Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

Bilindiği gibi, işçi sınıfının çok yönlü mücadelesi marksist klasiklerde her zaman belli bölümlemelere ayrılarak tanımlanmıştır. Amaçları ve hedeflerine göre (politik, ekonomik, ideolojik), örgütleniş yöntemlerine göre (legal-illegal) ya da düşmanla yürüttüğü çatışmanın biçimine göre (silahlı-barışçıl) yapılan bu bölümlemeler aslında marksist-leninist terminolojiye hakim her devrimcinin bildiği şeylerdir. Yine işin ABC’siyle ilgili bir başka olgu, bütün bu bölümlemelerin aslında sürecin çok yönlülüğünü anlatmak için yapıldığı, gerçekte ise tüm bu mücadele biçim ve cephelerinin diyalektik bir bütünlük oluşturduğudur.
Ama yine de zaman zaman, pratikte işlerin birbirine karıştığı ve kavramların birbiri yerine kulanıldığı durumlar yaşanır. Örneğin, “ekonomik-demokratik mücadele” ile “legal” ya da “barışçıl” mücadele kavramlarının bazen otomatik olarak yanyana gelişi böyledir. Oysa, kimi durumlarda safdil bir yanılsama sonucunda ortaya çıkan, kimi durumlarda ise sağ-reformist düşüncenin uzantısı olarak sürece empoze edilmek istenen böyle bir eşitleme, gerçeği tam olarak karşılamaz. Politik iktidar mücadelesine “sert” ve “illegal” bir hava yükleyen, diğer mücadele biçimlerini ise deyim yerindeyse “yumuşak” ve salt “yasal” zeminlerle ilgili sayan böyle bir anlayış, daha baştan, kuruluşu itibarıyla sakattır. Politik iktidar mücadelesinin de barışçıl-legal biçimler-araçlar kullanması gerçeği bir yana, ekonomik-demokratik mücadele cephesinde illegal ya da yarı-legal biçimlerin ülkenin politik koşullarına bağlı olarak kullanılması son derece olağandır ve işin doğrusu çoğu zaman pratikte bütün bu biçim ve yöntemler belli oranlarda harmanlanarak hayata geçirilmektedir.
Elbette söz konusu bölümlemelerden en çok bilineni, klasik marksist-leninist metinlerde en iyi tanımlanmış olanı, “işçi sınıfının üç mücadele cephesi” diye adlandırılan ünlü sacayağıdır. Bu üçlü içersinde esas olarak iktidar mücadelesine denk düşen politik mücadele, işçi sınıfının sendikal-sosyal hakları için yürütülen ekonomik mücadele ve burjuva ideolojisine, onun sınıf içersindeki uzantılarına karşı yürütülen ideolojik mücadele yer alır. Bu çerçeveye “demokratik mücadele” kavramının eklenerek “ekonomik-demokratik mücadele” tanımlamasının yaratılması ise gerekli olmakla birlikte risklidir de. Çünkü ülkemizde “demokratik mücadele” kavramının altı çoğu durumda “demokrasi mücadelesi” olarak doldurulmakta, böylece her şeyden önce (Türkiye bağlamında konuşursak) faşizmin yapısallığı ve “demokrasinin bir devrim sorunu olduğu” gerçeği atlanmaktadır; pratikte bu, politik iktidar mücadelesinin aynı zamanda bir demokrasi mücadelesi olduğu gerçeğini karartarak, demokrasi için mücadeleyi reformist bir çerçeveye kilitlemektedir. Diğer yandan ise aynı ekleme, çoğu zaman yukarıda belirttiğimiz “legal-barışçıl” eşitlemesinin yoğun etkisi altında yapıldığı için “demokratik mücadele”yi adeta bir “gevşek alan” olarak tanımlamanın zemini olmakta, böylece oluşan “demokratik=legal=barışçıl” kavram zinciri, hayatın sert gerçekliğine de denk düşmemektedir. Oysa devrimci sosyalist bakış açısından, “ekonomik-demokratik mücadele” kavramı, esas olarak politik savaşımın ekseninde, onun uzantısı olarak yürütülen “toplumsal-siyasal reformlar için mücadele” çerçevesini içerir. Yani, “demokrasi mücadelesi”nin kendisine değil, devrim programının demokratik hedeflerinin güncel talepler olarak ifade edilmiş biçimlerine, bu taleplerin propagandasına denk düşer ve ayrıca bu mücadele alanının yöntemleri de salt “demokratik” sözcüğünün dilsel çağrışımından ötürü her zaman “barışçıl” ve “legal” olmak zorunda değildir. “Demokratik