Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 
Sosyalist Barikat Bütün YAY-SAT Bayileri ve Kitapçılarda

 

 


"Bir örümcek, dokumacınınkine benzeyen işlemler yapar ve arı, balmumundan peteklerinin yapısıyla pek çok mimarın becerisini gölgede bırakır.Fakat, en kötü mimarı, en becerikli arıdan, daha ta baştan ayırdeden, mimarın peteği kovanda kurmadan önce, kafasında kurmuş olmasıdır..."


KARL MARKS


***
Siyasi mücadeleye ilk adımların çeşitli dostluklar, iş arkadaşlıkları, hatta kimi zaman akrabalıklar yoluyla atıldığı bilinir. Ve bundan aslında yakınmamak da gerekir. Yaşamın gerçeğinde işler her zaman böyle yürümüştür ve yürüyecektir. İnsanlar devrimci saflara çok çeşitli yollardan akıp gelecektir. Temel sorun, şu ya da bu biçimde bir seçim yapmış insana bu seçiminin altını doldurabilmesi için gereken imkânların sunulması, kendi yürüdüğü yolu sorgulayabilecek hale gelmesine yardımcı olunmasıdır. Devrimci örgütlerde siyasal özü olmayan himayeci ilişkilerin yaygınlığı reddedilemez bir gerçekliktir. Gerçekten de kişisel ilişkiler yoluyla bir devrimci yapının saflarına gelen insanların bir çoğunun, o kişisel boyutu aşamadığı biliniyor. Özellikle yapı-içi tartışma süreçlerinde bu ilişki tarzının yarattığı sakıncalar, hatta "tavır alış"lardaki kişisel seçimler çok önemlidir.
Ama bunun da ötesinde önemli olan, böylece, siyasal ufku üç-beş bilgi kırıntısıyla sınırlı, sadakat sözcüğünün kötü anlamında kemikleşmiş bir insan tipinin yaratılıyor olmasıdır.
Oysa, artık devrimci hareket böyle bir bağlılık anlayışına değil, söyleyecek sözü olan, kendi bilinçli sürecini çizmiş insanlara ihtiyaç duymaktadır.


***
Hemen anlaşılacağı gibi, burada kitlelerin "Siyasi Gerçekleri Açıklama Kampanyası" yoluyla genel olarak bilinçlendirilmesinden değil, devrimci örgütün kendi iç eğitiminden ve bir militan tipi yaratılmasından sözediyoruz. Devrimci eğitim, bu anlamıyla, salt teorik "öğretim"e denk düşmeyen, devrimci pratiğin tümünü içeren kesintisiz bir süreç olarak algılanmalıdır. Bu süreç, esas olarak, yeni tipte sosyalist insanın, onun ufuk zenginliğinin ve değerlerinin üretilmesi sürecidir. Bu süreçten, basit anlamda yapının temel saptama ve formülasyonlarının kavranmasının ötesinde, insanların bu saptamaları da kavrayabileceği ve sorgulayarak içine sindirebileceği sağlam bir marksist zeminin yakalanması anlaşılmalıdır. Kuşkusuz devrimci örgütlenmenin, olayları kavrayış ve çözümleme yöntemi, siyasi mücadeleyi ele alış tarzı ve gelenekleri onun içinde devinen insanları özgün bir siyasal-psikolojik şekillenişe sokar; bütün devrimci örgütlerin bu türden kendine özgü davranış birlikleri ve şekillenişleri vardır. Ama öte yandan bu özgün şekillenişin temel bir sosyalist şekillenişin üzerinde yükselmesi, hatta ona tam tamına denk düşmesi gereklidir. Marksist- Leninist düşünme ve davranış biçimi genel olarak bütün yapının ve onun tek tek insanlarının üstüne sinmeli, tek bir süreçte aynı hamurun biçimlenişi olarak anlaşılmalıdır.


***
Marksist-Leninist düşünme ve davranış tarzının içselleştirilmesi kuşkusuz bir teorik eğitimi gerektirir. Teorik eğitimden kastımız, basit olarak sol-içi bir tartışmada işe yarayabilecek kavramların ezberlenmesi değil, yaşamın zenginliğini yorumlayıp çözümler üretebilecek bir zeminin yaratılmasıdır. Bunun salt bir teorik eğitim sorunu olmadığı söylenebilir ve doğrudur. Ama buradan varılması gereken nokta, her şeyi kendi kendine öğrenmekle övünen ve biyo-kimya bilimlerinin onlarca yıllık birikimini hor gören köylünün mantığı olmamalıdır. Olguları yorumlamak, belirli bir düşünme, yorumlama biçimini bilmekle mümkündür. Bilimsel her çözümleme, belirli referans noktalarına, daha önce ortaya konulmuş yöntemlere ihtiyaç duyar. Marksizm, geçmişteki ve gelecekteki bütün olayları saptayan bir kâhinlik gösterisi değil, ama bütün bu olayların yorumlanışında kılavuzluk eden bir düşünme yöntemidir. Bu yöntemi ve onun felsefi pratik açılımlarını kavramadan sosyal pratiğe sağlıklı çözümler üretmemiz mümkün değildir.

