Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

Bir süredir Dev-Sol içinde yaşanan ve kanlı boyutlara varan hesaplaşma bütün devrimci kamuoyu tarafından izleniyor. Artık izlenmekte de bir güçlük çekilmiyor, çünkü olaylar yeterince açıkta cereyan ediyor. O kadar açık ki, tarafların "devrimci açıklık" gibi kavramları kullanması anlamsız oluyor. Hatta böyle bir "açıklık", politik-ideolojik içeriğinden yoksunluğu ve tek tek olaylara dek inen salt-pratik söylemiyle polisin bilgi birikimini artırıyor, böylece bir anlamda zararlı da oluyor.
Şimdiye dek üç devrimcinin ölümüne yol açan şiddet fırtınası sürerken, ölümle cezalandırılacaklar listelerinden sözediliyor, insanlar "halkın adaletine" sığınmaya davet ediliyor, karşılıklı işbirlikçi-hain suçlamaları savruluyor, belki üç-beş yıl sonra sahiplerinin yüzünü kızartabilecek bir dizi hakaret sağda solda yazılıp-söyleniyor. Yalnızca karşıt güç değil, bu noktada taraf belirlemeyenler de payını alıyor, hatta diğer sol örgütler için de bir "konuşma yasağı" getiriliyor. Özellikle yurtdışında yayınlanan bildirilerde konu üzerine düşünce belirten insanlar ve yapılar da "cezalandırma" tehdidiyle karşı karşıya kalıyorlar.
Bütün devrimci örgütlerin kaygıyla izlediği bu süreç, giderek bütün mantık ve sağduyu ölçülerinden uzaklaşmaktadır ve ucunun nereye dek varacağını kestirmek zorlaşmaktadır. Bu durumdan gerçekte kimin yararlandığı ve karmaşa içinde bilgi üretip operasyonlarını genişlettiği ise tartışılmayacak ölçüde açıktır.
BARİKAT, sürecin başından beri durumu daha da zorlaştıracak yararsız bir söylemden kaçınmaya çalıştı. Dev-Sol konusunda zaten varolan bir dizi eleştirisinin böyle bir zamanlamaya denk düşmesini, sonuçta salt tepkisellikten başka bir etki yaratmamaya mahkum olmasını istemedi.
Ayrıca, BARİKAT, "Solun sosyete haberciliği" diyebileceğimiz bir eğilime de ötedenberi ilgi duymadı. Başka siyasal yapılara olan ilgisini "kim kimden ayrılmış, kime geçmiş" düzeyinde bir mantıkla sığlaştırmamaya gayret etti. Başka devrimci yapılar içindeki bölünme ve birleşmeler bizi, siyasal sonuçları itibarıyla, içinde devindiğimiz siyasal sürece etkileri açısından ilgilendirdi. Şu ya da bu somut olayda kimin haklı kimin haksız olduğunun tespiti de bize hiç anlamlı gelmedi, bu konularda verilen "bilgi"lerin çok gerekli olduğuna inanmadık. Tek tek olayların ötesinde, konuya genel bir politik bütünlük içinde bakmaya, ayrıntıda boğulmamaya çalıştık.
Soyut bir "şiddet aleyhtarlığı" söylemiyle vaizlik etmeyi de düşünmedik. Şiddet, sosyalist örgütler içinde hiç arzu edilmeyen ama çok özgün koşullarda da görülebilen bir şeydir. Sonuçta politika, devrimci politika sert bir oyundur. Sorun, nihai sonuç olan şiddetin saf anlamında soyutlanıp tartışılması değil, ilişkileri şiddete iten, itebilme potansiyeli taşıyan politik-örgütsel zemini yakalayabilmektir.
Öte yandan "devrimci hukuk" ya da "içişleri" denilen olguya da kendi çerçevesi içinde bakmaya çalıştık. Nihayet her devrimci yapının bir iç hukuku olduğuna, bunun da bir örgütsel anlayış biçimine denk düştüğüne inandık. Devrimci örgütlerin tüzük maddeleri birbirine çok benziyor olsa da, Marksizm-Leninizm ve onun örgütsel anlayışını kavrayış biçimlerinden doğan böyle bir fark hep vardır ve bu fark pratik sonuçlarından çok salt-politik yönüyle ele alınabilecek birşeydir. Zaten pratik anlamda içişlerine müdahale, doğru ve anlamlı olup olmamasının ötesinde mümkün de değildir.
Ama "içişleri" denilen şey tabu da değildir.
Tam burada çok ince bir sınır çizgisi vardır ve sağlıklı şekilde ayırdetmek oldukça güçtür. Bu çizginin ötesi "benim yaptığım beni ilgilendirir" denemeyecek bir noktadır. Kuşkusuz yine kimsenin pratik müdahale imkânı yoktur ama bu kez herkesin, kendisini, içinde devindiği tarihi etkileyen bir durum üzerine düşünce üretme ve bu yolla "politik müdahale" de bulunma hakkı vardır, hakkın ötesinde süreç herkese böyle bir görev yükler. Bu nokta, yaşanan olguların sosyalist hareketin genel imajını sakatladığı ve sosyalist vicdanın zedelendiği noktadır. Kuşkusuz kimsenin devrimci harekete akabilecek kanalları bir kaos imajı yaratarak tıkama hakkı yoktur ve bu noktada politik düşüncelerini açıklayan örgütlere öfkelenmek de çok anlamsızdır.
