Gerçekler, Gelecek ve Program Üzerine
|
Bütün insanlık tarihinin en zorlu
dönemeçlerinden birini yaşıyoruz bugün. Paris Komünü
ile başlatılabilecek bir çizgi, Ekim Devrimi'nden Çin'e,
Vietnam'a, Küba'ya dek uzandıktan sonra bugünkü bilinen
noktaya ulaşmış ve hepimizin önüne tarihin en önemli
görevlerini koymuştur. Kuşkusuz tarihin diyalektik gelişimi
dairesel bir döngü içinde kalmaz ve kalmamıştır. Bu
gelişim, sarmal bir yol izleyerek her yeni aşamada nitel
olarak farklı bir durumu ortaya çıkarır. Dolayısıyla
bugünkü durumun bir "geri dönüş" olduğu çok
rahatlıkla söylenemez. Ve aynı biçimde, sosyalizmin
yarını da bir eskiye dönüş durumundan ibaret olmayacaktır.
Tarihin yeni dalgasında bugünkü tökezleme aşıldığında,
farklı bir sürecin içinde olunacak, insanlığın sosyalizmle
yeni randevusu çok daha sağlıklı gerçekleşecektir.
Ki, buna artık "son randevu" demek hiç yanlış
değildir; fazladan bir iyimserlik de değildir. Belli
belirsiz bir umuttan, ya da biz olmasak da gerçekleşecek
bir "mecburiyet"ten değil, olağanüstü bir
iradeyle geçilebilecek zorlu bir yoldan sözediyoruz.
Sosyalist bir devrim nasıl şekillenir, onun özelliklerini
hangi olgular belirler ve etkiler?
Böyle bir soruyu yanıtlamadan önce, devrimin gerekliliğini
ve objektif koşulların uygunluğunu kabul ederek yola
çıkmış oluyoruz... Sosyalizm, bir teoridir. Diğer bütün
toplumsal teoriler gibi tarihin belli bir aşamasında,
o sürecin sunduğu veriler üzerinde şekillenmiştir. Dolayısıyla
sadece teorik planda dâhi, sosyalist düşüncenin biçimlenmesi,
tarihin neresinde ve neden biçimlendiğine bağlı olarak
bazı farklılıklar taşır. Bu farklılıklar önemlidir.
Düşünce, maddi dünyanın yorumlanmasının ağırlıkta olduğu
bir insan eylemi olduğu halde, sosyalist düşüncenin
doğuş sürecinde insanlık, düşünsel eyleminde bir sıçrama
yapmıştır. Dünyayı yorumlamak, kurallarını koymak, onu
korumak, düzenlemek ve geliştirmek için değil, onu değiştirmek
için düşünmeye başlamıştır. Ve giderek, değişimin alternatiflerini
de belirlemiş, bu belirlemelerini olgunlaştırmıştır.
Sadece siyasal bir soyutlama olarak değil, ekonomik,
felsefi ve hatta kültürel alternatifleriyle, dönüşümün
topyekün düşünselliğini yaratmıştır.
Sağlam bir felsefeye dayanmış olması, pozitif bilimlerin
verileriyle kendini tanımlamış olması, sosyalist düşüncenin
kuşkusuz en avantajlı yönü olmuştur. Bu sayede, bir
süreci, bir ülkeyi, bir kesimi ilgilendiren herhangi
bir toplumsal teori değil, yaşayan, gelişen, üreten,
büyüyen bir evrensel güç olmuştur. Değişim için varolmuş
ve felsefesinde herşeyden önce değişimin mutlaklığının
altını çizmiştir. Sosyalizmin, teoriden öte bir çağ
dinamiği olmasının altındaki en yakın gerçek, bu espiridir.
Toplum, insanların bileşiminden oluşan bir organizmadır.
Ve yetenekleriyle, duygularıyla, zaaflarıyla, son tahlilde
insana benzer. Sözgelimi, insanın savunma mekanizması
gibi, onunda kendini savunma mekanizması vardır. Doğal
kabullenişleri, doğal yadsımaları, içgüdüleri, tepkileri
vardır. "Bıçağın kemiğe dayandığı" anları
vardır.
Sosyalizm ise, bu değişikliklere bir irade koyar. Programını
çizer, belirler ve en önemlisi; örgütler...
Toplumları, yeni çağlarda da Spartakistler yarattı.
Kendini onlarla ifade etti. Ama artık sosyalizm diye
bir gerçeklik vardı ve artık halkların isyanları, ayaklanma
değil, devrim şeklinde, devrim mücadelesi, sosyalizm
için savaş şeklinde somutlaşıyordu.
Paris Komünü'nü, Büyük Ekim Devrimi'ni insanlık tarihinin
en önemli dersleri olarak öğrenen çağdaş sosyalistler
yaşadığımız yüzyılda (doğrularıyla ve yanlışlarıyla)
başka bir dünya yaratmaya başladılar. Çağın düşüncesinin,
çağın eylemine dönüştüğü 1917'den sonra, dünyada artık
hiç bir şey 1916'daki gibi olmayacaktı.
1949 Şubat'ında Pekin'e giren ve Ekim ayında Çin Halk
Cumhuriyeti'ni ilan eden Mao'nun Çin'i, artık Fransızlar'ın,
İngilizler'in, Amerika Birleşik Devletleri'nin, Japonların
yağmaladığı Afyon Savaşları'nın Çin'i olamazdı. Halkıyla
12000 km. yürüyerek zafere yaklaşan Mao, 1953'te 580
milyon insanın yaşadığı bu büyük ülkede neredeyse yüzyıllık
bir direnişin zafere ulaşmasını ve dönüşümünü sağlamayı
başarmıştır Sosyalizmle...
Vietnam!... 1930' larda ilk devrimci hareketliliklerin
başladığı bu ülkede, işgalci Fransızlara karşı ayaklanan
Vietnam halkı iki kuşak boyunca kana bulandı. İki kuşak
boyunca kesintisiz savaştı. Ve dünyaya; emperyalizmin
büyük teknolojik gücünün halkın kararlılığıyla, cesaretiyle
ve fedâkarlığıyla nasıl yenileceğini öğretti. 1945 Eylül'ünde
Demokratik Vietnam Cumhuriyeti'ni ilan eden Ho Şi Minh'in
mücadelesi bitmemiştir. İkiye bölünen ve 1965'ten 1973'e
kadar ABD'nin atış poligonuna çevrilen ülkesinde, ABD
ve onun temsil ettiği bütün değerlere karşı savaştı,
kazandı, yeni değerleri inşa etme ve yükseltme sürecine
girdi.
