Devrimci
Eğitim Üzerine Saptamalar
|
"Bir örümcek, dokumacınınkine benzeyen işlemler
yapar ve arı, balmumundan peteklerinin yapısıyla pek
çok mimarın becerisini gölgede bırakır.Fakat, en kötü
mimarı, en becerikli arıdan, daha ta baştan ayırdeden,
mimarın peteği kovanda kurmadan önce, kafasında kurmuş
olmasıdır..."
KARL MARKS
***
Siyasi mücadeleye ilk adımların çeşitli dostluklar,
iş arkadaşlıkları, hatta kimi zaman akrabalıklar yoluyla
atıldığı bilinir. Ve bundan aslında yakınmamak da gerekir.
Yaşamın gerçeğinde işler her zaman böyle yürümüştür
ve yürüyecektir. İnsanlar devrimci saflara çok çeşitli
yollardan akıp gelecektir. Temel sorun, şu ya da bu
biçimde bir seçim yapmış insana bu seçiminin altını
doldurabilmesi için gereken imkânların sunulması, kendi
yürüdüğü yolu sorgulayabilecek hale gelmesine yardımcı
olunmasıdır. Devrimci örgütlerde siyasal özü olmayan
himayeci ilişkilerin yaygınlığı reddedilemez bir gerçekliktir.
Gerçekten de kişisel ilişkiler yoluyla bir devrimci
yapının saflarına gelen insanların bir çoğunun, o kişisel
boyutu aşamadığı biliniyor. Özellikle yapı-içi tartışma
süreçlerinde bu ilişki tarzının yarattığı sakıncalar,
hatta "tavır alış"lardaki kişisel seçimler
çok önemlidir.
Ama bunun da ötesinde önemli olan, böylece, siyasal
ufku üç-beş bilgi kırıntısıyla sınırlı, sadakat sözcüğünün
kötü anlamında kemikleşmiş bir insan tipinin yaratılıyor
olmasıdır.
Oysa, artık devrimci hareket böyle bir bağlılık anlayışına
değil, söyleyecek sözü olan, kendi bilinçli sürecini
çizmiş insanlara ihtiyaç duymaktadır.
***
Hemen anlaşılacağı gibi, burada kitlelerin "Siyasi
Gerçekleri Açıklama Kampanyası" yoluyla genel olarak
bilinçlendirilmesinden değil, devrimci örgütün kendi
iç eğitiminden ve bir militan tipi yaratılmasından sözediyoruz.
Devrimci eğitim, bu anlamıyla, salt teorik "öğretim"e
denk düşmeyen, devrimci pratiğin tümünü içeren kesintisiz
bir süreç olarak algılanmalıdır. Bu süreç, esas olarak,
yeni tipte sosyalist insanın, onun ufuk zenginliğinin
ve değerlerinin üretilmesi sürecidir. Bu süreçten, basit
anlamda yapının temel saptama ve formülasyonlarının
kavranmasının ötesinde, insanların bu saptamaları da
kavrayabileceği ve sorgulayarak içine sindirebileceği
sağlam bir marksist zeminin yakalanması anlaşılmalıdır.
Kuşkusuz devrimci örgütlenmenin, olayları kavrayış ve
çözümleme yöntemi, siyasi mücadeleyi ele alış tarzı
ve gelenekleri onun içinde devinen insanları özgün bir
siyasal-psikolojik şekillenişe sokar; bütün devrimci
örgütlerin bu türden kendine özgü davranış birlikleri
ve şekillenişleri vardır. Ama öte yandan bu özgün şekillenişin
temel bir sosyalist şekillenişin üzerinde yükselmesi,
hatta ona tam tamına denk düşmesi gereklidir. Marksist-
Leninist düşünme ve davranış biçimi genel olarak bütün
yapının ve onun tek tek insanlarının üstüne sinmeli,
tek bir süreçte aynı hamurun biçimlenişi olarak anlaşılmalıdır.
***
Marksist-Leninist düşünme ve davranış tarzının içselleştirilmesi
kuşkusuz bir teorik eğitimi gerektirir. Teorik eğitimden
kastımız, basit olarak sol-içi bir tartışmada işe yarayabilecek
kavramların ezberlenmesi değil, yaşamın zenginliğini
yorumlayıp çözümler üretebilecek bir zeminin yaratılmasıdır.
Bunun salt bir teorik eğitim sorunu olmadığı söylenebilir
ve doğrudur. Ama buradan varılması gereken nokta, her
şeyi kendi kendine öğrenmekle övünen ve biyo-kimya bilimlerinin
onlarca yıllık birikimini hor gören köylünün mantığı
olmamalıdır. Olguları yorumlamak, belirli bir düşünme,
yorumlama biçimini bilmekle mümkündür. Bilimsel her
çözümleme, belirli referans noktalarına, daha önce ortaya
konulmuş yöntemlere ihtiyaç duyar. Marksizm, geçmişteki
ve gelecekteki bütün olayları saptayan bir kâhinlik
gösterisi değil, ama bütün bu olayların yorumlanışında
kılavuzluk eden bir düşünme yöntemidir. Bu yöntemi ve
onun felsefi pratik açılımlarını kavramadan sosyal pratiğe
sağlıklı çözümler üretmemiz mümkün değildir.
***
"Belli bir ölçüde ciddi ve temelli olan her çözümlemenin
zorunlu olarak ortaya koyacağı sonuç, günlük yaşam içersindeki
insanın çevresine karşı her zaman kendiliğinden materyalist
bir tutum aldığıdır; tepkiler uygulamanın öznesi tarafından
daha sonra nasıl yorumlanırsa yorumlansın durum değişmez.
Bu, doğrudan doğruya çalışmanın özünden doğan bir sonuçtur.
Her çalışma, nesnelerden ve yasalardan doğan bir bütünü
şart kılar...
...İnancı ne kadar bağnaz olursa olsun, hiç bir Berkeleyci,
bir yol ağzında bir otomobilden kaçtığında ya da otomobilin
geçmesini beklediğinde, bu olayda kendi bilincine bağlı
bir gerçeğin değil, ama salt kendi tasarımının sözkonusu
olduğu duygusuna kapılmaz. Doğrudan doğruya eylemde
bulunan insanın günlük yaşamında 'esse est percipi'
(varolmak algılanmaktır) önermesi tümüyle silinir. Bu
kendiliğinden materyalizmin güçsüzlüğü ise, dünya görüşü
açısından hemen tümüyle tutarlılıktan yoksun oluşuyla
belirginleşir. Dahası bu materyalizm rahatlıkla çelişki
öznel olarak da algılanmaksızın-insan bilincinde idealist,
dinsel, kör inançlara ilişkin tasarımlarla birlikte
varolabilir." (LUKACS,Estetik I /sf:44-46)
Lukacs'ın sözleri daha çok felsefeyle ilgili görünüyorsa
da, aslında devrimci eğitim sorunuyla yakından ilgilidir
ve çizilen tablo devrimci harekette sık görülen bir
"pratik militan" tipine denk düşmektedir.