mücadele” kavramının bir tire işaretiyle “ekonomik mücadele”ye bağlanmasının asıl nedeni ise, her iki mücadele alanının da esasen iktisadi-sosyal-politik yapıyı kökten değiştirmeyen, yalnızca işçi sınıfının ve ezilenlerin güncel durumlarını iyileşiren talepleri temel almasıdır. Ayrıca, çoğu kez atlanılan bir gerçek olduğu için burada özenle vurgulamakta yarar var: Her iki mücadelenin de en temel özelliği, bizzat kendi yetersizliklerini açığa çıkaran ve gerçek çözüm yolunu, devrimi işaretleyen yanlarıdır. Daha açık bir deyişle söylersek, ekonomik-demokratik mücadele, bir anlamda -en azından teorik olarak- kendi kendisinin hasmıdır; sonuçta bu mücadele yolundan elde edilen her talep, aynı zamanda bu elde edilenin temel sorunu çözmediğini, öyleyse politik-toplumsal sistemin bütünüyle değişmesi gerektiğini ortaya koyan bir kanıttır ve zaten kitlelerin genel olarak devrimci cepheye yönelmesi de çoğu kez böyle bir yoldan gerçekleşir.
Kavramsal çerçeveyi çok kısaca böyle özetledikten sonra ilerleyebiliriz ve doğrusu ilerlemek de istiyoruz. Çünkü az sonra anlaşılacağı gibi bu yazıdaki asıl derdimiz, işçi sınıfının mücadele cepheleri üzerine genel bir tanımlama yapmaktan çok, devrimci terminolojide “demokratik alan” ya da “açık alan” diye anılan mücadele zeminlerini kavramak ve devrimci sosyalist militanın bu alandaki çalışma tarzı üzerine yoğunlaşmaktır.
Bu açıdan, bütün kafa karışıklıklarını önlemek ve çerçeveyi iyice netleştirmek için, yazı boyunca “demokratik alan-açık alan” kavramlarını, daha ağırlıklı olarak yöntemsel-araçsal anlamda kullanacağımızı, yani bu kavramlarla genel olarak illegalitenin dışındaki zemini tanımlayacağımızı en baştan belirtmemiz gerekiyor. Ekonomik-demokratik mücadele çerçevesiyle ya da politik mücadelenin çeşitli biçimleriyle zaman zaman kesişse de bizim bu yazıda ele aldığımız alan esas olarak açık-legal çalışma zeminidir.

Önem-Önemsizlik...
Artık kolayca anlaşılacağı gibi, burada sözünü ettiğimiz şey, devrimci mücadelenin “ihmal edilebilir” bir alanı değil, örgütlenişi ve araçları bakımından özgün olan bir biçimidir. Dolayısıyla burada bir “önemlilik-önemsizlik” tartışması da baştan itibaren gereksiz hale gelmektedir. İllegal alanı çok “önemli”, açık alanı ise “önemsiz” bulan ve buna bağlı olarak da birincisine “sağlam adamlar”ı layık görürken ikincisini “gevşek” bir örgütlenme biçimi olarak tanımlayan anlayış devrimci harekette çok sık rastlanan bir yanlıştır. Oysa işlevi itibarıyla devrimci yapının kitlelerle buluştuğu zemin olan bu alan, yalnızca katılımcıları ve ilişkileri açısından böyle bir “geniş-gevşek” nitelik gösterir; Lenin’in Ne Yapmalı’da Almanca’dan aktardığı “lose” (gevşek, açık) kavramı, çelik çekirdek denilen “devrimciler örgütü” ile “geniş anlamdaki parti örgütleri”ni ayırmak bakımından anlamlıdır. Alanda çalışan devrimci militan açısından ise herhangi bir nitelik değişikliği söz konusu bile değildir. O, devrimci yapının herhangi bir militanıdır ve devrimci yapının genel kadro kriterleri her ne ise onun için de aynen geçerlidir. Hatta, geniş kitlelerle temas edilen bu alan, hem toplumsal dokunun çeşitli çarpılmışlıklarını dönüştürmekle görevli olduğu için hem de düşmanın özel dikkatini, provokasyonlarını ve basıncını üzerine çektiği için nisbeten daha dayanıklı-yetenekli kadroları şart koşar. Bu alandaki basit hataların (diğer alanlarda olduğu gibi) kısa vadede büyük facialara yol açmıyor gibi görünmesi de son derece ağır bir yanılsamadır. Her şeyden önce, salt güvenlik açısından düşünüldüğünde bile devrimci yapının en zayıf noktası olan bu alan, düşmanın gedikler açmasına ve bu gedikleri büyüterek devrimci harekete zarar vermesine uygundur ve bütün bu riskler ancak