***
"Belli bir ölçüde ciddi ve temelli olan her çözümlemenin zorunlu olarak ortaya koyacağı sonuç, günlük yaşam içersindeki insanın çevresine karşı her zaman kendiliğinden materyalist bir tutum aldığıdır; tepkiler uygulamanın öznesi tarafından daha sonra nasıl yorumlanırsa yorumlansın durum değişmez. Bu, doğrudan doğruya çalışmanın özünden doğan bir sonuçtur. Her çalışma, nesnelerden ve yasalardan doğan bir bütünü şart kılar...
...İnancı ne kadar bağnaz olursa olsun, hiç bir Berkeleyci, bir yol ağzında bir otomobilden kaçtığında ya da otomobilin geçmesini beklediğinde, bu olayda kendi bilincine bağlı bir gerçeğin değil, ama salt kendi tasarımının sözkonusu olduğu duygusuna kapılmaz. Doğrudan doğruya eylemde bulunan insanın günlük yaşamında 'esse est percipi' (varolmak algılanmaktır) önermesi tümüyle silinir. Bu kendiliğinden materyalizmin güçsüzlüğü ise, dünya görüşü açısından hemen tümüyle tutarlılıktan yoksun oluşuyla belirginleşir. Dahası bu materyalizm rahatlıkla çelişki öznel olarak da algılanmaksızın-insan bilincinde idealist, dinsel, kör inançlara ilişkin tasarımlarla birlikte varolabilir." (LUKACS,Estetik I /sf:44-46)
Lukacs'ın sözleri daha çok felsefeyle ilgili görünüyorsa da, aslında devrimci eğitim sorunuyla yakından ilgilidir ve çizilen tablo devrimci harekette sık görülen bir "pratik militan" tipine denk düşmektedir. Pratikte çoğu kez yanlış olarak "insiyatifli olmak" sanılan bir "işbitiricilik" tipiyle karşılaşırız. Bazı insanların, genellikle kişiliğinden kaynaklanan bir "hızlı karar alıp uygulama" özelliği vardır; özellikle eylemlilik durumlarında bu nitelikleriyle öne çıkarlar ve bu niteliklerini izlerken başka şeyler üzerine düşünmeyi bir tarafa bırakırız. Oysa, insan yetişme tarzından vb. kaynaklı olarak da pratik eylem sırasında doğru şeyler yapabilir, doğru şeyler yapmayı bir süre devam ettirebilir.
Marksist formasyonun özelliği ise, insana, yaptığı şeyi önceden kurgulama ve sonra da yapılanı değerlendirebilme yeteneği sağlamasıdır. Burada sıradan "pratik" bir değerlendirmeyi de değil, yaşanan konjonktür ve politik yarar vb. açılarından yapılan derinlemesine bir değerlendirmeyi kastediyoruz. Her gün devrimci pratikte yüzlerce karar alıp uygularız ve bunu yaparken çoğu kez uzun uzun düşünmeyiz ama gerçekte kararlarımızı yönlendiren birikimimiz, deneyim kapasitemizdir. Sıradan bir Berkeleyci'nin gerçek yaşamda "mecburen" materyalist olması gibi, bizim pratik sürecimizde de, yapılan işin mantığı gereği çok pratik davranabilmemiz ve doğru devrimci kararlar alabilmemiz mümkündür. Ama esas sorun, bu kararların doğru bir perspektifle alınıp alınmadığı, bu doğru perspektifi sağlayacak ölçüde bir birikime sahip olup olmadığımızdır.
Yoksa, böylesi bir devrimcilik biçimi, (Lukacs'ın söylediklerini uyarlayabiliriz) içimizde bir dizi siyasal-idelojik eksiklikle "birlikte varolabilir."


***
Teorik eğitimden belirli birikimin yaratılması sürecini anlıyorsak eğer, "teori" denilen şeyi de bir biçimde tanımlamak zorunluluğuyla karşıkarşıyayız demektir.
Gerçekte, teori dediğimizde olan şey, günlük hayatımız içinde bazen farkına bile varmaksızın yaptığımızdır. Günlük yaşam içinde somut olgularla karşılaşır, olayların içinde hareket ederken bir çok noktada durup genellemeler ve soyutlamalar yaparız. Çoğu kez "sonuç çıkarımı" deriz ama yaptığımız salt bu değildir, her sonuç çıkarımından geleceğe dönük öngörüler de üretiriz.
Bütün bu süreçlerde, insan düşüncelerinin maddi olayların bir ürünü olduğunu genel olarak bilir ve söyleriz ama olguların zihnimizde nasıl düşünceler haline geldiği yine de biraz bulanık kalır. Daha doğrusu, bir ve aynı olayın nasıl olup da bizim zihnimizde sıradan insanlardan farklı bir yorum yarattığını tam kavrayamayız. Çünkü nihayetinde tek bir olay ve onun belirli verileri vardır. Fen bilimcisinin deyimiyle:"Normal Şartlar Altında" aynı olayın aynı düşünsel sonuçlara yol açması gerekir.
Demek ki, burada sorun, yöntem sorunu, düşünme biçimi sorunudur. Olgulara nasıl baktığımız ve nasıl algıladığımız sorunudur. Ve devrimci teorik eğitim işte bu "nasıl" sorusuna bir karşılıktır.


***
Bir çerçeve çizilebilir ve çerçeve çizmek için insan beyninin çalışma biçiminden işe başlanabilir.
İnsan düşüncesinin oluşumu ve akışı genelde çok bilinen bir yolu izler. Bütün olan şey, somut olgulardan soyutlamaya bir yükseliş ve sonra oluşan soyutlamanın yeniden yaşama dönmesidir. Yaşarken bir an durur ve yaşadığımız şeyin bir yorumunu yaparız. Bunu da genellikle yaşanan olgu henüz sıcakken değil, olup bittikten sonra yaparız. "İnsanın toplumsal yaşam biçimleri üzerindeki düşünme ve incelemeleri ve dolayısıyla bu biçimlerin bilimsel tahlilleri, bunların fiili tarihsel gelişmelerine tamamen ters düşen bir yol izler. İşe "post festum" (iş işten geçtikten sonra) önünde hazır duran gelişme süreci sonuçları ile başlar. (MARKS, Kapital Cilt I/sf: 9)
Ve genelde bir olguyu çözümlemek için yola çıktığımızda, çok bilinen iki hat üzerinden, tümevarım ve tümdengelim hattından yürürüz. Yaşanan şey üzerine düşünür ve o somut olgudan genel-soyut saptamalar üretiriz. Ama her şey böyle ampirik değildir,zihnimizde daha önceden ürettiğimiz ya da başkaları tarafından üretilmiş soyutlamalar vardır ve yeni olguyu o saptamaların müdahale ettiği bir süreçte ele alırız. Bir anlamda varolan birikim de bir sınanmadan geçer ve sonuçta daha yetkin bir soyutlama düzeyine ulaşılır. Eğer saplantılardan uzaksanız ve zihninizi diyalektik bir biçimde işletiyorsanız, doğru soyutlamalara ulaşmamanız için hiç bir neden yoktur. Böylece, bilgi süreci kendi içinde dönen bir dairesellik izlemeyecek, sarmal bir gelişimle her seferinde daha üst düzeyde bir birikime yol açacaktır.