Pratikte çoğu kez yanlış olarak "insiyatifli olmak"
sanılan bir "işbitiricilik" tipiyle karşılaşırız.
Bazı insanların, genellikle kişiliğinden kaynaklanan
bir "hızlı karar alıp uygulama" özelliği vardır;
özellikle eylemlilik durumlarında bu nitelikleriyle
öne çıkarlar ve bu niteliklerini izlerken başka şeyler
üzerine düşünmeyi bir tarafa bırakırız. Oysa, insan
yetişme tarzından vb. kaynaklı olarak da pratik eylem
sırasında doğru şeyler yapabilir, doğru şeyler yapmayı
bir süre devam ettirebilir.
Marksist formasyonun özelliği ise, insana, yaptığı şeyi
önceden kurgulama ve sonra da yapılanı değerlendirebilme
yeteneği sağlamasıdır. Burada sıradan "pratik"
bir değerlendirmeyi de değil, yaşanan konjonktür ve
politik yarar vb. açılarından yapılan derinlemesine
bir değerlendirmeyi kastediyoruz. Her gün devrimci pratikte
yüzlerce karar alıp uygularız ve bunu yaparken çoğu
kez uzun uzun düşünmeyiz ama gerçekte kararlarımızı
yönlendiren birikimimiz, deneyim kapasitemizdir. Sıradan
bir Berkeleyci'nin gerçek yaşamda "mecburen"
materyalist olması gibi, bizim pratik sürecimizde de,
yapılan işin mantığı gereği çok pratik davranabilmemiz
ve doğru devrimci kararlar alabilmemiz mümkündür. Ama
esas sorun, bu kararların doğru bir perspektifle alınıp
alınmadığı, bu doğru perspektifi sağlayacak ölçüde bir
birikime sahip olup olmadığımızdır.
Yoksa, böylesi bir devrimcilik biçimi, (Lukacs'ın söylediklerini
uyarlayabiliriz) içimizde bir dizi siyasal-idelojik
eksiklikle "birlikte varolabilir."
***
Teorik eğitimden belirli birikimin yaratılması sürecini
anlıyorsak eğer, "teori" denilen şeyi de bir
biçimde tanımlamak zorunluluğuyla karşıkarşıyayız demektir.
Gerçekte, teori dediğimizde olan şey, günlük hayatımız
içinde bazen farkına bile varmaksızın yaptığımızdır.
Günlük yaşam içinde somut olgularla karşılaşır, olayların
içinde hareket ederken bir çok noktada durup genellemeler
ve soyutlamalar yaparız. Çoğu kez "sonuç çıkarımı"
deriz ama yaptığımız salt bu değildir, her sonuç çıkarımından
geleceğe dönük öngörüler de üretiriz.
Bütün bu süreçlerde, insan düşüncelerinin maddi olayların
bir ürünü olduğunu genel olarak bilir ve söyleriz ama
olguların zihnimizde nasıl düşünceler haline geldiği
yine de biraz bulanık kalır. Daha doğrusu, bir ve aynı
olayın nasıl olup da bizim zihnimizde sıradan insanlardan
farklı bir yorum yarattığını tam kavrayamayız. Çünkü
nihayetinde tek bir olay ve onun belirli verileri vardır.
Fen bilimcisinin deyimiyle:"Normal Şartlar Altında"
aynı olayın aynı düşünsel sonuçlara yol açması gerekir.
Demek ki, burada sorun, yöntem sorunu, düşünme biçimi
sorunudur. Olgulara nasıl baktığımız ve nasıl algıladığımız
sorunudur. Ve devrimci teorik eğitim işte bu "nasıl"
sorusuna bir karşılıktır.
***
Bir çerçeve çizilebilir ve çerçeve çizmek için insan
beyninin çalışma biçiminden işe başlanabilir.
İnsan düşüncesinin oluşumu ve akışı genelde çok bilinen
bir yolu izler. Bütün olan şey, somut olgulardan soyutlamaya
bir yükseliş ve sonra oluşan soyutlamanın yeniden yaşama
dönmesidir. Yaşarken bir an durur ve yaşadığımız şeyin
bir yorumunu yaparız. Bunu da genellikle yaşanan olgu
henüz sıcakken değil, olup bittikten sonra yaparız.
"İnsanın toplumsal yaşam biçimleri üzerindeki düşünme
ve incelemeleri ve dolayısıyla bu biçimlerin bilimsel
tahlilleri, bunların fiili tarihsel gelişmelerine tamamen
ters düşen bir yol izler. İşe "post festum"
(iş işten geçtikten sonra) önünde hazır duran gelişme
süreci sonuçları ile başlar. (MARKS, Kapital Cilt I/sf:
9)
Ve genelde bir olguyu çözümlemek için yola çıktığımızda,
çok bilinen iki hat üzerinden, tümevarım ve tümdengelim
hattından yürürüz. Yaşanan şey üzerine düşünür ve o
somut olgudan genel-soyut saptamalar üretiriz. Ama her
şey böyle ampirik değildir,zihnimizde daha önceden ürettiğimiz
ya da başkaları tarafından üretilmiş soyutlamalar vardır
ve yeni olguyu o saptamaların müdahale ettiği bir süreçte
ele alırız. Bir anlamda varolan birikim de bir sınanmadan
geçer ve sonuçta daha yetkin bir soyutlama düzeyine
ulaşılır. Eğer saplantılardan uzaksanız ve zihninizi
diyalektik bir biçimde işletiyorsanız, doğru soyutlamalara
ulaşmamanız için hiç bir neden yoktur. Böylece, bilgi
süreci kendi içinde dönen bir dairesellik izlemeyecek,
sarmal bir gelişimle her seferinde daha üst düzeyde
bir birikime yol açacaktır.
