Gerçekler,
Gelecek VE Program Üzrine (2)
M.
Seyhan
|
ÖNCE "GEÇMİŞ" NEDİR?
Tarihsel seyrin neresinde olursak olalım, geçmişi ve
geleceği bir ikilem haline getirmek; kafada, geçmişi
bir yana geleceği öbür tarafa koymak yanlıştır. Böyle
bir durum, doğrudan doğruya, bugünümüzü tanımlama güçlüğü
çektiğimizin, tanımlayamadığımızın göstergesidir. Çünkü,
bugünü doğru tanımlayabilmek için, önce geçmişi yerli
yerine oturtabilmek ve aradaki diyalektiği sağlıklı
kurabilmek gerekir.
Küçük burjuva megalomanları için tarih kendileriyle
başlar ve belirlenir. Böyle bir yaklaşım, doğal olarak
hataya ve başarısızlığa gerçek ötesi yorumlar getirir.
Dünyanın merkezi ve her şeyin egemeni olduğunu sanan
en doğru büyük güç, bu kez bir anda yıkıma uğrar, bir
anda "her şey biter".
Dolayısıyla, değerlendirmelerimizde ve geleceğe ilişkin
saptamalarımızda, tarihin neresinde olduğumuzu ve gerçek
verilerimizin neler olduğunu ortaya koyarken büyük bir
özen göstermek zorundayız.
THKP-C, ülkemizde, bir sistem, bir ideoloji ve savaş
programı getiren ilk siyasal yapılanmadır. Fakat kuşkusuz
devrimci siyasallık THKP-C ile başlamamıştır. THKP,
50 yıllık sol kımıldanışın gerçeklerini yadsımadan,
onların içinden süzülerek, onlarla ciddi bir hesaplaşma
sürecine girerek ve 69-70 Türkiye'sinin verilerini doğru
değerlendirerek var olmuştur.
TKP, Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye İşçi Partisi, Milli
Demokratik Devrim, Aydınlık saflarını yadsıyarak değil,
tezlerde ve çizilen programlarda taban tabana zıtlık
olsa da, bu sol çizgilerin doğru çözümlemesini yaparak
tavrını koyan partimiz, Türkiye'de gerçek bir sol saflaşma
geleneğinin de temellerini atmıştır.
Türkiye Halk Kurtuluş Partisi, savaşın programını da,
sadece teoride, kitap sayfalarında, tartışmalarda aramadı.
Partinin kuruluşundan önce gençlik hareketlerinin, köylü
hareketlerinin, sınıfın içinde, önünde olan parti öncülleri,
buralardan topladıkları somut olgularla siyasallıklarını
olgunlaştırdılar. Kitlelerin değişik kesimlerinin, ülkenin
nabız atışlarını partiye taşıdılar.
Arkadaşlarımızın bu tavırlarını, son derece yoğun bir
dinamizm belirledi. Bir kaç yıla sığan bu nitel süreç,
Türkiye devrim tarihinde kalın çizgilerle çizildi. Evet,
devrimci tavrın dışında tarihsel bir dalga yüksekliği
vardı, devrimci tavır bununla örtüştü ama devrimcilerin
dinamizm boyutu da çok önemliydi.
Düşüncede ve pratikte dinamizm!...1969'da somutlaşmaya
başlayan parti tarihimiz, ne yazık ki 20 yılı aşkın
zaman diliminde aynı dinamizmi aynı niteliğiyle yeniden
yakalayamadı. 1975-80 arasındaki dalga yüksekliğinin
özellikleri ise biraz daha değişikti.
1970 ve 1980 süreçlerinin devrim dalgalarını, kadro
sayısı açısından kıyaslamak olası değildir. Bir Mahir,
bir Deniz, bir Kaypakkaya kadar devrime adanmış onlarca,
yüzlerce devrim savaşçısı, daha uzun bir süreçte, onların
yarattığı derin çizgileri yaratamadı. Zaman zaman onbinler,
yüzbinler yürüdü. Proletaryanın atardamarı İstanbul
grev çadırlarıyla doldu, öğrenci gençliğin tavrı her
gün biraz daha radikalleşti, devrim karşı-devrim çatışması
bir "iç savaş" tablosu yarattı ama gereken
siyasal sıçrama gerçekleştirilemedi.
