ANAP iktidarı, uluslararası ve ulusal bir dizi
sorun karşısında tam bir çözümsüzlük içinde bulunduğu
bir aşamada, mevcut çarpık kapitalist düzene bir
miktar "taze kan" vermek için, uluslararası
sermaye ve yerli işbirlikçi tekelci sermaye denetiminde
erken seçim kararı aldı. 12 Eylül ve devamı ANAP
yönetiminde, son onbir yılda hiçbir zaman, kendisine
yüklenen "muhalefet" rolünü bile oynayamayan
muhalefet partileri ise; bir süredir "erken
seçim" nakaratını tekrarlıyorlardı. Böylece,
bir dizi sorun çözme iddiasıyla ve vaadler ütopyası
pazarlama yarışı içinde, 20 Ekim 1991'de erken
seçim yapıldı.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, yeni sömürgecilik
politikasının bir gereği olarak oynanan "demokrasi"
oyunu, doğal olarak burjuva partilerinin varlığını,
bunların seçim sistemi ile kitleleri düzen sınırları
içinde tutma çabalarını gerektirmektedir. Bu,
yeni sömürgeci toplumsal düzene, sömürge tipi
faşizme uygun, aynı zamanda bu iğrenç düzeni/yönetimi
maskelemeye çalışan bir burjuva uygulamadır. Özünde,
tarihsel olarak biten, burjuva sisteminin bir
parçası olan parlamenterizm, hala siyasi olarak
varlığını can çekerek devam ettirmektedir. Ve
bu durum bizim gibi yeni sömürge ülkelerde tam
bir rezalet yarışı içinde, kukla niteliğini derinleştirerek
kendini ifade etmektedir. Uluslararası sermaye
ve işbirlikçi tekelci sermaye, zaman zaman ipin
ucunu elden kaçırdığında kukla parlamenterizmi
rafa kaldırsa da (12 Mart, 12 Eylül) ona hep ihtiyaç
duyar.
Bu iğrenç "demokrasi" oyunu 1983'ten
bu yana çok daha fütursuz, çıplak biçimde devam
etmektedir. Uluslararası kapitalist sistemde,
1970'lerdeki işbölümünün almış olduğu yeni biçime
paralel olarak "ihracata yönelik sanayileşme"
modelinin yarattığı tekelci sermaye grubunu temsil
eden ANAP, yeni "demokrasi" oyununun
baş figüranıdır. 12 Eylül açık faşizmin devamı
olan ANAP iktidarı 1983 seçimlerindeki vaadlerinin
ve çeşitli iddiaların aksine hiçbir sorunu çözememiş
ve ülkeyi tam bir enkaza dönüştürmüştür. Yeni
sömürgecilik ilişkisininin bir sonucu olarak,
ülke tamamen emperyalist ülkeler ve sermayenin
açık pazarı haline getirilmiş, dış borçlar katlanarak
devam etmiştir, emperyalist sermaye için her türlü
imkan sağlanmış, Beyaz Saraydan telefonlar çok
daha fazla meşgul edilerek yönetilmiş, kapitalizmin
yarattığı ekonomik sorunlar (Enflasyon, ücretlerin
dondurulması, işsizlik, yatırım v.b, alanlarda)
katlanarak büyümüş, IMF, Dünya Bankası reçeteleri
ile, emekçi sınıf tam bir pervasız sömürüye tabi
kılınmıştır. K.Kürdistan'da kendi ayakları üzerinde
yükselen Kürt ulusal mücadelesi karşısında açmaz
yaşayan ANAP, hiçbir siyasi soruna çözüm bulamazken,
tam bir keyfiyetle gerici-faşist yasa ve kararnamelerle
ülkeyi yönetmeye çalışmıştır.
Elbet bundan çıkarı olanlar vardır. Emperyalist
sermaye ve işbirlikçi tekelci sermayenin çıkarlarını
ANAP temsil etmiştir, ama Kürt ve Türk emekçi
sınıflarını asla! zaten, tamamen bir "demokrasi"
oyunu olan, tarihsel olarak bitmiş seçim sistemi
emekçi sınıfların sorunlarını çözmek için vardır.
ANAP, 1983'te en çok iki kavramı kullandı: Birincisi,
ekonomik bir kategori olan "enflasyon",
ikincisi ise siyasi bir kavram olarak "liberalizm".
Son yirmi yılın en önemli ekonomik sorunu olan,
ama aynı zamanda sosyal sonuçlar doğuran enflasyon,
ANAP tarafından kullanılırken kitlelere enflasyonun
%10'a düşürüleceğini vaad etmişti. Ama bu hedef
hiç gerçekleşmedi ve %70 ila %100 arasında seyretti..
"Demokrasi" oyununun bir ifadesi olarak
kullanılan "liberalizm" (ki bir burjuva
ideolojisidir), burjuvazi ve emperyalist tekeller
için yoğun sömürü, ticaret özgürlüğü ülkenin açık
pazar haline dönüştürülmesi anlamına gelirken
Türk ve Kürt emekçi sınıflar için baskı, katliam,
işkence devlet terörü, cezaevi, sürgün anlamına
gelmektedir. SS kararnameleri, devlet terörü yasası,
açıktan infaz sürgün v.b uygulamalarla 12 Eylül
açık faşizmini aratmayan dönemimizle yeni temelleri,
bu devamlılığın temelidir.
91 Erken seçimini, yeni sömürgecilik ağı içindeki
çarpık kapitalizmin çözümsüzlüğünün "çözümüdür",
seçimleri özellikle son yıllarda zor metodunu
temel alan bir pasifikasyon operasyonunun halkası
olarak görmek gerek. Bir dönem genellikle bir
burjuva partisi (DP-AP) iktidar partisi niteliğindeyken
ve sol adına bir diğer burjuva partisi (CHP) muhalefet
rolü oynarken; son on yılda bu durum yeni biçimsel
farklılıklar gösterdi. Artık, bu sömürge tipi
faşizm, sol adına bir muhalefeti içermeyen, tek
taraflı bir oyundu. Dolayısıyla, "demokrasi"
adına da çıplak zor yöntemleri adına da ANAP bu
rolü oynadı... Ayrıca, oligarşi ve partileri,
kendi programlarını istedikleri gibi uygulama
alanına sokamıyorlardı. T.C. oligarşinin bu programını
Türkiye'de uygulaması nispeten kolay olurken,
uluslararası bir sömürge olan Kürdistan'ın Kuzay-Batı
kesiminde yükselen devrimci dinamizm, bu programı
bozmada temel rollerden birini oynadı.... Ve siyasal
zor adına olduğu gibi "demokrasi" adına
da bir çok şeyin mihenk taşı, Kürdistan sorunu
oldu... Kürt ulusal sorunu karşısında, tüm burjuva
partileri ne kadar “demokrat" olduklarını,
"vatanın bölünmez bütünlüğü" adına,
koro halinde ispatladılar! istisnasız tüm burjuva
partileri, Kürt ulusal sorunu karşısında en gerici,
en şövenist rolü üstlendiler. Son yirmi yılda
"demokrat" olarak kitlelerin "umut"
sömürüsünü yapan Ecevit, T.C'nin yürüttüğü özel
ve kirli savaşa açık destek verirken aynı zamanda
çirkin yüzünü açığa çıkartıyordu... Çözümsüzlük
içinde çırpınan T.C., erken seçimle, Kürt ulusal
sorununa yeni bir makyaj yapmak istedi. Ama artık,
Oligarşi, özellikle Kürdistan'da her istediğini
istediği biçimde yapamıyor, Yurtsever-devrimci
hareket T.C'nin oyunlarını bozacak güç ve politik
esnekliğe sahiptir.
Yıpranan ANAP, 1989 seçimlerinde kitle temeli
boşalan bir iktidar, bir dizi ekonomik, sosyal,
siyasal sorunları çözemezken, aynı zamanda, "Reel
sosyalizmin" çözülmesi ile oluşan ABD merkezli
"yeni dünya düzeni"nin ihtiyaçlarını
da tam karşılayamamaktadır. "Körfez Savaşı"
olarak bilinen emperyalist savaşta, Saddam gericiliğini
cezalandıran, Ortadoğu haklarına karşı katliam
düzenleyerek suç dosyasını kabartan ABD; tüm uluslararası
sorunları kendi ekseninde "çözmek" istemektedir.