Küba... Küba bir devrimden öte bir haklılık hesaplaşmasıydı
belki de. Amerikan şirketlerinin şekerkamışı arazisi
Küba... 10.000'i aşkın yerli fahişenin turizme "hizmet"
ettiği bar cenneti Küba... İspanyol sömürgecilerinden
sonra (1898-1899) Amerikan bayraklarının çekildiği resmi
daireleriyle Küba... ABD'nin çavuşluktan generalliğe
terfi ettirdiği Batista'nın, kendi halkına ABD yeni
sömürgeciliği adına kan kusturduğu Küba... Ve bu tarihe
"Ben Haklıyım" diye kafa tutan bir Kübalı;
Fidel Castro. 1953'te tarihle hesaplaşmasını, Mancado
kışlasını basarak başlatan Fidel... 80 yiğit adam, Granma
yatıyla Küba'ya çıktığında bir dönüşümün bayrağı dikilir
bu adaya. 80 devrimcinin birçoğu öldürülmüş olsa da,
Fidel "La historia mi assolvera" (Tarih beni
haklı bulacaktır) diyerek, zaferin kaçınılmazlığına
olan inançlılığını ilk andan itibaren ortaya koydu.
Sosyalistler haklıydı. Haklı olan kazanmalıydı ve zafer
ancak çok zorlu bir savaşla mümkündü. Öyleyse, sosyalistlerin
görevi buydu:
Savaşmak... Savaşmak ve örgütlenmek, örgütlenmek ve
savaşmak. Sierra Maestra'ya yaslanan gerillanın varlığını
öğrenen şehirdeki halkın tepkileri de farklılaşır. 1957'de
genel grev, 1958'de genel grevin başarısızlığı. 1959
Ocak'ında tekrar genel grev ve devrim ordusunun dağlardan
inip Havana'ya görkemli girişi. "Devrim, Amerikan
emperyalist hükümeti tarafından hazırlanan orduyu yenmiştir"
Ocak 1959.
Kıvılcım sıçrar, yeni ateşler yanar. Küba kurtulur,
Latin Amerika susar mı? Bir Latin Amerika Devrimci Çemberi
oluşur. Kolombiya, Peru, Venezuella, Guatemala Şili,
Bolivya... 1955'ten itibaren bu ülkelerde ateşler büyür.
Sendikal eylemler, başkaldırılar sonucu devrilen diktatörler,
Devrimci Sol Eylem (MİR- Venezuela), MR 13 (Guatemala),
Ulusal Kurtuluş Ordusu (FLN-Kolombiya) gibi örgütlenmelerle
devrimcilerin verdiği gerilla savaşları, kıtanın karakterini
değiştirmeye başlar.
Afrika... "Kara Kıta" da da kızıl alevler
yükselmeye başlar.
Gine'de Amilcar Cabral so ruyordu : "Bütün dünyanın
ve Afrika'nın önünde soruyoruz: Sömürgeciler bizim vahşi,
belli bir külltürden yoksun olduğumuzu söylerken haklı
mıydılar?". Ve o yılların Kongo'sundan, 1992'lerin
Somali'sine kadar, bütün Afrika ülkeleri aynı soruyu
sormaya devam ediyorlar. Kenya'da Jomo Kenyatta, Gana'da
Kwame Nkrumah, Kongo'da Patrice Lumumba, Mozambik'te
Eduardo Mondalane; yeni sömürgeci emperyalist güçlere
karşı aynı soruyu sorarak savaşacaklar ve onlara halkların
sosyalist kurtuluş şiarı yol gösterecekti. Angola'da,
Kamerun'da, Çad'ta aynı savaş sürecekti. Çağın dönüşmesinin
savaşı, sosyalizme dönüşümün savaşı...
Dünya, daha önceki üretim ilişkileri sürecinde, dönüştürülmeyi
değil, dönüşümü yaşamıştır. Yaşlı tarihinde ilk kez
onun doğal gelişme seyri, bu denli önemli bir farklılığa
uğrayacaktır. Sosyalist devrimlerden önce de tarihin
seyrine irade girmiş, devrimler gerçekleşmiş, büyük
çatışmalar yaşanmıştır. Fakat binlerce yıllık bir dizgeyi
altüst etmek, onun niteliğini tamamen değiştirmek için
değil... Bu durum ilk kez sosyalizm sürecinde gerçekleşir.
Sosyalizme kadar, mevcut süreçlerin özellikleri içinde
gelişen, güçlenen maddi güçler, belli bir nitelik aşamasında,
bazen zor'u da kullanarak eski güçleri çözmüşler, onların
yerini almışlardır. Gelişme olanakları tıkanan eski
egemenliklerin yerini, yine eski egemenlerin düzeninde
güçlenmiş olan, yeni zenginliklerin sahibi olan, ilerleme
potansiyelini ellerinde tutan yeni egemenlikler almıştır.
Ya da, egemenlik tarzlarını, yenilenen üretim ilişkileri
çerçevesinde dönüştürmüş olan sınıf (bazan sınıflar)
yeni duruma uygun kültürü, yaşam tarzını da oluşturarak
toplumları her yönden biçimlendirmişlerdir.
İşte tarihin geleneğindeki bu seyir, ilk kez sosyalizm
sürecinde bozulur. Köle sahiplerinin köleci kalmaktaki
çaresizlikleri ve yenilenmelerinin üzerinde feodalizmin
doğuşu, çok zorlu ve radikal iradecilik gerektirmemiştir.
Çünkü egemenliğin yeni sahipleri köleler olmayacaktır.
Yeni zenginler, yeni feodal beyler, yeni "irade"
nin temsilcileridir. Köle sahipleri ya feodal beylere
dönüşmüştür ya da çözülüp gitmiştir.
Kapitalizm, feodalizmi çözerken, yeni devlete talip
olan, serfler ya da köylülük değildir. Yeni tarz efendiliğin,
yeni tarz köleliğin (ücretli kölelik) yarattığı kapitalistlerdir.
Ve burada da üretim düzeneğiyle sınırlı bir değişim
vardır. Üretim ilişkileri, "sahip ve köle"
biçimindeki ilişkinin varlığını değiştirmemiş ama köleliğin
biçimini değiştirmiştir. Ücretsiz, toprağa bağlı ve
nihayet ücretli olarak köleler...Çalışanlar, yaratanlar,
üretenler hep aynıdır. Sadece, efendilerin onları çalıştırdıkları
yerler ve çalıştırma biçimleri değişir.
Bütün bunlar tarihin doğal akışıdır. Tarih, emperyalizm
sürecinde tökezler. Bir anlamda "teknik" tökezlemedir
bu... İşin çözümünde yine bir tarihsel kaçınılmazlık
vardır. Ne yapılırsa yapılsın, son tahlilde engellenmeyecek
bir dönüşüm söz konusudur, ama bu dönüşümün rengi, bir
hayli farklıdır.
