Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

Y. Tüfekçi


2-Ülkemizde Medya
Medyanın tarihi Osmanlı’ya kadar uzansa da etkin bir konuma gelişi cumhuriyet sonrasında okur yazarlığın yaygınlaşmasıyla gerçekleşmiştir. Öncesinde oldukça kısıtlı bir çevrenin ulaşabildiği yazılı basın, böylece yaygınlaşmaya başlasa da kapitalizmin gelişkinliği ölçüsünde hâlâ oldukça dar bir alanda etkili olabilmektedir. Kapitalizmin kendi iç dinamikleriyle gelişmemesinin doğal sonucu olarak herhangi bir burjuva demokratik dönem yaşamayan, sivil toplum mekanizmaları oluşmayan Türkiye’de basın da bu niteliklere uygun olarak biçimlenmiştir.
Kapitalizmin iç dinamikleriyle geliştiği ülkelerde, burjuvajinin iktidarı alıp sürdürebilmesi için ihtiyaç duyduğu burjuva demokrasisinin beraberinde getirdiği kitlelere dönük siyaset yapma olgusuna, ülkemizde kapitalizmin gelişmeye başladığı Osman-lı’nın son dönemi ve cumhuriyetin ilk yıllarında hiç rastlanmamaktadır. Bu dö-nemde kitleler hâlâ “teba” konumundadır. Bu durumda, basın, kitlelere dönük siya-set yapmanın bir aracı olarak hiç geliş-memiştir. Hernekadar tanzimat ve meşrutiyet dönemlerinde kimi açılımlar olsa da bunların sanayi üretimi anlamında yeterli karşılığı olmadığı için bu topraklarda yeterince kök salamamışlar ve basın da bu yönlü bir gelişim çizgisine oturamamıştır. Fakat aynı kapitalist gelişme ölçütüne uygun olarak Ermeni basınında daha gelişkin örneklerin ortaya çıkabildiğini söyleyebilmek mümkün.
Cumhuriyet dönemide Osmanlıdan devralınan devlet geleneğinin daha da yetkinleştirilmesiyle basının devletçe denetimi daha da artmıştır. Takrir-i Sükun yasası ve ardından gelen savaş nedeniyle neredeyse sürekli ağırlaşan sansür uygulamaları kemalizmin dışına çıkan her yönelimi şiddetle bastırmıştır. Tüm bunlara rağmen bir avuç yürekli aydının girişimleriyle bu karanlıkta küçük de olsa etkili kıvılcımlar çakılabilmiştir. Resimli Ay, Yeni Dünya, Tan, Marko Paşa gibi gazete ve dergiler sansürden kurtulabilseler dahi Tan matbaası baskınında olduğu gibi anti-komünist histeriyle provoke edilen gericilerin fiili saldırıları ile bir şekilde susturulmuşlardır. Bu provakasyonlardaki gerici basının rolü ise küçümsenemeyecek derecededir.
Bu dönemin belki de en ilginç olayı ise 6-7 Eylül olaylarıyla sonuçlanan provakasyondur. MİT tarafından organize edilen provakasyonun ilk adımında Selanik’te M.Kemal’in doğduğu eve bomba atılır ve ardından da bu haber en provakatif haliyle o güne kadar adı fazla bilinmeyen bir gazetede yayınlanır. Sonrasında yaşananlar biliniyor. İşin ilginç tarafı bu provakasyonun basın ayağını organize eden Gökşin Sipahioğlu’nun daha sonradan dünyanın en büyük fotoğraf ajanslarından birisi olan SIPA’yı kurmasıdır. Egemenler kendilerine her zaman lazım olabilecek yetenekteki adamlarını kolay harcamamakta, hatta “referanslarına bakarak” yükseltebilmektedirler.
Bazılarının “demokrasiye geçmek” diye nitelendirdiği Demokrat Parti döneminde basın üzerindeki sansür çok daha ağırlaşmış, daha önce bahsettiğimiz diyalektiğe uygun olarak basının etkisi azaltılmıştır. Bu dönemin de kendine özgü motiflerinden biri radyolarda yayınlanan “.....Vatan Cephesi’ne katıldı.” anonslarıydı. Yıllar sonra “icraatın içinden” adıyla çok daha gelişkin biçimiyle karşımıza çıkacak olan bu uygulamayla, Demokrat Parti’nin Almanya’daki Nazi partisinin SA örgütlenmesine de benzetilen Vatan Cephesi’ne katılanlar tek tek isimleri radyodan okunarak tüm ülkeye duyuruluyordu.