ABD, kendi karşısında "reel sosyalizmin"
açmazını kullanarak, dünyanın tek otoritesi olma
rolü yüklenmeye çalışıyor, dolayısıylada, "Körfez
Savaşı" ile bir kez daha ön plana çıkan Kürt
ve Filistin sorunu, başta olmak üzere tüm sorunlmara
yeniden el atıyor... Kürt sorununu, kukla bir
Kürt devleti veya otonomi, özerklik programları
ile emperyalizm lehinde çözmeye çalışırken, bunun
için "çekiç güçler" dahil her türlü
yöntemi kullanırken, Filistin sorununu diplomasi
kanallarında boğarak zararsız hale getirmeye çalışıyor.
TC oligarşisinin bir kamburuna dönüşen Kıbrıs
sorununu da bu temelde "yeni dünya düzeni"
operasyonunun bir parçası olarak ele alınıyor.
Ve bu "yeni dünya düzeni"nin gereği
olarak oynanan "demokrasi" oyunu için
de erken seçim zorunlu idi.
Özetle, bunların sonucunda 45 yıldır oynanan bir
oyunun devamı olarak '91 erken seçimleri gündeme
gelmiştir.
Nihayet, mevcut burjuva partileri arasında farklılıkları
giderek daha fazla azalan ideolojik-politik programlar,
emekçi sınıfların yaygın ilgisizlik ortamında,
Amerikanvari propagandalarla, bol demagoji ve
vaadler eşliğinde, 20 Ekim 1991'de seçim yapıldı.
Her altı seçmenden birinin oy kullanmadığı bu
seçimlerde, burjuvazi kendi "demokrasi"si
açısından bile sınıfta kalan bir seçim sistemiyle,
TÜSİAD, Kontr-gerilla. MİT, ABD, CIA, IMF denetimi
ve gözetiminde "seçimi" gerçekleştirdi...
Bugün seçim sonuçları ortadadır...
Peki ortaya çıkan bu manzara nasıl değerlendirilebilir?
21 Ekimde önümüze serilen tablodan ne anlamalıyız.?
Birincisi: Halkın belli bir kesimi, çeşitli dönemlerde
kesintiye uğrayan, yeni sömürgeci toplumsal yapıyı
ve sömürge tipi faşizmi maskeleme işlevi gören
ve ona karakterini veren parlamenterizmden umudunu
yitirir, uzaklaşır ve oy sandıklarına gitmezken,
oy kullanan kesimin tercihleri de sağda yoğunlaşmıştır.
Demokrasicilik oyununun bir "karnaval” gibi
seyrettiği seçim sürecinde olduğu gibi, seçim
sonuçlarında da geniş emekçi kitlelerin, burjuva
parlamerterizmin ifadesi olan seçime ilgisi geri
düzeydedir. Programlarda ifadesini bulan burjuva
partilerinin aralarındaki farklılığın azaldığı
gerçektir. Ve artık, 45 yıldır hiç bir sorunu
çözülmeyen, tam tersine giderek sorunları büyüyen
emekçi sınıfların burjuva partileri "umut"
"kurtarıcı" olarak görmeme zamanı gelmiştir
Böylesi bir sonuçta, günlük ekonomik dertler içinde
bir kısır döngü dehlizinde kulaç atan ve artık
bol vaad ve yalanlara inanmaması gereken emekçi
kitlelerin burjuva partilerine karşı tutumunun
politik-örgütsel savaşımın gereklilikleriyle buluşması
zorunludur. Seçimlere yönelik siyasal ilgisizlik,
bir başka faktörle birlikte değerlendirilmelidir:
12 'Eylül'den bu yana devam eden depolitizasyon!...
Bir başka deyişle, ekonomik ve siyasi depolizasyon
politikaları, halkın bir kesiminin seçimlere karşı
da ilgisiz kalmasına yol açmıştır. Bu kesimin
seçimlere karşı ilgisiz kalması, düşünce bazında
siyasal bir alternatif geliştirmiş olduğu anlamına
gelmemelidir. Burjuva parlamentosundan umudunu
kesip, bunun yerine konulacak 'yeni'nin arayışı
içinde olduğu anlamına da gelmemektedir. İlgisizlik,
uzun yıllara, yaşamlarının tümüne yayılmış bir
değişmezliğin, bir yeknesaklığın yarattığı bıkkınlığın
yanısıra; bunun değişmeyeceği-değiştirilemeyeceği
eğilimini ağır basmasıyla ilgilidir. Bir yabancılaşmanın,
bir kaçışın ifadesidir. Toplumsal olana bireysel
olanın (bireyci olan anlamında) ağır basmasının
ifadesidir...
Halkın seçimlere karşı ilgisizliği, seçimin siyasal
yanında belkide daha çok festival ve heyecan yanıyla
ilgilenmesi; onun siyasal dönüşümünü çözümlemek
açısından iki değişik yönden incelenmelidir. Birincisi,
bu ilgisizlik, halkın yeniden siyasallaşması sürecinde
onun hangi sosyal, kültürel, psikolojik, gereksinmeler
içinde olduğunun doğru tesbit edilmesi gereklidir.
Çünkü, olayı salt siyasal-ekonomik temellerde
ele almak özellikle bu koşullarda çok kaba ve
ilkel sonuçlar verecektir, ikincisi, halkın siyasallaşmayı
hangi mücadele kanallarında arayacağını iyi çözümlemek
gerekmektedir. Çünkü bizim politik buluşma noktalarımız
sadece kendi seçimimiz ve perspektifimimizin yöntemleriyle
olamaz. Doğru, bir dayatma haline getirilmemelidir.
Doğru, kendi ilkeselliğine stratejik çizgilerini
zedelemeden tüm arayışların yanıtına koşar, (ve
kuşkusuz öncelikle halkın 'arayış' içine girmesinin
politik zeminini yaratarak... Bu noktada Mahir
yoldaşın, "sempati-güven-destek" üçlemini,
'arayış, varlık, buluşma' tarzındaki başka bir
üçlemle birlikte düşündüğümüzde; dönemimizin siyasal
programının mantığı oluşuyor.
Kitlelerdeki, düzen partilerine ilgisizliğin devrim
ve sosyalizm lehine gelişmesi, herşeyden önce
devrimci politik alternatifin doğru temelde, doğru
yöntemlerle gelişmesine bağlıdır. Politik arena
boşluk tanımaz. Eğer açılan kanallar devrimci
politik alternatifle değerlendirilemezse karşı-devrim
bunu tıkar. Çelişkileri kendi kanallarına akıtır.
Bugün, burjuva partilerinden umudunu kesen kitlerin,
düzen sınırları dışında mücadele etmelerinin koşulları
vardır, ama aynı zamanda bir politik boşluk vardır.
Halk politik pasifliği üzerinden atamamıştır,
ve eğer devrimci politik alternatifle gereken
buluşma bir süre daha gecikirse, depolitizasyon
politikalarının etkileri daha da derinleşerek,
mücadelenin "zor"unu artıracaktır. .
Nitekim, Türkiye açısından bu tehlike vardır;
ve bu tehlikenin devamı, boşa giden devrim yılları,
kaçan tarihsel fırsatlar anlamına gelecektir.
K.Kürdistan ise, kendi devrimci politik alternatifini
yarattığından ve bu sayede politik süreci değerlendirebildiğinden
dolayı devrim ve sosyalizm adına ciddi kazanımlar
yaratmaktadır, işte, K.Kürdistan’da kitlelerin
Kürt ulusunun tavrı adına gösterdikleri politik
aktivite, kukla parlamentoya, yürütülen çok yönlü
mücadelenin bir gereği olarak Kürt ulusunun sorunlarını
dile getirebilecek sesleri göndermesinin altında
bunu anlamak gerekir.
İkincisi: Burjuva partileri arasındaki biçimsel
farklılık biraz daha azalmıştır. Ve kendini yeniden
üretemeyen burjuva partilerinin hiç biri tek başına
iktidar olamamıştır.
IMF, Dünya Bankası başta olmak üzere uluslararası
tekelci sermayenin yeni sömürge ülkeler için önerdiği
burjuva partilerin tam da bu eksende aynılaşmaktadırlar.
Mevcut burjuva partilerinin hiç biri anti-emperyalist
nitelikte değildir, Tam tersine emperyalizme bağımlılığı
"karşılıklı bağımlılık", "Değişen
Dünya", "karşılıklı çıkar" adına
savunmaktadırlar ve uluslararası iş bölümünün
yeni sömürge ülkelere yüklediği rolün siyasi temsilcileridirler.