***
Sorun, nesnelere ve olgulara nasıl baktığımız, nereden
baktığımız ve onları bütün yönleriyle kavrayıp kavrayamadığımız
sorunudur. "Çağını görmek, çağını anlamak, çağını
yargılamak; öbür çağları görmekten, anlamaktan, yargılamaktan
daha güç olmalı. Çağımıza bakmak kendimize bakmak gibidir,
çağımıza bakarken de kendimize bakarken de çok şeyi
bulandırır, çok şeyi birbirine karıştırırız. İşin güçlüğü
şurada: Özne kendini ya da kendinden olanı tam anlamında
bir nesne olarak kavrayamaz; böyle bir şey bilginin
gerçek kaynağı olan karşıtlığın, özne-nesne karşıtlığının
ortadan kalkması olurdu. Oysa, ne yaparsak yapalım,
her bilgi bir özne-nesne karşıtlığına göre gerçekleşir;
tüm felsefi düşüncenin, özel olarak diyalektik düşüncenin
de çıkış noktası ya da püf noktası burasıdır...
... Bir şeyi kavramanın bazı zorunlu kuralları vardır,
bunlardan biri kavrayacağımız nesneye belli bir uzaklıkta
durmak, biri de kavrayacağımız şeyi bir ya da bir kaç
yönüyle değil, her yönüyle ele almaktır... Demek ki,
doğru bilgisine vardığımız şey, belli bir uzaklıktan
ve her yönüyle gözlemleyebildiğimiz şeydir." (AFŞAR
TİMUÇİN, Niçin Yapısalcılık Değil / Süreç Yay. sf:11)
Demek ki, nesneleri ve olguları kendi bağlantıları içinde,
yaşam içinde tuttukları yeri yaşamın bütünü açısından
değerlendirerek ele almak gerekiyor ve ancak böyle bir
yöntemle doğru bilgiye varabiliyoruz.
***
Bu çerçeveden alarak değinilebilir: "Yapısalcılık"
tartışması, çoğunlukla edebiyat (ve özellikle roman
eleştirisi) dünyasına özgü bir tartışma sayılmış ve
zaten geçmişte ülkemizde de böyle bir platformda sürdürülmüştür.
Oysa bir "olguları ele alış biçimi" olarak
"Yapısalcılık" ülkemiz solunun siyasal çözümlemelerinde
de yaygındır. Ve bu açıdan devrimci teorik eğitimin
aşması gereken sorunlar arasında yer alır. A Timuçin'in
sözleriyle özetlersek: "Yapı, kendi kendisiyle
açıklanan ya da kendisini açıklayan bir şey midir? sorusu
yapısalcı bakış açısıyla diyalektik bakış açısının ayrılma
noktasını kesin olarak" belirler. (A. TİMUÇİN,
Niçin Yapısalcılık Değil/ sf:58) Yapısalcı yöntem, bu
soruya "evet" diye yanıt verir ve her olguyu,
(bir nesnenin kuruluşu anlamında) yapıyı kendi iç ayrıştırmasıyla
anlamaya ve açıklamaya çalışır. "Yapısalcı yöntem
böylece evrim kavrayışının tümüyle dışında yer alır,
gerçekliği parça parça, kesik kesik kavrar, çünkü ona
göre her şey kendi yapısallığı içinde özerk ve anlaşılabilir
bir yapı oluşturur" (a.g.e.)
Oysa, diyalektik alanına geçtiğimiz anda tarihselliğe
ve bütünselliğe geçmiş oluruz. Olgular, kendi tarihsel
evrimleri içinde ve bütün dışsal bağlantıları ile birlikte
görüş alanımız içine girerler ve parça ile bütün arasında
doğrudan yada dolaylı bütün ilişkileri elde tutma şansını
yakalarız. Nesnenin içinde yeraldığı koşulları ve gerek
nesnenin o koşulları etkileyişini gerekse de koşulların
onu çevrelerken yarattığı etkileri bir bütün halinde
gözden geçirebiliriz.
***
Ama öte yandan, "Elbette hayat hiçbir zaman şu
veya bu şemalandırmaya harfiyen uygun akmaz. Her soyutlama
ve şemalandırma gerçeğin bir kısmını ihmal eder, bir
kısmını ise ister istemez abartır. Fakat teorik tahlil,
hayatın giriftliğini ve çok yanlılığını kolay anlaşılır
hale getirerek, eylem klavuzluğu görevini yerine getirir."
(MAHİR ÇAYAN, Kesintisiz Devrim I)
Soyutlama, sonuçta, sadeleştirme ve zamanın bir ölçüde
durdurulmasıdır. Bir tür fotoğraf çekimi gibidir. Hayatın
zenginliği akıp giderken, o akışın içersinde durur ve
bir belirli anın verilerini saptarız. O ana kadar yaşanmış
olanın verilerinden belirli saptamalar çıkarır, bunları
gelecek için öngörülere dayanak yapar, pratik hareket
formülasyonları üretiriz. Ama yaşam, o anda bile, biz
bütün bunları üretir ve tartışırken bile durmaz, akar
gider.
Herşeye karşın, yaşamın böyle akıp gidiyor olması, teorik
çözümlemenin önemini ve gereğini bir an olsun azaltmaz.
Çünkü, gerçeğin zenginliğini bir başka biçimde kavramak
olanaksızdır. Ancak, teorik çözümleme ve somut verilerin
yoğunlaştırılıp sınıflandırılması bize yeni süreçler
için sağlam koordinatlar verir. Bütün sorun, yeterince
sağlam ve çok yönlü verilerden hareket edip etmediğiniz
ve bu verileri doğru bir yöntemle soyutlayıp soyutlamadığınızdır.
Bunu sağlıklı biçimde yaptığınızda, bugünün içindeki
yarını, yaşananın içindeki yaşanacakları, en azından
bazı ipuçlarını yakalayabilirsiniz ve sonuçta gerçeğin
kaçınılmaz yoksullaşması vahim bir sakatlık yaratmamış
olur.
***
Soyutlama, sadeleştirme ve tabii indirgemedir. Carr'ın
renkli örneğiyle anlatılabilir: "1917'de Rusya'da
niçin devrim oldu, sorusunu cevaplarken tek bir neden
gösteren öğrenci orta alırsa şanslı sayılır...
... (aynı soruya) cevabında Rus Devrimi'nin bir düzine
nedenini birbiri ardına sıralayıp, böylece bırakmakla
yetinen bir öğrenci iyi alır, ama pekiyi alamaz. Sınavı
yapanların yargısı, "bilgili, ama düşünme gücü
zayıf" olur. Gerçek bir tarihçi, kendi topladığı
bu nedenler listesini eline alınca bir çeşit mesleki
zorlama ile bunu bir düzene indirgemek, birbirleriyle
ilişkilerini kuran bir nedenler hiyerarşisi meydana
getirmek, belki hangi nedenin ya da nedenler grubunun,
'son bakışta' ya da nihai analizde en son neden, bütün
nedenler nedeni olarak ele alınması gerektiğini kararlaştırmak
gereğini duyacaktır." (E.H. CARR, Tarih Nedir /
sf:119)
Somut olgular içersinde gezinir ve onları sıraya sokarken
de böyle davranırız. Bir dizi durum arasında sadeleştirmeler
ve indirgemeler yaparız.