Çünkü;
* Mahir'ler kitlenin nabzı ve istemleri doğrultusunda
savaş alanlarına çıktılar ve silahlarıyla da siyasal
alternatifleri tanımladılar. Emperyalizme karşı, toprak
sahiplerine karşı halkın somut ve güncel taleplerini
dile getirdiler. Hedeflerinde oligarşi vardı ve bu durum
bütün işlevlerinde netti...
Mücadele programlarının stratejisini ve taktiklerini,
belli bir ideolojik mücadele süreci içinde kendileri
belirlediler. Sözkonusu programları, tartışma materyali
olarak hiç kimsenin masa başı lüksüne sunmadılar ve
savaşın içinde hızla olgunlaşıp biçimlendirdiler.
75-80 süreci ise, devrim sempatizanlarının, ihtilalcilik
ya da oportünizm ikilemindeki tartışmalarında belirlendi
daha çok... En azından, yeniden yola koyulma noktası
bu çerçevede belirlendi. Geçmişe sahip çıkanların ve
geçmişi yadsıyanların çatışmasında ve saflaşmasında,
biraz vülger, biraz zorunlu nedenlerle saf tuttu insanlar...
Bir savaş, doğru başlatıldığı ve yürütüldüğü halde yenilgiye
uğramıştı. Yükün, kaldığı yerden devralınması ve aynı
şekilde yürünmesi gerekiyordu. Bu noktada, Kızıldere
eylemi dahi tek başına bir ideolojik tartışma konusu
yapılabildi. "Geçmişin dersleri" denilince,
daha çok, yapılması gerekenler ya da yapılmaması gerekenler
anlaşıldı.
Mahir'lerin döneminin aksine düşünsel üretimle pratik,
birbirini besleyen, dengeli iki ayak olamadı. Yukarıda
sözettiğimiz tarz mantıklarla sahiplenilen ideoloji,
o süreçteki çerçevesi içinde hapsoldu. Sahiplenme ve
savunma doğruydu ama gelişim dinamiği yakalanamadığı
için bu planda ciddi bir tıkanıklık yaşandı. P-C'nin
2-3 yılda katettiği düşünsel ilerleme, sonraki on yıllık
zaman diliminde dahi aşılamadı, ilerleme sürdürülemedi.
Oysa P-C ideolojisinin özünde bir gelişme dinamiği vardı
ve bu gerçekleştirilemeyince ideolojiyi gerçek anlamda
sahiplenme olayı da sekteye uğramış oluyordu.
Dönemin, stratejik çizgi olarak fazlaca alternatifi
olmadığı için en fazla ideolojik saldırıya da P-C çizgisi
uğradı. Sağında ya da solunda, kendini bir şekilde tanımlamak
isteyen her oluşum, öncelikle önüne P-C stratejisini
koymak ve onu "eleştirip yargılamak" gereksinimi
duyuyordu. Birçok oluşumun "ideolojik" verileri
tezler ve strateji olarak dahi net olmadığı için, ideolojik
mücadele planındaki boşluk, P-C tezleriyle ve stratejisiyle
çarpışarak giderilmeye çalışılıyordu. Öte yandan, P-C
tezlerinin artık geçerli olmadığı bazı kafalardaki ciddi
farklılıklara rağmen bu durumun açıkça ifade edilmesinden
kaçınılması, P-C'yi savunanlar zemininde bir muğlaklık
yarattı.
Sözgelimi bir Devrimci Yol çizgisi, giderek daha fazla
P-C'nin çalışma ve örgütlenme tarzı dışına çok somut
olarak çıktığı halde bunu ayrı bir "yol" olarak
ifade edemedi. Büyük ölçüde de bilinçli olarak etmedi;
çünkü sempatizan ve militanlarını motive eden P-C taraftarlığı
idi...
MLSPB olarak ise, kuruluş sürecinden beri (1975) bu
konuda doğru mantıklara sahip olunmasına, sözgelimi
her konferansta düşünsel üretim programları yapılmasına
rağmen pratikte yetersiz kalındı. Ayrıca uzun yıllar
açık bir ifade kanalının oluşturulamaması, çeşitli saptamaların
da kamuoyuna yeterince iletilememesini doğurdu.