Artık, bir efendilik süreci yeni bir efendilik süreciyle
yer değiştirmeyecektir. Efendiliğin kendisine son verilecektir.
Ve elbette bütün efendilere..
İşte burada duralım...
Çünkü herşeyin boyutlarının da, özelliklerinin de farklılaştığı
bir noktadır bu. Ve tartışacağımız sorunun özü buradadır.
Artık bir gelişme zincirinin herhangi bir halkası değildir
sözkonusu olan...
EMPERYALİZM:
EFENDİLİĞİN SON GÜNÜ
Emperyalizm, bütün ekonomik sistematikleri, bütün siyasal
olguları, bütün sosyal ve kültürel ilişkileri yiyen
son efendilik halkası oldu. Bugün, emperyalizmin çıkarlarından
başka hiçbir şeyin tanımı yok belki de... Çünkü herşeye,
onun programlarına göre tekrar tekrar yeni biçimler
veriliyor.
"Yeni biçimler alıyor" demiyoruz. Yeni biçimler
veriliyor. Böylelikle de gerçeklik ve nesnellik, anarşi
ve yabancılaşmayla, yani genel bir iğretilikle yer değiştirmiş
oluyor.
Artık dünyada hiçbir şeyi ülke sınırlarıyla düşünmek
olası değil. 'Sınır' denilen şey, haritalardaki çizgilerden
öte ne kadar anlam taşıyor şimdi? Bu sınırlar ve anlamı
iyice boşaltılmış "Milliyet" olgusu, emperyalizmin
yeni gereksinimlerine uygun yeni düzenlemeler yapması
yolunda kullanılan, giderek daha fazla kullanılan materyaller
haline geldi.
Efendilik, en görkemli sürecini yaşıyor. Tüm dünyaya
hükmediyor. Ülkeler kuruyor, ülkeler yıkıyor. Teknolojinin
çocuklar için ürettiği atari savaşları gibi savaşıyor.
Heman'in uçakları bir kıtadan havalanıyor, başka bir
kıtadaki bir ülkeyi günlerce bombalıyor, taşı taş üzerinde
bırakmıyor ve bütün dünya, elinde kumanda aleti, kanepeleri-ne
uzanarak bu uçakların saptanmış hedeflerin kaçta kaç
tutturabildiğini seyrediyor. Görüntü de fena değil,
renkli ışık oyunlarına benziyor televizyondan. Bombadan
sonrası ve ölen insanlar, çocuklar değil, bombaların
gökyüzünde süzülüşü gösteriliyor çünkü daha çok.
Zamanı ve yeri gelince oyunun senaryosu değişiyor. İnsanları
hep aynı senaryo ile bıktırmanın anlamı yok. Bu kez
önce açlıktan ölen çocuklar gösteriliyor bir başka kıtada,
sonra efendi onları kurtarmak için savaş uçaklarına
ve tanklarına atlayıp soluğu orada alıyor "Umut
Operasyonu"...
Anadolu'da, hasta insan, ölmeden önce aniden iyileşir,
dirilir ve sonra ölür derler. Bilemiyoruz belki tıbbi
açıklaması da vardır. Bugün emperyalizm de böyle bir
şahlanış ve dirilme yaşıyor. Onun topyekün saldırganlığı,
halkların topyekün başkaldırısını hazırlıyor.
ÇAĞIN EN KÖKLÜ DEĞİŞİM SÜRECİNİ YAŞIYORUZ
Sistemler, üretim ilişkileri, dünyanın neredeyse tüm
dengeleri değişti. Bu denli radikal bir değişiklik,
alternatifin kendini nesnel olarak tanımlamasıyla birlikte
değişmediği için, daha önce mevcut olan bazı dengeler
de, yerlerini dengesizliklere bıraktı.
Bu durum, insanlık dünyasının maddi koşullarının dışındaki
ikinci boyutu olan manevi dünyasını da altüst etti.
Yani, sosyolojinin, felsefenin ve siyasetin kavramlarına
sığınmadan, kısaca ifade etmeye çalışırsak; insanın
kafası da yüreği de çarpıldı. Var olan değerler sarsıldı.
Bunların yerine emperyalizm daha önce insanlığın büyük
kesimince mahkum edilen eski, köhne, soysuz değerlerini,
"yükselen yeni değerler" olarak empoze etti.
Birşeyleri açıklamaya, anlatmaya çalışmak için mevcut
kavramlar içinde arama yapmak ya da alelacele yeni kavramlar
türetmek alışkanlığımız yok. Elbette doğru zamanlama
içinde olmak koşuluyla, tanımlamalar yapmak, formülasyon-larla
birşeyleri ifade etmek, hatta gerekiyor-sa kategorisi
içinde sınıflamak da zorunludur.
Düşüncede bir düzen yaratır bu durum. Ama bunu yapmaya
çalışırken önümüzdeki verileri zorlamak, kavramları
zorlamak, son tahlilde çözümleri zorlamak tehlikelidir...
Siyeset, bunun örneklerini çok yaşamış ve acısını fazlasıyla
çekmiştir. Bu yanlış düşünce ve davranış tarzı "izm"lerle
ifade edilebilecek kadar bir yaygın gerçeklerin seyri,
bir noktadan sonra bu "üretim" leri tuzla
buz eder. Bizler birbirimize esnek bakabiliriz ama gerçeklerin
esneklik, hoşgörü, bağışlama gibi insana özgü yaklaşımları
yok...
EMPERYALİST ÜRETİM İLİŞKİLERİ: TARİHİN EN ZORLU
ANI
Tarihin kendi kendisiyle çeliştiği çok özel ve ilginç
bir süreçteyiz. Bir anlamda, geleceğin ve geçmişin hemen
hemen bütün çizgilerinin buluştuğu bir yerdeyiz. Bir
anlamda, topyekün bir savrulmalar yadsımalar sürecindeyiz.
Mahir Çayan, daha 1970 döneminde "Emperyalist Üretim
İlişkileri"nin altını çizmişti. Emperyalizmin,
yeni sömürgecilik döneminde, "Sosyalist" olmayan
bütün dünya ülkelerinde içselleştiği, kapitalist üretim
ilişkilerinin dışına çıkmış bu ülkeleri boğmak için
de amansız bir mücadele sürdürdüğü bir süreçti bu...
Kapitalist olmayan, emperyalizmin ağının dışına çıkabilmiş,
sosyalist ve dolayısıyla bağımsız ülkeler dışındaki
tüm dünyayı sömürü kıskacına alan emperyalizm, kendi
tarihinin de en olgun dönemini bu süreçte yaşadı. Pek
de öyle "kağıttan kaplan"a benzemiyordu. Giderek
semiren, irileşen, saldırganlaşan bir yaratıktı o...