Ayrıca T.C.'nin gelenekselleşmiş, politikaları,
özellikle ekonomik planda aşılmış, kapitalizmin
ulaştığı evrim tüm burjuva partilerini benzeştirmiştir.
Mevcut tekelci sermaye iç dinamizminden uzak ,kendi
koşullarına yabancı ve emperyalizme göbekten bağımlı
olduğundan, burjuva anlamda demokrasinin de savunuculuğunu
yapamamaktadırlar. Sözgelimi şimdi demokrasi sorununun
en önemli öğelerinden bliri olan Kürt ulusal sorununa
yaklaşımda tamamen gerici-şovenist bir konumda
olmaları tüm burjuva partileri aynılaştırmaktadır.
Yılların gerici burjuva politikacısı halk düşmanı
S.Demirel'in Eylül sonrasında kimliğine iyice
yabancılaşan bir kesim "sol"un yardımı
ile "demokrat" görüldüğü, yine insan
hakları v.b. konularda, tam bir yalan edebiyatıyla
"şeffaf Demokrasi" v.b. çığırtkanlığı
yapması; "sol" adına burjuva politikacısı
B.Ecevit'in "umut”unun sönüp "Faşist"
ilan edilebildiği bir çizgi ayrımların zayıflamasının
diğer olgularıdır. Mevcut burjuva partileri Kapitalizmin
ürettiği hiçbir soruna, kapitalizm dışı bir çözüm
önermedikleri gibi, sermayenin merkezileşmesine
paralel olarak da benzer "çözümlerin"
savunucusudurlar. Kürt ulusal sorunu karşısında,
"vatanın bölünmez bütünlüğü" adına Kürt
katliamları öneren burjuva partiler, enflasyon,
işsizlik, sağlık, beslenme, eğitim, v.b. sorunlar
içinde, IMF, Dünya Bankası reçetelerine bağlılık
yemini etmektedirler.
Emperyalizme bağımlı yeni-sömürge toplumsal düzenin
yarattığı tüm sorunları, emekçi sınıflar lehine
çözmekten uzak burjuva partileri, hem gelenekselleşmiş
TC. politikası ile bağı açısından hem de bağımlılığın
getirdiği iç dinamik yoksunluğundan dolayı kendini
yeniden üretememektedir. Halka yabancı olan bu
burjuva partilerinden kendilerini yeniden üretmeleri
de beklenemez.
DYP-ANAP, SHP'nin %21 ile %27 arasında oy alması,
RP+MÇP ittifakı'nın %20'yi zorlaması sadece hiçbir
burjuva partisinin tek başına iktidar olamamasını
getirmekle kalmaz, aynı zamanda aralarındaki benzer
özellikleri de ifade eder. İç çelişkilerin yoğunlaşma
sürecinden, politik aktivitelerine, maddi güçlerinden
iç ve dış bağımlılıklarına kadar bir çok boyutu
üç aşağı beş yukarı, giderek daha yoğun çizgilerle
yaşamaktadırlar.
Üçüncüsü: Yaşanan sürekli milli kriz, hem ekonomik
hem de siyasi alanda giderek derinleşecektir.
Emperyalizme bağımlı yeni-sömürgeci toplumsal
yapı, tam da bu niteliğinden dolayı sürekli bir
milli kriz içindedir. Ülke, ekonomisinden siyasetine,
sanatından kültürüne kadar bu krizin etkisi içindedir.
Devrimci halk muhalefetinin yükseldiği veya ekonomik-sosyal-siyasal
çelişkilerin yeni ivmeler kazandığı dönemlerde
olgunlaşan milli kriz, emperyalizm ve yerli sermayenin
"istikrar" adına yaptığı operasyonlarla
zaman zaman hafifleme eğilimi gösterse de, bunun
geçici olduğu gerçek anlamda giderek daha da yoğunlaştığı
açık. Milli kriz yapısaldır, çözüm ancak devrimle
mümkündür.
Emperyalist-kapitalist sistem 1980'lerde yeni
bir kriz dalgası ile karşılaştı.. Ve, devrimleri
tasfiye ile bu krizden kurtulmaya çalıştı. Ülkemizde
bu 12 Eylül açık faşizminde ifadesini buldu. 12
Eylül açık faşizmi, krizin faturasını emekçi sınıflara
yükleyerek, onları sendikasız, partisiz, grevsiz,
sosyal güvencesiz, yoğun sömürü dayatmaları ile
başbaşa bırakınken, aynı zamanda vahşi terörle
sindirmeye çalışmıştır. Ne adına? İstikrar adına!
Ama, tüm bunlara rağmen iç ve dış borçlar büyümüş;
mülksüzleşme ve sermaye birikimi yeni boyutlar
kazanmış, açlık, soysuzluk ve ahlaki çöküntü hızlanmış,
sınıfsal çelişkiler yoğunlaşmış, ülke tam bir
enkaza dönüşmüştür.
Yaşanan bu kriz, kitlelerin günlük yaşamına ağır
bir şekilde yansırken, (tekelci basın vb. aracılığı
ile “siyasi istikrar" adına), önce Eylül
generallerince, sonra ANAP iktidarmca örtülmeye,
gizlenmeye çalışıldı.. Ama bugün, hiçbir burjuva
partisinin iktidar olamaması dolayısıyla siyasi
istikrarın, mevcut olmayan ama varedilmeye çalışılan
bir 'istikrar' olduğu bir kez de bu şekilde ifade
bulmaktadır. Açığa çıkan bu olgu,"toplumsal
uzlaşma" adı altında itiraf edilmektedir.
Böylece şu sonuca ulaşmak mümkündür: Yapısal faktörlere
bağlı olarak, ortaya çıkan siyasi tablo ile, burjuvazi
sürekli kendi içinde bir çatışma yaşayacak ve
bu da milli krizi yoğunlaştıracaktır. Devrimci
mücadelenin gelişim seyrinin etki koşullarının
değerlendirilmesi bir başka konu olmak üzere devletin
yeni durumu, bu krizin önemli ön koşullarından
biridir.
Herkes gibi, mevcut burjuva partileri ve tekelci
sermaye sözcüleri de bunun bilincindedir. Tekelci
sermayenin tüm kalemşörleri bu yöne işaret etmektedirler.
Başta ANAP olmak üzere tüm burjuva partileri,
"siyasi bir kriz"de rol oynayamayacaklarını
taahhüt etmektedirler. Seçim öncesi, 12 Eylül
arşivlerinden çıkarılan ve tek yanlı kitlelere
empoze edilen "terör" demagojisi'nin
artması, "istikrar adına" tek başına
yetki talepleri bundandır.
Ekonomik, siyasal, sosyal sorunları, hiçbir burjuva
partileri çözemememiştir ve artık "siyasi
istikrar" demagojisi iflas etmiştir. Burjuva
partileri arası çelişkiler yoğunlaşacaktır ve
yükselmeye aday devrimci dalga milli krizi yoğunlaştıracaktır.
Devrimcilere düşen görev, olgunlaşma eğilimi gösteren
milli krizi, daha örgütlü karşılamaktır. Kitlesel
gücün oluşmasını ve kitlesel örgütlü-nitelikli
tavır alışları programlamalıdır.
Dördüncüsü: 91 erken seçimi, özünde aynı zamanda
12 Eylül açık faşizmini ve devamı Anap iktidarını
kurtarma işlevine sahiptir; ve buna hizmet edecektir.
Herkesin teslim ettiği bir gerçek var: Yeni-sömürgeci
toplumsal düzenin yarattığı hiçbir sorunu 12 Eylül
açık faşizmi ve devamı ANAP Çözememiştir, tam
tersine bu sorunlar karşısında iflas etmiştir.
ABD önderliğinde, "reel Sosyalizmin"
çözülmesi ile ve sosyalist blokun dağılması ile
oluşturulan "yeni dünya düzenin"de yıpranmış
bir ANAP'ın çok iş göremeyeceği, açıktır. Ayrıca,
kitlelerin 12 Eylül açık faşizmine tepkisi vardır,
ve 12 Eylülcüler dahi 12 Eylül'ü savunamaz bir
konumdadır. Kürdistan'da boyutlanan halk hareketi
kendiliğinden olsa Zonguldak, Paşabahçe vb. Sınıf
hareketlilikleri yankı bulmaktadır "Hesap
sorma" eğilimi güçlenmektedir. O halde hem
uzun vadeli bir programın, hem de mevcut konjonktürün
bir gereği olarak, kimi ek tedbirlerle 12 Eylül
ve ANAP kurtarılabilir. Ayrıca, nasıl olsa ANAP'lı
veya ANAP'sız bir yeni iktidar, emperyalist sermayenin
ve yerli sermayenin reçetelerine bağlıdır.