* Devrimci, ufku da dünyası da geniş insandır. Ve ne
kadar geniş bir ilişki ağının içinde bulunursa o denli
zenginleşir. 70'in devrimcileri bu konuda daha avantajlı
bir ortamda bulundukları ve daha çok aydın bir panorama
çizdikleri halde 80'in devrimcileri ağırlıklı
olarak pratiğin militanları idiler.
* Şehir gerillacılığı, özellikle gelişip yaygınlaşmaya
başladığı aşamada, düşmana uzun süre kapalı kalma şansına
sahip değildir. Hem savaş taktikleri açısından hem de
ülkenin sınıfsal, sosyo-ekonomik örgüsü açısından Birleşik
Devrimci Savaş'ın örgütlenmesinin zorunlu olduğu 80
süreci Türkiye'sinde kırların ihmal edilmesi çok büyük
bir zaaf noktası oldu.
* 80 sürecinin önemli zaaflarından biri de, halkın çeşitli
katmanlarıyla ortak paydalar yaratarak farklı hareketlilik
çizgileri oluşturamamak oldu.
Anti-emperyalizm, anti-faşizm, çok önemli yelpazeler
oluşturabilecek çıkış noktaları idi. Fakat, bir Marksist-Leninist
gibi düşünebilecek kadar sosyalizmi öğrenmeyen sosyalistler,
Marksizm-Leninizm'le düşünmeye çalışıyorlardı. M-L'nin
konuyla ilgili söylemlerini, makalelerini derliyorlar
ve bunlarla oluşturdukları eklektik metinlere önemli
anlamlar yüklüyorlardı.
Bizim gibi ülkelerde, sosyalist olmadan anti-emperyalist,
anti-faşist olunamazdı. Bu gerçekten doğruydu. Ama halkın
büyük bir çoğunluğunu anti-faşist, anti-emperyalist
tavır alışlara yönlendirmek, bunu programlamak, yukarıdaki
gerçekliği yadsımazdı.
* Devlet artık taktik savaş normları saptamaya ve uygulamaya
başlamıştı. Devrimci ve karşı-devrimci cepheler; halkın
duygu ve düşüncelerini belirlemek adına çarpışıyorlardı
ve devlet, varlığını korumak için mevcut imajlarını
bu savaşın dışında tutmalıydı. MHP olgusunu besleyip
palazlandırarak devrimcilerin mücadelesinin yönünü,
etkinliğini saptırdı. Devrimciler ise bu zorunlu düşmanla
çarpışırken devletin kendisiyle savaşmayı ikincil planda
tutmak zorunda kaldılar.
Toparlarsak; burada yapmak istediğimiz, 70 ve 80'in
bir karşılaştırılması ya da geçmişin hata ve eksikliklerinin
detaylı saptanması değildir. Günün programlanmasında,
geçmiş ve gelecek ikileminin yaratılması ve geçmişin
yargılanmasıyla geçmişin savunulmasının bir ideolojik
motivasyon haline getirilmesini vurgulamaktır. Yapılması
gereken; geçmişin olgularını önümüze objektif olarak
koyabilmek ve onları mücadele programlarımızda veri-ders-kazanım
olarak kullanabilmektir.
Geçmiş ve gelecek öylesine içice kavramlardır ki, bu
planda düşünsel anlamda dahi kopukluk yaratmak, son
tahlilde bugünü atlamayı getirir.
Hareketimiz açısından 80-90 sürecinin genel çizgilerini
belirlemek gerekirse; bu tarih aralığı, P-C savaşımı
için özel bir "ara dönem" olmuştu. 1984'ten
sonra hızla gerilemeye başlayan ve erimeye başlayan
güç ve olanaklar, devrimci dalganın genel çözülme atmosferine
direnememişler, son tahlilde buna ayak uydurmuşlardır.
Giderek, mücadeleye ilişkin görevlerinden kopan bir
çok insan, örgütsel ve kültürel değerlerini de yitirmeye
başlamıştır. 1985 sürecinde, ayrılıklar, gruplaşmalar
(örgütsel ve ideolojik değildir), karşılıklı suçlama
ve karşılıklı kopuşlar birbirini izlemiş ve bu insanlar
devrim saflarının dışına düşmüşlerdir. Düşmana karşı
mücadele görevlerinin yerine getirilmediği bu süreçte,
kaçınılmaz bir dağınıklık yaşanmıştır. Bu dönemin en
büyük problemlerinden biri de yanlış mevzilenmeler olmuştur.