Ama öte yandan, bunu yaparken her adımda da "indirgeme
yapmak" ile "indirgemecilik" arasındaki
o ince çizgiyle karşılaşırız.
Bu ayrım çizgisi, soyutlama sırasında gerçeğin zorunlu
olarak yoksullaşması ile kolaycı bir mantık sonucu bu
yoksulluğa aşık olunması arasındaki çizgidir. Gerçekten
de indirgeme ve sadeleştirme, gerçeği daha kolay algılanabilir
hale getirdiği için, daha öteye gitmek istemeyen insana
idealist anlamında bir huzur sağlar. Ve bu cazibeye
kapılmak sık görülen bir durumdur. Böylece bir olayı
bütün ayrıntılarını "sadeleştirerek" tek bir
ana nedene bağlayarak açıklamak ve bunu bir sistematik
haline getirmek mümkündür. Ama böylece rahatça gerçeğe
karşı cinayetler de işlenebilir. Onun bir dizi karmaşık
dış unsuru gözardı edilebilir ve riskli bir yola girilebilir.
***
Demek ki, teorik eğitim dediğimizde, bir düşünme eğitiminden
sözediyoruz. Zihnimizin çalışma biçimindeki köklü bir
değişiklikten ve bu değişiklik sonucu somut olguları
kavrayış biçimimizin farklılaşmasından sözediyoruz.
Olaylar arasındaki nedensellik ilişkilerini yakalayıp
bir özne olarak bu nedensellik ilişkilerine nasıl bir
müdahale yapılabileceğinin saptanması anlamında bu kavrayış
devrimci pratiğe denk düşüyor. Marksist teori bu anlamda
muhtemel olgular için reçeteler ortaya konulması değil,
bir yöntemin temellerinin atılışı, bir yolun açılışıdır.
Sonuçta bu, insanın düşünme ve davranış biçimine, bir
şekilde iradi müdahaledir. Örgüt-içi teorik eğitim için
geçerli olan bu durum, genel düzeyde kitlelerin bilinçlendirilmesi
eyleminde de geçerlidir. Çok genel anlamda herkes politik
olaylardan bir şekilde haberlidir ve belli yorumlara
sahiptir. Bir açıdan bakıldığında -ve "insanın
düşünceleri onun maddi yaşantısının yansısıdır"
tezi çok kaba bir biçimde yorumlandığında- insanların
olayları zaten sınıfsal konumlanışlarına göre yorumlayacakları
düşünülebilirse de gerçekte böyle bir "talihli"
durum mümkün değildir. Uzun yılların getirdiği sınıflı
toplum şekillenişi ve manevi üretim araçlarını da denetleyen
egemen güçlerin ideolojik hakimiyeti bu yansımayı çarpıtır,
karmaşık labirentlere sokar, "yanlış bilinç"
dediğimiz durumu ortaya çıkarır. İşte literatürde "siyasi
gerçekleri açıklama" olarak geçen olgu, bu çarpılma
sürecine yapılan iradi müdahaleyi anlatır. Kitlelerin
kendi deneyimleri içine giren, bu deneyimleri doğru
bilgi üretecek biçimde yönlendiren siyasi irade, böylece
kitlesel planda "... teorik olmaktan çok, siyasi
hayatın tecrübesine dayanan ..." (LENİN) bir bilgilenme
yaratır. Diyalektik düşünme tarzını kitlesel düzeyde
yaygınlaştırır, insanların her gün yaşadığı gerçekliği
farklı cephelerden algılayıp soyutlamasını sağlar. Sistem-içi
kanallardan sağlanan bilgilenme yerine yeni bir bilgi
kanalı açar.
***
İç devrimci-eğitim ise aynı olgunun çok daha yüksek
bir boyutta yaşanmasıdır.
Devrimci irade olarak parti, referans noktası sosyalist
toplum olan bir nüvedir ve onun insanlarının böyle bir
sosyalist kimlik kazanmaları bütünsel bir eğitim sorunudur.
Bu bir eğitim sorunudur ve herşeyden önce teorik eğitim
sorunudur, doğru düşünen, karmaşık olguları çözümleyip
kendi başına kalsa bile çözüm üretebilen insan tipolojisi
sorunudur. Çoğu insanın gözünde büyüterek ulaşılmaz
kıldığı "siyasal düzey" kavramı da özünde
tam tamına böyle bir tipolojiyi anlatır. "Siyasal
düzey", belki "siyasal sağduyu" da diyebileceğimiz
bir duruma, olayları sağlam bir perspektifle yorumlayıp
pratik kararlar verebilme yetisine denk düşer ki, bu
da felsefi-siyasal bir formasyonu zorunlu kılar.
***
Böyle bir formasyon ise sıradan bir eğitim yöntemiyle
kazanılamaz.
Sosyalist bir örgütlenmede "eğitim" denen
şeyden sözediyorsak, sosyalist düşüncenin mevcut düzenle
her alanda yaşadığı derin hesaplaşmanın bir bölümünden
de sözediyoruz demektir. Gerçekten de devrimci eğitim,
mevcut düzenin klasik eğitim geleneği ile çok ciddi
bir hesaplaşmanın üzerine oturabilir. Çünkü bu eğitim
geleneği uzun yıllarını bu sistem içinde geçirmiş olan
insanlar olarak hepimizin üzerinde onarılması zor yaralar
açmıştır. Kafamızdaki bir dizi biçimci, düz bakış açısının
doğrudan bu gelenekle ilgisi vardır. Ama herşeyden önce
de bu eğitim geleneği, uzun yıllar içinde soluk alıp
verdiğimiz bir yaşam biçimi olarak (ki yaklaşık 10 yıllık
bir zaman diliminde her günümüzün en az yarısını bu
eğitim kurumlarında geçirdiğimizi düşünürsek olguyu
kavrayabiliriz) bizde belli davranış normları da yaratmıştır.
Öğretme ve öğrenme kavramları ya da saygı kavramı böyle
gelişmiştir. Normlar ve alışkanlıklar köklü biçimde
yerleşmiştir.
Örneğin didaktizm, öğretmen tavrı ve tamamlayıcısı olarak
öğrenci tavrı belli kalıplar olarak zihnimizde oluşmuştur.
Belki, didaktik tarz, yani öğreticilik, çok da boşlanmamalıdır.