İşte bugün sorun budur; bu sınır çizgisi aşılmıştır. Devrimci hareketin bütününü etkileyen, vardığı boyutuyla moral erozyon yaratan bir durum meydana çıkmıştır.
Bu noktada, barış çağrıları ya da tecrit kampanyaları bazen zorunludur ama pratikte yine de kanı durdurmayabilir. Ama ne olursa olsun devrimci hareketler tavırlarını koymak zorundadırlar ve bunun ötesinde sorunun temeline ilişkin
düşünceler de açılmalıdır ve uzun vadede de asıl önemli, aynı zamanda da anlamlı olan tavır budur.

Karmaşık Yanıtlar İçin Basit Sorular
Bazen, karmaşık bir konuyu açmak, en azından başlangıç ilmeklerini atmak için haddinden fazla basit görünen bir soruyla işe başlamak gerekir. Bu, işe ABC'den başlamak ya da kitabi tanımlara boğulmak değildir. Yalnızca işin en başında bir zihinsel açıklıkla hareket etmenin imkanlarını sağlar.
Böyle bir konuda; "Örgüt nedir?" sorusu ile başlanabilir.
Bir şeyleri, birlikte ve belli bir düzen içinde yapma gereksinmesi bu sorunun en kaba genel yanıtının zeminini oluşturur.
Marksist bir partiden sözediyorsak, bu temel zemin yine işin belki de çocuksu ölçüde-basit ölçütü olarak kalır. Ancak bu kez, dünyayı nihai olarak değiştirmek için oluşturulan bir yapıdan sözediyoruz demektir ve değişik unsurlar tanıma katılır.
Marksist parti, bu nihai değiştirme savaşının da bir aracı olarak iktidar perspektifine sahiptir ve kendini burjuva devlet mekanizmasını parçalayacak, yeni bir araç olarak proletaryanın iktidarını yaratacak şekilde biçimlendirir, yaşanan sürecin çözümlemesinden bu konuda yöntemler, biçimler ve araçlar üretir.
Burada bir ölçüde sınıfın bilincinin eşitsiz gelişimine dayanan bir irade ve öncü inisiyatif ihtiyacı kendini duyurur ve öyleyse parti böyle bir değiştirme iradesinin yoğunlaşmış inisiyatifidir. Ve aynı zamanda bu yoğunlaşmış irade, dünyayı değiştirme eylemi içinde kendini ve kendisini oluşturan insanın yapısını da durmadan değiştirip geliştirmek zorundadır. Ancak, böylece basit bir "aygıt" olmaktan kurtulabilir ve ancak böylece başka herhangi bir örgütle arasına kesin sınır çizgileri çekebilir.
O zaman, yukarıdaki çok genel ve kaba çerçeveye son derece önemli başka faktörler katılıyor demektir. Yalnızca "bir şeyleri belli bir düzen içinde ve birlikte yapmak" ihtiyacından değil, dünyayı değiştirme eksenindeki iradelerin bileşiminden ve bu bileşimin yarattığı merkezi eylemlilikten sözediyoruz demektir.
"Birlikte üretilenin merkezi olarak uygulanması..."
Çok kaba olarak durum budur.
Çok kabadır, çünkü sözgelimi "birlikte üretmek" deyimi kendini bir dizi mekanizmayla ifade eder. Yoksa çıplak olarak söylenişi bizi çok doğru çizgide tutmaz.
Yine de ihtiyacın temelini vurgulamak anlamında bu kaba söylemle işe başlanabilir. Çünkü bu çok kaba zemin, demokrasi ve merkeziyet gibi kavramların yine çok kaba anlamda maddi nedenselliğini oluşturur.
Yani bir taraftan sorun, eldeki verilerin çözümlenmesinden hareketle yaşama ilişkin uzun ve kısa vadeli formülasyonlar, programlar, araçlar ve pratik kararlar üretmektir, diğer taraftan ise böylece pratik yönelimler haline gelen politikaların merkezi bir tarzda söz konusu alanın (ülkenin yada lokal bir alanın) bütününe aynı çizgi üzerinden uygulanmasıdır. Devrimci bir örgüt, sürecin birinci bölümüne, kendini oluşturan bütün unsurların iradesini ve düşünsel zenginliğini deneyim yükünü katmak zorundadır ve aynı zamanda bu şekilde oluşan pratik kararları da en katı disiplinle uygulamak zorundadır. Pratikte çoğu kez içice geçen bu iki sürecin mekanizmalarının kurulması devrimci bir örgütün en hayati gereksinmesidir ve aynı zamanda canlı varlığının garantisidir.
Dolayısıyla, "demokrasi" ve "merkeziyet" olguları salt belli kavramlar değil, devrimci örgüt dediğimiz şeyin tam kendisidir. Devrimci örgüt, daha doğrusu yaşayan bir özne olarak devrimci örgüt varlığını bu iki unsurla ifade eder.

Riskli Kavramlar, İnce Çizgiler...
Çok yaygın kullanımı olan kavramlar genellikle tehlikelidir. Yaygın kullanım, herkesin kendince doldurduğu arka planları yaratır ve siz de kendi arka planınızı ifade etmeden kavramı kullanamaz olursunuz.