Harekete, hareketin kültürüne büyük darbeler vuran bu
insanlar da bugün artık devrimci safların dışında kalmalarına
rağmen yarattıkları olumsuzlukların etkileri, ancak
zaman içinde tümüyle giderilebilecektir.
Bu ara dönemin yarattığı insan tiplerinden bir başkası
da; geçmişten kalan ama süreç içinde devrimci özellikleri
çözülmüş, aynı oranda da iddiaları büyümüş olan ya da
mücadelenin cılız olarak yürütüldüğü bu ortamda sadece
kendini payelendirmesinden menkul insan tipidir
1990'dan sonra durum değişmiştir. Başlangıç olarak öncelikle
bir sondaj
süreci yaşanması öngörülmüştür. Devrimci ilişki, ilke,
anlayış ve çalışmaların
paralelinde yaşanan bu süreçte, bir yandan iddia sahibi
insanların ne
yapıp yapamayacakları belirginleşmiştir. Öte yandan,
son 5-6 yılda türeyen, "ne içindeyim örgütün ne
de dışında" gazelini okuyan bazı insanların durumu
netleşmiştir.
Yoldaşlarımız, bu tür insanlara ve tavırlarına karşı
duyarlılıklarını sürdürmelidir.
Sondaj sürecinin en önemli işlevlerinden biri de, ilişkisi
istemeyerek kopan ya da ilişkide olan insanın/insanların
olumsuzluğundan dolayı kopmak durumunda kalan, devrime
ve harekete karşı düşünce ve duyguları değişmeyen arkadaşlarımızın
bir çoğunun yeniden kazanılması olmuştur.
BU DÖNEMDE SAPTANAN GÖREVLER:
Dönem, bir yeni başlamanın ötesinde güçlükler taşıyan
olanak ve zemin yaratma ve hareketin kendi verilerini
tanıma dönemidir.
Mevcut ve dağınık ilişkilerin toparlanıp özenle incelenmesi,
değerlendirilmesi gerekmektedir.
Ara dönem özellikleri gözetilerek, mevcut ilişkilerin
yerleşik ve sistematik çalışma sürecine kadar, özel
ve geçici olarak belirlenen çerçevelerde mücadele etmeleri
ve eğitilmeleri zorunludur.
Hareketin düşünsel, siyasal etkinliğini ve açılımlarını
sağlayacak, temel mücadele yöntemini besleyecek propaganda
ve ajitasyon kompleksi oluşturulmalı ve geliştirilmelidir.
Hareketin stratejik mücadelesinin yükselmeye başlayacağı
sürece kadar yeni kadro adaylarının çok yönlü pratik
içinde yetiştirilmesi, bu çalışmaların zemin ve olanaklarının
yaratılması önemlidir.
Tali mücadele alanlarının düzenlenip belirginleşmesi,
bu alanlara ilişkin bir sistematik oluşturulması gerekmektedir.
Zayıf kitle bağları gerçeği, dönemin özellikleri gözetilerek,
kitlesel açılımlara kaynaklık edecek bölgesel ve mevzi
birimler, oluşumlar yaratılmalıdır.
Geçmişe saygıyı, geleceğe güveni, dayanışmayı simgeleyen
açık kuruluşlar oluşturulmalıdır.
KİTLE ÖZELLİKLERİ VE KİTLE İLİŞKİLERİ:
Bizim "progran"dan anladığımız, hiç bir zaman
reçeteler olmadı. Ne klasikleri cımbızlayarak Lenin,
Stalin ve diğer Marksist ideolog ve önderlerin düşüncelerinde
"hadis"ler arayarak bunları önümüze koyma
geleneğimiz oldu ne de kendimiz ayak üstü teori yaratma
hevesine kapıldık...Gariptir, o klasikler ki en sağından
en soluna kadar "sol yelpaze"nin her kesimine
dayanak ve kanıt olur!... Bir bütün olarak anlaşılmaya
ve yorumlanmaya çalışılmadığı, anlam, cümlelerde ve
hatta sözcüklerde aranmaya çalışıldığı için böyle bir
sonuç kaçınılmazdır.
Bunun tersi de, anarşizmin, anlayışsızlığın, prensipsizliğin
tehlikeli girdabına kapılmaktır. Kendimizi bu savrulmadan
da korumaya çalıştık.