son derece yaratıcı ve disiplinli bir çalışmayla ortadan kaldırılabilir. Ama bundan da önemlisi, söz konusu alanın kitlelerle buluşma, onları çeşitli kurumsallıklar içinde bir araya getirerek devrim cephesine katma işlevi nedeniyle taşıdığı hayati önemdir. Böyle bir alan, doğal olarak düzensiz-disiplinsiz, düşük düzeyli kadrolarla yürütülemez; kitlelerle ilişkide temsiliyet noktası olan her kurum, mümkün olan en üst yeterlilik düzeyiyle donatılmak zorundadır. Tersi yapıldığında ise, birebir-günlük güvenlik problemlerinin çok ötesinde bir “facia” ile karşı karşıya gelmek kaçınılmazdır: Kitle bağlarından kopuş ve yapının izolasyonu. Bu dolayımlı felaketin pratik sonucu, yeni güçlerle beslenemeyen devrimci mücadelenin hayattan tecrit olması ve çöküşüdür.
Politik-askeri mücadele çizgisinin temel alınması ve buna bağlı olarak politik-askeri açıdan bütünlüklü bir kadro tanımlaması yapılması da yukarıdaki gerçeği değiştirmez. Bu çizgi, hayatın bir alanında yeterli olamayanın bir başka alanda değerlendirildiği bir eklektik anlayışa değil, kural olarak mücadelenin her alanında yeterli olan kadro tipine dayanır. Uzmanlaşma kavramı ise devrimci militanın genel yeterliliğinin üstüne eklediği artılar bakımından anlamlıdır; yoksa açık alan kadrosu denildiğinde, bundan “başka alana uygun olmadığı” için mecburen istihdam edilmiş “light” unsurlar anlaşılamaz. Yani sonuçta, devrimci sosyalist hareketin herhangi bir çalışma alanından söz ettiğimizde, pratik olarak gerilla kavramından başka bir şeyden söz etmiş olmayız. Hatta tipik kurallar açısından bile bu böyledir: sürekli dikkat, uyanıklık, cesaret, düşmandan korunma, yaratıcı çaba ve kendini geliştirme gibi tipik gerilla kurallarının hepsi, demokratik-açık alan açısından da geçerlidir.

Kural-Kuralsızlık...
Ama öte yandan, yine de pratikte çoğu kez düşülen yanlış, yukarıdaki hataların bir sonucu olarak, açık alanın “farklı işleyiş kurallarının” olduğuna inanmaktır. Legal yaşantının konformizm yaratıcı yanlarından da etkilen insanlar, bu alanın yapısal işleyişinin diğer alanlara göre daha esnek, daha “rahat” olduğunu düşünürler. Oysa gerçek bunun tam tersidir; yalnızca kadroların niteliği açısından değil, onların birbirleriyle olan örgütsel ilişkileri açısından da devrimci bir yapının tüm alanları tam bir yekparelik gösterir. Açık alanın özgünlüğü, devrimci kadroların kitlelerle kurdukları ilişkiler ve çalışma biçimleri açısından sözkonusudur; yapının kurallarının işleyişi açısından değil. Şüphesiz bu alandaki insanların birbirleriyle daha sık temas edebilme olanakları vardır ve bu durum, (bazen bir görüşme için haftalarca beklenen diğer alanın tersine) sorunların ve gelişmelerin daha sıklıkla, seri biçimde ele alınarak çözümlenmesi gibi avantajlar yaratır; ama hepsi bu kadar. Bu, yatay ilişkilere izin veren, her konunun ve her sorunun ortalıkta tartışıldığı, herkesin birbiriyle kendine özgü ilişkiler oluşturduğu bir tuhaflığın gerekçesi değildir. Çoğu kez, açık alanda bir kurumsallık içinde çalışılırken, insanların bir takım sorunları yatay yoldan çabucak çözüvermesi yerine belli kurallarla ve düzenli ilişkiler yoluyla işleri yürütmeleri, gereksiz bir “bürokrasi” ve “işleri esrar perdesine büründürmek” olarak ele alınır ve hatta bazen alayla karşılanır: “Bu basit şeyler niye fısıltıyla konuşuluyor ki?” Oysa, (zaman zaman gerçekten gereksiz “hava”larla karşılaşılsa da) basit ya da karmaşık olsun her işin ilgili insanla, gereken zeminde konuşulması bu işin ABC’sidir. Bir başka deyişle söylenirse, illegal alan “düzen” ve “nizam” kavramlarıyla açık alan ise “karışıklık” kavramıyla eşdeğer tutulamaz; devrimci yapının insanları açısından kurallar her yerde aynı biçimde işler.