Radyonun o dönemlerde kazandığı politik önemi en iyi anlatan şey ise askeri darbeler ve darbe girişimleriydi. Hemen hemen hepsinde “radyoevinin ele geçirilmesi”, planın en önemli parçalarından biriydi. Ankara’da neler olup bittiğini bilmeyen ve bilemeyecek olan geniş kitleler açısından radyoevi kimdeyse iktidar ondaydı. Radyonun yerini televizyon aldıkça, gözler ve kulaklar Hasan Mutlucan’ın türkülerine hassaslaşmıştı.

12 Eylül ve Medya
12 Eylül darbesi, bugünden bakıldığında çok daha kapsamlı bir proje olarak karşımıza çıkıyor. Bu projenin en önemli ayağını ise ekonomik ve siyasi hedefler kadar bu topraklarda farklı bir insan tipinin yaratılması hedefinin oluşturduğunu söyle-yebiliriz. Çünkü 12 Eylül, ekonomik ve siyasi birçok hedefini ıskalamasına rağmen, bu ülkeyi bir daha eskisi gibi olamayacak bir noktaya getirmişse bunu, toplumsal anlamda başardığı bu dönüşüme borçludur. Elbette ki hedeflenen insan tipinin oluşturulmasında ekonomik-politik araçlar da çok etkin bir biçimde kullanılmış ve başarı göstermişlerdir. Ancak 12 Eylül’ün ekonomik ve siyasi hedeflerinin başarabildikleriyle sınırlı olmadığını da biliyoruz.
Kelimenin tam anlamıyla bir (günümüz postmodern zevzeklerince komünizme atfedilip durulan) “toplum mühendisliği” uygulamasının nesnesi olarak ele alınan ülkemiz halkları, çok boyutlu bir kuşatmayla karşı karşıya kalmıştır. Daha 12 Eylül öncesinden başlatılan “porno film” dalgası, 12 Eylül’le birlikte en ufak toplumsal göndermeler taşıyan filmlerin bile yasaklanmasıyla sinemaları tamamen ele geçirmişti. Elbette ki kendini “eşitlikçi” gösterme kaygısıyla birkaç tane işine yaramayacak faşist katili de idam edebilen cunta, görünüşte porno film endüstrisine savaş açmıştı ama sinemalardaki fiili durum da ortadaydı...
Dönemin TV cephesindeki ayağını ise Dallas, Flamingo Yolu, Şahin Tepesi, vb. diziler oluşturuyordu. Basında ise Tan gazetesi yeni dönemin habercisiydi. Bir bütün olarak toplumu çürütme kampanyası başlatılmıştı. Bunun ekonomik ayağında banker operasyonları ile önceki dönemde gerek sendikal mücadeleler, gerekse de keynesyen uygulamalarla halkın elinde kalan paranın gaspedilerek ilkel sermaye birikimi oluşturulması vardı. Elbette ekonomik ayak bundan ibaret değildi; cuntayla birlikte yoksulluğa itilen emekçi yığınların bu koşulları bir de örgütsüzlükle karşılaması, “benim memurum işini bilir” (T. Özal) cümlesindeki açıktan rüşvet alma teşviği gibisinden daha birçok olguyu sıralayabilmek mümkün...
Yukarıda da örneklediğimiz gibi 12 Eylülün toplumu çürütme projesinin en önemli aracı medya idi. Gazeteler ve televizyon tarafından kuşatılan toplum, henüz burjuva demokratik devrim deneyimini yaşamamış ve cunta koşullarından dolayı varolan demokratik reflekslerini de harekete geçiremeyecek durumda olduğundan bu gelişime karşı tamamen savunmasız durumdaydı. Öte yandan cunta, bu kampanyasına karşı gelişebilecek toplumsal tepkileri de düşünmüştü. Mantar gibi biten İmam Hatip liseleri ve yol verilen tarikatlar, bu gidişattan hoşnutsuz olanları da seçeneksiz bırakmıyordu.