Tüm burjuva partileri içinde, ABD önderliğindeki
"yeni dünya düzeni"ne nasıl uyum sağlanacağı
tartışılması vardır. Ve iç çatışmaların en önemli
boyutlarından biri budur. SHP içindeki Baykal-İnönü
çelişkisinin etkileri arasında bu vardır; ANAP
içindeki '91 başlarında ifadesini en yoğun biçimde
gösteren ve hâlâ devam eden "liberalizm-muhafazakar"
çelişkisi de özünde bu etkenlerle şekillenmişti.
Emperyalizm hiçbir dönem tek ata oynamamıştır,
mutlaka birkaç alternatifle programına ulaşmaya
çalışır. Yeni sömürgeciliğin mimarı Menderes-Demirel'dir
ve emperyalizm açısından DYP iktidarı bir terslik
yaratmaz. Mevcut politika da gayet rahat sürdürülüyor,
ANAP'sız devam edebilir. ANAP daha fazla yıpranmadan
geleceğe hazırlanabilir, aynı politik zeminde
DYP önderliğinde sömürü düzeni devam edebilir.
Ve böylece hem tepkiler aşağı çekilir, hem de
ANAP ve 12 Eylül kurtarılabilir. ANAP kimi iş
çevrelerine rağmen, neden "koalisyonda yokuz"
diyor? Neden, DYP ile SHP koalisyonunun yolu açılıyor
ve kamuoyu böyle yönlendiriliyor?
Beşincisi: Seçimler çare değildir. Emekçi sınıflar
lehine tüm hak ve özgürlükler ancak politik mücadele
temelinde ve devrimci proletarya önderliğindeki
bir dizi mücadele ile gerçekleşecektir.
'91 erken seçimi özünde burjuvazi açısında bir
ucube doğurmuştur ve daha ilk gününde eskimiştir.
Seçim öncesinde bol bol pazarlanan vaadler yerini
tedbirli konuşmalara bırakmış, hatta daha şimdiden
yeni bir seçimden bahsedilir olmuştur
Mevcut burjuva partilerinin "demokrasi"
vaadlerinin aksine, işçi sınıfı ve diğer emekçi
sınıflara, Kürt sorununa, yeni-sömürgeci çarpık
kapitalizmin verebileceği hiçbir şey yoktur. Onlar
ancak ve ancak "demokrasi" demagojisi
eşliğinde katliam, terör, işkence, açlık vb. verebilir.
Ayrıca altı çizilmesi zorunlu bir yan vardır:
12 Eylül açık faşizm ve bunun somutlaştığı '82
Anayasası, tüm nisbi demokratik hak ve özgürlükleri
rafa kaldırmıştır. Anayasasındaki nisbi demokratik
hak ve özgürlükler elbet "yukarıdan"
kimi demokratik kanalların açılmasında, ya da
bundan yararlanılmasında işlev görüyordu. Ama,
hem '82 Anayasası, hem de yürütülen politika ve
Devlet terörü yasası gibi yasalar "yukarıdan"
kanalları tıkamıştır ve artık tek bir yol vardır:
En küçük demokratik hak... aşağıdan, kitle mücadelesi
ile, bir dizi mücadele ile en küçük demokratik
hak alınabilmektedir. 1980’den bu yana işçi, öğrenci,
küçük üretici ve en önemlisi de Kürt hareketine
baktığımızda bunu çok açık görürüz. Emperyalist
Ortadoğu savaşı sürecinde boğulan Zonguldak işçi
hareketi, küçük işyerlerinde aylar ve yıllar süren
grevleri pasif tepki eylemleri, ‘89 bahar eylemleri
incelendiğinde bu durum da (sözkonusu eylemliliklerin
diğer sosyal siyasal özelliklerinin yanısıra)
açıkça görülür. Yasalarla olabildiğine sıkı bir
cendereye alınan bu tarz hareketlilikler, zaten
son derece elverişsiz koşullarda doğmasının da
etkisiyle, bir süre sonra gerileyip sönmüştür.
“Elverişsiz koşullar”dan kasıt, depolitizasyon
ve pasifikasyon'un mantıkta, siyasal planda aşılamamış
olmasının yanısıra, bu tavır alışların, mücadele
biçimlerinin diğer ayaklarıyla buluşamamasıdır.
Cizre'de, Botan'da intifadayı yaratan dinamizm,
yüzlerce şehit vererek, sonsuz fedakarlıklarla
yürütülen gerilla mücadelesinin sonucudur ve başta
emperyalistler olmak üzere tüm gerici iktidarları
"otonomi", "özerklik" noktasına
getirmiştir. TC artık politikasının bu temelde
biçimlendirmek zorunda kalmaktadır. Özce, artık
oligarşi "yukarıdan" hiçbir şey vermiyor,
en küçük bir hak eylemi dahi bir dizi mücadeleyi
gerektiriyor..
Politik mücadele ekseninde bir dizi mücadele,
ancak ve ancak devrimci proletaryanın önderliğinde
DHD programı çerçevesinde yürütülebilirse haklar
kalıcılaşır, devrim ve sosyalizm gelişerek maddi
bir güce dönüşür, Türk ve Kürt emekçi sınıfı kendi
tarihini yazarak, özgür ve eşit halklar ailesine
katılabilir. Artık halk iktidarın işlev ve rolünü
tartışan, tüm burjuva basınının "kimse kazanmadı
" nakaratını "Kürtler Kazandı”ya çeviren
Kürt direnişine her düzeyde destek vermek gerekir.
Aynı zamanda, ondan politik mücadele ekseninde
çok yönlü mücadele, kitlelere dayanma, kararlı
ve ısrarlı bir devrimci tavır konusunda çok dersler
de almak mümkün. Başta işçi hareketi olmak üzere,
kadın hareketi, gençlik hareketi, küçük üretici
hareketinin sorunlarına sahip çıkmalı, onların
hak alma mücadelesine katılmalı, dahası bunları
politik mücadele eksenine oturtmalıyız.
Bugün kitleselleşme sorunu Türkiye devriminin
sorunudur ve birçok faktörün yanı sıra özgücüne
dayanarak mücadele geleneğinin zayıflığının, bunda
rol oynadığı açıktır. Devrimci çevre ve gruplar,
kendi politik kimlikleri, çizgileri ve tavırlarında
gerektiği ölçüde net olmadıkları için, yapay bir
ayrılıklar ortamı oluşmuştur. Ayrılıkların rasyonel
olması, herşeyden önce beraberliklerin olabildiğine
rasyonel olmasından geçer. ‘Var' denilen çizgilere
yönelik subjektivizm, çizginin içinin de dışının
da muğlaklık taşımasını doğurur. Aynı durum, çevre
ve grupların birbirlerine, çatışma, polemik ortamı,
"ideolojik mücadele" adına sürdürülmüştür.
Özgüven ve özgüç yetersizlikleri, 'dışa' karşı
daha kapalı, tedirgin, bazen saldırgan vb. tutumlar
doğurmuştur. Ortak paydaların her türlü önemine
ve değerine rağmen özel 'pay'lar öne çıkmış, diğeri
çoğu kez bunlara kurban edilmiştir, ittifaklar
politikası da böyle blir ortamda gerçek çizgilerini
bulamamış ya siyasal yapıların prosedür sayfalarında
kalmış ya da bazı girişimlerin daha ilk sayfalarında
boğulmak kaderinden kurtulamamıştır. Eğer sosyalizm,
örgütlü halkın katılımını içeren bir iktidar tipini
içeriyorsa, bunun temellerini bugünden atmak,
bunu bugünden bu temelde ele almak zorunludur.
Bize düşen görev, bunun gerekliliklerini yerine
getirmektir. Bol vaadlere itibar etmeyen, seçimin
çare olmadığını düşünen, baskı ve sömürü çarkı
içinde bir nebze soluk almak isteyen yığınlar,
bize çok veri sunmaktadır. Onlara, özgürlüğün
mücadeleden geçtiğini, gerçek kurtuluşun tüm demagojilere
rağmen sosyalizmde olduğunu göstermeli ve bunun
mücadelesini sürekli kılmalıyız.