***
Sorun, nesnelere ve olgulara nasıl baktığımız, nereden baktığımız ve onları bütün yönleriyle kavrayıp kavrayamadığımız sorunudur. "Çağını görmek, çağını anlamak, çağını yargılamak; öbür çağları görmekten, anlamaktan, yargılamaktan daha güç olmalı. Çağımıza bakmak kendimize bakmak gibidir, çağımıza bakarken de kendimize bakarken de çok şeyi bulandırır, çok şeyi birbirine karıştırırız. İşin güçlüğü şurada: Özne kendini ya da kendinden olanı tam anlamında bir nesne olarak kavrayamaz; böyle bir şey bilginin gerçek kaynağı olan karşıtlığın, özne-nesne karşıtlığının ortadan kalkması olurdu. Oysa, ne yaparsak yapalım, her bilgi bir özne-nesne karşıtlığına göre gerçekleşir; tüm felsefi düşüncenin, özel olarak diyalektik düşüncenin de çıkış noktası ya da püf noktası burasıdır...
... Bir şeyi kavramanın bazı zorunlu kuralları vardır, bunlardan biri kavrayacağımız nesneye belli bir uzaklıkta durmak, biri de kavrayacağımız şeyi bir ya da bir kaç yönüyle değil, her yönüyle ele almaktır... Demek ki, doğru bilgisine vardığımız şey, belli bir uzaklıktan ve her yönüyle gözlemleyebildiğimiz şeydir." (AFŞAR TİMUÇİN, Niçin Yapısalcılık Değil / Süreç Yay. sf:11)
Demek ki, nesneleri ve olguları kendi bağlantıları içinde, yaşam içinde tuttukları yeri yaşamın bütünü açısından değerlendirerek ele almak gerekiyor ve ancak böyle bir yöntemle doğru bilgiye varabiliyoruz.

***
Bu çerçeveden alarak değinilebilir: "Yapısalcılık" tartışması, çoğunlukla edebiyat (ve özellikle roman eleştirisi) dünyasına özgü bir tartışma sayılmış ve zaten geçmişte ülkemizde de böyle bir platformda sürdürülmüştür. Oysa bir "olguları ele alış biçimi" olarak "Yapısalcılık" ülkemiz solunun siyasal çözümlemelerinde de yaygındır. Ve bu açıdan devrimci teorik eğitimin aşması gereken sorunlar arasında yer alır. A Timuçin'in sözleriyle özetlersek: "Yapı, kendi kendisiyle açıklanan ya da kendisini açıklayan bir şey midir? sorusu yapısalcı bakış açısıyla diyalektik bakış açısının ayrılma noktasını kesin olarak" belirler. (A. TİMUÇİN, Niçin Yapısalcılık Değil/ sf:58) Yapısalcı yöntem, bu soruya "evet" diye yanıt verir ve her olguyu, (bir nesnenin kuruluşu anlamında) yapıyı kendi iç ayrıştırmasıyla anlamaya ve açıklamaya çalışır. "Yapısalcı yöntem böylece evrim kavrayışının tümüyle dışında yer alır, gerçekliği parça parça, kesik kesik kavrar, çünkü ona göre her şey kendi yapısallığı içinde özerk ve anlaşılabilir bir yapı oluşturur" (a.g.e.)
Oysa, diyalektik alanına geçtiğimiz anda tarihselliğe ve bütünselliğe geçmiş oluruz. Olgular, kendi tarihsel evrimleri içinde ve bütün dışsal bağlantıları ile birlikte görüş alanımız içine girerler ve parça ile bütün arasında doğrudan yada dolaylı bütün ilişkileri elde tutma şansını yakalarız. Nesnenin içinde yeraldığı koşulları ve gerek nesnenin o koşulları etkileyişini gerekse de koşulların onu çevrelerken yarattığı etkileri bir bütün halinde gözden geçirebiliriz.

***
Ama öte yandan, "Elbette hayat hiçbir zaman şu veya bu şemalandırmaya harfiyen uygun akmaz. Her soyutlama ve şemalandırma gerçeğin bir kısmını ihmal eder, bir kısmını ise ister istemez abartır. Fakat teorik tahlil, hayatın giriftliğini ve çok yanlılığını kolay anlaşılır hale getirerek, eylem klavuzluğu görevini yerine getirir." (MAHİR ÇAYAN, Kesintisiz Devrim I)
Soyutlama, sonuçta, sadeleştirme ve zamanın bir ölçüde durdurulmasıdır. Bir tür fotoğraf çekimi gibidir. Hayatın zenginliği akıp giderken, o akışın içersinde durur ve bir belirli anın verilerini saptarız. O ana kadar yaşanmış olanın verilerinden belirli saptamalar çıkarır, bunları gelecek için öngörülere dayanak yapar, pratik hareket formülasyonları üretiriz. Ama yaşam, o anda bile, biz bütün bunları üretir ve tartışırken bile durmaz, akar gider.
Herşeye karşın, yaşamın böyle akıp gidiyor olması, teorik çözümlemenin önemini ve gereğini bir an olsun azaltmaz. Çünkü, gerçeğin zenginliğini bir başka biçimde kavramak olanaksızdır. Ancak, teorik çözümleme ve somut verilerin yoğunlaştırılıp sınıflandırılması bize yeni süreçler için sağlam koordinatlar verir. Bütün sorun, yeterince sağlam ve çok yönlü verilerden hareket edip etmediğiniz ve bu verileri doğru bir yöntemle soyutlayıp soyutlamadığınızdır. Bunu sağlıklı biçimde yaptığınızda, bugünün içindeki yarını, yaşananın içindeki yaşanacakları, en azından bazı ipuçlarını yakalayabilirsiniz ve sonuçta gerçeğin kaçınılmaz yoksullaşması vahim bir sakatlık yaratmamış olur.