Ayrıca açık alan kurumsallıklarının kapsayıcı-katılımcı ve demokratik işleyişlerinin olması, bu kurumlarda tartışma ve karar alma süreçlerinde değişik insanların, hatta bazen kendisini bizim dışımızda tanımlayan insanların bile yer alması da bu söylediğimizle çelişmez. Çünkü, yapı kuralları derken kastettiğimiz şey, adı üstünde yapının kurallarıdır ve devrimci kadroların ilişkileri ve sürecin genel işleyişi için geçerlidir; devrimci ilişkilerin kurallı yapısıyla kitleleri kapsayan kurumların katılımcı işleyişi birbiriyle karıştırılamaz. Kaldı ki, kapsayıcı kurumsallıklarda da işler bir “imece” ya da “elbirliği” ilkelliğiyle yürütülemez; nerede olursa olsun, devrimci çalışma modeller ve işbölümü üzerinden yürütülür ve devrimcilerin bulunduğu hiçbir yer kaos ve karışıklık içinde, rastlantısallıklara bağlı olarak işleyemez. Kapsayıcı-katılımcı tarz, bir demokrasi kültürü, karşılıklı saygı içinde düzen muhalifi herkesle açık ilişkileri gerektirir; ama bütün bu çalışmanın gerisinde devrimci kadroların son derece disiplinli ve ilkeli-kurallı hayatı, işleyişi vardır. Esasen, devrimci yapının çok çeşitli unsurlarla demokratik bir ilişki yürütmesinin temelinde de bu sağlamlık ve iç-güven vardır.

İğretilik ve Kalıcılık
Özellikle kendisini bir savaş örgütü olarak gören ya da en azından iddiası bu olan yapılarda en sık görülen bir başka yanlış ise, “demokratik alan”da yapılan her şeyin, iğreti ve geçici olduğudur. Oligarşinin basıncının eninde sonunda bu kurumsallıkları çökerteceğini düşünen ve zaten “temel mücadele alanı”nın daha önemli olduğuna inanan devrimci kadro, çoğu zaman açık alanı “bir süre içinde oyalanılan ve daha sonra terkedilen” bir yer olarak görmekte ve kafasında bir kalıcılık oluşturmamaktadır. Çoğu kez kendisine de zaten “daha mühim” görevler biçen bu kadro tipi, alanı kavramaktan uzaktır. Devrimci çalışma, uzun süreçler boyunca çeşitli biçim ve araçları kullanırken bunların koşullara göre değişkenliğini baştan bir veri olarak alır. Ama devrimci çalışma, yaptığı hiçbir işi “iğreti-geçici” olarak ele almaz; yapılan her iş, kesinlikle tam bir performans ve uzun soluklu anlayış ile yapılır. Yarın şu ya da bu alanın araçlarının değişmesi olasılığı başka şeydir, yapılan çalışmanın ucuca eklenerek yürüyen tarihselliği başka bir şeydir.
Bu açıdan, salt pragmatik, kısa vadeli kazançlar da bizim çalışma tarzımızı belirlemez. Çoğu kez, günlük olarak sonuç vermeyen uzun vadeli taktik biçimler ve araçları ortaya koyarız ve hemen yarın büyük beklentilere sahip olamayız. Hayatın gerçeği de böyledir. Ama biz her devrimci kurumsallığımızı, bize sağladığı kısa vadeli yararların, olanakların ötesinde, yeni bir toplumsal formun, alternatif bir kültür ve toplum yapısının işareti olarak kurarız ve aradaki fiziksel kesintiler ne olursa olsun bu perspektifimiz süreklidir, kalıcıdır. Bu perspektifimiz uyarınca yaptığımız her iş, kurduğumuz her yapı, “derme-çatma”, “gecekondu” biçiminde olmaz; yarın tümüyle mahvolacağını bildiğimiz bir binayı bile kurallara uygun biçimde, özenle yaparız.