SEÇİM SONUÇLARI VE SHP
'91 erken seçim sonuçları, yeni sömürgeci toplumsal
düzenin emniyet subabı rolü üstlenen, ve özünde
sosyal-demokrasi ile ilgisi olmayan, sosyal-demokrasi
karikatürü SHP-DSP açısından ilginçtir. 21 Ekim
1991 günü "sandıktan güllerin açacağını empoze
eden SHP açısından bir yenilgiyi ifade ederken,
Kürt Ulusal Sorununda Türk şovenizminin temsilcisi
B. Ecevit ve DSP açısından ise tam bir bozgun
oldu. Ve % 21'lerde kalan SHP, kendine yüklenen
gelenekselleşmiş muhalefet rolünü oynayamayarak,
bunu bir başka partiye, ANAP'a kaptırmıştır. Bu
da, yeni ama süpriz bir sonuç değildir.
Öncelikle belirtelim, her sınıf kendi rolünü oynar
ve her parti temsil ettiği sınıfın çıkarlarını
temsil eder, korur savunur. Burjuva siyasi arenasında,
%10 genel, ve %20 ila %25'lere varan bölge barajını
içeren seçim sistemi, son yıllarda bir hayli tartışılmıştır.
Bu sistem klasik burjuva demokrasisinin içerdiği
temsili sistemden uzak, tek bir partinin iktidarını
amaçlayan ABD-Özal usulü bir seçim sistemidir.
Bu sistemin özü 2 veya 3 büyük burjuva partinin
burjuva parlementosunda at oynatması, diğer küçük
partiler ve ilerici-devrimci parti ve unsurlara
parlementonun kapatılmasıdır. '91 erken seçimi
bu alanda kısmen başarılı oldu; ama bu başarı
büyütülecek bir başarı değildir. Bu oyun önemli
ölçüde Kürt yurtseverlerinin esnek bir taktik
politika ile parlementoda yer alması ile kısmen
bozulmuştur, işte bu "dünyanın en adaletsiz
seçim sistemi" olarak tanımlanan sistemin
mimarı, Beyaz Saray güdümünde Özal ve ANAP ise,
taşeronu SHP'dir. Ve böylece, birkez daha her
parti, kendine yüklenen rolü oynamıştır.
Burjuvazinin çizgilerinden biri olan "Kemalizmi"
şahsında somutlaştırdığından dolayı ilk burjuva
partisi olan CHP, yıllarca kendini sosyal demokrat
olarak nitelendirdi. CHP'nin devamı niteliğinde
olan, ama onun yanı sıra kimliksiz birçok akımın
da garip toplamı olan SHP, tartışılmaz bir burjuva
partisidir. SHP, Kemalizme özgü, devletçi-şövenist-gerici
yanların yanı sıra batı tipi, sosyal-demokrasiye
öykünen, ama o nitelikten uzak özellikleri; bünyesinde
barındıran bir burjuva partisidir. Bu anlamda,
o, klasik sosyal-demokrasi karikatürü, sömürge
tipi faşizmin vitrinini süsleyen bir partidir.
Amacı; bir yandan tekelci sermayenin sınıf çıkarını
temsil etmek, korumak iken, diğer yandan yeni
sömürgeci toplumsal düzeni kitlelerin tepkisini
"sosyal-demokrasi" adına o cenderede
eritmektir. Ki, bir iktidarsızlığı ifade eden
T.C. usulü "sosyal-demokrat" SHP, gelinen
aşamada bu rolünü oynamaktan uzak görünmektedir.
Bu anlamda burjuvazi açısından SHP, eski CHP'den
daha geridir; Burjuvazinin siyasal tercihini SHP
yönünde, kullanamamasının nedenlerinden biri de
budur.
Bir hizipler koalisyonu olan SHP, ‘91 erken seçimlerinde,
T.C. "sınırları" içinde iki farklı ülkede,
iki farklı görüntü sergiledi. Türkiye'de başta
sanayi merkezlerinde olmak üzere gerileme göstermiştir
ve oy oranı son derece düşüktür. K.Kürdistan'da
ise Kürt yurtseverlerinin desteği ile oldukça
yüksek oy almıştır. Bu tablonun nedeni, SHP'nin
Kürt sorununa yaklaşımının olumlu olması değildir,
ki bu temel sorunda, burjuva sınırlar içinde kimi
zaman Özal, SHP'den ileri söylemler ifade etmektedir.
Tam tersine SHP, Kürt Ulusal sorununa yaklaşımı
son derece sığ ve gelenekselleşmiş devletçi politika
savunucusudur. SHP dahil, tüm burjuva partileri,
Kürt ulusunun özgürlük kavgasının gölgesinde kalmıştır.
Tüm burjuva partileri iflas etmiştir. K.Kürdistan'da
ya özgürlük kavgası içinde olunacak ya da MİT,
kontragerilla yönetiminde bu kavganın karşısında
saf tutulacaktır. Bunun ortası yoktur ve hiçbir
burjuva partisi de bu sonuçtan soyut değildir.
Hem Türkiye hem K.Kürdistan'da iflas eden SHP,
K.Kürdistan'da özgürlük kavgasına etkisi ve yurtsever-devrimci
hareketin taktik politikası sayesinde yüksek oy
almıştır. Tüm demagoji ve çarpık bilinç ürünü
teori ve savların aksine, SHP oylarında Kürt ulusal
sorununun katkısı vardır, özgürlük savaşının rolü
büyüktür. Bu temelde "batıda Kürt sorununa
tepki" ile SHP oylarının düşüklüğü açıklanamaz;
eğer böyle bir etki varsa bu herşeyden önce Türkiyeli
devrimci demokratların ayıbıdır.
Peki, SHP'nin oyları neden düşmüştür veya SHP
neden iktidar olamamıştır?
Bu sonuca veya bu soruları uluslararası gelişmelerden
ve Türkiye ve Kürdistan'da bu temeldeki olgulardan
koparak açıklamak/yanıtlamak mümkün değildir.
Sorunun evrensel/uluslararası boyutunu sosyalist
bloğun dağılması ve "reel sosyalizmin"
çözülmesinde aramanın yanı sıra, ABD önderliğinde,
tek pazarlı "yeni dünya düzeni" temelinde
açıklamak mümkündür.
Özellikle 1980 sonrası dünya ölçeğindeki gelişmeler
devrim ve sosyalizm dalgasında bir düşme eğilimi
yaratmıştır. Gelişmiş kapitalist ülkelerde mevcut
yönetimler friedmancı gerici bir temelde konumlanırken
yeni sömürge ülkelerde devrim dalgası terör merkezli
tasfiye operasyonu ile karşı karşıyadır. Reagan
ve Thacher yönetiminde, başta ABD ve İngiltere
olmak üzere sosyalizme ve ulusal kurtuluş hareketlerine
karşı tam cepheden savaş açmışlar, Avrupa sosyal-demokrasisi
önemli bir gerileme süreci yaşamış ve en önemlisi
de emperyalist ve kapitalist sistemin tüm saldırganlığı
karşısında "reel sosyalizm" uzlaşma
ve teslimiyet siyaseti ile bir direniş göstermemiştir.
"Reel sosyalizm" '80 ortalarında Gorbaçov
elinde yeni bir sosyal-demokrasiyle buluşmuş,
"barış içinde yarış" politikası "tek
pazarlı dünya" ve "yeni çağ", "yeni
düşünce", "nükleer savaş" vb. adına
teslimiyete dönüşmüştür. Her alanda tam bir kriz
yaşayan, kendini yeniden üretmeyen, bürokrasi
elinde kitlelerle yabancılaşan "reel sosyalizm"
giderek toplumsal patlamaların günlük yaşam biçimi
haline geldiği bir aşamaya girmiştir. Ve kimi
yerde çözülmeyen ulusal sorunun etkisiyle kabaran
milliyetçilik akımı ile, kimi yerde mülteci sorunu
ile, kimi yerde günlük ihtiyaçlar vb. adına S.
Birliği ve D. Avrupa'da '90'lara kapitalist restorasyon
süreciyle girilmiştir.