***
Soyutlama, sadeleştirme ve tabii indirgemedir. Carr'ın renkli örneğiyle anlatılabilir: "1917'de Rusya'da niçin devrim oldu, sorusunu cevaplarken tek bir neden gösteren öğrenci orta alırsa şanslı sayılır...
... (aynı soruya) cevabında Rus Devrimi'nin bir düzine nedenini birbiri ardına sıralayıp, böylece bırakmakla yetinen bir öğrenci iyi alır, ama pekiyi alamaz. Sınavı yapanların yargısı, "bilgili, ama düşünme gücü zayıf" olur. Gerçek bir tarihçi, kendi topladığı bu nedenler listesini eline alınca bir çeşit mesleki zorlama ile bunu bir düzene indirgemek, birbirleriyle ilişkilerini kuran bir nedenler hiyerarşisi meydana getirmek, belki hangi nedenin ya da nedenler grubunun, 'son bakışta' ya da nihai analizde en son neden, bütün nedenler nedeni olarak ele alınması gerektiğini kararlaştırmak gereğini duyacaktır." (E.H. CARR, Tarih Nedir / sf:119)
Somut olgular içersinde gezinir ve onları sıraya sokarken de böyle davranırız. Bir dizi durum arasında sadeleştirmeler ve indirgemeler yaparız.
Ama öte yandan, bunu yaparken her adımda da "indirgeme yapmak" ile "indirgemecilik" arasındaki o ince çizgiyle karşılaşırız.
Bu ayrım çizgisi, soyutlama sırasında gerçeğin zorunlu olarak yoksullaşması ile kolaycı bir mantık sonucu bu yoksulluğa aşık olunması arasındaki çizgidir. Gerçekten de indirgeme ve sadeleştirme, gerçeği daha kolay algılanabilir hale getirdiği için, daha öteye gitmek istemeyen insana idealist anlamında bir huzur sağlar. Ve bu cazibeye kapılmak sık görülen bir durumdur. Böylece bir olayı bütün ayrıntılarını "sadeleştirerek" tek bir ana nedene bağlayarak açıklamak ve bunu bir sistematik haline getirmek mümkündür. Ama böylece rahatça gerçeğe karşı cinayetler de işlenebilir. Onun bir dizi karmaşık dış unsuru gözardı edilebilir ve riskli bir yola girilebilir.


***
Demek ki, teorik eğitim dediğimizde, bir düşünme eğitiminden sözediyoruz. Zihnimizin çalışma biçimindeki köklü bir değişiklikten ve bu değişiklik sonucu somut olguları kavrayış biçimimizin farklılaşmasından sözediyoruz. Olaylar arasındaki nedensellik ilişkilerini yakalayıp bir özne olarak bu nedensellik ilişkilerine nasıl bir müdahale yapılabileceğinin saptanması anlamında bu kavrayış devrimci pratiğe denk düşüyor. Marksist teori bu anlamda muhtemel olgular için reçeteler ortaya konulması değil, bir yöntemin temellerinin atılışı, bir yolun açılışıdır.
Sonuçta bu, insanın düşünme ve davranış biçimine, bir şekilde iradi müdahaledir. Örgüt-içi teorik eğitim için geçerli olan bu durum, genel düzeyde kitlelerin bilinçlendirilmesi eyleminde de geçerlidir. Çok genel anlamda herkes politik olaylardan bir şekilde haberlidir ve belli yorumlara sahiptir. Bir açıdan bakıldığında -ve "insanın düşünceleri onun maddi yaşantısının yansısıdır" tezi çok kaba bir biçimde yorumlandığında- insanların olayları zaten sınıfsal konumlanışlarına göre yorumlayacakları düşünülebilirse de gerçekte böyle bir "talihli" durum mümkün değildir. Uzun yılların getirdiği sınıflı toplum şekillenişi ve manevi üretim araçlarını da denetleyen egemen güçlerin ideolojik hakimiyeti bu yansımayı çarpıtır, karmaşık labirentlere sokar, "yanlış bilinç" dediğimiz durumu ortaya çıkarır. İşte literatürde "siyasi gerçekleri açıklama" olarak geçen olgu, bu çarpılma sürecine yapılan iradi müdahaleyi anlatır. Kitlelerin kendi deneyimleri içine giren, bu deneyimleri doğru bilgi üretecek biçimde yönlendiren siyasi irade, böylece kitlesel planda "... teorik olmaktan çok, siyasi hayatın tecrübesine dayanan ..." (LENİN) bir bilgilenme yaratır. Diyalektik düşünme tarzını kitlesel düzeyde yaygınlaştırır, insanların her gün yaşadığı gerçekliği farklı cephelerden algılayıp soyutlamasını sağlar. Sistem-içi kanallardan sağlanan bilgilenme yerine yeni bir bilgi kanalı açar.


***
İç devrimci-eğitim ise aynı olgunun çok daha yüksek bir boyutta yaşanmasıdır.
Devrimci irade olarak parti, referans noktası sosyalist toplum olan bir nüvedir ve onun insanlarının böyle bir sosyalist kimlik kazanmaları bütünsel bir eğitim sorunudur.
Bu bir eğitim sorunudur ve herşeyden önce teorik eğitim sorunudur, doğru düşünen, karmaşık olguları çözümleyip kendi başına kalsa bile çözüm üretebilen insan tipolojisi sorunudur. Çoğu insanın gözünde büyüterek ulaşılmaz kıldığı "siyasal düzey" kavramı da özünde tam tamına böyle bir tipolojiyi anlatır. "Siyasal düzey", belki "siyasal sağduyu" da diyebileceğimiz bir duruma, olayları sağlam bir perspektifle yorumlayıp pratik kararlar verebilme yetisine denk düşer ki, bu da felsefi-siyasal bir formasyonu zorunlu kılar.


***
Böyle bir formasyon ise sıradan bir eğitim yöntemiyle kazanılamaz.
Sosyalist bir örgütlenmede "eğitim" denen şeyden sözediyorsak, sosyalist düşüncenin mevcut düzenle her alanda yaşadığı derin hesaplaşmanın bir bölümünden de sözediyoruz demektir. Gerçekten de devrimci eğitim, mevcut düzenin klasik eğitim geleneği ile çok ciddi bir hesaplaşmanın üzerine oturabilir. Çünkü bu eğitim geleneği uzun yıllarını bu sistem içinde geçirmiş olan insanlar olarak hepimizin üzerinde onarılması zor yaralar açmıştır. Kafamızdaki bir dizi biçimci, düz bakış açısının doğrudan bu gelenekle ilgisi vardır. Ama herşeyden önce de bu eğitim geleneği, uzun yıllar içinde soluk alıp verdiğimiz bir yaşam biçimi olarak (ki yaklaşık 10 yıllık bir zaman diliminde her günümüzün en az yarısını bu eğitim kurumlarında geçirdiğimizi düşünürsek olguyu kavrayabiliriz) bizde belli davranış normları da yaratmıştır. Öğretme ve öğrenme kavramları ya da saygı kavramı böyle gelişmiştir. Normlar ve alışkanlıklar köklü biçimde yerleşmiştir.
Örneğin didaktizm, öğretmen tavrı ve tamamlayıcısı olarak öğrenci tavrı belli kalıplar olarak zihnimizde oluşmuştur. Belki, didaktik tarz, yani öğreticilik, çok da boşlanmamalıdır. Ama devrimci eğitim dendiğinde çok ciddi olarak başka bir unsur, "katılarak öğrenme" unsuru devreye girer ve girmelidir. Konuşan, araştıran, bulduğunu yüksek sesle söyleyip tartışan, böylece düşüncelerini başka düşüncelerle çatışmaya sokarak geliştiren insan tavrı... İşte devrimci eğitim özünde buna ihtiyaç duyar.