Dolayısıyla, şimdi işin en çarpıcı bölümüne geliyoruz, özellikle demokratik alanda kendi meşruiyetinden kendisi şüphelenen bir tutuma sahip olmayız, olamayız. Hangi alanda olursa olsun bir çok devrimcinin ortak özelliklerinden biri de budur aslında; Oligarşinin çizdiği düzen sınırlarının dışında olmak, (ilk başta çelişki gibi görünse de) bir çok insana bir güven değil güvensizlik olarak yansımaktadır; sanki düzen kurumları ve hatta günlük hayat karşısında “doğuştan suçlu” ve “doğuştan mazlum” bir duruş vardır. Çoğu kez bu “mazlumiyet” ve “mağduriyet” hali, günlük hayata bir tür medeni cesaret eksikliği ve insani pasifizm olarak yansır. Politik olarak dünyayı yerinden oynatmaya kararlı olan insanın günlük-insani pasifizmi gerçekten de komiktir. Özellikle açık alanda çalışma yürüten devrimci kadro açısından sık görülen bu durum, kesin olarak hayatımızdan sökülüp atılmalıdır. Hayatın neresinde olursa olsun yürüttüğümüz her çalışma, yarattığımız her kurumsallık bizim kalemizdir; onun meşruiyetini, varlığını hiçbir kuşku duymaksızın sonuna dek savunuruz; makro düzeyde olduğu kadar düzenin en alt temsilcisi karşısında da böyle yaparız. Evet, her kale gibi bazen koşulları değerlendirip terk ettiğimiz, konum değiştirdiğimiz olur ama bu politik bir karardır ve bu karar dışında hiçbir biçimde çalışmamızı terketmeyiz, onu kendi güvensizliğimizle çürütmeyiz. Kurumsallıklarımızı, çalışmalarımızı korumak, sonuna dek ayak diremek, panikçiliğin her türünden uzak durmak, her devrimci sosyalistin başta gelen niteliğidir. Bu, genel anlamda doğru olduğu kadar, bu alanda çalışan tek tek her devrimci için de geçerlidir. Çalışmayı büyük bir dikkat ve uyanıklıkla yürütmekle kendi meşruiyetinden şüphelenmek arasında, devrimci iç güven tarafından çizilmiş çok kalın bir çizgi vardır. Devrimci sosyalist hareketin yükselen ve yükselecek olan ivmesi, şüphesiz karşıt odakları harekete geçirecek, belli bir basıncı ve tacizi davet edecek ve çoğu zaman bu alanda çalışmak mayın tarlasında yürümek kadar zor olacaktır. Ve işte tam burada, devrimci uyanıklık ile “kuşkucu güvensizlik” arasındaki fark açığa çıkacaktır; çalışmasına sahip çıkan, dimdik durup onu ve kendisini savunan devrimci sosyalist militan, yalnızca o alanın değil, hareketin güvencesi olacaktır.

Israr ve Sabır...