Bilimsel sosyalizmle ilgisi olmayan, tam tersine
bilimsel sosyalizmin eleştiri gücünden nasibini
alan "reel sosyalizm" pratiği ve sonuçları
emperyalist ve kapitalist sistemin tüm yöntemlerle
sosyalizme saldırması ile bütünleşince, sosyalizm
önemli bir prestij kaybına uğramıştır. Artık sokaktaki
insanı devrime kazanmak için doğru bir çağ ve
sosyalizm anlayışına sahip olmak gereklidir. Artık,
1960-70 döneminde oldukça büyük etkileri olan
sosyalist düşünce, (ki bunda Stalin önderliğindeki
SBKP'nin rolü büyüktür) '90'lara girerken birçok
avantajdan yoksundur. Tüm bunların karşısında
kapitalizm boş durmamıştır. Bir yandan "reel
sosyalizm”in kapitalist restorasyonunda yatmasını
desteklemiş, çözülen sosyalist blok karşısında
el ovuşturmuş, tek tek bu kapitalist kuşatmalara
karşı direnen sosyalist ülkelere (Küba, Kore vb.)
karşı her türlü yöntemle komplolar kurmuş; diğer
yandan ise metropol ülkelerde işçi hareketlerini
reformizm cenderesinde boğarken yeni sömürge ülkelerde
anti-emperyalist, anti-oligarşik hareketlere karşı
çok yönlü tasfiye operasyonları gerçekleştirilmiş
ve bu ülkelerde kukla yönetimlere büyük destekler
vermiştir. Kutsanan kapitalizm kendi açmazlarını
gizlemeye çalışmış, her türlü demokrasinin inkarı
olan burjuva demokrasisi dünya haklarına, en gerici
güçler tarafından, altın tepside sunulmaya çalışılmıştır.
Böylece sol düşünce, sosyalizm, devrim, bir dönem
için de olsa bir gerileme süreci yaşamıştır. Sokaktaki
insana olumsuz biçimde yanstılımıştır.
Bu, "ideolojilerin öldüğü" tek pazarlı
bir dünyada artık "çatlak" seslerin
susturulduğu ve adını "yeni dünya düzeni"
denilen soysuz, kapitalist sistemin pazarlandığı
bir dönemde elbette etkili olmuştur. Bölgesel
veya uluslararası tüm sorunlarda artık iki sistemi
temsilen iki ana güç masaya oturmuyor, politikalar
bu temelde şekillenmiyor. Tüm sorunların Beyaz
Saray'ca çözümü genelde geçerli oluyor. Tabi bu
emperyalist kapitalist dünya için geçerlidir,
sosyalizm ve sosyalizm savaşçıları için değil...
ABD önderliğinde oluşturulan "yeni düzen",
yeni sömürgelerde tam bir kukla yönetimi gerektirmektedir.
Hiç bir çelişki istememektedir, yeni dünya düzenine
Özal, Demirel vb. gereklidir. Ve ABD önderliğinde
emperyalist-kapitalist sistem, bu sistemin bir
parçası olan, onun emrindeki SHP'yi de yedeklemek
istemektedir.
Beyaz Sarayca tercih edilmeyen ve dünya ölçeğinde
sol düşüncenin prestij yitirdiği bir dönemde SHP
elbet tek başına iktidar olamaz... Unutulmamalı,
bizim gibi yeni-sömürge ülkelerde iktidar için
kararı kitleler değil, Beyaz Saray, IMF, Dünya
Bankası CIA vb. veriyor!
Dünya ölçeğinde bu gelişmeler olurken, ülkemizde
başta silahlı muhalefet olmak üzere tüm sol muhalefet,
12 Eylül açık faşizmi sürecini sadece fiziki tasfiye
ile sınırlı görmek bir yanılgıdır. O düşüncede,
yaşam biçiminde, ahlakta, psikolojide devrimci
olan her şeyi tasfiyeye yönelmiştir. Amaç; solu
marjinalleştirmektir. Devrimci-sosyalist düşünceden
kitleleri soyutlamıştır. Ve, bunda 12 Eylül ve
devamı ANAP yönetimi hiçte az başarılı olmamıştır.
Evrensel çizgilerde emperyalist-kapitalist sistemin
sosyalizmi tasfiye operasyonunun bir parçası olan
ve Eylülden bu yana devam eden çok boyutlu tasfiye
sürecinin tamamlandığı söylenemez. Bu operasyonun
tek panzehiri vardır, çok yönlü devrimci-direniş
politikasını yükseltmek, karşı devrim karşısında
devrimi güçlendirmek!... Tam bu noktada bu operasyonu,
oligarşinin programını, K.Kürdistan'da yükselen
devrimci hareketin önemli ölçüde bozduğunu, devrim
ve sosyalizm kavgasına önemli katkılarda bulunduğunu
söylemek gereklidir. Ancak, Türkiye açısından
aynı şeyleri söylemek mümkün değildir. 12 Eylül
açık faşizmine karşı güçlü bir direniş göstermeyen
Türkiye Devrimci Hareketi, oligarşinin, programını
rahatça uygulamasına yardımda bulunmuş, kendini
yeniden üretmemiş, birçok açmazla karşı karşıya
kalmış, tam bir iktidarsızlık örneği sergilemiştir.
Son yıllarda kimi devrimci atılımlar söz konusu
olsa da, hem M-L temelden yoksun olduklarından,
hem de oligarşinin programını bozacak güçten hayli
uzak olduklarından dolayı süreci tersyüz edememişlerdir.
Bu anlamda, 12 Eylül açık faşizminin Türkiye Devrimci
hareketinde açmış olduğu yaralar hala tam sarılmamıştır.
Böylesi bir ortamda kitlelerin devrim ve sosyalizme
yöneliminin güçlü olmayacağı açıktır.
Ayrıca yürütülen depolitizasyon politikası, güçlü
bir devrimci hareketin yaratılmadığı Türkiye’de
suni dengeyi önemli ölçüde güçlendirmiş, düzene
karşı tepkiler, düzenden umudun kesilmesine rağmen,
güçlü bir devrimci önderlik yaratılamamasından
dolayı güçlü bir toplumsal muhalefete dönüşmemiştir.
Elbette, devrimci çalışmanın da katkıları ile
esasta kimi zaman yükselen kitle muhalefeti ise
esasta kendiliğindendir ve kendiliğinden yükselen
ve boğulan hareketlerin sonuçlarının kitlelerde
hayli olumsuz etkiler uyandırması gerçeğine karşı
da devrimci sorumluluk gerekmektedir. Bu sorumluluk,
ne hareketlenmelerin 'henüz zamanı olmadığı' ahkamının
kesilmesi anlamına gelir, ne oluşan bir direnişin
veya mücadelenin önüne pankart açma yarışına girişmek
(böylelikle de düşlerdeki 'buluşma'nın gerçekleştiğini
ilan etmek) anlamına gelir... Bu sorumluluğun
anlamı, büyük bir tarihsel gecikmeyi yapay ve
sübjektif nedenlerle daha fazla uzatmadan kendimizden
başlayan bir örgütlenme ile, siyasallaşma sürecinin
bir an önce (ve koşulların en elverişli limitlerini
zorlayarak) gerçekleştirilmesi anlamına gelir.
Burada, örgütlenmeden mücadele etmenin, mücadale
etmeden örgütlenmenin en küçük blir şansı olmadığını
en kalın çizgilerle bir kez daha çizmek zorunlu...
Objektif durum, 1973'ler CHP'sinin konumunu etkileyen
ortamdan oldukça farklılık göstermektedir. 1973'lerde,
12 Mart açık faşizmine karşı yürütülen silahlı
muhalefetin rolü ile kitlelerin düzene tepkisi,
devrime sempatisi yoğundu. Bu avantajı o dönem,
B. Ecevit ve CHP kullandı, "düzen değişmeli"
sloganı yığınlardaki tepki ile bütünleşti. B.
Ecevit, özünde olmayan "umut" rolünü
üslendi. Ama, bugün aynı şeylerden söz etmek mümkün
olmuyor. Dahası, biçimsel de olsa, SHP, düzene
tepkiyi ifade edemediği gibi mevcut tepkiyi bünyesine
alamıyor, program sunamıyor istikrar ve kararlılık
gösteremiyor. Böyle olunca "hesap soracağız"
diyemeyen SHP, avantajı ipliği açığa çıkmış DYP
ve S. Demirel'e kaptırıyor. Bir başka deyişle
sömürge-tipi faşizmin yüklemiş olduğu muhalefet
rolünü bile SHP oynayamıyor, bünyesinden çıkan
daha ilerici, insan haklarına sahip çıkan sesleri
ise tam bir bağnazlıkla susturmaya çalışıyor.