Gelişmiş emperyalist-kapitalist ülkelerde “cinsel devrim” adıyla yaşanan benzeri süreçler sonrasında o ülkelerin sosyalistleri gelişmelerden gerekli sonuçları çıkardıkları için, “seksizm” olarak da nitelendirilen ve toplumu uyuşturmanın bir yöntemi olarak cinsel güdülerin bireyleri hayvanlaştırma derecesinde körüklenmesi, yeterince bilince çıkarılmış ve gereken teşhiri yapılmıştır. Ancak bu deneyimlerin ülkemize aktarılmasındaki gecikme (ya da farklı bir ifadeyle, “hasta olunduktan sonra ilaç arayışına girilmesi”), biraz da “bizim halkımız iyidir, o böyle tuzaklara düşmez” şeklindeki safça iyimser anlayışıyla ve de o günlere kadar herhangi bir hesaplaşmaya girişilme ihtiyacı duyulmadığı için gizliden (ya da açıktan) yeniden üretilen erkek-egemen davranış tarzlarının etkisiyle bir araya gelince, sözkonusu çürümeyle kaba bir ahlakçılık propagandasının ötesinde mücadele edilememiştir. Başka bir ifadeyle saldırıya ideolojik anlamda hazırlıksız yakalanılmıştır.
Bu ortamda okuma yazma bilmeyenlerin bile aldığı TAN gazetesi, Rahmi Turan’ın önceki marifetlerini gölgede bırakan bir tiraj başarısına ulaşmıştır. Bu tiraj başarısı diğer basın organlarını da etkilemiştir. Genel gidişata uygun olarak, geçmişte toplumun kültürel düzeyini yükseltmek veya en azından belli bir seviyede tutmak gibi bir “kamu görevi”ni yerine getirmekle kendini yükümlü sayan gazeteler, adeta seviye düşürme yarışına girmişlerdir.

3-Emperyalizmin Etkisi
Emperyalizm olgusu, daha yeryüzünde varolmazdan önce sömürgeci kapitalist ülkeler, sömürgeleştirdikleri ülkelere kendi kültürlerini de bir şekilde götürüyorlardı. Emperyalizm çağında ise bu durum sistematik bir hal kazanmıştır. Ve bugün hâlâ Afrika’da Fransızca konuşulan “nüfuz bölgeleri” ile İngilizce konuşulan “nüfuz bölgeleri” arasındaki “çelişkiler” (hernekadar büyük bir bölümü Bantu dili konuşan Afrikalı yoksulların bu dillerden pek bir haberleri olmasa da) Ruanda’da olduğu gibi savaşlara, katliamlara yol açabiliyorsa bu durumun “dil” ile adlandırılması, kökenini bu kültür emperyalizminde bulmaktadır.
Henüz klasik sömürgeciliğin egemenliğini sürdürdüğü süreçte, emperyalistler kendi kültürlerini sömürgeleştirdikleri uluslara da aynen dayatmakta, bugün bize tanıdık bir karikatür gibi gelse de Cezayirlilerin aslında “Fransız olduklarını” iddia etmekteydiler. Sömürge halklarında da esaretten kurtulmak için verilecek savaşımda bilginin gücünün farkedilmesi, sistematik bir bilgiye ancak batı kültürü üzerinden ulaşılabildiği için yine sömürgecilerin kültürüne ihtiyaç duyulması gibi paradoksal bir biçimde sömürgecilerin kültür emperyalizmine istemeden de olsa hizmet eden bir zorunlu durağı ortaya çıkarıyordu.
Öte yandan materyalist açıdan baktığımızda en gelişkin üretim biçiminin, toplumsal süreçlere damgasını vurmasının kaçınılmazlığı da, artık “kültür emperyalizmi” diyerek kolayca karalayabileceğimiz bir olgunun ötesinde sonuçlar ortaya çıkarır. Sözgelimi, kültür emperyalizmine karşı çıkacağım diye tüm dünyanın “televizyon” dediği bir alete başka bir isim uydurmaya çalışmak, komik duruma düşmekten öte bir anlam taşımaz. Burada dikkatlerin toplanması gereken nokta şudur: Kültür emperyalizmi onu da kapsamakla birlikte bir “dil” sorunu değildir. Dil, kültürün sadece bir parçasıdır. Önemli olan toplumsal düşünüş, kavrayış, yaklaşım tarzıdır. Elbette kültür salt bundan da ibaret değildir, ancak canlı bir organizma olarak bu temeller üzerinden kendini yeniden üretir.