Bu, aynı zamanda ısrar ve sabır unsurlarını içerir; hem de düne göre çok daha fazla! Bugün, devrimci hareketin adeta iğneyle kuyu kazarak, birebir sonuçlar elde etmeksizin yürüttüğü uzun soluklu mücadele boyunca, demokratik alan militanı, büyük bir ısrarın sahibi olmak zorundadır. Devrimci hareketin (genel olarak solun) kitlelerle bağlarının zayıfladığı koşullarda yapılan bir yol açma çalışması, teorik-politik bir düzey ve doğru perspektiflerle olduğu kadar, aynı noktaya yapılan ısrarlı vuruşlarla da yürüyecektir. Israrla aynı noktaya vurmak! Yapılması gereken şeyi tanımlayan en iyi kavram budur. Aynı noktaya sonuna dek yüklenmek ve belli bir halkaya asılarak ondan diğerine, sonra bir başkasına geçmek... Koşulların olumsuzluğundan yakınmadan, gelişmenin yavaşlığından ötürü umutsuzluğa kapılmadan, asıl geniş kitlesellikleri bize sağlayacak olan “büyük sansıntıları bekleyerek” zaman öldürmeden... Kimse önemli teorik belirlemeler yaptığı için ya da doğru perspektiflere sahip olduğu için devrimci sosyalist harekete kendiliğinden yönelecek değildir; her zaman ve her durumda her ilişki, her örgütlenme biçimi, yine de son çözümlemede o alanda çalışan militanın yeterliliğinin, ısrarlı çabasının eseri olacaktır. Hatta uzun yıllardır devrimci sosyalist harekete atfedilen “fokocu’ görüşün tersine, temel mücadele biçiminin hayata geçirildiği koşullarda da durum değişmeyecektir. Politik atmosferin sarsıntıya uğrayarak değiştiği koşullarda da, bu, insandan insana bir ilişki olan “örgütlenme”yi bize otomatik olarak sağlamayacak, her şeye rağmen her küçük ilişki, her kurumsallık şu ya da bu alanda (en çok da demokratik alanda) çalışan insanımızın emeklerine ve yeteneklerine bağlı olacaktır. Politik atmosferin sarsıntıya uğratılarak krizin derinleştirilmesinin bize sağlayacağı şey, en fazla kitlelerle temas için daha uygunlaştırılmış/devrimcileştirilmiş bir ortam ve şüphesiz prestijdir; bundan ötesi ise doğrudan doğruya insana, her gün aynı kapıları ısrarla zorlayan, üç insanla daha tanışıp beş insanı daha devrimci kampa katmaya çalışan devrimci militanın azmine bağlıdır. Bu açıdan bütün ve parça, süreç ve günlük hayat, politik atmosfer ile pratik çalışma birbirine sıkıca bağlıdır. Kitlelerle ilişki ve kitlelerin örgütlenmesi sorununu “salt kendi içinden çözülemeyecek bir sorun olduğu”, bu sorunun “bütünlüklü politik müdahale” ile birlikte düşünülebileceği, elbette PASS anlayışının temellerindendir; ama öte yandan, hiç de paradoks sayılmamalı, söz konusu “müdahale”yi gerçekleştirecek, onun sonuçlarını değerlendirerek harekete ivme kazandıracak devrimciler de başka herhangi bir yerden değil, yine bugünkü basit çalışmamızın içinden çıkacaktır.

“Yüklenme” ve Program
Ve şüphesiz rastgele değil, belli bir programla, belli bir konsantrasyonla yürütülen devrimci çalışmadan söz ediyoruz. Her küçük imkânı değerlendirmek, her ilişkiye yetişmek bir şeydir, belirli bir yoğunlaşmayla belirli bir noktaya yönelmek başka bir şeydir. İkincisi, rastlantısallığın ötesinde, iradi müdahaleyi, programlı bir yaklaşımı içerir. Program kavramı, yalnızca büyük ölçek üzerinden, yalnızca devrimci mücadelenin bütünü üzerinden düşünülebilecek bir şey değildir; her küçük-yerel, hatta kişisel çalışma da programlar ve tasarımlar üzerinden yürür, yürümek zorundadır. Yani özellikle demokratik alan, belli bir ölçüde rastlantısal unsurları, kendiliğinden oluşan imkânları da içerir belki; ama yine de işler “ne çıkarsa bahtına” mantığıyla yürütülemez. Deyim yerindeyse, burada, “gözüne kestirmek” diye bir ön belirleme vardır.
Devrimci militan ya da onun kurumsallığı, belli bir alanı, zemini, vb. “gözüne kestirir”; önüne o alana ilişkin verileri, ilk-ham imkânları, esas ve yan faktörleri, avantajları ve dezavantajları, maddi-manevi engelleri ve kolaylıkları koyar, oturup düşünür ve dar kapsamlı bir politik proje ortaya çıkarır. Bu anlamda, özellikle açık alan militanı, bir ölçüde sosyolog ve mühendistir. Önündeki olgulara bakar, alanın sosyolojik değerlendirmesini yapar, politik-kültürel yapıları, çürüme ve gelişme eğilimlerini ele alır ve o alan için neyin anlamlı-geliştirici olduğunu belirler. Bu, bir takvim ve plandır, belli bir zaman dilimi içersinde nelerin yapılacağının tasarlanmasıdır. Neyin ne kadar gerçekleşeceği ayrı bir sorundur elbette ama neleri yapmak istediğimiz nettir, mali sorunlardan insan kaynaklarına dek her şey açıkça önümüzdedir; böylece nelerin başarılamadığı da kontrol edilebilir bir olgu haline gelir.