***
Bu eğitim yöntemi, esasında marksist felsefenin ayırıcı özelliklerine de uygundur. Ve bu anlamda devrimci eğitim dediğimizde marksist felsefenin idealizmle olan hesaplaşmasının bir alanından da sözediyoruz demektir. Bilindiği gibi marksist yöntem, tarihte ilk kez, dünyayı değiştirme ile onu anlama süreçlerinin üstüste düşen tek bir süreç olduğunu ortaya koymuştur. Anlamak ve değiştirmek, tek bir bütünsel davranışın parçalarıdır. Başka sözcüklerle ifade edilirse, yaşamak ve öğrenmek de böyle bir bütündür. Devrimci pratik, insanların içine katılarak öğrendiği bir süreçtir. Zaten insan düşüncesinin maddi olayların yansımasıyla meydana geldiği yaklaşımı doğal bir sonuç olarak böyle kesiksiz bir "yaşama-öğrenme" zincirine yol açar. Ve böylece saf anlamda didaktik yaklaşımla aramıza kalın bir çizgi çekilmiş olur.


***
Öte yandan, özellikle bir devrimci örgüt açısından eğitim salt belli işlerin yapılabilmesi için "yeterli" bilginin depolanması değildir. Dolayısıyla, eğitim dediğimizde sosyalist insanın yaratılması gibi bir derdimizi ifade ediyoruz demektir. Üstelik bu yeni insanın ve onun normlarının yaratılması salt teorik bir sorun olmanın ötesinde "ortamı değiştiren insanın kendisinin de bu eylem sırasında değişmesi" esprisine uygun olarak bu sorun devrimci pratiğin bütününü kapsamaktadır.

***
Hemen anlaşılacağı gibi, o zaman eğitim dediğimiz olgu özellikle modern burjuva sisteminin parçalara ayırıcı, dar uzmanlık alanları yaratan modelinden derin bir farklılığı ortaya çıkarmaktadır.
Burjuva eğitim modeli, yaşamın mümkün olduğunca parçalara ayrılarak insanların bu ayrı parçalar konusunda -bütünü gözetmeyen- körü körüne uzmanlaştırılmasını hedef alır. Böyle bir model, hem her özel alanda azami verim elde etmeyi düşünen tek tek patronların işine gelir, hem de insanların genel toplumsal duyarlılığını köreltip atomize etmesi bakımından genel olarak kapitalist sistemin işine gelir.
Oysa, sosyalist insanı yaratma amacıyla bezenmiş devrimci eğitim bunun tam tersi bir yol izler; daha doğrusu özel alanların varlığını inkar etmez ama bütün bu özel alanların birbiriyle bağını kurar ve insanların darkafalı özel uzmanlar olarak değil, herşeye vakıf, olgulara derinlemesine bakabilen bir formasyonla yetişmesini ister. Yaratılmak istenen tip, salt devrimci hareketin belli bir alanında ortaya çıkan görevleri yerine getirebilecek yeterliliğe sahip bir "pratik militan" tipi değil, yepyeni bir kültüre sahip yepyeni bir insandır.
İşte Marksist-Leninist parti tüzüklerinde formüle edilen "her tür devrimci çalışmayı yürütebilecek formasyona sahip olmak" ilkesi de böyle bir anlama denk düşer. Marksist-Leninist örgütlenme, uzmanlaşmayı reddetmez ama "yetersizlikten kaynaklanan" bir uzmanlaşmayı reddeder. Uzmanlaşma, "bir başka işi kötü yapmak"tan kaynaklanmamalı, genel formasyon olarak her düzeyde yeterli olan insanın, özel bir işi daha iyi yapıyor olmasına dayanmalıdır. Esasen, literatürde "politik ve askeri liderliğin birliği" olarak anılan ilkenin özü de bu genel formasyondur. Kastedilen, herkesin her işi yapması ya da "bir elde kitap - bir elde silah yaşamak" gibi bir ilkellik değil, tam tamına THKP tüzüğündeki üyelik koşullarıdır (THKC tüzüğündeki tanım ise "Cephe" misyonundan ötürü daha farklıdır).


***
Bu formasyonu oluşturabilecek bir eğitimin yöntemsel açıdan çerçevesini çizmek gerekirse, öncelikle şu bilinen "eğitim çalışması" biçiminin yararsızlığı vurgulanmalıdır. Özellikle kitapların ya da pasajların birlikte okunup-yorumlanmasına dayanan bu yöntem çok fazla da boşlanmamalıdır ama mutlaka aşılmalıdır. Eğitim faaliyetindeki temel perspektif, katılan insanların tartışarak, çatışarak birlikte bilgiyi ve ilişkilerini üretmeleri olarak algılanmalıdır. Klasik çalışma, böylece yerini, insanların kendi dinamikleriyle hazırlanıp katıldıkları tartışmalı kollektiflere bırakmalıdır. Eğitim faaliyetinin salt bir "öğrenme" olayının ötesinde, insanlararası bir örgütsel ilişki biçimine de denk düştüğü; bir birim faaliyeti olarak eğitimin kollektivite ve örgüt disiplininin üretildiği bir zemin olduğu gözden kaçırılmamalıdır.

***
Öte yandan eğitim, insanların zorlandığı bir süreç olarak algılanmalıdır. Özünde bilgi edinme, bir arayıştır, zorlanmadır.
Mevcut olan bilgi düzeyini zorlamadan, varolan kapasitenin üstüne çıkmadan bilgiye ulaşmak mümkün değildir. Bir ırmağı geçerken, sık aralıklarla konulmuş düzenli taşlardan yararlanmak belki görünürde bir kolaylık sağlar, ama ne kasları, ne de yaratıcılığı geliştirir. Oysa farklı yerlerde, düzensiz aralıklarla duran kayalardan sıçramak, zordur, risklidir ama geliştiricidir. İnsanların önüne sıçramaları hiç mümkün olmayan uzaklıkta taşlar konulmamalıdır, ama öte yandan bir çocuğun bile geçebileceği ortam da yaratılmamalıdır. Yani, bilinen klasik eğitim yöntemi devrimci eğitim sürecinde pek geçerli değildir. En alt seviyeye inerek, en basit, en anlaşılır konularla işe başlayarak insanlara daha çok ve daha kolay birşeyler öğretebileceğimizi varsaymak çok akıllıca değildir. Nihayetinde, devrimci bilinç, kazanılmasında yardımcı olunan ama enjekte edilemeyen bir şeydir. Ve bu yardımcı olma süreci, insanlara kolay yoldan haplar yutturmaya değil, onların kavrayış kapasitesini, bakış açısını geliştirmeye yönelik olmalıdır.