Ama devrimci eğitim dendiğinde çok ciddi olarak başka
bir unsur, "katılarak öğrenme" unsuru devreye
girer ve girmelidir. Konuşan, araştıran, bulduğunu yüksek
sesle söyleyip tartışan, böylece düşüncelerini başka
düşüncelerle çatışmaya sokarak geliştiren insan tavrı...
İşte devrimci eğitim özünde buna ihtiyaç duyar.
***
Bu eğitim yöntemi, esasında marksist felsefenin ayırıcı
özelliklerine de uygundur. Ve bu anlamda devrimci eğitim
dediğimizde marksist felsefenin idealizmle olan hesaplaşmasının
bir alanından da sözediyoruz demektir. Bilindiği gibi
marksist yöntem, tarihte ilk kez, dünyayı değiştirme
ile onu anlama süreçlerinin üstüste düşen tek bir süreç
olduğunu ortaya koymuştur. Anlamak ve değiştirmek, tek
bir bütünsel davranışın parçalarıdır. Başka sözcüklerle
ifade edilirse, yaşamak ve öğrenmek de böyle bir bütündür.
Devrimci pratik, insanların içine katılarak öğrendiği
bir süreçtir. Zaten insan düşüncesinin maddi olayların
yansımasıyla meydana geldiği yaklaşımı doğal bir sonuç
olarak böyle kesiksiz bir "yaşama-öğrenme"
zincirine yol açar. Ve böylece saf anlamda didaktik
yaklaşımla aramıza kalın bir çizgi çekilmiş olur.
***
Öte yandan, özellikle bir devrimci örgüt açısından eğitim
salt belli işlerin yapılabilmesi için "yeterli"
bilginin depolanması değildir. Dolayısıyla, eğitim dediğimizde
sosyalist insanın yaratılması gibi bir derdimizi ifade
ediyoruz demektir. Üstelik bu yeni insanın ve onun normlarının
yaratılması salt teorik bir sorun olmanın ötesinde "ortamı
değiştiren insanın kendisinin de bu eylem sırasında
değişmesi" esprisine uygun olarak bu sorun devrimci
pratiğin bütününü kapsamaktadır.
***
Hemen anlaşılacağı gibi, o zaman eğitim dediğimiz olgu
özellikle modern burjuva sisteminin parçalara ayırıcı,
dar uzmanlık alanları yaratan modelinden derin bir farklılığı
ortaya çıkarmaktadır.
Burjuva eğitim modeli, yaşamın mümkün olduğunca parçalara
ayrılarak insanların bu ayrı parçalar konusunda -bütünü
gözetmeyen- körü körüne uzmanlaştırılmasını hedef alır.
Böyle bir model, hem her özel alanda azami verim elde
etmeyi düşünen tek tek patronların işine gelir, hem
de insanların genel toplumsal duyarlılığını köreltip
atomize etmesi bakımından genel olarak kapitalist sistemin
işine gelir.
Oysa, sosyalist insanı yaratma amacıyla bezenmiş devrimci
eğitim bunun tam tersi bir yol izler; daha doğrusu özel
alanların varlığını inkar etmez ama bütün bu özel alanların
birbiriyle bağını kurar ve insanların darkafalı özel
uzmanlar olarak değil, herşeye vakıf, olgulara derinlemesine
bakabilen bir formasyonla yetişmesini ister. Yaratılmak
istenen tip, salt devrimci hareketin belli bir alanında
ortaya çıkan görevleri yerine getirebilecek yeterliliğe
sahip bir "pratik militan" tipi değil, yepyeni
bir kültüre sahip yepyeni bir insandır.
İşte Marksist-Leninist parti tüzüklerinde formüle edilen
"her tür devrimci çalışmayı yürütebilecek formasyona
sahip olmak" ilkesi de böyle bir anlama denk düşer.
Marksist-Leninist örgütlenme, uzmanlaşmayı reddetmez
ama "yetersizlikten kaynaklanan" bir uzmanlaşmayı
reddeder. Uzmanlaşma, "bir başka işi kötü yapmak"tan
kaynaklanmamalı, genel formasyon olarak her düzeyde
yeterli olan insanın, özel bir işi daha iyi yapıyor
olmasına dayanmalıdır. Esasen, literatürde "politik
ve askeri liderliğin birliği" olarak anılan ilkenin
özü de bu genel formasyondur. Kastedilen, herkesin her
işi yapması ya da "bir elde kitap - bir elde silah
yaşamak" gibi bir ilkellik değil, tam tamına THKP
tüzüğündeki üyelik koşullarıdır (THKC tüzüğündeki tanım
ise "Cephe" misyonundan ötürü daha farklıdır).
***
Bu formasyonu oluşturabilecek bir eğitimin yöntemsel
açıdan çerçevesini çizmek gerekirse, öncelikle şu bilinen
"eğitim çalışması" biçiminin yararsızlığı
vurgulanmalıdır. Özellikle kitapların ya da pasajların
birlikte okunup-yorumlanmasına dayanan bu yöntem çok
fazla da boşlanmamalıdır ama mutlaka aşılmalıdır. Eğitim
faaliyetindeki temel perspektif, katılan insanların
tartışarak, çatışarak birlikte bilgiyi ve ilişkilerini
üretmeleri olarak algılanmalıdır. Klasik çalışma, böylece
yerini, insanların kendi dinamikleriyle hazırlanıp katıldıkları
tartışmalı kollektiflere bırakmalıdır. Eğitim faaliyetinin
salt bir "öğrenme" olayının ötesinde, insanlararası
bir örgütsel ilişki biçimine de denk düştüğü; bir birim
faaliyeti olarak eğitimin kollektivite ve örgüt disiplininin
üretildiği bir zemin olduğu gözden kaçırılmamalıdır.
***
Öte yandan eğitim, insanların zorlandığı bir süreç olarak
algılanmalıdır. Özünde bilgi edinme, bir arayıştır,
zorlanmadır.
Mevcut olan bilgi düzeyini zorlamadan, varolan kapasitenin
üstüne çıkmadan bilgiye ulaşmak mümkün değildir. Bir
ırmağı geçerken, sık aralıklarla konulmuş düzenli taşlardan
yararlanmak belki görünürde bir kolaylık sağlar, ama
ne kasları, ne de yaratıcılığı geliştirir. Oysa farklı
yerlerde, düzensiz aralıklarla duran kayalardan sıçramak,
zordur, risklidir ama geliştiricidir. İnsanların önüne
sıçramaları hiç mümkün olmayan uzaklıkta taşlar konulmamalıdır,
ama öte yandan bir çocuğun bile geçebileceği ortam da
yaratılmamalıdır. Yani, bilinen klasik eğitim yöntemi
devrimci eğitim sürecinde pek geçerli değildir. En alt
seviyeye inerek, en basit, en anlaşılır konularla işe
başlayarak insanlara daha çok ve daha kolay birşeyler
öğretebileceğimizi varsaymak çok akıllıca değildir.