Elbette hayatın içinde her şey böyle bir mekanik düzende gitmez, bir çok terslik ve birçok olumluluk süreci hızlandırabilir ya da yavaşlatabilir ama burada anlatmak istediğimiz şey, bütün bunların ötesinde, kendiliğinden olgular ile kendiliğindencilik arasındaki farktır. Yani sonuçta her devrimci çalışma, gerçekler üzerine inşa edilen planla gerçekleri ve planı zorlayan insan iradesinin bileşimiyle yürür. Sözgelimi bir kurumlaşmayı inşa etmek istiyorsanız, belli bir takvime dayanan belli bir proje yaparsınız, bu süreçte sizin temel veri olarak kaydettiğiniz bir dizi olanak kaybolabilir ya da umulduğu gibi çıkmayabilir, vb., ayrıca siz zaten o kurumlaşmanın bütün imkânlarının mükemmel bir biçimde oluşmasını beklemeden işe girişirsiniz; ama yine de program size işlerin belli bir noktasında durup olup bitenleri değerlendirme, yeni hesaplar yapma imkânı verir. Tersi durumda ise tamamen el yordamıyla, gerçekçi işbölümlerine dayanmayan karışık bir düzenin verimsizliğine teslim olmak kaçınılmazdır.

İlişki ya da “Değip Geçmek”
Ayrıca, kalıcılık, bir başka şeye, “kitlelerle ilişki” denilen olgunun doğru tanımlanmasına da bağlıdır. Yukarıda anlatmaya çalıştığımız “program” sorunuyla birlikte bu tanım demokratik alan çalışmasının en can alıcı noktasını oluşturur. Çoğu kez “devrimci ilişki” kavramı bize somut bir maddi/gerçek zemin üzerinden tanımlanamayacak kadar soyut görünür. Devrimci kadroların birbirleriyle ve yapıyla ilişkilerinden bahsettiğimizde her şey biraz daha açıktır ve belli bir hukuk ya da karşılıklı sorumluluklar temelinde kavranılabilir haldedir. Ama dillere pelesenk olmuş “kitleler”den ya da “kitle ilişkileri”nden söz ettiğimizde, daha zor tanımlanabilen bir alana gireriz. Özellikle “kalıcılık” diye bir derdimiz varsa bu zorluk artar. Çünkü bu noktada devrimci ilişkiyi “salt vericilik” olarak anlayan ve yürüten çok ciddi bir hata devreye girmektedir. Gerçekten de kitlelerle devrimci ilişki, pratikte çoğu kez salt bizim verici olduğumuz, onlar için iyi şeyler düşünüp uyguladığımız ve hatta her kişisel soruna dek inerek “herkese yardımcı olduğumuz” bir “yardımseverlik” faaliyeti biçimine dönüşebilmektedir. Özellikle devrimci bir yükselişin yaşanmadığı koşullarda bu eğilim iyice artmakta ve her olanağı değerlendirmek isteyen devrimci kadroların bilinçsizce sağa sola koşturarak enerji ziyan ettikleri bir duruma yol açmaktadır. Oysa devrimci ilişki, yalnızca bizim karşımızdaki insanlar için “bir şey yaptığımız” bir durum değil, onların da “bizim için bir şey yaptığı” bir durumdur. Daha doğrusu, bütün bu alışveriş, karşılıklı bir sorumluluk ilişkisi haline dönüşmelidir. Bu, şüphesiz her şeyden önce kalıcı tarzda inşa edilen kurumlar içinde mümkündür; ama bunun da ötesinde sürekli bir yaratıcılık da gerektirmektedir. Yani, devrimci militanın ilişki kurduğu her sıradan insan, küçük ya da büyük, önemli ya da önemsiz, vb. ama bir biçimde devrimci harekete katkıda bulunmalı, devrimci militanın kurduğu ilişki bunun önünü açan bir şey olmalıdır.