Görüntüde büyüyen, özde kof bir olgu gibi değil; devletlerin,
ülkelerin ve üretim ilişkilerinin bütün hücrelerine
nüfuz eden bir canlı gibi büyüyordu. Daha da ötesi,
bir düşünce, bir kültür yaratıp bununla dünya halklarını,
yaşam koşullarının ötesinde bir kez daha zincirledi.
Onun esas problemi, onu yok edecek kurdu, büyüdükçe
derinleştirdiği, büyüdükçe büyüttüğü karşı çelişkileriydi.
Yazının girişinde, dünyanın buraya kadarki süreçlerinde
iradeciliğin rolünün hiç bu kadar öne çıkmadığını, çünkü
üretim ilişkileri dizgesinde dönüştürülme yanın değil,
dönüşme yanının ağır bastığını söylemiştik.
İşte "tarihin en zorlu anı" sözlerimizin anlamı,
bu iki olgunun çakışmasıyla karşılığını buluyor.
Bir yanda şimdiye kadarki bütün sömürgecilerden çok
daha güçlü ve geniş bir sistemi olan; varlığını, insanların
kişiliğine kadar herşeye nüfuz ederek güçlendirmiş emperyalizm...
Dünya emperyalizmi... Emperyalist üretim ilişkileri...
Öte yanda, tarihsel bir gerçeklik : Üretim ilişkilerinin
bu döneminde de yeni üretim tarzı, şimdiye kadar olduğu
gibi mevcudun içinde varolmaya, büyümeye ve eskiyi yadsımaya
başlayacak. Fakat bu kez, önce insanın kafasında yerini
bulacak, insan, objektif gerçekleri kafasındaki gerekliliklerle
birleştirecek ve herşeye rağmen, tarihe müthiş bir şekilde
irade koyacak...
Marksizm-Leninizmin en güzel yanı felse-fesidir. İnsan
beynine açtığı ufuklardır. Orada sorunlara karşı çözümsüzlük
yoktur. Çünkü yaşamda çözümsüzlük yoktur.
Bizim söz konusu tarihsel çakışmanın yarattığı çelişkimiz,
tarihin en büyük çelişkisi de, Marksizmin ışıklarıyla
karanlıktan çıkar.
Emperyalizm de bütün varoluşlar gibi kendi karşıtlarıyla
birlikte büyür, güçlenir, onun en güçlü olduğu an, karşıtlarının
da en güçlü olduğu andır. Emperyalizmin kanı, dünya
halklarıdır. O, dünya halklarını ezerek, sömürerek beslenir,
güçlenir. Ama bu kan, onun vücudunda ne kadar çok dolaşırsa
onun hayatiyeti o kadar zayıflar ve sonunda onun yokoluşunu
da bu kan gerçekleştirir.
-Emperyalizm, bütün sömürücü güçlerin egemenlik tecrübelerinin
üzerinde yükselmiştir.
-Emperyalizm, bir ülke, bir sınıf, bir bölge gücü değil,
bir dünya gücüdür ve bu durumun bütün avantajına sahiptir.
-Emperyalizm, onun en büyük rahatsızlığı olan eski reel
sosyalist ülkelerin çözülmesiyle, ilerde en büyük dezavantajlarıyla
dönüşecek geçici avantajlar yakalamıştır.
-Emperyalizm, tekniğin olağanüstü gelişimi sayesinde,
gücü-egemenliği elinde bulunduran kesim olarak, bu tekniği,
egemenliğini sürdürmenin önemli kozu olarak kullanmaktadır.
-Kültür emperyalizmi sayesinde, ulusların, halkların
ve sınıfların kültürel olgularını sadece kendine hizmet
eden olgulara dönüştürmeye çalışmış, bunu da belli ölçülerde
başarmıştır. Ki bu olgular, halkların, sınıfların kişiliğini,
kimliğini tanımlayan olgular olduğu için emperyalizmin
bu yöndeki tavrı, korkunç boşluklar yaratmıştır.
-80 sonrasını, 3. Bunalım Dönemi özelliklerinin baştan
sona yeniden biçimleniş nedeniyle "Son Dönem "
olarak tanımlayacağız. (Burada "son" sözcüğüne
fazlaca anlam yüklüyoruz. Hem siyasal hem de felsefi
olarak seçilmiş bir sözcük olarak kullanıyoruz.) Son
dönemde emperyalistler arası çelişkiler de farklılaşmıştır.
Avrupalı emperyalistlerin gerilemesi ve Japonya'nın
tıkanması, ABD'nin 'Süper Güç' imajını bu yönden de
desteklemiş, son dönemde SSCB'nin de dağılmasıyla Amerika
bir anda herşeyin tek yönlendiricisi konumuna yükselmiştir.
(X)
ABD, Birleşmiş Milletler'i artık sadece denetlemekle
orada etkinliğini kullanmakla kalmıyor. Gerek duyduğunda,
amacının üzerine BM yaftasını yapıştırarak, rolünü BM
üyesi diğer devletlere (dublörlerine) oynatıyor. Senarist,
rejisör ve prodüktör Beyaz Saray- Pentagon... Prodüksiyonun
geliri kuşkusuz prodüktörün cebine akar. Burada normal
bir Hollywood projesinden daha fazla avantaj var, dublörler
ve binlerce, onbinlerce figüran, parasız ve hatta kendi
masraflarını kendisi ödeyerek oynuyor. Böyle bir etkinlikle
kendisine de rol düştüğü için efendiye minnettar kalıyor.
Bu senaryo tarzı Kore'de başlamıştı... Ulvi sıfatlarla
dünya kamuoyuna sunulan operasyonlardan birinde, şimdi
de Somali'de figüranlar "açları kurtarmak"
için oynuyor. Ama o açların altındaki milyonlarca dolarlık
petrol yataklarını içeren topraklar gerçek hedef olarak
sadece ABD'yi ilgilendiriyor.
Hollywood kahramanlarının, Brezilya Dizilerin-in saçmalıklarını
hoşgörmeye alışan ve büyük bir anlayışla bunları senaryo
boşlukları olarak değerlendi-rip "olacak o kadar"
lar dünyasında yaşayan dünya kamuoyu da; açları kurtarmak,
onlara gıda yardımı yapabilmek için bunca tam teçhizatlı
askerin, tankların, savaş gemilerinin bu gariban ülkede
işi ne diye sormuyor... Soranlar marjinal kalıyorlar...
Ya da gerektiği gibi, gereken yöntemlerle sormadıkları
için sesleri suya çizgi çekiyor...
3. BUNALIM DÖNEMİNDE İKİ DALGA ARASI VE İDEOLOJİ
Sosyalist teoriye; Devrim Anlayışı, Örgütlenme ve Çalışma
Tarzı kapsamında şekil verilmesiyle ülkenin Devrim Savaşı'nın
ideolojisi oluşur. Emperyalist üretim ilişkilerinin
bu aşamasında ideolojik planda da bir tıkanıklık yaşanıyor.
İlk yanlış, ideolojik plandaki bu tıkanıklığı, "Sosyalizmin
tıkanıklığı", "Sosyalizmin çözümsüzlükleri"
olarak algılayan dünya solundan geliyor. Sosyalizmin
çözümsel üretimlerini, sosyalizmin teorik temelleriyle,
ekonomi-politiğiyle özdeşleştirerek, genel bir bilinç
erezyonuna uğradılar. Tedirginleş-tiler. Kanatları güçsüzleşti.
'Acaba' ları çoğaldı. Yanıtlardan çok sorularla tartışmaya
başladılar. Sosyalizmin işçileri, işlevcileri, sosyalizmi
ütopyada tartışmayla sınırladı kendini... "Sosyalizm,
ama nasıl?" sorusu, sürecin vasat sorusu haline
geldi. Sosyalizmi savunurken dahi kararlı, atılgan,
cesur değildirler artık... Bu noktada, emperyalizmin,
"Sosyalizm çöktü" kampanyasıyla buluşma noktaları
oluştu ne yazık ki...
Bu yanlışa karşı sosyalizm adına direnmek isteyen bir
başka kesimde de, diğerlerine nazaran çok daha az bir
niceliğin sesi olarak, ütopik, formel ve vülger bir
yorum tarzı çıktı. Son tahlilde iman gücüyle karşı koyan,
birşeyleri sadece temel doğruların inadıyla sahiplenen
köşetaşlarıyla, gelişim ve sıçrama momenti yakalaması
olanaksız bu kesimler, çok yönlü bir şanssızlık içine
girdiler.
Belli tarihsel evrelerde, fazlaca zengin bir arka perdesi
olmayan, düşünsel planda da kendi eylemiyle büyüyen
devrimci tavırlar, ilerleme, gelişme olanaklarına sahiptirler.
Fakat dünyanın bugünkü verileri, sadece çok yönlü bir
zenginliğe ve güce şans tanıyor.
Böyle bir zenginliği yaratmanın yolu, kuşkusuz yine
biryerlerden, "az" dan başlamayı zorunlu kılıyor.
Ne var ki, sağlam programları olan, herşeyden önce "az"ı
son derece sağlıklı olan, işlevleri onun yeni programlarının
temellerini yaratan, yolunu açan bir örgütlenme merkeziyeti,
ilk adımın zorunlu durağıdır. Bu duraktan yola çıkan
dinamizmin, bir diğer olmazsa olmazı, objektivizmdir.
Dünya ve ülke koşullarının bu denli hassas dengelerini
rasyonel değerlendirebilmenin yanısıra, kendi durumunu
da doğru değerlendirmeyen hiçbir örgütlenme uzun vadede
varolabilme şansına sahip değildir. Aksi halde, işlevleri,
bir bumerangın salınımına dönüşür. Gücünü abartmayan,
programlarıyla, o günkü verilerini doğru sentezleyebilen,
başarılarını ve başarısızlıklarını açıkyüreklilikle
değerlendirebilen mantık, yürüyüşünü sürdürecek-tir.
Evet; zor olacak, zaman alacak, çoğu kez kuyular iğneyle
kazılacak ama yürüyüş büyüyerek sürecek. Sıkılan kurşunlar
geri dönmeyecek, işlevler bumerang olmayacak..."Sosyalizmi
tekrar ütopyaya" kilitleyen anahtarlar, bu şekilde
kendi kilitlerini açmaya başlayacaklar.
1917'den itibaren yükselmeye başlayan sosyalizm dalgası,
çağa, ulusal kurtuluş savaşları dedirtecek kadar büyüdükten
sonra, reel sosyalist ülkelerin çözülmeye başlamasıyla
inişe geçmiş ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin
de dağılmasıyla en alt seviyeye düşmüştür.
Burada tarih, bundan sonraki yükselişiyle ilk yükseliş
arasındaki iki dalga arası sıkışma noktasını yaşamaktadır.
Sıkışma noktasında dahi herşeyin sıfırlandığı söylenemez.
Kaldı ki mutlaklık toplum bilimlerinde yeri olmayan
bir kavramdır. Bir Küba'nın direnişi, bir Kürdistan
halkının ve gerillalarının özgürlük savaşı, ciddi ve
önemli istisnalardı, "hayır" nirengileriydi.
Açların Somali'sinde dahi, "Kurtarılma"ya,
Birleşmiş Milletler'e (Amerika Birleşik Milletler'i
demek doğru aslında) "Hayır" diyen Afrikalı
insanlar yaşıyor bu dünyada.
Eski SSCB topraklarında, elinin altından kazanılmış
bütün değerlerin yavaş yavaş kayıp gittiğini gördükçe
ayan ve tekrar Lenin posterleriyle, Orak Çekiçli bayraklarla
alanlara çıkıp kımıldanmaya başlayan Asya'lı insanlar
var...
Yarın daha da çok.
Ve ondan sonraki süreçte şaşırtacak kadar çok...
Sıkışma noktası, direnme noktasıdır.
Sıkışma noktası, birikim noktasıdır. Burada en fazla,
yarın yani önümüzdeki yükselen dalga sürecini biçimlendirecek
olaylar birikecektir.
Giderek, çok daha fazla sayıda insan, sosyalizmin sorulardan
değil, yanıtlardan oluştuğunu görecek ya da bunu yeniden
"keşfedecektir."
SOSYALİZMİ YENİDEN ÖRGÜTLEMEK-MEVCUT İDEOLOJİ VE ÖRGÜTSELLİĞİ
YENİ DÜNYA VE ÜLKE VERİLERİYLE PROGRAMLAMAK
Türkiye Solu'nun, 12 Eylül 1980'de yaşadığı yenilgi,
1989'da "duvarların yıkılmasıyla", sosyalizmin
dünya ölçeğindeki yenilgisiyle çakışınca, yaklaşık 12
yıllık geri çekilişin dağınıklığını üzerinden atamamış
Türkiye'li Sosyalistler yeni ve bu kez çok daha küreselleşmiş
bir saldırı ile yüzyüze kaldı. Sosyalizmin meşruiyetinin,
uluslararası sermaye tarafından, bu sermayenin sözcülüğünü
yapan basın tekelleri, medya ve her türden araç kullanılarak
topa tutulduğu koşullarda, 80 yenilgisinin ideolojik
ve politik nedenlerini saptayarak, "devrim yeniden",
"Yaşasın Sosyalizm" ve "mücadele, şimdi"
diyebilmenin fiziki koşulları da iyiden iyiye ağırlaştı.