HEP olayı, Kürt konferansı olayı, cezaevlerinde
yükselen mücadeleye karşı tutum olayı vb. bunların
sadece birkaçıdır.
Buradan şu sonuca ulaşmak mümkündür: İlericiliğin,
devrimciliğin düzen sınırları içindeki hareketliliği
şimdi çok daha zor. Özünde, 12 Eylül açık faşizminin
devamlılığı bu sonucu yarattı. Düzen partileri
artık "ilericilik", "devrimcilik"
adına kitleleri etkileyip ondan yararlanmakta
güçlük çekiyor. 12 Mart açık faşizmi koşullarında
Erim hükümetinin yaptığını, 1973'lerde CHP ve
B. Ecevit'in yaptığını, bugün SHP yapamıyor.
Tüm bunlar SHP'yi etkiliyor, SHP'nin kitle temelini
belirliyor ve % 20'lerde kalan bir oy almasına
yol açıyor.
Sadece bu kadar mı? Hayır. SHP hangi misyonu yüklenmiştir?
Ülkemizde 45 yıldır oynanan ve adına "çok
partili dönem" denilen "demokrasi"
oyununda, sömürge tipi faşizmin kurumlaşmasında
"sol" vitrin olma rolü SHP'nindir ve
yeni sömürgeci toplumsal düzene tepkileri nötralize
etmek adına varlığını sürdürecektir. Ama, bir
ayağı gerici şovenist ve artık siyasal-topiumsal
gelişmelerin gerisinde kalan Kemalizme dayanırken,
diğer ayağı kozmopolit, her biri batının bir karikatürü
sosyal-demokrasi, sivil toplumcu kesime dayanmaktadır.
Tam bir hizipler koalisyonu olan SHP'de; bu kozmopolit
kimliksiz yaşam biçimi, şark kurnazlığı eşliğinde
her türlü iğrençliğin "politika" adına
yapıldığı bir arena oluşturmuştur. Tamamen yapısal
karakter gösteren bu oluşum, halka, halkın değerlerine
yabancıdır ve SHP'yi kitlelerden koparmaktadır.
1989 yerel/mahalli seçimlerinde SHP %29'larda
oy aldı. Ve başta büyük metropol kentlerde olmak
üzere yerel yönetimi elinde tuttu. Halkın sorunlarına
eğilmeyen, her türlü yolsuzluk ve ahlaksızlığın,
çıkar ilişkisinin kol gezdiği bu yerel yönetimler
aynı zamanda halk düşmanı yüzünü gizleyemedi ve
birçok SHP'li belediye işçisini, özellikle devrimci
işçileri karşısına aldı, onlara karşı tam bir
halk düşmanı politika izledi. Ayrıca SHP içindeki
hizipler çatışması bu alanlarda şiddetle sürdü,
hatta "İnönücü" veya "Baykal"cı
olduğu için işten çıkarmalar yaşandı.
Böyle bir tablo, işleyiş, yaşam biçimi neden kitleleri
çevresinde toplasın?
Özetle ele aldığımız bu faktörlere bağlı olarak
SHP tek başına iktidar olamadı ve Türkiye sivasal
tarihinde ilk defa "Ana muhalefet" rolünden
uzaklaşarak Demirel'le koalisyon protokolü masasına
oturdu.
Görünen o ki SHP içinde hizipler çatışması tüm
şiddeti ile devam edecek. Kendi ifadeleri ile
ortada bir “yenilgi" var ve her yenilgi bir
fatura ödemeyi gerektirir. Bir parti ya tam bağımsızlıktan
yana olur ve kitlelere dayanarak düzenin ürettiği
çelişkilerden kurtulur ya da emperyalizmin oluşturduğu
"yeni düzene" tam bir uyum sağlar. Ki
sınıfsal yapısı, ana yönelimi, halk düşmanı kimliği
SHP'nin kitlelere değil daha çok emperyalizme
yaslanacağının göstergesidir. Önümüzdeki günler
SHP'yi başta Kürt ulusal sorunu olmak üzere bir
dizi sorun hepten köşeye sıkıştıracaktır. Ardı
arkası gelmeyen karşılıklı suçlamalar veya "program",
"tüzük", "kongre", "kurutlay"
tartışmaları da sorunu çözmekten uzaktır. SHP
kurmayları başta olmak üzere SHP de bunu biliyor.
Bundan İnönü "iktidarda mıyız muhalefette
mi?" diyerek önce bunun netleşmesini istiyor.
Ve 20 Ekim yenilgisini olası bir DYP-SHP iktidarı
ile kurtarmaya çalışıyor, tabii bunun da bir bedeli
var; 12 Eylül açık faşizmini ve ANAP'ı kurtarmak!
Emperyalist efendiler bunu istiyor ve SHP de daha
şimdiden bu isteğe uygun davranacağını açıklıyor.
Bir kez daha ifade edelim her sınıf kendi toplumsal-siyasal
rolünü oynuyor.
GÖREVLERİMİZ
20 Ekim 1991 erken seçim sonuçlarına ilişkin bazı
konulara değindiğimiz bu yazımızda zaman zaman
yazının doğal akışı içinde ödevlerimizin altını
çizdik. Özetle ifade edersek bu temelde yönümüzü
belirlemekte ve çalışma tempomuzu hızlandırmakta
yarar var.
1. Ülkeniz yeni-sömürge bir ülkedir ve kimi konjontürlerde
taktik politika gereği "örgütlenme"
ve "savaş" ön plana çıksa da özünde
bu iki işlev içiçedir. Karşı karşıya getirilemez.
Sürecin ana karakteridir, yaşadığımız evrede bunun
en somut biçimde ifade edilmesinde yarar vardır.
Gündemimizin baş çelişmesi de budur; örgütlenmek
ve PASS (Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi)
ışığında savaşmak!
Son 10 yılda dünyada sosyalizm prestij kaybederken
ülkemizde devrimci örgütler imha edilmeye çalışıldı.
Ve örgütlü herşey "düşman" sayıldı.
Dolayısıyla 12 Eylül açık faşizmi ve onun devamı
ANAP en vahşi terör yöntemlerini uygulamaktan
geri durmadılar! İdeolojik, ahlaki, psikolojik,
sosyal saldırılar eşliğinde, "köşe dönme"ci
anlayışın egemen kılındığı bir süreçte devam eden
bu vahşi terör, kısa sürede etkisini gösterdi.
Bir yandan devrimci yapılar fiziki olarak dağıtılırken,
diğer yandan, bu yıllar parçalanmacı, inkarcı,
sivil toplumcu, troçkist akımların boy attığı
yıllar oldu... İstisnasız, irili ufaklı her devrimci
yapıda bu temelde bir süreç yaşanmışsa ve tasfiyecilik
bir hayalet gibi her devrimci yapının kapısını
çalmışsa, 12 Eylül amacına önemli ölçüde, geçici
de olsa ulaşmıştır demek yanlış değildir. "Örgüt"
öcü gösterildi, kişiliksiz, bencil, soysuz, apolitik
kişilik "birey" olarak kutsandı.
Bugün hala ülkemizde 12 Eylül açık faşizminin
sonuçları bir enkaz gibi duruyorsa ve hala bu
konularda yazılıp çiziliyorsa üzerinde çok düşünmek,
en çok oligarşinin saldırdığı noktada ayağa kalkmak,
oligarşinin programını bozmak acil önem kazanıyor.
Her topluluk, sınıf, çevre örgütlendiği ölçüde
güçlüdür ve kendi öz örgütü başta olmak üzere
tüm ihtiyaç duyduğu örgüt biçimlerini yaratmak
zorundadır. Bu, her sorunun çözümünde anahtardır.