Devrimci sosyalist militan, artık salt politik tartışma ve yardımlaşma temeline oturan bir ilişkiyi benimseyemez; o, her özgün durumda kurduğu her ilişkide devrimci hareketle o insan ya da insan topluluğu arasında bir bağlılık ilişkisi yaratmak zorundadır. Esasen “ilişki” kavramının sözcük anlamı da “karşılıklılığı” ve iki tarafın birbirine yönelik çabasını şart koşar. Bazen tek bir çivi, bazen kütüphane için bir kitap bazen bir kurumda kolaylık, vb. vb.... İlişki, şu ya da bu yoldan bir maddi-manevi birliktelik, paylaşım ilişkisi haline dönüşmelidir; bunun için de devrimci sosyalistler kötü pragmatizm örneklerine duydukları tepkiden kaynaklanan önyargılarını terk etmeli, hedefsiz, bağlılık ve paylaşım yaratmayan soyut ilişkilerden somut bağlara geçmelidirler. Her şey devrimci hareket içindir; kişi devrimci hareketle ilişkiye girdiğinde, ona yararlı olmayı düşünmeli, devrimci hareket de bir yandan bunun yollarını açarken diğer yandan da onun dünyasının bir parçası olmalıdır. Devrimci çekirdek savaşın en civcivli günlerinde bile çok geniş bir topluluk oluşturmaz, O, asıl gücünü her zaman kitlelerle ve hatta tek tek insanlarla kurduğu karşılıklı bağlılıklardan, birlikte yaratılan değerlerden alır. Bir zamanlar devrimciler tarafından, onların yoğun desteğiyle inşa edilen gecekondu mahallelerinin daha sonradan pratikte düzen cephesine doğru kayarak her türlü yozluğun mekanı olmasının (bir dizi politik hatanın yanında) kurulan yanlış ilişki biçiminin de sonucu olduğu açıktır.

Dönüştürmek-Özneleştirmek
Son olarak, artık yukarıda söylediklerimizi de toparlayabiliriz herhalde: devrimci sosyalist hareket, her alanda olduğu gibi açık alanda da -deyim hoşgörülsün- “Kızılay hesabına” çalışmaz. O, belli bir programla, kurallı ilişkilerle işe başlayıp ısrarla ve tam konsantrasyonla belli noktalara yüklenen bir tarz izlerken, esas amacının kitleleri ve tek tek insanları dönüştürmek ve devrimci harekete “bağlamak” olduğunu bir an bile unutmaz. Onun yarattığı her kurumsallaşma, kurduğu her ilişki, geniş ölçekte geleceğin sosyalist toplumu ve kültürünün bir yansımasıdır.
Ama bu, aynı zamanda güncellikle sıkı sıkıya bağlı bir çalışmadır Devrimci sosyalist militan, her ilişkiye ve kurum çalışmasına uzun vadeli bir dönüştürme projesinin parçası olarak bakarken, bugünün ihtiyaçlarını atlamaz. Onun çalışması, insanların “genel olarak devrimcileştirildiği” bir tür misyonerlik değil, aynı zamanda somut olarak devrimci sosyalizmin cephesine çekildiği bir partizan çalışmadır. Sözcüğün burjuva anlamının ötesine geçersek, partizan çalışma, kitlelerle şu ya da bu rastlantısallıkla şu ya da bu belirsiz hedef üzerinden ilişki kurulması değil, belli bir program üzerinden belli bir hedefe yönelik olarak yürünmesidir. Başka türlü bir çalışma, kof bir şişkinliğin değişik yollardan yeniden üretilmesidir. Hepimiz pekala biliriz ki, geçen sayılarımızda tanımladığımız “düşük yoğunluklu devrimcilik” kategorisinin Türkiye’de pek yaygın olan alt versiyonu da “düşük yoğunluklu açık alan çalışması”dır. Devrimci sosyalist hareketin her militanı, bunun açıkça farkında olmalı ve kendi kendisini özeleştirel bir süreçten geçirmelidir. Programsız yürütülen üç-beş ilişki, iğreti kurulmuş birkaç kurum (ya da paravan!), harekete somut güç ve olanak katmayan genel bir “iyi çocuklar” imajı, artık devrimci sosyalist hareketin programında yer almamaktadır. O, gözünü açıkça ve tereddütsüzce daha ileriye, Türkiye devriminin motor gücü olma konumuna denk düşen hedeflere dikmiştir ve daha azıyla yetinmeyecektir.
Bugün atılan her küçük adımın genel perspektif içindeki yeri, ancak bu yürüyüşün mantığı içersinden bakılarak anlaşılabilir.

 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul