmanı
olmadığını anlayacaklardır. Vatandaşlar, DAC bürokrasisinin
mal yokluğuna karşın FAC bürokrasisi kadar hantal olmadığını
anlayacaklardır. İşçiler ve köylüler FAC'nin kendini
bir kapitalist devlet ve DAC'nin de "işçi köylü
devleti" diye adlandırmış olmalarının boşuna olmadığını
göreceklerdir. Kadınlar, kendi bedenleri üzerinde (DAC'de
varolan) kendi tayin haklarının değerini şimdi daha
fazla anlayacaklardır. Bir çoğu FAC'nin Bayon Rohley
yasası ve hukuku ile karşılaşınca dönüp "biz eşitlik
istedik, 'hukuk devleti'ne ulaştık" diyeceklerdir.
Bir çoğu da, özgürlüğün salt CDU/GSU, SPD ve FDP arasında
seçim yapmak olduğunu, özgürlüğün sadece "kâğıt
seçimi" anlamına geldiğini görecektir. Gündelik
hayatlarında, özelikle işyerlerinde DAC'deki yaşamlarındaki
özgürlüklerinin şimdi sahip olduklarından farkını göreceklerdir.
Nihayet, yoksul DAC'nin sağladıklarını ve zengin-güvenli
FAC'nin getirdiği aşağılamayı, kapitalizmin gündelik
yaşamının gerçekte ne değerde olduğunu da göreceklerdir.
DAC tarihinin bilançosu FAC politikacıları ve medyasının
gösterdiğinden farklıdır, bu görülecektir. Aradan geçen
zamanın fazlalaşması bunu sürekli belirginleştirecektir.
Bize, DAC'nin USK'ne karşı bu dava, komünistlere karşı
bir "Nürnberg Davası"na dönüştürülmek isteniyor.
Bu, başarısızlığa uğrayacaktır. DAC'de toplama kampları,
gaz odaları, politik idamlar, Gestapo, SS, yoktu. DAC
savaşa katılmadı, savaş veya insanlık suçu işlemedi.
DAC, barış için yaptıklarından dolayı beğeni toplamış
anti-faşist bir devletti.
DAC'nin "büyükleri" olarak bize karşı bu dava,
"küçükler asılıyor, büyükler serbest geziyor"
tezinin çürütülmesi için açıldı. Bize verilecek karar
küçükleri de "asmak" için yolu açacaktır.
Bu davayla DAC'nin "hukuk dışı devlet" olarak
damgalanmasının temelini oluşturmak arzulanıyor. Bizim
gibi "katil" ve "cani"ler tarafından
yönetilen bir devlet ancak "hukuk dışı devlet"
olabilir... kim ona yakınsa, kim görev bilinciyle davranan
DAC vatandaşıysa damgalanmak isteniyor. "Hukuk
dışı devlet" elbette ki ancak MFS, SED gibi katil
örgütler tarafından kurulup korunabilirdi!..
Ve, iddia edilen cinayetlerdeki delil yetersizliğini
bulandırmak, gizlemek için kişisel sorumlulukların yerine
kolektif suçlama, kolektif yargılama konulmak isteniyor.
Papaz efendiler bir engizisyon ve cadı avı isimler veriyorlar.
Milyonlar, insafsızca toplumdan dışlanacak, sınır dışına
çıkmaları için zorlanacaklardır. Çoğunun gelecekleri
sonuna dek kısıtlanacaktır. Burjuva bir ölümle karşılaşmak
için IM (sakıncalı) olarak kaydı olmak yeterlidir. Gazeteci
jurnalci olarak göklere çıkarılacak, ödüllendirilecek,
kurbana ne olduğunu ise hiç kimse sormayacaktır. İntiharların
sayısı bir tabudur. Bütün bunlar kendini hiristiyan
ve liberal olarak adlandırılan bir hükümetin yönetimi
altında, hatta kendisine haksız yere "sosyal"
diyen bir muhalefetin desteğiyle "Hukuk Devleti"
maskesiyle yapılmaktadır.
Dava, anti faşistlere karşı bir dava olarak kendi politik
görüşünü de belli ediyor. Sağcı, Neo-Nazi "Mob"
serbestçe sokaklarda dolaşırken, yabancılar izlenip
Mölln'de olduğu gibi katledilirken, "Hukuk Devleti"
gücünü Yahudi göstericilere ve bu davada görüldüğü gibi
komünistlere karşı kullanıyor. Bu noktada para ve memur
sıkıntısı da çekmiyor. Bütün bunları biz daha önce de
yaşamıştık!
Bu davanın politik içeriği toparlandığında soğuk savaşın
devamından başka bir şey olmadığı görülecektir. Bu dava
FAC'nin gerçek karakterini gizlemektedir. İddianame,
tutuklama emirleri, hepsi soğuk savaş ruhuyla damgalanmıştır.
Mahkeme kararları ile ilgili "kıyaslama" 1964'lere
kadar inmektedir. Dünya o zamandan beri değişti, ancak
Alman hukuku sanki hâlâ II. Wilhelm dönemindeki gibi
politik davaları sürdürüyor. 1968'de yakalandığı geçici
liberal politik "zayıflığı" aşmıştır ve eski
anti-komünist niteliğine kavuşmuştur. Biz "beton
kafalılar"a hep "reform beceriksizliği"
yakıştırılıyor, oysa bu davada "beton kafalıların
kim olduğu, "reform beceriksizlerinin" kim
olduğu görülmüştür.
Dışarıya karşı son derece yağcıdırlar, Gorbaçov'a Berlin
kenti onur unvanı veriliyor, merhametle affediliyor,
bir zamanların duvar koruyucusu övülüyor, ama içeriye
karşı "Krupp çeliği kadar sert" davranılıyor.
Gorbaçov'un tek müttefiği mahkeme önüne çıkarılıyor.
Gorbaçov ve ben, ikimiz de dünya komünist hareketinin
parçalarıydık. Belli başlı bazı konularda farklı düşüncelerde
olduğumuz bilinir. Ancak farklarımız benim o dönemdeki
bakışımdan kaynaklanmaktadır ve birlikteliğimizden daha
azdır. Savcı beni Goebbels'le karşılaştırmamış, ki öyle
olsaydı bunu hiç affetmezdim. Ne başbakan ne de Gorbaçov
için bu "cinayet davası" bir dostluk engeli
değildir. Bunun da altını çiziyorum.
Ben açıklamalarımın sonuna geldim. Elinizden geleni
ardınıza koymayın!
Erich Honecker
3 Aralık 1992
|