Ülkemizde de klasik sömürgecilik döneminde, daha çok da okul açmak biçiminde yürütülen bu emperyalist politikanın bugüne kadar süregelen kimi kalıntılarını görmek mümkündür (Galatasaray Lisesi, Robert Koleji, St. Benoit, St. Michael, Tarsus Amerikan Lisesi, Alman Lisesi, Notr Dame de Sion, Üsküdar Amerikan Koleji vb. vb.). Halen günümüzde aynı politikanın Türki cumhuriyetlere dönük uygulamasını Fetullah Gülen’e bağlı okullar sürdürmektedir. 3. Bunalım dönemiyle birlikte yeni-sömürgecilik politikalarının hakim olmasıyla emperyalizm, kendi kültürel anlayışını daha değişik araçlarla da taşıyabilmiştir. 2. Paylaşım Savaşı sonrasının ABD hayranlığı propagandasının ekseninde yine basın vardır. Hollywood filmleri bir diğer kanaldır. Bizzat devlet eliyle yapılan ABD propagandası ise klasik sömürgecilik dönemlerinde bile görülmeyen yalakalık derecesini yakalamaktadır. ABD’nin Marshall yardımı kapsamında gönderdiği süt tozu, tereyağ, et vb. malzemeler “nimet” gibi dağıtılmaktadır. Dünyayı saran anti-emperyalizm dalgası ve Johnson mektubu gibi gelişmeler bu Amerikan hayranlığı dalgasını bir ölçüde sönümlendirse de kültür emperyalizminin altyapısı bir kere tesis edildiği için bu geri çekiliş, belirleyici-kalıcı olmamıştır.
Klasik sömürgecilikte “efendi”nin mutlak egemenliğinin yerini, yeni-sömürgecilikte politik, askeri, teklonojik egemenlik almıştır. Elbette “bağımsız” olunacaktır, “ağır sanayi hamlesi” gerçekleştirilecektir ama tüm bunlar için “efendi”nin askeri paktlarına girmeye, Birleşmiş Milletlerde onun istediği gibi oy kullanmaya, ondan borç almaya, sermaye almaya, ondan teklonoji almaya mecburuzdur. “Başka bir çıkar yol yoktur”. Kalkınmak için batı kültürü zorunludur.
Elbette batı kültürü, halkın karşısında sadece bir “kalkınma zorunluluğu” olarak çıkmaz. Daha iyi yaşamak her insanın hakkıdır. Daha iyi yaşamak için “batılılar gibi olmak”, “onlar gibi yapmak” gerektiği kafasına kazınan bir toplum, kısa zamanda ciklet çiğnemeyi, kot pantolon giymeyi, naylon çorap giymeyi, şampuan kullanmayı marifet saymaya başlayabilir. Ama bunlar “kalkınma” denen dönemin sihirli sözcüğüne doğrudan bağlanamadığı için devletin resmi organları tarafından değil de ancak düzenin bu konudaki gayrı resmi araçlarının başında gelen medya tarafından toplumun kafasına kazınabilir. Yaratılan sadece basit bir tüketim toplumu kültürü değildir, “efendilerimiz gibi olma” dolayısıyla da onlara kul-köle olma, onların bizden üstün olduklarını düşüncesini toplumsal bilinçte yeniden üretme mekanizmasıdır,
3. bunalım döneminde emperyalizmin içsel bir olgu haline gelişi, yukarıda anlatmaya çalıştığımız mekanizmanın oldukça zararsız görünen bir biçimde çalışabilmesini sağlamıştır. İnsanlar şampuan kullanarak daha uygar olduklarını zannettikleri gibi bunu yaparken milli sanayiyi desteklediklerini bile düşünebilirler. Oysa tamamen ithal girdilere ve teklonojiye dayalı bir tüketim sanayisine para kaptırdığı gibi, kendisinin ve çevrenin sağlığını bozarken, “efendilerine benzeme” çabalarıyla sömürgeciliğin doğasındaki aşağılık kompleksini de yeniden üretmiş, böylece onun iktidarını daha da güçlendirmiş olurlar. Ancak yeni-sömürgeciliğin mekanizmaları, tüm bunların açığa çıkmasını önleyici kalın bir perde çeker.