Bundan sonraki programlama ve çalışmalarımızda da bu
iki noktaya özen göstermeliyiz.
Bizim çalışma tarzımız; P-C stratejisi ve kültürü içerisinde;
dönemin çalışma zemininin (ülke ve dünya) özelliklerini
sentezleyerek programlar oluşturma şeklinde belirlenir.
Ayrıca, hareketin o süreçteki verili durumu ve hatta
o programı uygulayacak insanlarımızın özellikleri dahi,
programın belirlenmesinde ve şekillenmesinde özenle
gözetilir.
Özelde bölge, çalışma alanı, çalışma ünitesi programlarında
geçerli olan bu anlayışlar; hareketin tüm bunların toplamı
olan genel programlarında da aynı önemi taşır.
Dolayısıyla bugünkü genel programımızı saptarken, buradan
hangi özel programları üretebileceğimizi düşünürken
ve bu özel programlan şekillendirirken yöntemimiz değişmedi.
1993 Türkiye'sinde geçmişe nazaran daha çok, daha olumsuz
dünya ve ülke koşullarında, hâla P-C düşüncesinin stratejik
savunma aşamasındayız.
Şimdi, yeni bir dünya sistemi var karşımızda. Ülkemizin
sınıflar ilişkisi ve çelişkilerinde farklılaşmalar var.
Halkımızın devrime ve devrimcilere karşı tavrında büyük
bir gerileme var. 90 gençliği, 70 ve 80 süreçlerinin
gençliğine göre değişik ve yeni özellikler gösteriyor.
Kürdistan halkının mücadelesi ülkeye yeni siyasal boyutlar
getirdi. Reel sosyalizmin çözülüşü, sosyalizme karşı
dünya halklarını daha geri bir mevzi ye itti.
Stratejinin özünde, genel çerçevesinde, savaş ve mücadele
yöntemlerinin belirlenmesinde değişikliğe gereksinimimiz
olmamasına rağmen, bu yeni dünya düzenini ve ülkemizdeki
yeni sosyo-ekonomik, psikolojik, siyasal dinamikleri
önümüze koymak; "şimdi nasıl örgütleneceğiz ve
savaşacağız, şimdi bu ideolojiyi yaşama geçirirken hangi
taktik programları uygulayacağız ve şimdi düşünsel üretim
çalışmalarımızı nasıl yönlendireceğiz sorularını yanıtlamaya
(kuşkusuz nesnelleştirmek anlamında) çalışacağız.
Devrim bir kitle mücadelesidir. Kadrolarla başlar, ivmeyi
kadrolar yönlendirir ama kadroların yetiştiği yatak
da, ivmenin dinamizmi ve can damarı da kitlelerdir.
Bugün kitlenin özellikleri, soyut ve cılız seslerle
sosyalizmin genel propagandasının yapılmasına elverişli
bir ortam yaratmamaktadır. Dünyanın genel durumu da
bu anlamda son derece elverişsizdir. Sosyalizmin prestijinin
yüksek olduğu dönemlerde propaganda ve ajitasyon, sosyalizmden
başlayarak açılımlarına inilebilir. Ama böyle dönemlerde,
gerektiğinde sosyalizmin en tali ayrıntılarından (propaganda
ve ajitasyonu, hitap ettiği zemine göre değişerek) yola
çıkar.
Sözgelimi, bir "çevre" sorununu ele alalım.
Sosyalistlerden başka hemen hemen herkesin bir şekilde
sahip çıktığı bu sorun, gerçekte sosyalistlerin sorunudur.
Ve çözümü ancak sosyalist üretim ilişkilerinin sistemleşmesiyle
olasıdır. O halde sosyalistler, çevre sorunlarının,
çevrecilerin en önünde olmalıdır. Ama devrimci oldukları
için kafadan öne oturma hakkını kendilerinde görerek
değil; (ki kitleler de artık bu tarz "önder"liklere
kesinlikle prim vermiyor) herkesten çok daha aktif,
bilinçli ve donanımlı bir çevreci oldukları için...
Bir açlık, bir savaş, bir milliyetçilik, bir işsizlik,
bir ahlâki çözülme vardır. Sosyalistlerin ana temaları
olan bu problemler bugün emperyalistlerin, faşist oligarşilerin,
militer sivil faşistlerin, gericiliğin temaları haline
gelmiştir. Ve sorunun kaynağı olan bu kısımlar, sorunun
yanıtına sahip çıkarak önemli etkinlik alanları yaratabilmektedirler.