Yığınla toplumsal-siyasal sorunlar vardır ve tümü
çözüm beklemektedir. 12 Eylül depolitizasyonunu
kırmak, kitlere güven vermek, yükselen Kürt ulusal
hareketine enternasyonalist destek sunmak, işçi
ve emekçi sınıfların ekonomik demokratik hakları
için mücadele etmek, sendika, kitle örgütleri
sorununu çözmek, demokrasicilik oyununu bozmak,
ülkemizdeki emperyalist talan ve sömürüye dur
demek ve emperyalizmin oynadığı oyuna alet olmamak,
sosyalizmi ve sosyalist değerleri kuvvetle savunmak,
bu temelde yeniden üretimi gerçekleştirmek, sosyalist
yeni insan tipini bu günden yaratmak ve parti
yaşamımızı bu anlayışlarda inşaa etmek... Bunlar
ilk elden akla gelen sorunlardır. Tüm bunlar nasıl
çözülecektir? İşte sadece bunların çözümü bile
örgütlenmeyi ve bu temelde mücadele etmeyi gerektirmektir.
Yapılacak iş bellidir: M-L ilkeler temelinde özellikle
örgütlenmede bir okul olan Leninizmin temel prensipleri
temelinde, ona bağlı kalarak parti tarihimizde
ele aldığımız ve hala da alacağımız 20 yıllık
dersler ışığında öncü örgütü örmek, ve bu temelde
PASS ışığında savaşmaktır. Moda olan "çok
seslilik", "kanatlılık", "demokrasi"
söylemleriyle zaman öldürmeden parti çizgimizin
gereğini yapmaktır.
Bu temel görev, yakalanması gereken ilk halkadır
ve diğer sorunların, görevlerin çözümünde anahtar
role sahiptir.
2. Türkiye devrimci hareketinin ikinci yenilgisi
ve oldukça uzun yılları kapsayan yenilgi yıllarının
tüm olumsuz sonuçları ancak ve ancak yükseltilecek
silahlı muhalefet ile yok edilir. Aynı zamanda
suni-dengeyi bozacak, kitlelere güven verecek,
başta Kürdistan devrimi olmak üzere dünya devrimine
destek verecek tüm çabalar bu eksende yükselecektir.
Doğada, toplumda, insanda, her alanda karşıtlar
mücadelesi devam ediyor. Dünyada, bölgemiz Ortadoğu'da
ve ülkemizde çok ciddi ve önemli gelişmeler yaşanıyor.
İnsanlığın ileri devinmesinde çok önemli bir tarihsel
süreç yaşanıyor, yaşanan tarihtir ve üzerinde
çok şey söylenecektir. Emperyalizm ve tüm karşı
devrimci güçler taktik planda ne kadar saldırgan
olursa olsun devrimci gelişmeyi yok edemez, durduramaz.
Tarihsel ve toplumsal gelişme kendi mecrasında
çeşitli zikzaklar çizse de ana yönelimi ileriyedir.
Emperyalist saldırganlık ve her türlü komplonun
sosyalizm aleyhine yoğunlaştığı bir dönemi yaşıyoruz.
Uluslararası gericilik sosyalizmi, devrimi etkisiz
kılmak istiyor, onu yığınlardan soyutlayıp marjinelleştirmek
hayalleri peşinde koşuyor. Bu program, "reel
sosyalizm" cephesinde, revizyonizm ile bütünleşiyor:
Böylece kısmi "başarılar" elde ediyor.
"Yeni çağ", "yeni düşünce"
adına emperyalist gericiliğe sunulan destek, bu
hainlerce "her şey bitti" olarak ifade
ediliyor. Açıktır ki, proleterya devrimcilerinin
işi, “herşey bitti" demek değildir. En olumsuz
koşullarda devrim ve sosyalizm bayrağını yükseltmektir,
emperyalizm ve uluslararası gericiliğin kendini
en güçlü hissettiği anda bile yeni Ekim Devrimleri
yaratmaktadır.
Bu açıdan bölgemiz Ortadoğu tam bir kaos yaşıyor,
tüm güçler bu alanda boy gösteriyor. Anti emperyalist
Filistin hareketinin diplomasi kanallarında boğulmaya
çalışıldığı bir dönemde, bölgemizde anahtar rolü
oynamaya aday Kürt hareketi benzer operasyonlarla
"otonomi", "özerklik", "tampon
bölge", "çekiç güç", söylem ve
politikaları ile uysallaştırılmaya çalışılıyor.
Ve Barzani-Talabani önderliğindeki, ilkel milliyetçi-işbirlikçi
önderlik bu yönde rol oynuyor. Yıllardır yaşanan
oyunu tekrar sahneye koymaya çalışıyorlar. Ancak,
K. Kürdistan zemininde boy atan yurtsever devrimci
hareket, tutarlı bir anti-emperyalist anti-sömürgec
mücadele ile bu oyunu boşa çıkarmaya çalışıyor.
İşte bu temelde, uluslararası sömürge Kürdistanda
gelişecek her atılıma gerçek bir proleter enternasyonilizmi
anlayışıyla destek vermek en başta Türkiye devriminde
düşüyor; bu aynı zamanda yenilgi yıllarının enkazını
silip süpürmede de işlev görecektir.
Türkiye açısından, bugün başta yenilgi yıllarının
yarattığı olumsuzluklar olmak üzere birçok sorundan
bahsetmek mümkündür; ama bu sadece sorunun bir
yanıdır. Sorunun bir de diğer yanı vardır, devrimci
potansiyel başta işçi dinamiği olmak üzere; gençlik,
memur, küçük üretici dinamiklerine sahiptir ve
kitlelerin düzenle bağı güçlenmiş gibi görünse
de esasta giderek daha fazla yıpranan hastalıklı
bir bağ olmaya devam etmektedir. Sürecin irade
temelinde belirlendiği söylenemez. Başta Zonguldak
maden işçilerinin direnişi olmak üzere, gelişen
kitle eylemlerinin asıl karakteri kendiliğindendir.
"Körfez savaşı" olarak bilinen Ortadoğu
savaşı da avantaj olarak kullanılıp pasifize edilmeye
çalışılan kitle hareketi, seçim sürecinde göz
ardı edildiyse de kitle yeni toplumsal hareket
dinamiklerine sahiptir. Ve tüm, bunlar için proleteryanın
öncü örgütünün önemi bir kez daha ön plana çıkıyor...
Proleterya devrimcilerinin işi, dünyayı entellektüel
gevezeliklerle sadece yorumlamak değildir, proleteryanın
entellektüel birikimi açısından bir sıçrama işlevi
görecek değiştirme eyleminde bulunmaktır. Her
türde revizyonizm ve anti-marksist anlayışlarla
M-L arasındaki fark doğru yorum ve değerlendirmeyi
değiştirme eylemi ile bütünleştirmeleridir. Bu
değiştirme veya "yıkma" ve "kurma"
eylemi uluslararası gericiliğe, burjuvaziye yaslanarak,
onun dümen suyunda yüzerek gerçekleştirilemez.
Tam tersine, ilkeli, programlı, kararlı devrimci
esnekliğe sahip bir mücadele çizgisi ile, öz gücüne
güvenerek gerçekleşir. Sosyalizmin tecrit edilmeye,
devrimlerin söndürülmeğe çalışıldığı bir dönemde
buna sıkı sıkı sarılmalıyız. Ülkemiz devriminin
en önemli sorunlarından biri olan kitleselleşmek,
bürokratik sekter politika ve pratikten uzak kalarak
aşılabilir.
Seçimin çare olmadığı, "seçim değil devrim"
şiarının ön plana çıktığı bir dönemde bu görevlerimizi
hatırlamak ve bunu gereğini yapmak temel koşuldur.
Elbette tüm bunlar çok yoğun, özverili, sınırsız
bir enerji ile çalışmamızı gerektiriyor. Devrim
açısından kaçan önemli momentleri yakalamak ye
yeni sıçrama işlevi görecek momentleri yakalamak
için hantal değil dinamik, satatükocu değil devrimci,
yeni sömürge düzenle bağları kökten sarsarak ,
canlanan "düzen devrmiciliği" ne karşı
kurallı, ilke devrimciliğini dayatarak mücadele
ve parti yaşamını güçlendirmeliyiz. Beklemeye
tahammülümüz yoktur. Ekim Devrimi'nin olgunlaştığı
günlerde ayaklanmak için beklemeyi önerenlere
yönelik Lenin'in "uygun zamanı bekleyerek
ayaklanma, ölüm demektir" (LENİN) sözleri
bizler için de uyarıcı bir talimattır.
O halde; gerçek özgürlüğün dolu dolu yaşandığı
onurlu, soylu bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm
kavgasında saf tutalım! Bu mücadeledeki tüm barikatlarımızı
elbirliği ile örelim!
|