Nihayetinde, devrimci bilinç, kazanılmasında yardımcı
olunan ama enjekte edilemeyen bir şeydir. Ve bu yardımcı
olma süreci, insanlara kolay yoldan haplar yutturmaya
değil, onların kavrayış kapasitesini, bakış açısını
geliştirmeye yönelik olmalıdır.
***
Eğitim, seçiciliği de önşart olarak zorunlu kılar.
İnsan beyninin ve duyu organlarının seçme ve konsantrasyon
özelliklerine sahip olduğu biliniyor. Böyle bir konsantrasyon
yeteneği olmasaydı, yani insan bütün sesleri, renkleri,kokuları
aynı ölçüde algılıyor olsaydı; ve beynine ulaşan her
algıyı, bilgiyi hiç sınıflandırıp ayıklamadan değerlendiriyor
olsaydı, sürekli bir çılgınlığı yaşardı.
Bilgi edinme süreci de nihayetinde seçme ve konsantrasyon
yoluyla yürür. Kuşkusuz beyin hiçbir kırıntıyı dışlayıp
atmaz, her şeyi uygun biçimde arşivleyip indeksler;
ama bir yandan da bizim iradi tercihlerimize göre algı
ve bilgileri öncelikler sıralamasına sokar. Ve bu zorunludur
da, rastgele bilgi yığılmasından bizi korur, belli bir
yönde yoğunlaşmamızı sağlar.
Elbette bu, bizim bilgi edinirken basit bir biçimde
kendimizi sınırlamamız anlamına gelmez. Teorik bilgi
salt siyasal klasikler yoluyla ulaşılabilecek bir olgu
değildir. Bu, çocuğuna "derslerini engelleyeceği"
için roman vb. okumayı yasaklayan babanın tavrına benzer.
Teorik birikim, insanın bütün yaşantısı içinde her saniye
yaşadıkları, gördükleri ve okuduklarıyla ulaşabileceği
bir zenginliktir. Bu süreçte, "Anti-Dühring"
ne kadar önemliyse, izlenen bir tiyatro oyunu, yapılan
bir tartışma, yaşanan bir çelişki de aynı ölçüde önemlidir,
hepsi zenginliğimize bir şeyler katar. Sonuçta, "birikimli
insan" dediğimiz tip, bütün bunların yıllar içersinde
üstüste yığılmasının ürünüdür.
Yani, öğrenilecek şeylerin çokluğu ve kitap yığınları
önünde korkuya kapılmak yersizdir. Başlamak önemlidir.
Bir süre sonra bir şeylerin biriktiği kendiliğinden
farkedilir, daha doğrusu biz somut olayların içinde
koyduğumuz tavırlardan, söylediğimiz şeylerden bunu
farkederiz. Beynimizin giderek ansiklopedik bir işleyiş
kazandığını farkederiz.
***
"En yaygın sanı, tarihçinin çalışmalarını kesinlikle
ayırdedilebilir iki evre ya da döneme ayırdığı yolundadır.
Önce, kaynak okuyarak ve defterlerini olgularla doldurarak
uzun bir hazırlık dönemi geçirir; sonra, bu bitince,
kaynaklarını bir yana koyar, defterlerini çıkarap baştan
sona kitabını yazar. Bu bence inandırıcı ve kabul edilir
değildir. Çünkü, ana kaynak saydıklarımdan birkaçını
okumaya başlar başlamaz, bana şiddetli bir itilim gelir
ve yazmaya başlarım; mutlaka başından değil, bir yerinden,
herhangi bir yerinden... Böylece okuma ve yazma birlikte
ilerler. Ben bir yandan okumaya devam ederken yazdıklarım
çoğalır, eksilir, yeniden biçimlenir, yırtılıp atılır.Yazma,
okumaya kılavuzluk eder, onu yönetir, verimli kılar;
yazdıkça neyi aradığımı daha iyi bilir, bulduğumun anlamını
ve konuyla ilişkisini daha iyi kavrarım...
... Ben şuna inanıyorum, adına değer her tarihçi için,
iktisatçıların "girdi" ve "çıktı"
dedikleri iki süreç aynı zamanda ilerler, bunlar uygulamada
bir tek sürecin parçalarıdır." (E. H. CARR, Tarih
Nedir / sf:39)
Teorik bilgi edinme süreci de aşağı-yukarı Carr'ın çizdiği
bu çerçeveye uyar. Kuşkusuz Carr, kendi açısından bir
"yazma yöntemi" sorununu tartışıyor ama söylenenler
genelleştirilebilir.
Gerçekten, teorik eğitim sürecinde "salt bilgi
biriktirilen" bir dönemden sözetmek hem saçmadır,
hem de büyük bir enerji israfının kapılarını açmaktır.
Yani, kitaplığın karşısına geçip, "ben şunları
bir okuyayım" derseniz, daha baştan bir çıkmaz
sokağa girersiniz. Ve o hayat dolu, son derece zevkli
kitaplar rahatlıkla bir "uyku getirici" ilaç
gibi işlev görebilirler. Çünkü, okurken aradığınız bir
şey yoksa, bir tercih sonucu okumuyorsanız, okuma isteğiniz
de çok uzun sürmeyecektir. Oysa, bir seçim yapıp, özel
bir çalışmanın kaynakları olarak gördüğünüz şeyleri
okuyorsanız, artık sürekli notlar yazıp, bir şeylerin
altını çizmekten, konuyla ilgili düşünceler üretmekten
kendinizi alamazsınız.
Ve işte o zaman, "girdi" ve "çıktı"
süreçleri birlikte ilerlediğinde, her aşamada "ne
aradığımız" ve "bulduğumuzun anlamının ne
olduğu" netleştiğinde, "okumak" dediğimiz
o sıkıcı iş gerçekten bir anlam kazanacak, bir zevk
haline gelecektir. "Okuma alışkanlığım yok"
diye sızlanan her insan, olayı bir kez de bu açıdan
gözden geçirmelidir.
***
Alçak gönüllülük iyi tanımlanmamış ve çoğu kez içi yanlış
doldurulan bir kavramdır. Bu kavramın yanlış tanımlanışı
ya da içimize sinmiş yanlış toplumsal normlar devrimci
süreçte bir çok insanımızı kısırlaştırıp etkisizleştirmiştir.