İnsan Hakları'nda olduğu gibi bazı sorunlara da salt
kendi yaşam ve mücadelemizle ilgili sınırlarda sahip
çıkmamız, kendi kanallarımızı kendi ellerimizle tıkamamızın,
bağlarımızı çözmemizin örnekleridir.
Sosyalistler zamanlarını ve enerjilerini yüksek teorik
tartışmalarda, halklara giderek daha çok yabancılaşan
sosyalizmin detaylarına kadar yeniden üretilmesinde
harcarken, faşizmin yarattığı düşünce ve pratik paradoks,
kitleleri giderek daha fazla savurmayı sürdürmektedir.
Bu dönem sosyalist ajitasyon ve propaganda, sosyalizm
sempatizanlarına ve sosyalizmden yana olan insanlara
sosyalizm eğitimi vermek olarak anlaşılmamalıdır. Bu
durum ancak, tercihini belirlemiş sınırlı sayıdaki -bir
kesim için, örgütsel sorunlar içeriğinde programlanabilir.
Şimdi en genel dünya sorunlarından en özel birim sorunlarına
kadar yaşama ilişkilerinin hemen her somut konu sosyalistlerin
ilgi alanında olmalıdır. Bir fabrikadaki yemek problemlerinden
ve iş yaşamının iyileştirilmesinden bir üniversitedeki
servis problemine, bir lisedeki dayak olayından bir
bölgede halkın ahlâk ve namus sorunlarına, mahalledeki
çöp, su, yol, kanalizasyon problemlerinden çocukların
eğitim ve sağlık konularına kadar hemen her durumda
halkın yanında, halkın aktivitesinin içinde, önünde
olunmalıdır ama bu tavırlar sol, sekter söylemlerle
sınırlanmamalıdır.
İlişkide olunan kitlelerin bizim davranışlarımızdan
dolayı ürkmesine, sorununa yabancılaşmasına, tepkinin
anlamının dağılmasına yol açılmamalıdır. Örneklerin
de yaşandığı gibi, diyelim bir servis otobüsü eylemliliğinde
"Kahrolsun Faşizm" sloganı atılırsa, slogancılar
yalnız kalır, eylemi dağıtan düşmandan önce biz oluruz.
"Kitlenin nabzı" denilen şeyi çok fazla yineleriz
ama pratikte onun elini tutup psikolojisiyle bütünleşmeyi
o kadar fazla beceremeyiz.
Kitle sloganlarını kendisi belirlesin, biz gerekeni
anlatalım, tepkiyi yayalım, organize edelim, dinamiği
güçlendirelim, ivmeyi hızlandıralım. Ve kitlesel hareketliliğin
doğal ritmi oluşsun. Bu ritmin oluşmasındaki etkinliğimiz
ölçüsünde "kitlelerle buluşma" esprisine yakınlaşmışız
demektir.
SİLAHLI PROPAGANDA:
Zor'un efendiliğiyle her gün biraz daha kanatılan bir
ülkede devrimin en önemli silahının da yine zorunlu
olarak silah olduğunu tartışmanın zamanı geceli çok
oldu...
Ama konu, bizim bu zorunluluğu kavramamızla sınırlı
değildir. Bu gerçekliği asıl kavraması, istemesi, ona
yaklaşması gereken güç; halktır, kitlelerdir.
Bugün halkla devrimci durum arasındaki boşluğu hangi
çelişkiler dolduruyor? Dolayısıyla, halkın gerçekliklerinin
silahlı mücadele ile somutlanmasının programı nasıl
çizilmelidir?
Devlet silahlı mücadeleye karşı çok ciddi taktikler
üretmekte ve uygulamaktadır. Silahlı savaşın muğlaklaştırılması,
yaratılan devlet terörünün içinde etkinliğinin sönmesi
amaçlanmaktadır. Kontrgerilla, sivil faşist saldırı,
provokasyon eylemleri sayesinde genel bir bulanıklık
yaratılarak devrimci eylemin marjinalleştirilmesi ve
terör ortamında boğulması planlanmıştır.