***
Eğitim, seçiciliği de önşart olarak zorunlu kılar.
İnsan beyninin ve duyu organlarının seçme ve konsantrasyon özelliklerine sahip olduğu biliniyor. Böyle bir konsantrasyon yeteneği olmasaydı, yani insan bütün sesleri, renkleri,kokuları aynı ölçüde algılıyor olsaydı; ve beynine ulaşan her algıyı, bilgiyi hiç sınıflandırıp ayıklamadan değerlendiriyor olsaydı, sürekli bir çılgınlığı yaşardı.
Bilgi edinme süreci de nihayetinde seçme ve konsantrasyon yoluyla yürür. Kuşkusuz beyin hiçbir kırıntıyı dışlayıp atmaz, her şeyi uygun biçimde arşivleyip indeksler; ama bir yandan da bizim iradi tercihlerimize göre algı ve bilgileri öncelikler sıralamasına sokar. Ve bu zorunludur da, rastgele bilgi yığılmasından bizi korur, belli bir yönde yoğunlaşmamızı sağlar.
Elbette bu, bizim bilgi edinirken basit bir biçimde kendimizi sınırlamamız anlamına gelmez. Teorik bilgi salt siyasal klasikler yoluyla ulaşılabilecek bir olgu değildir. Bu, çocuğuna "derslerini engelleyeceği" için roman vb. okumayı yasaklayan babanın tavrına benzer. Teorik birikim, insanın bütün yaşantısı içinde her saniye yaşadıkları, gördükleri ve okuduklarıyla ulaşabileceği bir zenginliktir. Bu süreçte, "Anti-Dühring" ne kadar önemliyse, izlenen bir tiyatro oyunu, yapılan bir tartışma, yaşanan bir çelişki de aynı ölçüde önemlidir, hepsi zenginliğimize bir şeyler katar. Sonuçta, "birikimli insan" dediğimiz tip, bütün bunların yıllar içersinde üstüste yığılmasının ürünüdür.
Yani, öğrenilecek şeylerin çokluğu ve kitap yığınları önünde korkuya kapılmak yersizdir. Başlamak önemlidir. Bir süre sonra bir şeylerin biriktiği kendiliğinden farkedilir, daha doğrusu biz somut olayların içinde koyduğumuz tavırlardan, söylediğimiz şeylerden bunu farkederiz. Beynimizin giderek ansiklopedik bir işleyiş kazandığını farkederiz.

***
"En yaygın sanı, tarihçinin çalışmalarını kesinlikle ayırdedilebilir iki evre ya da döneme ayırdığı yolundadır. Önce, kaynak okuyarak ve defterlerini olgularla doldurarak uzun bir hazırlık dönemi geçirir; sonra, bu bitince, kaynaklarını bir yana koyar, defterlerini çıkarap baştan sona kitabını yazar. Bu bence inandırıcı ve kabul edilir değildir. Çünkü, ana kaynak saydıklarımdan birkaçını okumaya başlar başlamaz, bana şiddetli bir itilim gelir ve yazmaya başlarım; mutlaka başından değil, bir yerinden, herhangi bir yerinden... Böylece okuma ve yazma birlikte ilerler. Ben bir yandan okumaya devam ederken yazdıklarım çoğalır, eksilir, yeniden biçimlenir, yırtılıp atılır.Yazma, okumaya kılavuzluk eder, onu yönetir, verimli kılar; yazdıkça neyi aradığımı daha iyi bilir, bulduğumun anlamını ve konuyla ilişkisini daha iyi kavrarım...
... Ben şuna inanıyorum, adına değer her tarihçi için, iktisatçıların "girdi" ve "çıktı" dedikleri iki süreç aynı zamanda ilerler, bunlar uygulamada bir tek sürecin parçalarıdır." (E. H. CARR, Tarih Nedir / sf:39)
Teorik bilgi edinme süreci de aşağı-yukarı Carr'ın çizdiği bu çerçeveye uyar. Kuşkusuz Carr, kendi açısından bir "yazma yöntemi" sorununu tartışıyor ama söylenenler genelleştirilebilir.
Gerçekten, teorik eğitim sürecinde "salt bilgi biriktirilen" bir dönemden sözetmek hem saçmadır, hem de büyük bir enerji israfının kapılarını açmaktır. Yani, kitaplığın karşısına geçip, "ben şunları bir okuyayım" derseniz, daha baştan bir çıkmaz sokağa girersiniz. Ve o hayat dolu, son derece zevkli kitaplar rahatlıkla bir "uyku getirici" ilaç gibi işlev görebilirler. Çünkü, okurken aradığınız bir şey yoksa, bir tercih sonucu okumuyorsanız, okuma isteğiniz de çok uzun sürmeyecektir. Oysa, bir seçim yapıp, özel bir çalışmanın kaynakları olarak gördüğünüz şeyleri okuyorsanız, artık sürekli notlar yazıp, bir şeylerin altını çizmekten, konuyla ilgili düşünceler üretmekten kendinizi alamazsınız.
Ve işte o zaman, "girdi" ve "çıktı" süreçleri birlikte ilerlediğinde, her aşamada "ne aradığımız" ve "bulduğumuzun anlamının ne olduğu" netleştiğinde, "okumak" dediğimiz o sıkıcı iş gerçekten bir anlam kazanacak, bir zevk haline gelecektir. "Okuma alışkanlığım yok" diye sızlanan her insan, olayı bir kez de bu açıdan gözden geçirmelidir.