Süreç içersinde bir dizi insan "kendisinin yetersiz
olduğu" düşüncesiyle bir çok olaya seyirci kalmayı
seçmiş ve gözünün önünde aklına yatmayan bir çok olgu
yaşandığı halde insiyatifi başkalarına bırakmıştır.
Böylece bütün süreçlerde yanlış konumlanışlar oluşabilmiş
ve bazı insanların yolu haketmediği ölçüde açılırken
bazılarının önü haketmediği ölçüde kapanmıştır. Kendisinde
varolan cevheri farketmeyen bir çok insanımız böylece
kısırlaşabilmiştir. Gerçekte, bir dizi insanda gözlenen
olgu "yeterli olmamak" değil, kendi yeterliliğinin
fakında olmamaktır. Bugün pekala bir çok şeyi bildiği
halde, politik düzeyi söylem olarak zayıf da olsa, siyasal
sağduyu anlamında sağlıklı olduğu halde, sırf bunu belirli
bir biçimde ifade edemediği ya da ifade edemeyeceğine
inandığı için "ben yeterli değilim" biçiminde
kendi iç güvensizliğine gömülmüş bir yığın insan vardır.
Oysa, alçakgönüllülük kendinde olanı farketmemek ya
da bunu öne sürmemek değildir. Alçakgönüllülük bunu
yaparken başkalarına da saygı duymak, farklı düşünceleri
de değerlendirebilecek bir esnekliğe sahip olmaktır.
Alçakgönüllülük, yoldaşlarına - hatta başka çevrelerden
insalara- saygı duymak, ama kendine ait söyleyecek sözü
varsa onu da çok net biçimde söylemektir. Bunu yapmamak
alçakgönüllülük değil, medeni cesaret eksikliğidir ve
kimi durumlarda örgütün sağlığına karşı işlenmiş bir
cinayettir.
***
Aynı bağlamda "kariyerizm" kavramı da değerlendirilmelidir.
Devrimci insanın, örgütlü bireyin, yanlış gittiğini
gördüğü şeye müdahale edip eğer zorunluysa -belirli
mekanizmaları işleterek- insiyatifi fiilen ele alması
kariyerizm değildir. Hatta çoğu durumda bu bir görevdir
de. Yaşanan bir çok örnekte bir çok insanın "kariyerist"
gibi algılanmamak için gözünün önündeki yanlışlara seyirci
kaldığı bilinmektedir. Oysa, eğer bir tanımlama yapmak
gerekirse, "kariyerizm", salt mevki hırsıyla
çalışma yürütmek ve bunun için dolaplar çevirmek, farklı
türden ilişkileri kullanmak olarak nitelenebilir. Başka
bir deyişle "hakedilmemiş" bir durumu elde
etme, bunun avantajlarını kullanma çabasıdır. Kariyerizm,
elde edilen (kazanılan değil, elde edilen!) konumun
sağladığı maddi ya da manevi avantajların varlığına
yaslanır, bu yüzden de en belirgin örnekleri üst konumun
çok rizikolu olmadığı "durgunluk" günlerinde,
ya da doğrudan yaşam avantajı sağlayan iktidar sonrası
süreçlerde görülür. Çünkü, özellikle radikal bir mücadeleyi
önüne koymuş olan yapılarda savaş günlerinde yönetici
konumlar, hiç de güvenlikli değildir, aksine en riskli
yaşantıları ve en zor kararları zorunlu kılar.
Oysa, devrimci insiyatif ile kariyerist müdahaleler
arasına ince de olsa bir sınır çizgisi koyabilmek mümkündür.
Özgün bir devrimci çalışma alanında ya da hareketin
bütününde yanlış giden süreçlere bir şekilde müdahale
etmek, bu konuda siyasal cesaret sergileyebilmek kariyerist
bir tutum değildir. Bir çok durumda bir çok insan bunu
zor kavramakta ve yukarda sözü edilen safça alçakgönüllülüğün
bir sonucu olarak yığınla yanlışa seyirci kalmaktadır.
***
Bizde garip bazı atasözleri vardır. Belki çok da kötülük
olsun diye söylenmemişlerdir ama sonuçta bir yığın kötülüğün
de anası olurlar.
"Bilmediğin konuda konuşma!" biçiminde öğüt
veren söz de bunlardan biridir. Kim söylemiştir, neden
söylemiştir bilinmez ama sözün kendisinin insanın gelişimini
çok sınırlayan bir içeriğe sahip olduğu kuşku götürmez.
Peki ama, bilmediği konuda konuşmayan insan nasıl birşeyleri
bilecektir, öğrenecektir? İnsanoğlu yaparak ve yapılan
üzerinde konuşarak öğrenir. Başka bir yol yoktur. Bilmediği
konuda konuşmadan, yanlış düşüncelerini, eksik bilgilerini
ortaya atıp savunmadan, bu düşüncelerin varsa eksikliklerini
farkedebilmek mümkün değildir. İnsan doğruları gözleriyle
ya da kulaklarıyla değil beş duyunun bütün iletilerinin
toparlandığı beyniyle kavrayabilir ve böyle bir kavrayış,
salt dinleme ya da izleme yoluyla kazanılamaz. İzlemek,
ya da duymak ya da okumak salt kendi başlarına, birbirinden
soyut eylemler olarak birer öğrenme yöntemi oluşturmazlar.
Öğrenme, bilgi edinme denilen şey bütün bunların toplamının
içiçe geçtiği ve bunlara en önemli unsurun, katılımın
eklendiği bir süreçtir. Katılım ise ürkekliği ve çekingenliği
en baştan dışlar; çünkü böyle bir durum katılımı katılım
olmaktan çıkarır, izleme halinin kısmen aktif bir biçimine
dönüştürür. Bu, katılım değildir. Katılım insanın bütün
gücü ve varlığıyla sürece atılması ve süreç içinde savaşan,
çatışan, kendi görüşlerini savunan bir özne olmasıdır.
Bizzat içine girilip yaşanmayan, yaşanırken doğru-yanlış,
eksik-tamam düşüncelerin tartışılmadığı, hatta bunlar
yüzünden bir yığın sert polemiğin yaşanmadığı süreçlerde
hiçbir şey üretilemez. Böylesi süreçlerde üretilecek
sonuçların sağlıklılığı bir yana, süreci yaşayan insanların
bilinci de değiştirilemez.
***
Aslında sorun, bilmediği konuda susmak değil, bilinsin
bilinmesin her konuda yoldaşlara ve bütün insanlara
saygılı davranmaktır. Saygının esası suskunluk değildir.
Bu zaten klasik eğitim sisteminin bize miras bıraktığı,
ya da beynimize işlediği çarpık bir saygı anlayışıdır.
Saygı, esasen marksist düşüncenin temelini oluşturan
diyalektik yöntemin bir ürünüdür. Bu yöntem sayesindedir
ki, bütün durumlar için geçerli sayılan mutlak hakikatler
yıkılmış ve bilginin göreliliği sorunu kavranmıştır.
Yani, bilinen ya da bilindiği düşünülen bir konuda da
bilimsel düşüncenin özünde varolan bir saygı gereklidir.
Çünkü, nihayetinde bildiğimizi iddia ettiğimiz şeylerin
çoğu gerçek yaşamın sınamasında değişebilirler. Yaşamda,
tesbitler yapar, öngörüler üretiriz. Bu öngörülerden
de pratik sonuçlara ulaşırız, yollar çizer, yapılması
gerekenleri saptarız. Kuşkusuz burada bilinemezciliğe
varan bir ampirizm yoktur. İnsan bilgisi, her yeni durumda
herşeyi sıfırdan ele alarak ilerlemez. Belirli bir anda
bildiklerimiz kesin doğrularımızdır. Ama onlar yine
de süreç geliştikçe, bizim bilgimizin sınırları genişledikçe
yeniden biçimlenirler. "Demek ki insan düşüncesi
doğası itibarıyla bize, göreli doğrulaın toplamından
oluşan mutlak doğruyu verme yeteneğindedir ve bunu verir
de. Bilimin gelişmesindeki her aşama, bu mutlak doğru
toplamına yeni kırıntılar ekler; ama her bilimsel önermenin
doğruluğunun sınırları görelidir ve bilginin daha da
gelişmesi ile bu sınırlar ya daha geniş ya da daha dar
bir şekilde çizilebilir." (LENİN, Materyalizm ve
Ampriokritisizm sf:169) Sonuçta biz, her durumda kendi
perspektifimizi sonuna dek ve inatla savunmak ama öte
yandan başka türden perspektifleri de gözetmek, bu perspektiflerin
sahiplerine saygı duymak zorundayız.
Saygı, ürkek davranmakla, susmakla, o anda, o süreçte
kafada uyanan fikri söylememekle hiç ilgisi olmayan
bir şeydir. Sorun, fikrini söylememek değil, bu fikri
başkasının kafasına bir dayatma olarak vurmamak ve salt
bize katılmadığı için karşımızdaki insanları aşağılamamaktır.
Yoksa, sürece fiilen ve bütün varlığıyla katılmayan
insanın o süreçten bir şey öğrenebilmesi mümkün değildir.
***
Ve burada şu çok net kavranmalıdır. İnsanın kendisini
başkalarından eksik hissettiği, bunun sonucu olarak
geri durduğu bir süreçte hiçbir şey kazanılamaz. Kuşkusuz
bir örgütlülük sürecinde hiyerarşi, yönetsel organlar
ve merkezi işleyişler vardır. Ama buna karşın her özgün
süreçte, o sürece belirli bir örgütsel form içinde fiilen
katılan insanlar, o anda, o süreç itibarıyla kendi aralarında
eşittirler. Yani, sürecin içindeki herhangi bir unsur
kendi sözünün, kendi fikrinin, önerilerinin bir başka
insanınkinden daha değersiz ve daha etkisiz olduğunu
düşündüğü anda orada belki o pratik işi bir biçimde
yapmak yine de mümkündür ama iş yapılırken insanların
birşeyler kazanıp yetkinleşmesi mümkün değildir. Bir
süreci fiilen birlikte yaşayan insanların süreç üzerine
düşünceleri birbirine eşit değerde düşüncelerdir. Bu
rahatlığı ve güvenliği hissetmeyen insan düşüncelerini
ifade etmekte ve dolayısıyla da bu düşüncelerin çatışmasından
bir şeyler öğrenmekte zorlanır.
Elbette, gerçek hayatta insanlar eşitsizdirler. Herhangi
bir süreçte de durum böyledir. Bazı insanlar, süreci
daha derinlemesine kavrayabilecek daha sağlıklı birikimlere
sahiptirler ve daha sağlam öngörüler, rotalar üretirler.
Zaten, böyle oldukları için belli örgütsel konumlara
sahiptirler. Örgütsel konumları, bu yeterliliklerinin
bir sonucudur. Hukuk ile yeterlilik üstüste düşer, düşmelidir.
Ama, yöneticilik ya da örgütsel konumlanış, girilen
her özgün süreçte, o süreci yaşayan insanları "yeşillik"
konumuna düşüren bir önsel durum yaratmaz. Süreci yaşayan
insanlar, belli bir örgütsel işleyiş içinde (kuşkusuz,
hantallıktan başka bir şey üretmeyen tartışma kulübü
tarzında değil!) kendilerini de ifade etmek, hatta özellikle
yanlış fikirlerini ifade etmek zorundadırlar. Çünkü,
yinelemek gerekiyor, suskunlukla öğrenilebilecek bir
şey yoktur.
***
Şimdiye kadar yaşadıklarımızdan ve bugün çevremizde
yaşananlardan çıkarılması gereken çok önemli dersler
olduğu kesindir.
Eğitim, örgütsel süreçten, onun işleyişinden ayrılamıyor.
Onu tamamlıyor, sağlık kazandırıyor ve doğru örgütsel
süreçler de insanların sağlıklı eğitiminin imkânlarının
yolunu açıyor. Ve bu açıdan, devrimci eğitimi geleceğe
, kendi geleceğimize yapılmış bir yatırım olarak görmek,
böylesi bir önem vermek gerekiyor.
Yeni bir sosyalist kuşak ihtiyacı kendini dayatmaktadır.
Kendini, "vazifesini yapan pratik adam" sayıp,
fazla okumayı-yazmayı sevmeyen insan tiplemesi artık
aşılmalı, hem de bütün cephelerden aşılmalıdır. Devrimci
hareketin, geleceğini güvenceye almak için, düşünen,
doğru düşünme eğitimini almış sağlam politik insanlara
ihtiyacı kesindir.
Bu bir eğitim sorundur. Belki salt teorik değil, aynı
zamanda da pratik eğitim sorunudur ama teorik eğitim
burada çok önemli bir parçadır.
Bu önemli parça üzerine salt kenar notlarından oluşan
bir sıralama sunduk bu yazıda. Yalnızca bir kaç yönden
açabildik sorunu ve kuşkusuz eksikleri vardır. Sağlıklı
yöntemler bulmak, durmadan yöntemsel değişiklikler aramak
bütün insanlarımızın görevidir.
|