12 Eylül darbesiyle uygulanmaya başlanan 24 Ocak kararları sonucunda gümrük duvarlarının ortadan kalkışı, yukarıdaki perdeleme mekanizmasını ortadan kaldırmaz. Bu defa efendileri gibi şampuan tüketen değil, ithal ederek efendileriyle aynı şampuanı tüketebilme şansına sahip olan bir toplum, artık sıcak suyu bile bulamayacak duruma yaklaşsa bile kendini efendilerine daha yakın hissedebilecektir medya sayesinde. Değişen toplumsal paradigma sonucu desteklenecek değil de “bugüne kadar hep gümrük duvarlarıyla korunarak sırtımızdan geçindikleri için” kösteklenecek bir “milli sanayi” kavramı oluşturulduğundan geçişte pek fazla zorlanma da yaşanmaz. Efendilerin kültürü, artık daha doğrudan, dolaylı yöntemlere ihtiyaç duyulmadan pompalanabilir toplumun üzerine.
Günümüzün sihirli sözcüğü olan küreselleşmenin, internet gibi kendi araçlarıyla ortaya çıkması ise artık emperyalist efendilerin birçok aracıyı atlayarak kendi kültürünü direk “son kullanıcıya” (tüketiciye) ulaştırabilmesinin olanağını yaratmıştır. Bazılarınca “açık uçlu”, “en demokratik ortam”, “nasıl kullanılacağına bağlı olarak yaklaşılmalı” gibi safsatalarla bir “doğrudan demokrasi” aracı olarak sunulmaya çalışılan internetin, özellikle de bilinçsiz, genç yığınların emperyalist kültür ekse-ninde yozlaştırıcı fonksiyonu çoğunlukla bu çevrelerce gözardı edilmekte, bu durum izleyicilerin TV kanalı seçme “özgürlüğü” gibi algılanmaktadır. Salt edilgen bir alıcı pozisyonunda kalarak da değil, bizzat emperyalist kültürün yeniden üretiminde bir “özne” haline de getirilerek bataklığın içine çekilen bu kitlenin mail, chat, ilan vb. internet araçlarıyla etkilenebileceğini, kazanılabileceğini ummak, en hafif deyimle saflıktır. Bu alandan yakalanmış her türden ilişki, başka bir toplumsal alanda üretilmiş olan ilişkinin izdüşümü olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü bizlerin li-teratüründeki ilişki, insan-makine ilişkisi değil, insandan insana bir ilişkidir.
Elbette ki internet de devrimcilerin kullanması gereken araçlardan biridir ancak bu aracın kendi doğasından kaynaklanan özelliklerini bir kenara bırakırsak onu devrimci basından daha önemli kılacak başka bir mucizevi işlevinin olmadığını da söyleyebiliriz.

3-Günümüzde Emperyalizm ve Medya
Yaşadığımız çağda egemen olmak isteyen, ister emperyalizm adına, ister sosyalizm adına hareket etsin; ya da başka bir ifadeyle ister burjuva ister proleter olsun, bunu başarmak için ayaklarını maddi bir zemine basmak zorundadır. Başta fabrikalar olmak üzere üretimin gerçekleştiği her alan, bu maddi zeminin en başta gelenidir. Proletaryanın üretimden gelen gücü, tam da budur. Bazılarının ifade ettiği gibi işçiler, grev yaparak üretimden gelen güçlerini kullanmış olmazlar, onlar iktidarı üretirler; kendi iktidarlarını üretmedikleri zaman burjuvazinin iktidarını üretirler.