Bu plan, hem gerillaya karşı silahlı güçler oluşturularak
"devlet dışından" saldırı görünümü yaratılmakta
hem de halkı bıktırmaktadır. Halkın teröre karşı bıkkınlığı,
devlet için çift yönlü avantaj yaratmaktadır. Böylelikle
hem halkın korku, panik ve yılgınlığı hem de devrimci
durumla halkın arasındaki aralık büyümektedir.
Öte yandan devrimin silahlarının doğrudan emperyalizme
ve devlete yönelmemesi devletin tampon olarak koyduğu
güçlere yönelmesi de planı destekleyen bir başka boyut
olmuştur.
Faşizmin sürekli saldırıları, devrimcilere ve hatta
ilerici, demokrat insanlara yönelik vahşeti, hemen her
eylemin arkasından düzenlediği "suçlular bulundu,
hesap soruldu" operasyonları, silahlı mücadele
aleyhindeki psikolojik faktörleri beslemiştir...
Silahlı propaganda zaman zaman kitlelerin gizil dünyasına
(bilinçaltına) da müdahale eder. Psikolojik faktörler
üzerinde etkin bir rolü vardır.
Güçlü ve başarılı bir süreklilik, korkuyu, pasifikasyonu
yenmeye karşı belirleyici yöntemdir. Ama yanlış ve zaaflı
uygulaması, tam tersi bir etkiyi yapar. Korkuyu ve pasifikasyonu
güçlendirir.
Bu endişe ve başarısızlık korkusu, bu planda gerilemeyi,
mücadelenin temel görevlerini geciktirmeyi de doğurmamalıdır.
Gerekliliği saptanmış, sübjektif koşulları yaratmış
olmanın gerçek bilinci ve çabası, onun doğru uygulamasının
ve yükseltilmesinin de ön koşullarından biridir.
Silahlı propaganda uygulamasında halkın genelinin bilgisi
dahilindeki hedeflerin seçimine özen gösterilmelidir.
Eylemin niçin gerçekleştirilmiş olduğunun anlaşılması
temeldir. Özellikle zaman zaman genel talep, rahatsızlık
nedeni haline gelmiş toplumsal boy hedefleri oluşur,
kaldı ki bu durumlarda dahi düşmanın demagoji olanaklarını
kullanmasına izin verilmemelidir.
Emperyalizme karşı her türlü tavır; 1990 dünyasında
çok daha fazla önem kazanmıştır. Gizli işgalin deşifrasyonunun
ötesine, dünyanın baş-ağrısız efendisi haline gelen
ABD, propaganda ve ajitasyonun odağındaki yerini pekiştirmiştir.
Gelişen medya olgusu, koskoca bir savaşı "yok"
etmeye, bir petrol saldırganlığını açlıkla mücadele
kampanyasına dönüştürmeye araç olabilmektedir. Başlangıçta
karşı-medya şansımız çok fazla olmadığı için daha seçkin
ve özenli davranılmalı ve koşulların gelişmesiyle orantılı
olarak güç yaygınlaştırılmalıdır.
Silahlı mücadelenin bir diğer yönü de, her konuda olduğu
gibi bu konuda da eğitime, yeterlilikle dengeli görevlendirmeye
özen gösterilmesidir, insanlar, örgütün askerleri değil,
iradeyle ve bilinçle bir oluşuma bağlı olan halkın mücadelecileri
olmalıdır. Kendi yetenekleri ve yeterlilikleri üzerinde
çelişkileri olan ya da çelişkilerini henüz sadece sübjektif
olarak karara dönüştürmüş bir elamanın, sadece örgütün
programları ve gereksinimleri doğrultusunda görevlendirilmesi
cinayettir.
Silahlı propagandanın bu dönemdeki boyutlarını saptarken
ve pratiğini belirlerken onun güç gösterisi ve sempati
özelliklerine özen gösterilmelidir.
Oligarşinin bilinen yöntemleri sayesinde namlunun geri
dönmesine yönelik tüm önlemler alınmalıdır.
Bir açık savaş, önceden belirlenen koşulları çoğu zaman
zorlar. Saptamalar mükemmel bir hazırlıkta dahi yaşamın
pratiğinde farklılaşır. Ne var ki; kendi koşullarını,
gücünü, düşmanı ve onun özelliklerini bilerek bütün
bunlara göre programlanmış bir savaş, "süpriz"lere
rağmen kazanma şansı belirlenmiş bir savaştır.
|