***
Alçak gönüllülük iyi tanımlanmamış ve çoğu kez içi yanlış doldurulan bir kavramdır. Bu kavramın yanlış tanımlanışı ya da içimize sinmiş yanlış toplumsal normlar devrimci süreçte bir çok insanımızı kısırlaştırıp etkisizleştirmiştir. Süreç içersinde bir dizi insan "kendisinin yetersiz olduğu" düşüncesiyle bir çok olaya seyirci kalmayı seçmiş ve gözünün önünde aklına yatmayan bir çok olgu yaşandığı halde insiyatifi başkalarına bırakmıştır. Böylece bütün süreçlerde yanlış konumlanışlar oluşabilmiş ve bazı insanların yolu haketmediği ölçüde açılırken bazılarının önü haketmediği ölçüde kapanmıştır. Kendisinde varolan cevheri farketmeyen bir çok insanımız böylece kısırlaşabilmiştir. Gerçekte, bir dizi insanda gözlenen olgu "yeterli olmamak" değil, kendi yeterliliğinin fakında olmamaktır. Bugün pekala bir çok şeyi bildiği halde, politik düzeyi söylem olarak zayıf da olsa, siyasal sağduyu anlamında sağlıklı olduğu halde, sırf bunu belirli bir biçimde ifade edemediği ya da ifade edemeyeceğine inandığı için "ben yeterli değilim" biçiminde kendi iç güvensizliğine gömülmüş bir yığın insan vardır. Oysa, alçakgönüllülük kendinde olanı farketmemek ya da bunu öne sürmemek değildir. Alçakgönüllülük bunu yaparken başkalarına da saygı duymak, farklı düşünceleri de değerlendirebilecek bir esnekliğe sahip olmaktır. Alçakgönüllülük, yoldaşlarına - hatta başka çevrelerden insalara- saygı duymak, ama kendine ait söyleyecek sözü varsa onu da çok net biçimde söylemektir. Bunu yapmamak alçakgönüllülük değil, medeni cesaret eksikliğidir ve kimi durumlarda örgütün sağlığına karşı işlenmiş bir cinayettir.


***
Aynı bağlamda "kariyerizm" kavramı da değerlendirilmelidir. Devrimci insanın, örgütlü bireyin, yanlış gittiğini gördüğü şeye müdahale edip eğer zorunluysa -belirli mekanizmaları işleterek- insiyatifi fiilen ele alması kariyerizm değildir. Hatta çoğu durumda bu bir görevdir de. Yaşanan bir çok örnekte bir çok insanın "kariyerist" gibi algılanmamak için gözünün önündeki yanlışlara seyirci kaldığı bilinmektedir. Oysa, eğer bir tanımlama yapmak gerekirse, "kariyerizm", salt mevki hırsıyla çalışma yürütmek ve bunun için dolaplar çevirmek, farklı türden ilişkileri kullanmak olarak nitelenebilir. Başka bir deyişle "hakedilmemiş" bir durumu elde etme, bunun avantajlarını kullanma çabasıdır. Kariyerizm, elde edilen (kazanılan değil, elde edilen!) konumun sağladığı maddi ya da manevi avantajların varlığına yaslanır, bu yüzden de en belirgin örnekleri üst konumun çok rizikolu olmadığı "durgunluk" günlerinde, ya da doğrudan yaşam avantajı sağlayan iktidar sonrası süreçlerde görülür. Çünkü, özellikle radikal bir mücadeleyi önüne koymuş olan yapılarda savaş günlerinde yönetici konumlar, hiç de güvenlikli değildir, aksine en riskli yaşantıları ve en zor kararları zorunlu kılar.
Oysa, devrimci insiyatif ile kariyerist müdahaleler arasına ince de olsa bir sınır çizgisi koyabilmek mümkündür. Özgün bir devrimci çalışma alanında ya da hareketin bütününde yanlış giden süreçlere bir şekilde müdahale etmek, bu konuda siyasal cesaret sergileyebilmek kariyerist bir tutum değildir. Bir çok durumda bir çok insan bunu zor kavramakta ve yukarda sözü edilen safça alçakgönüllülüğün bir sonucu olarak yığınla yanlışa seyirci kalmaktadır.


***
Bizde garip bazı atasözleri vardır. Belki çok da kötülük olsun diye söylenmemişlerdir ama sonuçta bir yığın kötülüğün de anası olurlar.
"Bilmediğin konuda konuşma!" biçiminde öğüt veren söz de bunlardan biridir. Kim söylemiştir, neden söylemiştir bilinmez ama sözün kendisinin insanın gelişimini çok sınırlayan bir içeriğe sahip olduğu kuşku götürmez.
Peki ama, bilmediği konuda konuşmayan insan nasıl birşeyleri bilecektir, öğrenecektir? İnsanoğlu yaparak ve yapılan üzerinde konuşarak öğrenir. Başka bir yol yoktur. Bilmediği konuda konuşmadan, yanlış düşüncelerini, eksik bilgilerini ortaya atıp savunmadan, bu düşüncelerin varsa eksikliklerini farkedebilmek mümkün değildir. İnsan doğruları gözleriyle ya da kulaklarıyla değil beş duyunun bütün iletilerinin toparlandığı beyniyle kavrayabilir ve böyle bir kavrayış, salt dinleme ya da izleme yoluyla kazanılamaz. İzlemek, ya da duymak ya da okumak salt kendi başlarına, birbirinden soyut eylemler olarak birer öğrenme yöntemi oluşturmazlar. Öğrenme, bilgi edinme denilen şey bütün bunların toplamının içiçe geçtiği ve bunlara en önemli unsurun, katılımın eklendiği bir süreçtir. Katılım ise ürkekliği ve çekingenliği en baştan dışlar; çünkü böyle bir durum katılımı katılım olmaktan çıkarır, izleme halinin kısmen aktif bir biçimine dönüştürür. Bu, katılım değildir. Katılım insanın bütün gücü ve varlığıyla sürece atılması ve süreç içinde savaşan, çatışan, kendi görüşlerini savunan bir özne olmasıdır. Bizzat içine girilip yaşanmayan, yaşanırken doğru-yanlış, eksik-tamam düşüncelerin tartışılmadığı, hatta bunlar yüzünden bir yığın sert polemiğin yaşanmadığı süreçlerde hiçbir şey üretilemez. Böylesi süreçlerde üretilecek sonuçların sağlıklılığı bir yana, süreci yaşayan insanların bilinci de değiştirilemez.