Bu durumun farkında olan burjuvalar, proletaryanın emeğini, sadece ekonomik anlamda değil, siyasal anlamda da değersizleştirmeye çalışırlar, onların kendi iktidarlarını kurup sürdürecek kapasitede olmadığını iddia ederler. Bu hedefe dönük olarak koparılan “bilgi çağı” fırtınalarından daha önce de söz etmiştik. Üretimde “bilgi”nin kapsadığı alanın abartılması, belirleyici olarak sunulması üzerinden inşa edilen ve bir bütün olarak yayılabilme zeminine reel sosyalizmin çözülüşü sonrasında kavuşan bu postmodern anlayış, günlük yaşamda da karşılığını bulmuştu. Toplumda “bilgi”ye büyük bir “talep” vardı ama gerçekte talep edilen “bilgi olmayan bilgi”dir. Talep edilen “90 dakikada ‘halledilecek’ kadar Hegel”di, duvara asılacak poster, ya da tişört deseni kadar Che idi, Seattle’da, Prag’da gösteri yapacak kadar muhalefetti, suni gübresiz ve hormonsuz gıdalar tüketecek kadar yeşilcilik, büyük firmaların ya da devlet/askeri organizasyonların bilgisayar sistemlerini “hack”layacak kadar anti-kapitalizmdi. Halen emperyalizme “büyük bir darbe” vurmak için iyi bir “hacker” olmaya çalışan birçok meraklıya rastlayabilmek mümkün. Hatta konunun meraklıları, her bir “darbe”nin, “sistem”e kaça mal olduğunu bile çok iyi hesaplıyabiliyorlar. Ama hesaplayamadıkları bir şey daha var ki o da bu “darbe”lerin parasal karşılığı ne olursa olsun bir sistem olarak emperyalizmin kılına bile dokunamadıkları ve dokunamayacaklarıdır. Çünkü o iktidarın hangi safhada ve nerede üretildiğini az önce yazmıştık. Peki anti-kapitalistliğini bu biçimde dışavurma “bilgi”si nereden geliyordu? İşte bu noktada reel sosyalizmin çözülüşü sonrası süreçte medyanın oynadığı rolü, salt dezenformasyonun ötesinde, düşük yoğunluklu çatışma stratejisiyle birlikte ele almak gerekiyor.
Düşük yoğunluklu çatışma stratejisinde “düşman”ın (devrimcilerin) yokedilmesinin olanaksızlığı baştan kabul edilir ve bu yokedilemeyen güçler için “kontrol edilebilir bir alan içersinde hareket edebilme” açık kapısı bırakılır. Daha önce farklı bir örnekte de değindiğimiz gibi bunu egemenler doğrudan yapamaz (yine de bizim gibi ülkelerde “niye böyle işlerle uğraşıyorsunuz, radyo kurun, gazete çıkarın...” diyebilme dangalaklığındaki siyasi polislere rastlanabilmektedir). Yönlendirme medya üzerinden yapılır. Son 1 Aralık mitingi ile ilgili haberler bunun tipik bir örneğidir. Medya için önemli olan “renk”tir, “hareket”tir, “dans”tır, “süs”tür, marjinallerdir (sayı olarak değil iddia, nitelik olarak marjinal). Bu çizgi artık son yıllarda iyice oturmuştur. Böylelikle denilir ki; “siz de eğer sesinizi duyurmak istiyorsanız bunlar gibi bizim istediğimiz formasyonda şeyler yapmalısınız”. Yani “televizyona çıkmak için makyaj yapmaya mecbursunuz”. Bu ve bunun gibi olgular (bir hacker’ın ne kadar zarar verdiği, anti-kapitalist gösterilerin sistemi nasıl sarstığı vb.) da “bilgi”dir. Ve çoğu da içine interneti de dahil ettiğimiz medyanın sunduğu bilgilerdir.
Elbette burada “muhalefet” cephesinden ele aldığımız toplumsal bilgi talebi (ve sunumu) bunlardan ibaret değildir. Yaşamın her alanında bilgi olmayan bilgiler medya tarafından sürekli pompalanmaktadır. Hergün farklı bir medya organında “nedensellik ilkesini ortadan kaldıran buluş”, “madde yok edildi” gibisinden birbirinden şarlatanca habere-yoruma rastlanabilmektedir.
