Yükselen Toplumsal Muhalefet Cezaevleri ve Topyekün
Savaş...
|
"Tam ve eksiksiz demokrasi" demagojisiyle tezgahlanan
seçim oyunuyla iktidara gelenler mi yönetiyor bu ülkeyi,
yoksa "demokrasi" palavralarının arkasına saklanmağa
çalışan, emperyalizmin ve yerli-işbirlikçi tekellerin
kuklaları mı?
Yasama, demokrasinin 'kriteri' olarak ileri sürülen parlamenter
sistemde parlamentonun mu görev alanıdır, yoksa generallerin
mi?
Yargı, "bağımsız" mahkemelerin mi konusudur,
yoksa sokaktaki polis ve jandarmanın mı?
Yürütme, Bakanlar Kurulu'nda mı, yoksa MGK ve polis şeflerinde
mi?
DEVRİMCİ KURTULUŞ MÜCADELESİ KAZANACAK!
Halkın demokratik istemlerinin güçlendiği bir dönemde
kendilerini demokrat ilan ederek, "demokrasi",
"İnsan hakları", "şeffaflık" vaadleriyle
iktidara çörekle-nenler, yetkilerinin her dönemde olduğundan
daha çok MGK' nun ellerine teslim etmekte gecikmediler.
Uygulamalar, 12 Eylül açık faşist cuntasını aratır boyutlara
ulaştı. İşbirlikçi-tekelci burjuvazinin partisi faşist
ANAP hükümetinin bile yapmaya cesaret edemedikleri Koalisyon
Hükümeti'nin günlük olağan işleri haline geldi.
Yargısız infazlar, toplu katliamlar, kayıplar, sürgünler,
insan hakları ihlalleri, işkenceler her yeni gün dünü
aratır boyutlara ulaştı.
Sokakta ilericileri, yurtseverleri, devrimcileri buldukları
yerde rezilce gösteriler eşliğinde katlederlerken, cezaevlerinde
rehine olarak tuttukları devrimci tutsaklar üzerinde
toplu katliam projelerine ivme kazandırdılar.
"Mevcut yasaların iyleştirilmesi" demogojisiyle
getirdikleri CMUK değişikliği devrimci tutsaklar lehine
başlangıçta küçük "yenilikleri" de kapsıyordu.
Ancak, Cumhurbaşkanı Özal tarafından veto edildikten
sonra yasal anlamda tam bir çifte standart ve devrimci
tutsaklara karşı bir siyasal tavır alış olarak şekillendi.
Özal'ın veto gerekçesi ve Adalet Bakanı Seyfi Oktay'ın
CMUK'nun veto sonrası düzeltilmesine ilişkin sözleri
bu ülkeyi kimlerin yönettiğini ve yükselen toplumsal
muhalefet karşısındaki devlet politikasını net bir biçimde
ortaya koydu. Özal'ın Demirel'in de katıldığını belirttiği
gerekçesinde; "22 Mayıs 1992 tarihinde yapılan
üst düzeydeki bir toplantıda... Katılanlar yeni düzenlemeler
karşısında büyük endişelerini açıklamışlardır. Düzenlemelerin
olağanüstü hal ve terörle mücadeleyi menfi yönde etkileyecek
şekilde yapılmamasını istemişlerdir." diyerek,
21 Mayıs'ta CMUK'nun çıkışından hemen sonra 22 Mayıs'taki
MGK toplantısında generallerin kızgınlıklarını dile
getirmişti. Yeni düzenlemeden sonra ise Adalet Bakanı
ülkenin gerçek yöneticilerinin bu endişelerindeki "haklılıklarını"
savunuyordu; "Mutlak eşitlik diye bir şey olamaz.
Eşitlik ancak aynı koşullardaki insanlar arasında olur
!"
Bu oyun kamuoyunun gözleri önünde açıktan oynanırken,
medya aracılığıyla devrimci tutsaklara yönelik bu yeni
saldırının ayakta alkışlanması mesajı riyakarca verilerek
demokratik kamuoyu uyutulmağa çalışılıyordu.