Bu, "demokrasi-merkeziyet" kavramları için özellikle böyledir. İkisi de dile pelesenk olmuş kavramlardır ve öyleyse onları salt kavram olmaktan kurtarıp yeniden bir zemin üzerine oturtmak gereklidir.
Esasen, devrimci örgütün bütün düşünsel ve pratik zenginliğinin açığa çıkarılıp yoğunlaştırılması ile en katı merkezi disiplinin uygulanmasının nasıl bir arada yapılabileceği, bunların birbirini çelip çelmeleyeceği, aralarında bir paradoks ilişkisi olup olmadığı sosyalist hareketin köklü bir tartışmasıdır. Ve devrimcilerin kolaycı eğilimlere olan uzaklığı bu tartışmayı her zaman karmaşıklaştırır.
Kuşkusuz daha kolay yollar vardır. Murat Belge'nin aşağıya aktardığımız sözleri buna çok uygun bir örnek teşkil eder. Daha çok ideolojik birlik kavramını irdeliyor Belge:
"Şöyle ki, hayatın akışı içinden bir kesit aldığımızda, bize o anda belirleyici önemde görünen, sözgelişi on konuda tamamen görüş birliği içinde olduğumuz on kişi bulunabilir. Bu iyidir, güzeldir, gelecekte de görüşbirliği içerisinde bulunacağımız konusunda umut verir, ama garanti vermez.
Çünkü hayat önümüze sürekli yeni sorunlar çıkarır. Hayat da değişir, biz de değişiriz. Bir belirli anda görüşbirliği içinde olan on kişi hayatın normal akışı içinde normal insanlar olarak yaşıyorsa, bir sonraki soruna bakışta aynı görüşbirliğini tutturmamaları ihtimali yüksektir.
Ya da içlerinden, diyelim ki birini, dalıa yetenekli bir karar verici olarak seçmişlerdir. O zaman fazla sorun kalmaz. O söyler, ötekiler katılır; görüş ayrılığı çıkmaz.
Başka bir söyleyişle, düşünen beyin çoksa düşünce de çoktur. Beyinler düşünmekten feragat ederse, ideolojik birlik kolaylaşır.
işte bu nedenle ben, dar anlamda "ideolojik birlik" denen şeyin çok özenilesi olmadığını savunuyorum. Bunun yerine, genel amaçlar çok iyi tanımlanmalı ve ilkeler çok iyi saptanmalıdır..." (BİRİKİM / 10. SAYI)
İnsanın, bütün ömrü boyunca, örgüt diye bir problemi olmamışsa gerçekten herşey çok kolaylaşıyor! Örgütsüzlüğü doğal bir yaşam tarzı haline getirmişseniz artık daha kolay şemalar çizebiliyorsunuz.. .
Belge'nin de böyle bir rahatlığı var. Düşünen beyinler ile birlik olgusunu rahatça karşı karşıya koyuyor ve sonunda ya şef seçimi ya da gevşek bir yapı alternatiflerini üretip kendi ikileminin iskeletini kuruyor. Bunun için de yola kasıtlı olarak "tamamen görüş birliği" gibi çok mükemmelliyetçi ve dolayısıyla saçma bir noktadan çıkıyor. Elbette önemli sayılabilecek her yeni sorunda insanların farklı düşünmeleri olasılığı vardır vb.vb... Öyleyse, yapılacak olan şey bellidir: Mümkün olduğunca geniş bir "genel amaçlar" çerçevesi çizmek...
Ama, "genel amaçlar" deyince de belli riskler vardır. Girilen her ayrıntıda bugün ya da yarın "tamamen görüş birliği" sağlanamayabilir.
O zaman, durum iyice nettir. En sağlam, en "garanti"li yolu seçeriz ve programımız "sosyalizm iyi şeydir, kurulmalıdır" gibi hiç bir görüş ayrılığı riski taşımayan bir "sağlam"lığa kavuşur. Daha sonra çıkabilecek sorunlar ise zaten Belge türü "kanatlı parti" anlayışlarıyla çözebiliriz!
Oysa, gerçekten örgüt gibi, dahası savaş örgütü gibi bir soruna sahipseniz durum farklıdır ve işler daha zorlaşır. Öncelikle şu kadar konuda "tamamen görüş birliği" gibi şematik söylemlerle işe başlamazsınız. Kuşkusuz, örgüt belli temel saptamaların etrafında birleşen insanlarca atılan iradi bir adımdır. Ama aynı zamanda "birlik iradesi"nin de somutlaşmış bir ifadesidir. Ve bu somutlaşmış ifade, ikilemlerin kolaylığına mahkum değildir.
Parti, bir birlik iradesidir ve biz her yeni sorunda, hayatın ürettiği her dönemeç noktasında kendi yürüyüşümüzü sürdürürken tartışır ve bu birlik iradesini ortaya koyarız. Her yeni sorunda birliğe varma ve birliği sürdürme iradesiyle davranırız ve zaten birlikte yürümek için her yeni sorunda tamamen anlaşmamız gerekmez. Belli sorunlarda ayrı düşünülse bile yürümeyi mümkün kılan örgütsel mekanizmalar vardır. Hakim düşünceyi ortaya çıkarıp ona uygulanma olanağı veren, farklı düşünceleri de yok etmeyen ama her gün yeni bir amip bölünmesine de yol açmayan disiplin mekanizmaları vardır.
Yani temelde sorun, örgütü, örgütlü mücadeleyi isteyip istemediğinizdir. Eğer böyle bir iradeniz varsa her gün her yeni sorunda birliği üretmek ya da bir şekilde felç olmadan yürüyüşü sürdürmek sorunuyla karşı karşıyasınızdır ve üstelik bunu, düşünen insan tipinden vazgeçmeden yapmak gibi zor bir işi başarmaya mahkumsunuzdur.
Ama zaten, bir savaş örgütü olarak ML partiden sözediyorsak, tam tamına bu zor işten sözediyoruz demektir.
Zorluğu açarken kavramların arka planlarına dönmek gerekiyor.
Örneğin merkeziyetçilikle başlanabilir..

Merkeziyet Ve Demokrasi
Leninist partide "merkeziyetçilik" kavramını partinin eyleminin ve bütün birikiminin merkeziliği olarak tanımlamak mümkündür. Yani, parti düşünceleri, saptamaları somut yönelimlere dönüştüren ve bunları tek bir vücut gibi merkezi iradeyle uygulayan bir yapıdır. Ve işte tam bunun için de kendisine ait bütün bilgi ve deneyim yükünün de merkezileşmesini sağlar. Partiyi "işçi sınıfının belleği" olarak ortaya koyan tanım bu anlamda çok doğrudur. Kendisini oluşturan insanlar, bu insanların ilişkileri, çalışmanın sonuçları, varolan-varolabilecek imkânlar ve akla gelebilecek en küçük ayrıntılar ve bilgi kırıntıları bile kendi mekanizmaları yoluyla merkezi yapılara doğru akar. Böylece bütün deneyimin, imkânların ve düşünsel zenginliğin ortaya çıkarılabilmesi, yoğunlaşarak birikmesi mümkündür. (Geçerken, bir not olarak kaydedelim: "önderliğin korunması" dediğimiz şey de esasında bir "müessese" olarak bu belleğin korunması olarak algılanmalıdır.)
Demek ki, merkeziyetçilikten sözettiğimizde yalnızca basit anlamda kararların merkezi uygulanışından değil, bu kararların oluşumuna zemin teşkil eden bir başka şeyden, bilginin merkezileşmesinden de sözediyoruz demektir.
Ve bu sözünü ettiğimiz şey, bir biçimde "katılım" kavramıyla da örtüşür. Bilginin akışı, bu akış yoluyla örgütün her parçasının genele katılımı anlamına gelir ve bu noktada da merkeziyet ile demokrasi arasındaki içsel bağlardan birini yakalamış oluruz.
Böyle bir mantıkla ve daha derinlemesine düşünüldüğünde, "çok merkeziyet"in "az demokrasi" anlamına geldiği yolundaki yaygın yanılsama bir başka yönden de yara alır: Bilginin, deneyim yükünün merkezileşmesi, yarattığı kurumsallık oranında, salt kişilere bağımlı bilgilenme tarzından bizi kurtarır. Örgüt bilgisinin akışı ve kuram anlamında merkezde toparlanışı, hem insani kayıplara karşı güvence sağlar, hem de sözgelimi tek bir insanın beyninin sınırlılığı gibi ciddi bir sakıncayı ortadan kaldırır.
Ve nihayet, merkeziyetçilik, Lenin'in deyimiyle "grup ruhu"nun yıkılışıdır. Lenin'in Ne Yapmalı'da merkeziyetçiliği ısrarla özerkçiliğin, yöreselliğin karşısına koyması çok anlamlıdır. Ve zaten örgüt sorunundaki "kendiliğindencilik" tartışmasının ruhu da budur. Yöresel-özerk olana karşı Lenin ısrarla merkezi olanı savunur. Çünkü yöresel -özerk olanın çürüyen- politika dışı ilişkiler olduğunu derinden farketmektedir. Bu anlamıyla Leninist merkeziyetçilik, her türden politika-dışı ilişkinin, yoldaşlık bağı dışındaki bağların sona erdirilmesi, insanların kendilerini tek bir merkezi örgütün bireyi olarak algılamalarının algılanmasıdır. Geçmişte ülkemizde de sık görülen "bölgesiyle gelip bölgesiyle ayrılan" tipolojinin sona erdirilmesi, partinin her bireyinin yalnızca sosyalizme bağlı olmasının yolunun açılmasıdır.
Belki paradoks gibi görünür, ama işte tam bu anlamda Leninist merkeziyetçilik bireyin gerçekten geliştirilmesi ve öne çıkarılmasıdır. Çünkü bireyin gelişmesi, parti insanının kendi özgün kişiliğiyle savaş sahnesinde yerini alması, onun politika dışı bütün feodal-yöresel prangalardan kurtarılmış olmasıyla yakından bağlıdır.
Ve yine paradoks gibi görünür, demokrasi dediğimiz olgu da "en sıkı merkeziyetçilik"le çok yakından ilgilidir. Demokrasinin gerçek zemini, insanların kendi özgün düşüncelerini ve kararlarını üretmesini önleyen, bu düşünce ve kararların oluşumunu bir şekilde etkileyen ilişkilerin yokedilmesidir. Başkalarına borçlu, başkalarıyla birlikte davranma zorunluluğunu hisseden insan tipinin değiştirilmesidir, ki bu anlamda politik bir saydamlığa da denk düşer. Politikayı arkadaş gruplarının kapalı sohbetleri düzeyinden kurtarır, açıkta yapılan birşey haline getirir. Merkezi bilgilenme ve böylece örgütün bütün parçalarının merkezi denetime tam açılışı yapı içinde karanlık odalar bırakmaz, düşmana karşı karanlık olan yapı kendi içinde politik anlamda en ücra köşesine kadar ışıklandırılmış olur. (*)
Böylece "demokrasi" kavramına geldiğimizde işimiz daha kolaylaşıyor ve en azından merkeziyetçilik ile demokrasi ilişkisi konusundaki önyargılardan kurtulmuş oluyoruz. Merkeziyetçilik ile demokrasinin sanki karşıt şeylermiş gibi birbirlerini zaman zaman ittikleri, belli koşullarda birinin azalıp diğerinin, çoğaldığı gibi mekanik yaklaşımlar gerçekten de terkedilmelidir. Gerçekte özerkçiliğin karşısında konumlanan merkeziyetçiliği demokrasinin karşısına koymak çok anlamlı değildir.
Daha doğrusu bu, her iki kavramın da nasıl anlaşıldığıyla ilgilidir. Sözgelimi, demokrasiyi salt seçimlerin nasıl yapıldığı ile ilgili bir olgu olarak kavrıyorsanız bu çok farklıdır ve içinde kaçınılmaz olarak burjuva bir iz taşır. İçinde savaşılan koşulların durumuna göre bu konuda olabilecek değişiklikleri demokrasinin enlemi-boylamıyla bağlantılı düşünürsünüz ve bu da kısıtlı bir düşünce tarzıdır.
Oysa Leninist örgütte demokrasi, seçimlerin yapılış tarzından daha derinlemesine bir anlam taşır ve gerçek tanımlanışıyla politikanın açıklığı ve bilginin (ilişkilerin bilgisinin değil, politik bilginin) toplumsallığına denk düşer. Güvenlik açısından gizlenmesi gereken bilgiler dışında devrimci örgüt tam bir iç politik açıklığa sahiptir.
Örgütün temel ve taktik konulardaki bütün politik yönelimleri, her düzeydeki insanının bilgisine açıktır. Bu, tam da sosyalist örgütün, sosyalist örgüt insanının ayrıcı özelliğidir.
Bunun, "belli koşullarda" demokrasinin azalıp-çoğalmasıyla bir ilgisi yoktur. Sözgelimi birçok görevin "atama" yoluyla verildiği dönemlerde de, en sıkı illegalite koşullarında da böyle bir demokrasi geçerlidir. Geçerlidir, çünkü bu sözü edilen olgu, bir devrimci örgütün canlı varlığının özüdür. Bu varlığın devamının gerçek garantisidir. Dünyayı değiştirmek için "bilinçli insan eylemi"ne başvuran örgüt, bilinçli insan yapısından vazgeçemez. Bundan vazgeçtiğinde kendini üreteceği zenginliğin bütününden vazgeçmiş olur.
Burada sözkonusu olan şey, tüzük maddeleri değildir, hangi koşullarda neyin nasıl işleyeceği değildir. Sözkonusu olan, bir kültürdür, bir örgüt insanı tipidir ve bir genel anlayış tarzıdır. Koşulların en zorlaştığı günlerde de RSDİP harıl harıl herşeyi tartışan işçi gruplarından oluşmuştur. Ya da tersine olarak 1905 gibi Lenin'in "polis ajanı olmayan herkesin savaş komitelerine alınması"nı istediği günlerde, açık toplantılar dönemlerinde merkeziyetçilik ilkesi kendi anlamını yitirmemiştir.
Bu, bir "tartışma kulübü"ne dönüşmek de değildir. Bu, yürüyen, savaşan ama savaşırken politik-örgütsel sorunlar üzerine kafa yoran, bütün bu sorunlara vakıf olabilen insanın kültürüdür.
Merkeziyetçilik ve demokrasiyi böyle anladığımızda, belki Murat Belge'nin basit ikilemine oranla daha zor bir yolu seçmiş oluruz ama en azından bazı netliklere de ulaşırız. Zorluk, demokratik-merkeziyetçilik olgusunun baştan kurulup sonra da kendiliğinden devam eden bir olgu olmayışındadır. Karşı karşıya olunan, böyle bir anlayışı örgüt yaşamının her saniyesinde durmaksızın üretmek gibi zor bir iştir.

Azınlık Çoğunluk
Ve elbette, -Belge'nin keşfi hiç de orijinal değildir- devrimci örgütte her zaman fikir birliği sağlanamayabilir. Sürecin şu ya da bu noktasında, şu yada bu sorun üzerinde farklı tespitler yapılabilir. Bu durum, yaşamın karmaşıklığının ve bizzat sosyalist düşüncenin kendi yapısının bir sonucudur. Aynı yaşam dilimine farklı cephelerden bakarak, verileri farklı yorumlayarak değişik sonuçlara varmak mümkündür.
Ama öte yandan, parti, insanların birbirlerine gevşek bağlarla eklemlendikleri bir federatif yapı değildir. İnsanların yalnızca tam aynı düşündükleri noktalarda biraraya gelip ayrıldıkları bir durak değildir.
Parti, eylemiyle homojen bir yapıdır. Yalnızca hemfikir olunan karar ve yönelimlerin değil, hemfikirliğin sağlanmadığı kararların da aynı disiplinle uygulandığı bir yapıdır.
Bu noktada kural basittir. Yüzlerce kez yazılıp söylenmiştir, yine de tekrarlanabilir: Azınlık, çoğunluğa uyar...
Kural basittir, ama çok da basit değildir.
Azınlığın çoğunluğa uyması, basit anlamda bir aritmetik zorunluluk değildir. Gerçekte sözkonusu olan şey şudur: Sürecin belli bir noktasında, belli bir sorun üzerine farklı düşünürsünüz; verileri farklı yorumlar, farklı saptamalar yaparak farklı sonuçlara ulaşırsınız. Bunu da söylersiniz, tartışırsınız. Ama sonuçta, saptamaların pratik kararlara dönüştüğü noktada çoğunluk sizin düşüncenizin dışında bir düşünceyi uygulama kararı alabilir. Buna karşın siz yine de -çoğunluk tarafından benimsenmese de- kendi görüşünüzün doğruluğuna inanabilirsiniz. Nihayetinde bir düşüncenin çok sayıda insan tarafından benimseniyor olması onun doğruluğunun tek başına kanıtı değildir.
Sizin düşünceleriniz ya da başkalarının düşüncesi sürecin verilerinin yorumundan doğan öngörülerin şekillenişidir ve sonuç olarak kendi gerçekliliklerini ancak yaşam içinde sınanarak bulurlar. Ve bu noktada yapılacak olan şey, örgüt çoğunluğunun benimseyip pratik karar haline getirdiği düşüncenin sınanmasının yolunu açmak, uygulama sürecinde fiilen görev almaktır. Sözkonusu olan sorun, hayati düzeyde temel bir sorun değilse, yaşanacak süreç budur. Ve görüldüğü gibi bu, salt aritmetik bir zorunluluktan öte, bilgi sürecinin oluşumuna yönelik diyalektik bakış açısından, yaşam-soyutlama-yaşam biçimindeki sarmallığın doğasından kaynaklanır.
Parti, bir kez karar aldıktan sonra sonuna dek giden bir kararlılığa sahip olmak zorundadır. Ve hiç kimse bu merkezi uygulamayı zaafa uğratma ya da katılmama lüksüne sahip değildir. Pratik yaşamda bir savaş örgütü için böylesi bir tutum hak değil, bir "lüks" olarak tanımlanabilir. Politikalar uygulanır, sonuçlarının değerlendirilmesi ise şu ya da bu düşüncenin doğruluğuna-yanlışlığına ilişkin ipuçları verir. Bir partinin yaşamı ve gelişmesi de böylesi yüzlerce uygulama ve sonuç ile örülüdür.
Bu sorunun demokrasi sorunu ile demagojik türden bir bağlantısını kurmakta çok doğru değildir. Demokrasiyi, kendi düşüncelerinin kabul edilmesiyle bağlı sayan, düşüncelerinin reddedildiği noktada yok farzeden bir mantık, en üst seviyede bir egoizmi yansıtır. Demokrasi bilginin açıklığı ve katılımla ilgilidir. Söz konusu sorunla ilgili olarak gerekli her şeyi biliyor ve tartışmasına fiilen katılıyorsanız, sonuçta size aykırı bir durum çıksa da yaşanan şeyin adı demokrasidir. Ve o aykırı sonucun uygulanmasına katılmak artık demokrasinin de bir gereğidir. Parti yaşamı insanların canı istediğinde "ben oynamıyorum" dediği bir oyun değildir.
Ama öte yandan çoğunluğun kararının uygulanmasına katılmak, kendi düşüncelerinden vazgeçmek ya da onları düşünülmemiş saymak değildir. Kuşkusuz farklı düşünenler, düşüncelerini muhafaza edebilir, örgüt içinde bilinmesini sağlayabilirler.
Sorun ayrı düşünmek değil mekanizmalar sorunudur.
Leninist parti bir şekilde bunun mekanizmalarını yaratır, yaratmak zorundadır. Elbette bu mekanizma, mevcut uygulamanın seyrini çelecek şekilde işlemez. Örneğin doğrudan politik yönelimler ifade eden yayınlarda bu düşüncelerin yer alması mümkün ve doğru değildir. Ama öte yandan parti bütün kadrolarına ve ilişkilerine ulaşabilen bir iç dolaşım ağı yaratmak zorundadır. Böylece kendi içinde bir politik açıklık yaratması gerekir. Belki zordur ama bir partiye sağlık kazandıracak, onun bütün zenginliğini açığa çıkaracak olan yöntem de budur. Çünkü insanlar kendi özgün düşüncelerini üretmeyi fuzuli bir iş gibi gördüklerinde, dayanılan toprak fena halde çoraklaşacaktır.

Farklı Düşünmek Ve Hizip...
Tam bu noktaya gelindiğinde canalıcı soruyu sormak gerekiyor. Hizip nedir?
"Belli bir sorunda farklı düşünmek" ve "hizip" olguları bir çok kez birbirine karışmış ya da karıştırılmıştır. Devrimci örgütlerde herhangi bir konuda farklı düşünmenin çabucak ve kolayca "hizip"le eşitlenmesi sık görülen bir durumdur. Hatta bazen, eksikliklerin ve yürümeyen faaliyetin sorumlusu olarak ilan etmek için bir bozguncu "hizip"e gereksinim duyulduğu da inkâr edilemez.
Onun için çok net tanımlamak gerekiyor.
Yeterince net olması için şöyle söylenebilir: Hizip, örgüt çoğunluğundan farklı düşünen insanların örgüt içinde kendi hesaplarına çalışma yapması, ayrı bir örgütsel mekanizma gibi davranması olayıdır.
Burada, farklı düşünmek ve düşündüğünü söylemekten çok uzak bir durum vardır. Artık sözkonusu olan fiilen ayrı bir örgütün parti içinde organize edilmesidir.
Kuşkusuz parti, kendi yapısı içinde bir hizbe izin vermez, veremez. Kendi faaliyetlerini felç eden bir oluşumu bünyesinde barındıramaz. Lenin'in söylediği gibi partinin "kendini koruma hakkı" vardır. Parti, homojenliğini zaafa uğratıp çalışmasını köstekleyen bu duruma karşı önlemler alır, alması da gerekir. Sonuçta bu önlemlerin şu ya da bu düzeyde sert olması da mümkündür. Çünkü siyasi mücadele genelde sert koşullar içinde yaşanır. Özellikle iktidar savaşımını ciddi olarak yürüten bir yapıda gelişecek hizip faaliyeti çok ciddi güvenlik tehlikelerine yol açabilir. Devrimci süreçler öyledir ki, bazen yanlış ile ihanet arasındaki renkler yelpazesi çok sadeleşir, çizgi çok incelir. Bazen yalnızca bazı kararların uygulanmaması bile-bir dizi trajik sonuçlara yol açabilir. Savaşan güçler desteksiz kalıp ağır kayıplar verebilirler, vb....
Parti bütün bunları hoşgörme lüksüne sahip değildir. Somut durumun gerektirdiği her önlemi alır.
Ama öte yandan "hizip" denildiğinde, bu konuyu salt sonuçları itibariyle ele alıp tartışmak da doğru değildir. Nihai noktada gereken önlem alınır ama bu zorunluluk olgunun köklerine bakma gereksinimini ortadan kaldırmaz.
"Hizip" faaliyetinin nasıl bir boşluğa sığındığı ciddi olarak düşünülmelidir.
Ve derinlemesine bakıldığında, geçmişin somut olguları incelendiğinde görülür ki, hizip hemen her zaman örgüt içindeki bir vicdani boşluğa sığınıştır. Daha çok da bir hizip faaliyeti, siyasal açıklığın olmadığı, demokratik-merkeziyetçiliğin doğru işlemediği koşulların ürünü olmuştur.
Bir başka deyişle, örgüt içinde farklı düşüncelerin iç dolaşım mekanizması sağlandığında, örgütün insanları sözkonusu düşünceleri bilme ve değerlendirme olanağına sahip olduklarında, en üstten en alta dek kişilikli bir devrimci tip şekillendiğinde, hizip faaliyetinin ahlaki temeli boşalır. Bu temelin yokluğunda ise hizip girişimi öncelikle örgüt insanının sağduyulu tepkisine çarpar. Karanlık ortamın ürünü olan hizip, aydınlatılmış bir ortamda yaşayamaz; bir hizip oluşturmak istediğinizde insanlar sizin düşüncelerinizi bilirler ve ona göre davranırlar. Bu noktada alınan önlemler de yumuşak ya da sert olsun örgüt insanının genel bir onayına dayanır.
Yani sorun, herşey olup bittikten sonra nihai noktada önlemler almak değil, bünyesinde hizip üretmeyen bir örgütü ve böyle bir faaliyeti en baştan imkansız kılan bir devrimci tipini yaratmaktır.
Hemen farkedilebileceği gibi burada sorun salt tüzük sorunu da değildir. Tüzük, bir mekanizmayı garanti altına alır, bir işleyişi biçimlendirir. Ama nihayetinde yazılı bir belgedir. Esas sorun bir sosyalist kültürü yaymak ve şekillendirmek, kendi iradesi üzerinde irade koydurmayan, bunu sözgelimi poliste yaptırmadığı gibi siyasi yaşamında da yaptırmayan bir devrimci tipini varetmektir.
Yoksa özellikle demokratik merkeziyetçilik ve kolektivite gibi temel unsurların eksik kaldığı her noktada devrimci örgüt yeni sorunlarla karşılaşacak, yıpratıcı süreçler yaşayacaklardır.

Sonuç Yerine...
Sonuç olarak, bütün bu söylediklerimiz, bir Dev-Sol eleştirisi biçiminde algılanmamalıdır. Son süreçte yaşananlar yalnızca bir vesile olarak anlamlıdır. BARİKAT okuru, bütün bu söylenenleri bir eleştiriden çok, kendi örgütsel eğitiminin köşe taşları olarak düşünmelidir.
Yoksa bizler, gözü yaşlı hümanistler değiliz. Soyut şiddet aleyhtarlığı meraklısı da değiliz. "Barış çağrıları" yapmayı ise anlamlı bulmuyoruz, bugünkü önyargılar ortamında BARİKAT'ın en içten dostlukla yapacağı bir çağrının bile doğru algılanabileceğini sanmıyoruz.
Gerçi, her ölüm olayı bizi üzmektedir; devrimci hareket açısından kayıp sayıyoruz.
Daha önemlisi, bu çatışmanın kaçınılmaz olarak yarattığı gediklerden sızan ve bilgisini genişleten polisin yaptığı "infazlar"dır. Özellikle bu infazlarda -düşüncelerini paylaşmasak da saygı duyduğumuz- devrimci hareketin önemli yetişmiş insanları yitirilmiştir.
Bütün bunlardan dolayı kaygı duymamak elde değildir.
Ama öte yandan bugün gelinen noktada dışsal faktörlerin birşeyleri etkileyebileceğinden çok umutlu değiliz. Böylesi önlemlerin yanlış olduğunu söylemiyoruz. Devrimci hareketin bütünsel prestijini etkileyen bu gelişmelere karşı her platformda tartışıp tavır da belirleriz.
Bir yandan da, olaya politik düzlemde de bakmayı deniyoruz. Şiddet konusunda yakınmalardan çok, şiddeti yaratan toprağı anlamaya çalışıyoruz.
Bu toprak, bugün "darbeci" diye anılan kesimin de varolduğu uzun bir süreçte oluşmuştur. (Bir anlamda bugünkü durumdan yakınıyor olmaları paradokstur)
Sonuçta yaşanan olay, "darbe", kuşkusuz gayri-ahlakidir, anlaşılabilir hiçbir yanı yoktur. Ama öte yandan, yapının mantalitesi içinde zorunludur. Başka alternatifin olmadığı koşulların ürünüdür. Bizzat "darbeci" diye anılan kesimin de yaratılmasında yer aldığı yapılanış tarzı. İçinde kendi çelişkisini taşımış, gelip bugün patlamıştır. BARİKAT bütün bu döngü içinden tarafları seçmek, tercihlerde bulunmak durumunda değildir. Filan evde kimin daha önce silaha davrandığı konusuna da çok ilgi duymuyoruz. Bu konuda tarafların verdiği "bilgi"leri de ciddi bulmuyoruz. Biz, sürecin bütününe bakıp politik sonuçlar çıkarmaya çalışıyoruz ve kanımızca bunu yapmak herkesin görevidir.
Öte yandan bugün bir tırmanış yaşanıyor.
Yaşanan bir kaostur. Yayınlarda, bildirilerde anlatılan -bizce gereksiz ölçüde ayrıntılarla anlatılan- olaylar vb. de kaosu hiçbir şekilde çözmüyor.
Ama öte yandan, -işin esas önemli yanı- bütün bu olan bitenlerden devrimci hareketin genel imajı ve prestiji zarar görüyor. Lokal olaylar kendi çerçevesinden taşıyor ve genel olumsuz politik etki yaratıyor.
Herkes bunu ciddi olarak düşünmelidir.
Benzeri olayların geçmişte başka örgütlerde de yaşandığını ikide birde öne sürmek çok çok anlamlı değildir. Geçmişte yaşanan bir şeyin doğru olmadığını bugün aklı başında herkes bilmektedir. Ayrıca her ne olursa olsun, geçmişte yaşanandan bugüne kanıt taşımak hiç mümkün değildir. Hem geçmişte yaşanan bir çok şeyi kınamak, hem de o yaşananların bugün için bir "hak" doğurduğunu söylemek akıllıca sayılamaz.
Soyut bir barış çağrısı yapmıyoruz yine de. Ama düşünmek gerekiyor, gerçekten salt pratik haklılık-haksızlık söylemlerinin ötesinde oturup bütünsel olarak ciddi biçimde düşünmek gerekiyor.
En azından BARİKAT okuru için bu kesin bir gerekliliktir.

* Geçerken belirtelim; 80 sonrası liberal savrulmaları içinde sık tekrarlanan "ceberrut merkeziyetçilik" safsatasını aslında çok ciddiye almamak gerekiyor. Geçmişte devrimci örgütlerin "çok merkeziyetçi" oldukları ve böylece "bireyin ezildiği" söylemi bu açıdan bakılınca hiç sağlıklı değildir. Çünkü geçmişte sözkonusu olan "çok merkeziyetçilik" değil, daha çok lokal düzeyde hot-zotçu tavırlardır'. Yukarıda sözünü ettiğimiz anlamda bir merkeziyetçi işleyiş pek yaşanmamış, tam tersine böyle bir işleyişin bireyi geliştirici, bağımsızlaştırıcı etkisinden mahrum kalınca, onu kısıtlayan yöresel-lokal "merkeziyetçilik (!)" biçimlerinin yolu açılmıştır. Kendi iradeleriyle sürece katılan, bu iradesini merkezi iradeye katan insan tipi eksik kalmıştır. Tam merkeziyetçiliğin uygulanmamış olması, doğal olarak zaman zaman kişilerle kaim bir "merkez" olgusunu yaratabilmiştir.



 

 

 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92