Medyanın bu denli rahat olmasında yalanlarını ortaya çıkarabilecek kontrol kanallarının da yine emperyalistlerin tekelinde oluşunun büyük bir etkisi vardır. Böylece postmodernizmin her türden yanılsamalı gerçekliği, dünya çapında halkların bilincine pompalanabilmektedir. Bugün CNN’in yaptığı yayınlardaki en bariz yalanı bile -oluşan etkiyi geri çevirmek anlamında- düzeltmek, ancak yine aynı kanal üzerinden yapılabilecek bir şeydir.
Günümüzde medyanın etkisi salt dezenformasyonla sınırlı değildir demiştik. Bu etkilerin en önemlilerinden biri de uyuşturuculuktur. Bu etki özellikle televizyonun yaygınlaşmasıyla ortaya çıkmıştır. Bunun keşfedilmesini, bağımlılık yaratan bu “sağlığa zararsız” aracın tüm kitleyi kapsayacak biçimde yaygınlaştırılması izlemiştir. Toplumu yaşadığı gerçeklikten koparmanın bu en “masum” aracı ile özellikle yoksul emekçi kitleleri bir hayal dünyasının içine sürüklenmiştir. Bu konudaki en bariz örnek Brezilya’daki teneke ve kartondan yapılmış gecekondulardan oluşan ve “favela” denilen yoksul bölgelerdeki her evin çatısında olmazsa olmazcasına boy gösteren televizyon antenleridir.
Artık “Brezilya dizileri” adı altında başlı başına bir tür haline gelen bu uyuşturucuyu, diğer türler izlemiş ve televizyon, giderek toplumu uyuşturan dinin yeni bir türevi olabilecek bir pozisyon da almaya başlamıştır. Yöntemlerde bile dini taklit eden televizyon, Hristiyanlıktaki günah çıkarmanın bir benzerini “itiraf” programları ile dinle ilgisi hangi düzeyde olursa olsun, toplumun gündemine taşımıştır.
Daha önce toplumsal bilinç üzerindeki, neyin ne olacağına karar verebilme noktasındaki etkinliğini vurguladığımız medya, özellikle de televizyon giderek adaletin de yerini almaya başlamıştır. Yargılamalar, hatta hükümler televizyon programlarıyla gerçeleştirilebilmekte, böylelikle burjuva hukukunun kendi kendisinin elini bağladığı durumlarda bile sisteme yeni çıkış kanalları açılabilmektedir. Diğer taraftan böylelikle adalet olgusu da “özelleşmekte”, devletin mahkemelerinden umudu hiç olmayanlar, mafyayı kullanabilecek durumu olmayanlar için bu programlar bir “kurtarıcı” olabilmekte; böylelikle medyanın “üstyapısal” konumu daha da gelişmekte, güçlenmektedir. Bu süreç sadece yerel değil, Körfez savaşında da örneğini görebildiğimiz dünya çapındaki uygulamalarıyla halen gelişmekte, kimin “haklı” olduğunu tayin etmeye devam etmektedir.
Bugünkü tekelci konumuyla medya, dünya çapında halkların bilincini esir almanın, benzer maniplasyonlarla yönlendirebilmenin kanallarını oluşturmuştur. Bu güç, özellikle günlük politikada medyayı stratejik bir egemenlik aracı haline getirmiştir. Hitler’in propaganda bakanı Göbbels’in tekniklerinden bu yana profesyonel bir tarzda ele alınan kitle bilincinin yönlendirilmesi stratejileri, günümüzde küresel bir boyut kazanmış, egemenliğin yeniden üretiminin en büyük destekçisi olmuştur.

4-Ülkemizde Medyanın Bugünü
Dünyada yaşanan gelişmeler ülkemizde de yankısını bulmuştur. 12 Eylül sonrası yüklendiği görevini başarıyla gerçekleştiren ülkemiz basını, özel radyo televizyon kanallarıyla açılmasıyla zaten kötü olmayan basın-sermaye ilişkilerinin çok daha sıkı olabilmesinin zemini yakalamıştır. Krediler, devirler, banka satın almalar vb. çeşitli araçlarla oligarşiyi oluşturan temel bileşenlerle basının ilişkileri giderek sıklaşmış, bugün artık medya, oligarşi dediğimiz bileşimde kalıcı bir yer edinmiştir.