Tüm dünyanın devrimcileri ve sosyalistleri, bir yandan
"tarihin sonunun geldiği"ni haykıran burjuva
tarihçilerin spekülasyonlarına kafa tutmanın ideolojik
politik gerekleriyle boğuşur ve üstelik bunu "Sosyalizmin
çöktüğü"nün, Lenin ve Marx'ın politik argümanlarının
tümüyle çürütüldüğünün ilan edilmesinin (ve bu ilanın
kitleler nezdinde görüldüğü itibarın) moral tahribatı
altında yapmaya çabalarken; öte yandan da sosyalizm
adına yeni bir etiği, değerler bütününü, örgütlenme
ve insan anlayışını, velhasıl mücadele geleneğinden
imbiklenenlerle de yoğrulmuş, ama esas olarak uluslararası
boyutlarda yaşanan yenilginin nedenlerine yanıt verecek
ve bu yeni dönemin koşul ve gereklerine göre biçimlenmiş,
yeni perspektifler varetmek sorunu ile yüz yüzedir.
Bu yeni dönemin dünya genelinde-tabii Türkiye özelinde
de-niteliklerini belirlemenin ötesinde, bu belirlemelerin
neden-sonuç ilişkisi içinde ayrı ayrı açılımlarını yapmak,
önümüzdeki sürecin çalışmasıdır.
Uluslararası sermayenin "sosyalizmin bir daha kurulmamacasına
çöktüğü" iddiasına dayandırdığı ideolojik saldırısının,
sermayenin tüm dünya ölçeğindeki sınırsız, koşulsuz
yayılmasını; dönemin en önemli özeliği olarak, ilk elde
tanımlamalıyız.
Kapitalizmin dünya halklarına vadettiği "sahte
cennet"in kapitalist cehennemin kabul salonu olduğu
çok kısa sürede anlaşılsa da, "yeni dünya düzeni"
adı altında dayatılan, küresel politik sistemin yeniden
üretimi, sosyalistlerce henüz varedilmeye başlamadı.
Ancak görünen o ki; duyargalarını devrim ve sosyalizme
açık tutan ulusal ölçekli her örgütlenme, dünyanın neresinde
olursa olsun, şimdi daha fazla uluslararasılaşmak zorunda.
Sosyalistlerin enternasyonaliz-me bugün her zamankinden
daha çok ihtiyaçları var. Çünkü, bir; "yeni dünya
düzeni", sınırları hiçe sayan türden bir uluslararasılığa
sahip; iki; bu politik sistemi ayakta tutan sacayaklarından
biri olan ideolojik hegemonya, sosyalizme ve sosyalistlere
dünya ölçeğinde bir saldırıyı örgütlüyor. Kafkaslardan
Balkanlara, Latin Amerika'dan Afrika'ya; sosyalizme
eşitlikçi ve özgür bir dünyaya inanmış, bunun kavgasını
veren tüm devrimciler uluslararası sermayenin milliyet,
dil, cinsiyet gözetmeyen tahribatı ile yüzyüzeler. Üzerinde
yaşadığımız dünyanın fiziki yaşam koşulları da benzer
bir tahribatın etkisi altında. Kaynaklar dengesizce
tüketilirken, üretilen de dengesiz bölüşülüyor.
Tüm bu koşullar Rosa Lüksemburg'un "ya sosyalizm
ya barbarlık" ikilemini, dünya açısından, "ya
sosyalizm ya ölüm" ikilemine dönüştürüyor.
Burada kaba hatlarıyla betimlediğimiz koşullar, gerek
ülke gerekse dünya ölçeğinde, sosyalistlerin çalışmalarını
ve gelişmelerini güçleştiriyor. Buna karşın sosyalistlerin
yaşam alanlarını genişletmek, sosyalizmi politik bir
seçenek olarak, toplumun sosyalizme ihtiyacı olan tüm
kesimleri için yeniden varedebilmek amacıyla, emperyalizmin
ideolojik hegemonyasına karşı, global bir ideolojik
yanıt yaratmak zorunlu gözüküyor. Bu ideolojik alternatif
hegemonya, sosyalizmin meşruiyetinin iadesi temelinde
yükseldiği ölçüde, burjuvazinin uluslararası medyayı
da kullanarak yürüttüğü sistematik saldırının önüne
barikat çekebilecektir.
Sosyalizmin meşruiyetinin iadesi, hiç şüphesiz, önce
sosyalizmin tarihine ( kendi tarihimize) sahip çıkılmasını
içermektedir.
Ancak, sözgelimi ülke ölçeğinde, 1970'li yılların (ağırlıklı
olarak ) anti-faşist zeminde yürüyen mücadele renginin,
80'li yılların bir türlü rayına oturamayan devrim-emperyalizm/
devlet hesaplaşmasının ve kitlesel açılım kanalları
eksikliğinin; "Ankara'nın Şişmanına" karşı
yürürken yanlarında sosyalistleri istemeyen, grevlerini,
direnişlerini sosyalistlere bir kol mesafede gerçekleştiren
işçilerin, köylülerin durumunun, a-politiklikten anti-politikliğe
sıçrayan gençliğin özelliklerinin doğru değerlendirilmesi
zorunludur.
Bu yılların devrimci pratiği; "deneyim birikimi"
ve "eksiklerin, hataların özeleştirisi" boyutlarından
çok daha rasyonel ve zengin boyutlar-la çözümlenip değerlendirilmelidir.
Ne varki, bu çözümlemeler için bir on yıl daha birbirimizle
tartışıp yeni birlikler, yeni ayrılıklar, yeni platformlar,
yeni cepheler, yeni soru ve sorun toplantıları yapmak
değildir ihtiyaç... "İhtiyacı" sosyalizmin
evrensel prensip ve yaklaşımlarına göre belirledikten
ve ona can veren, onu nesnelleştiren pratiği örgütlemeye
başladıktan sonra durumu çok daha rahat görebildiğimizi
öğreneceğiz. Bugün öğrendiğimiz herşey yarının programının
verileri olacak.
Sosyalizmin meşruiyeti, onun emperyalizmin varettiği
politik sisteme karşı bir toplum projesi üretebilmesi
ile de doğru orantılıdır. Böyle bir toplum projesi,
"devrim hemen şimdi" demeyi başarabildiği
gibi, -ve en az onun kadar- devrimci savaşın nasıl örgütleneceğini,
devrimin nasıl bir toplumun habercisi olacağını da muştulamayı
bilmek zorunda...
Dolayısıyla bu toplum projesi, salt bir örgüt, kadro,
örgütlenme ve savaşma sanatı manzumesi almaktan öte
de anlam taşımaktadır. Kuşkusuz kadrolaşma, örgütlenme,
stratejiye dair konular, yakıcı sorunlar olarak önsel
problemimizdir. Bunlar; bir başlangıç reçetesi ile de
değil, kesintisiz olarak büyüyen ve olgunlaşan çözümlerle
her gündemimizin odağında yer alır.
Ancak toplumun devrimden çıkarı olan tüm sınıf, kesim
ve katmanlarına yönelik bir projeksiyona da ihtiyaç
vardır. Dolayısıyla bu toplum projesi, bir bütün olarak,
sendikalarda, derneklerde, insan hakları mücadelesinde,
çevre sorunlarına duyarlılıkta, kadın hareketlerine
yönelik olarak, kültürel-sanatsal bir yeni oluşumun
ifadelendirilmesinde, sosyalist bir medya ve medya kültürü
yaratılmasında politik-pratik ifadesini bulmalıdır.
Ancak, toplumsal yaşamın tüm alanlarına dönük olarak
yürütülecek bu politik-pratik faaliyetin sorması gereken
temel sorular ve kaçınması gereken yanlışlar var. Bunlar;
* İdeolojik plandaki arayışları bir kördöğüşüne dönüştürmek,
pratikten kopararak damarlarındaki kanı çekmek... Böylelikle,
yaşayan bir organizma olma temel özeliğinden ayrı düşen
ideoloji; kimliğini, kişiliğini yitirir. İdeolojiyi
zenginleştirmek ve geliştirmek adına yürütülen arayışlardaki
kördöğüşü de bir süre sonra kördüğüm halini alır.
* İdeolojik planda mevcut bazı tespitleri, bağnaz bir
ilkellikle herşeye kadir görmek ve dünyadaki, ülkedeki
gelişim dinamiklerini de o ölçüde görmezden gelmek.
Böylelikle, daha önceki tespitlerin de (kendi tarihsel
süreçleri içinde ciddi anlamlar taşıdıkları halde) içini
boşaltıp, onları anlamsızlaştırmak.
*Araçları amaçlaştırmak ve giderek fetişleştirmek, mutlaklaştırmak...
Unutulmamalıdır ki dergi, gazete, film, müzik vb, ideolojik
hegemonyanın silahları da, fiziki anlamda silah ve namlusundan
çıkan kurşun da araçtır. Bizi özlediğimiz ütopyamıza
politikanın, yani yöneten-yönetilen ayrımının son bulduğu
bir dünyaya ulaştıracak araçlar. Bu anlamda politikanın
kendisi, örgüt, parti, hatta devrim bile amaç değil
araçtır.
* Devrimcilerin genelde bilinen belli başlı görevlerini,
kaba bir acelecilikle yorumlayıp, kendi gücünü doğru
değerlendirmeden (abartarak yada politik çözümlemede
acze düşerek) "devrim pratiğine atılmak"...
Zorlamak, zorlamak ve çözümsüzlük "kaderini"
yaratmak... Sonuçta, devrimci savaş ve mücadele taktiklerinin,
düşmanın bütün gücüne rağmen devrimcileri üstün kılan
inceliklerini kaçırarak, düşmanın üstünlükleriyle vuruşmak
zorunda kalmak... Bu arada, zaman gerçekleşen kazanımları
da doğru değerlendiremeyip sağlam barikatlar haline
dönüştürememek, dolayısıyla daha güçlü ve yüksek barikatlar
kuramamak...
* Politik, stratejik saptamaların hedeflerinde değil,
gücün elverdiği hedeflerde savaşmak, mücadele etmek;
devrimin bütünlüklü görevlerini görememek, devrimin
ileri vaadlerinin hazırlıklarını gerçekleştirememek.
* Ülke ve Dünya gündemine ilişkin siyasal etkinlik yaratamamak.
Onlara bağlı olarak hızlı biçimlenen, esneyen, sertleşen,
üreten dinamikleri yaratmanın önemini görememek... Genel
bir sınıflandırmayla devrimci politika yapmaya çalışmak
( üstelik, felsefenin, siyasallığın ve teknolojinin
1990'lar dünyasında).
* Düşünen, okuyan, yaratan, üreten, yargılayan, eleştiren,
pratiği örgütleyen ve gerçekleştiren, dünyanın, ülkesinin,
hareketinin sorunlarını ve çözümlerini görebilen, kitlelerle
ilişkide yaratıcı ve başarılı, aktif politik kadrolar
ve kadro adayları yerine merkezin askerlerinin yaratmak...
Örgüt ve kadro sorunlarında sosyalizmi zaafa uğratmak,
ideolojiyi sözcükler yığını olmakla sınırlandırır.
* Devrimcileri en çok oyalayan sorunlardan biri de "başlamak"la,
başlangıçlarla ilgili sorunlardır. Stratejik anlamda
bir devrimci sürecin başlamasına ilişkin tartışmalar
olsun, herhangi bir anlamda çalışma alanının, bir birimin
vb. çalışmalarına başlamakla ilgili olsun, bu plandaki
tartışmalar hep aynı mantık bulanıklığını ya da kararlılıktaki
zaafı gösterir.Devrimci dalganın yükseldiği dönemlerde
azalan bu tartışmalar, devrimin zayıfladığı dönemlerde
neredeyse gündemi belirlemeye başlar. Ve dünyanın hiç
bir yerinde, hiçbir zaman bu tarz tartışmalardan sonuç
alınabildiği görülmemiştir.
"Okumak öğrenmektir, uygulamak ta öğrenmektir;
üstelik daha iyi öğrenmektir, başlıca yöntemimiz, savaşı
savaşarak öğrenmektir. Savaşı hiç okula gitmemiş bir
kimse dahi savaşarak öğrenebilir. Devrimci savaş kitlelerin
yapacağı bir iştir; bu çoğu zaman, önce öğrenmek sonra
savaşmak meselesi değil, önce savaşmaya başlamak, sonra
öğrenmek meselesidir. Çünkü savaşmak, öğrenmek demektir.
"(Mao, Çin'de Devrimci Savaşın Strateji Meseleleri,
Seçme Eserler, C.I.) Dolayısıyla, kaçınmamız gereken
en önemli zaaflardan biri; başlamak konusundaki kararsızlıkları
yenmektir. Bu, kendimiz için olduğu kadar, çevremizdeki
çelişkileri çözmeye çalışmak anlamında da önemlidir.
Bir devrimci, kendisinden öte çevresiyle, insanlarla
vardır, onlarla ilgilidir, onlarla bütünleşir, kimliğini
onlarla tanımlar, onlarla gelişir, kendi eksikliklerini
de onlarla ilişkisi içinde giderebilir. Öğrettiği kadar
öğrenir, yarattığı ilişki ve olanakları ölçüsünde soluk
alır...
NİTELİK VE DİNAMİZM
Devrimci mücadele, zor'a ve zorluklara dayanan bir
mücadeledir. Sınıflar savaşı hiç bir zaman kolay olmadı
ve hiç bir zaman da bu denli zor olmadı. Devrim ve devrimciler
için elverişsizliklerle dolu bir sürecin insanlarıyız.
Böyle bir süreçte umutsuzluk, kolaycılık, kaba materyalizm
ya da bilinç bulanıklığıyla, korkuyla, endişeyle, güvensizlikle
belirlenen tavırsızlık, insanları kolaylıkla kıskaçlarına
alabilir.
Devrimcilerin görevi, önce kendi çelişkili dünyalarında
sağlam bir netlik yaratmak, sonra bunu dalga dalga çevrelerinde
yaygınlaştırmaktır. Genişledikçe, yeni dinamikler yakaladıkça,
kendi sağlamlıklarının güçlendiğini, kendi sağlamlıkları
arttıkça, işlevlerindeki verimliliğinde arttığını göreceklerdir.
Sosyalizmin dünya çapında yeniden örgütleneceği, ülkemizde
ise mevcut ideoloji ve örgütselliğin yeniden programlandığı
bu dönemin iki temel olgusunda zaaf göstermemek gerekiyor.
Açıklık ve Dinamizm... Açıklıktan kastımız; düşüncelerdeki
netlik ve belirleyici çıkış noktalarımız konusundaki
duyarlılıktır. Bir tartışma ve arayış ifradı ortamında
olduğumuz, sosyalizm ve devrim adına yaratılmış bütün
değerlerin işporta tezgahlarına düşmüş olduğu hatırlanırsa,
ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır. Bir konuda
düşünsel ve eylemsel üretimde bulunabilmenin gerçek
koşulu, öncelikle temel verilerde sağlam bir bilince
sahip olmaktır. Bu durum her konuda böyledir. Bir bilim
adamının ilerlemesi de, bir sosyoloğun, politikacının,
devrimcinin ilerlemesi de bu gerçeklik zaafa uğradığında
tıkanmaya mahkumdur. Günümüzde, sosyalizmi yeniden üretmek,
"Nasıl bir sosyalizme" inanmak gerektiği konusundaki
tartışmalar, ne yazık ki çoğunlukla sosyalizm ekseninden
uzaklaşarak gerçekleştirilmektedir.
Sosyalizm herşeyden önce bir örgütlenme eylemidir, bir
tavırdır. Sosyalizmin örgütlenmesi, kitle gerçekleriyle
bütünleşen Marksist-Leninist teorinin, tavra dönüşme
sürecindeki nesnellik demektir. Günümüz dünyasında,
sosyalizm adına, nesnelliğe her zamankinden çok daha
fazla ihtiyaç vardır. Ve şimdi sosyalist olmak demek,
devrimci olmak demek her zamankinden çok daha örgütlü
ve örgütçü olmak demektir.
Evet, bizim de arayışlarımız vardır ve olmalıdır. Ne
herşeye kadir reçetelerimiz var, ne de yarınki güncel
programlarımızı oluşturmak için verileri bize bugünden
söyleyecek medyumlarımız... Sosyalizm, öğrendikçe yaşama
daha doğru, daha çözümleyici bakmamızı öğretiyor. Onun
okulundan "mezun" olmak da pek mümkün değil!
Başlayan, öğrenme-savaşma pratiğinde sürebilen bir eğitim
seferberliği olarak devam edip gidiyor.
Ama, genel prensip şudur; sosyalizmin sorunları ve yeniden
örgütlenmesi üzerinde doğru çözümler üretebilmek için
önce sosyalizmin temelinde sağlam bir bilinç gerekir.
O bilincin hattında sıkıca tutunabilmek gerekir. Arayışlarımız
ancak böylelikle yolunu bulur, sosyalizmin mecrasına
akabilir. Montaigne'in dediği gibi; " Gideceği
limanı bilmeyene, hiç bir rüzgardan hayır gelmez."
Bizim rüzgarlarımız; ülke gerçekleri, kitlelerin nabzı
ve dinamikleridir. Aksi halde biz, soyut ve anlaşılmaz
bir sosyalistlik oynayıp, bütün ihtiyaçlarına ve kımıldanmalarına
rağmen kitlelerin neden bizimle buluşmadığını düşünüp
dururken, tarih yepyeni çelişkiler örmeye başlar. Ve
biz, tarihin "takılmışları" olarak, tarihin
gündeminin arkasından günceli yorumlamaya ve hatta ona
şekil vermeye çalışan, ne hikmetse bunu da bir türlü
başaramayan bahtsızlar olarak kalırız.
Bu seyir defteri, giderek, büyükbabalarımızdan kalma
bir mantığa ve söyleme dek savurur sosyalistleri...
"Halk onları anlamıyordur, bu halk için hiçbirşeye
değmiyordur, o kadar uğraşıldığı halde ne olmuştur ki,
uğraşılacaksa da yepyeni bir sosyalizm anlayışı, çok
yetkin bir program ve çok iyi yetişmiş kadrolar gerekir,
onlar da nereden bulunacaktır ki..."
Tekrarlayalım; bu karmaşada söylemimize de özen göstermemiz
gerekiyor, çok farklı niyetlerle yola çıkan farklı kesimler,
bu sis bulutları içinde zaman zaman aynı sözcükleri,
benzer tanımları kullanabiliyorlar, değişik anlamlar
yükleseler de karışıklığa yeni materyaller yaratmış
oluyorlar.
Dolayısıyla, "sosyalizm arayışları, nasıl bir sosyalizm"
sorularını, "yeni dünya ve ülke koşullarını nasıl
çözümlüyoruz ve sosyalizmi, ideolojimizi bu koşullar
üzerinde nasıl programlıyoruz" sorularıyla karşılamamız
gerekiyor. "Arayış" larımızı bu şekilde tanımlamamız
gerekiyor.
(X) Dipnot: Üstelik, öyle bir efendilik ki, herhangi
bir karşıt güce ya da işbirliği yaptığı güce ödün vermek
zorunda olmayan, muhalif odaklardan ötürü kendi programlarını
ve isteklerini rütuşlama problemi yaşamayan bir özgürlükler
sürecinin efendiliği...
|