***
Aslında sorun, bilmediği konuda susmak değil, bilinsin bilinmesin her konuda yoldaşlara ve bütün insanlara saygılı davranmaktır. Saygının esası suskunluk değildir. Bu zaten klasik eğitim sisteminin bize miras bıraktığı, ya da beynimize işlediği çarpık bir saygı anlayışıdır. Saygı, esasen marksist düşüncenin temelini oluşturan diyalektik yöntemin bir ürünüdür. Bu yöntem sayesindedir ki, bütün durumlar için geçerli sayılan mutlak hakikatler yıkılmış ve bilginin göreliliği sorunu kavranmıştır. Yani, bilinen ya da bilindiği düşünülen bir konuda da bilimsel düşüncenin özünde varolan bir saygı gereklidir. Çünkü, nihayetinde bildiğimizi iddia ettiğimiz şeylerin çoğu gerçek yaşamın sınamasında değişebilirler. Yaşamda, tesbitler yapar, öngörüler üretiriz. Bu öngörülerden de pratik sonuçlara ulaşırız, yollar çizer, yapılması gerekenleri saptarız. Kuşkusuz burada bilinemezciliğe varan bir ampirizm yoktur. İnsan bilgisi, her yeni durumda herşeyi sıfırdan ele alarak ilerlemez. Belirli bir anda bildiklerimiz kesin doğrularımızdır. Ama onlar yine de süreç geliştikçe, bizim bilgimizin sınırları genişledikçe yeniden biçimlenirler. "Demek ki insan düşüncesi doğası itibarıyla bize, göreli doğrulaın toplamından oluşan mutlak doğruyu verme yeteneğindedir ve bunu verir de. Bilimin gelişmesindeki her aşama, bu mutlak doğru toplamına yeni kırıntılar ekler; ama her bilimsel önermenin doğruluğunun sınırları görelidir ve bilginin daha da gelişmesi ile bu sınırlar ya daha geniş ya da daha dar bir şekilde çizilebilir." (LENİN, Materyalizm ve Ampriokritisizm sf:169) Sonuçta biz, her durumda kendi perspektifimizi sonuna dek ve inatla savunmak ama öte yandan başka türden perspektifleri de gözetmek, bu perspektiflerin sahiplerine saygı duymak zorundayız.
Saygı, ürkek davranmakla, susmakla, o anda, o süreçte kafada uyanan fikri söylememekle hiç ilgisi olmayan bir şeydir. Sorun, fikrini söylememek değil, bu fikri başkasının kafasına bir dayatma olarak vurmamak ve salt bize katılmadığı için karşımızdaki insanları aşağılamamaktır. Yoksa, sürece fiilen ve bütün varlığıyla katılmayan insanın o süreçten bir şey öğrenebilmesi mümkün değildir.

***
Ve burada şu çok net kavranmalıdır. İnsanın kendisini başkalarından eksik hissettiği, bunun sonucu olarak geri durduğu bir süreçte hiçbir şey kazanılamaz. Kuşkusuz bir örgütlülük sürecinde hiyerarşi, yönetsel organlar ve merkezi işleyişler vardır. Ama buna karşın her özgün süreçte, o sürece belirli bir örgütsel form içinde fiilen katılan insanlar, o anda, o süreç itibarıyla kendi aralarında eşittirler. Yani, sürecin içindeki herhangi bir unsur kendi sözünün, kendi fikrinin, önerilerinin bir başka insanınkinden daha değersiz ve daha etkisiz olduğunu düşündüğü anda orada belki o pratik işi bir biçimde yapmak yine de mümkündür ama iş yapılırken insanların birşeyler kazanıp yetkinleşmesi mümkün değildir. Bir süreci fiilen birlikte yaşayan insanların süreç üzerine düşünceleri birbirine eşit değerde düşüncelerdir. Bu rahatlığı ve güvenliği hissetmeyen insan düşüncelerini ifade etmekte ve dolayısıyla da bu düşüncelerin çatışmasından bir şeyler öğrenmekte zorlanır.
Elbette, gerçek hayatta insanlar eşitsizdirler. Herhangi bir süreçte de durum böyledir. Bazı insanlar, süreci daha derinlemesine kavrayabilecek daha sağlıklı birikimlere sahiptirler ve daha sağlam öngörüler, rotalar üretirler. Zaten, böyle oldukları için belli örgütsel konumlara sahiptirler. Örgütsel konumları, bu yeterliliklerinin bir sonucudur. Hukuk ile yeterlilik üstüste düşer, düşmelidir. Ama, yöneticilik ya da örgütsel konumlanış, girilen her özgün süreçte, o süreci yaşayan insanları "yeşillik" konumuna düşüren bir önsel durum yaratmaz. Süreci yaşayan insanlar, belli bir örgütsel işleyiş içinde (kuşkusuz, hantallıktan başka bir şey üretmeyen tartışma kulübü tarzında değil!) kendilerini de ifade etmek, hatta özellikle yanlış fikirlerini ifade etmek zorundadırlar. Çünkü, yinelemek gerekiyor, suskunlukla öğrenilebilecek bir şey yoktur.


***
Şimdiye kadar yaşadıklarımızdan ve bugün çevremizde yaşananlardan çıkarılması gereken çok önemli dersler olduğu kesindir.
Eğitim, örgütsel süreçten, onun işleyişinden ayrılamıyor. Onu tamamlıyor, sağlık kazandırıyor ve doğru örgütsel süreçler de insanların sağlıklı eğitiminin imkânlarının yolunu açıyor. Ve bu açıdan, devrimci eğitimi geleceğe , kendi geleceğimize yapılmış bir yatırım olarak görmek, böylesi bir önem vermek gerekiyor.
Yeni bir sosyalist kuşak ihtiyacı kendini dayatmaktadır. Kendini, "vazifesini yapan pratik adam" sayıp, fazla okumayı-yazmayı sevmeyen insan tiplemesi artık aşılmalı, hem de bütün cephelerden aşılmalıdır. Devrimci hareketin, geleceğini güvenceye almak için, düşünen, doğru düşünme eğitimini almış sağlam politik insanlara ihtiyacı kesindir.
Bu bir eğitim sorundur. Belki salt teorik değil, aynı zamanda da pratik eğitim sorunudur ama teorik eğitim burada çok önemli bir parçadır.
Bu önemli parça üzerine salt kenar notlarından oluşan bir sıralama sunduk bu yazıda. Yalnızca bir kaç yönden açabildik sorunu ve kuşkusuz eksikleri vardır. Sağlıklı yöntemler bulmak, durmadan yöntemsel değişiklikler aramak bütün insanlarımızın görevidir.


 

 

 

 

 

sbarikat@hotmail.com
barikat@barikat-lar.de
Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk. 4/5 Aksaray-İstanbul
Telefon/Faks: (0212) 632 23 19
Adana Büro: Ali Münüf Cad. Büyük Adana İş Hanı Kat: 4/29 Adana
Tel-Fax: 0322 352 17 92