CMUK, devrimci tutsaklara yönelik bilinçli, programlı,
merkezi topyekün saldırının yalnızca bir yönünü oluşturdu
ve aynı zamanda bir zemindi. Bunu devrimci tutsakların
en doğal hakları olarak gerçekleştirdikleri iradi özgürlükleri
oligarşik diktatörlüğün kendi tasarrufundaymış da bu
hakları ellerinden alınmış gibi kalan devrimci tutsaklara
yönelik toplu imha saldırıları gerçekleştirdiler. Yükselen
fiili direnişlere ve açlık grevlerine işkenceyle, şeker
ve tuzu keserek yanıt verdiler. Ama tarih bir kez daha
direnişin zafere götüreceğini kanıtladı.
Hem de siyasal ortamın böylesine kaygan, dengelerin
alabildiğine bozulduğu bir süreçte!
MGK, alışık olunmadığı bir biçimde cezaevlerine ilişkin
politika açıklıyor, "cezaevlerinin Bekaa'ya döndüğünü"
fetva ederek, saldırı emrini medya aracılığıyla da yayıyor;
faşist ANAP bu fırsattan yararlanarak bir yandan koalisyonu
dağıtarak kendini ortaklığa dayatmak, diğer yandan da
devrimci tutsaklara yönelik saldırıları boyutlandırmak
amacıyla Adalet Bakanı'na yükleniyor, istifaya zorluyordu.
Bütün bunlar, DYP'nin de içerisinde bulunduğu egemen
sınıflar arası bir konsensüsün görünen yanlarıydı. SHP'nin
utangaç kaldığı politikalarda da DYP'ye tam olarak yedeklenmesi
hedefleniyordu. Mevcut siyasal-ekonomik kriz, oligarşik
diktatörlüğün azgın saldırganlığının hızlı ve tek sesli
gerçekleştirilmesini gerektiriyordu.
Niketim, ANAP'ın Adalet Bakanı hakkında verdiği gensoru
önergesini CMUK'nun da MGK'na kayıtsız şartsız katılan
"demokrat Demirel (!)"in geri çektirtmesi
koalisyonda yaşanan egemen sınıflar çatışmasının DYP
lehine bir taktik adımıydı. Böylece, SHP diyet ödemeğe
mahkum ediliyor, diyet olarak da cezaevlerindeki rehine
siyasal tutsaklar ve yargısız infazlar, kayıplar politikası
karşısındaki cılız, çatlak seslerin de susturulması
isteniyordu.
Örneğin, Cezaevleri Genel Müdürü Zeki Güngör'ün Ankara'da
kendisiyle görüşen açlık grevindeki siyasi tutsaklardan
ikisinin annelerine "ÖLENE ALLAH RAHMET EYLESİN!"
diyebilecek kadar canileşmesi de nasıl bir diyet ödemekte
olduklarının ifadesi olduğu gibi, aynı zamanda oligarşik
diktatörlüğün politikasının da açık anlatımıydı.
Devrimci tutsakların, fiili direniş veya açlık grevleriyle
gaspedilen bir kısım haklarını geri almaları, TC'nin
rehine politikasındaki herhangi bir değişikliğin göstergesi
değildir. Egemen sınıflar yükselen toplumsal muhalefeti
içeride-dışarıda azgınca bastırma tutumunu sürdürüyor.
Oligarşik diktatörlük devrimcilere yaşama hakkı tanımama,
devlet terörünü bütün boyutlarıyla sürdürme çırpınışıyla
toplumsal muhalefeti ezebileceği hayaline kapılarak
akıntıya kürek çekmeğe devam ediyor.
Cezaevlerinde "iyileştirme" demagojileri,
devrimci tutsaklara yönelik yeni, sistemli saldırıların
topyekün yoketme planlarının vitrini olarak sunuluyor.
Ancak demokratik kamuoyunun duyarlılık duvarı herzamankinden
daha sıkı örülerek oyun açığa çıkartılacaktır!
Devrimci kurtuluş mücadelesi her alanda direniş barikatlarını
yükselterek kazanmaya mahkum olduğunun bilincindedir.
Ve mutlaka Devrimci Kurtuluş mücadelesi kazanacaktır!
Tüm devrim şehitlerini ve içeride-dışarıda onurlarını
direnişleriyle koruyanları yürek dolusu, coşkuyla selamlıyoruz!!!
|