İlişkiler salt bir sermaye geçişkenliği/tekelleşme ilişkisi değildir. Daha önce de genel anlamıyla vurguladığımız gibi sözkonusu ilişkinin belirleyici ekseni politik/ideolojiktir. Bu bağlamda medya, salt sermaye ile değil, sermayenin (ve ondan ayrılamayacak bir olgu olarak emperyalizmin) üstyapısal organlarıyla da çok daha dolaysız ve etkin ilişkiler geliştirebilmiştir. CNN-Türk örneğindeki gibi emperyalizmle çok daha aleni “ortaklıklar” kurabilen medya, MGK kararları doğrultusunda “yayın çizgisinde” gerekli her tür değişiklikleri, vuruşları yaparak, sınıfsal egemenliğin devamlılığında devletin yasama-yürütme-yargısı kadar yerleşik bir konum almaya başlamıştır. Medya artık düzenin organik uzantısı konumundadır. Devlet geçmişte kendisinin acemice yaptığı (yada yaptırdığı) işleri bugün profesyonellere devretmiştir. Sabah gazetesinde bir gün K. Armutlu hedef gösterilir, ertesi gün polisçe katliam operasyonu düzenlenir. Hürriyet gazetesinde “Apo’nun ifadesi” diye yayınlanan sahte haberler sonrasında İHD Genel Başkanı kurşunlanır. AB’ye girince demokrasi gelecek diye beyin yıkayanlar, 19 Aralık katliamının bir parçası olan basın sansürüne gıklarını çıkarmazlar. Katliam ve işkencelerin suç ortaklığı sırasında, “anti-sansürcü”, “demokrasi savunucusu” kimlikleri raflara kaldırılıverir.
Günümüzde salt dezenformasyon sınırlarını aşan medyanın işlevi, toplumu gericileştirmede oldukça etkindir. Mafyacılık kültürü bugün artık TV dizileri üzerinden oluşmakta ve yaygınlaşmakta, toplumda genel kabul görebilmektedir. Aynı TV’ler erkek egemen kültürü yeniden üretmekte ve boyutlandırmakta, karısını döven, bıçaklayan, hakaret eden, öldürenlere dönük bir hoşgörü oluşturulmaktadır. Şimdilerde tüm modernist dönem boyunca kötü bir şey olarak tanıtılan, yok edilmeye çalışılan ağalık, postmodern bir zeminde yeniden parlatılarak TV dizileri aracılığıyla toplumsal bilince yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Her türden gericilik çok boyutlu bir hücumla yaşamın her alanını, toplumun her bireyini medya aracılığıyla bombardımana tutabilmektedir.
Televizyon kanalları, gazete sütunları her türden tehdit, şantaj ve entrikanın aracı olarak halen kullanılmaktadır. Cem Uzan’ın kanallarının Genç Partinin propaganda kanalları olarak çalışması normal karşılanabilmektedir. Bugün özellikle ülkemizde medya mafyavari bir güç haline gelmiştir. Sürekli elinin altında tuttuğu linç mekanizmasıyla seçtiği hedeflere tüm gücüyle yüklenebilmekte ve böylece oligarşi içi dengelerde giderek artan bir ağırlık kazanmaktadır. Oligarşi içi dengelerdeki ağırlık, elbette ki sadece iç dinamiklerle açıklanabilecek bir şey değildir. Emperyalizm de kendi egemenliğini yeniden üretim araçlarını bu alan üzerine kaydırdıkça öncelikli yatırım alanlarına medyayı da eklemiş, tekelleşmenin somut aktörlerinden biri olarak ortaya çıkmıştır. Böylece, önceki dönemlerde haber ajansları aracılığıyla sağlanan haber tekeli, televizyon kanalları, gazetelere kadar yayılmış, uluslararası dezenformasyon şebekesinin ağları daha da sıklaşmıştır.
Ülkemizde burjuva demokratik devrimin yaşanmamış oluşunun bir diğer uzantısı olarak demokratik tepkilerin ifade edilebileceği mekanizmaların oluşamaması , medyaya karşı gelişen tepkilerin de ifade edilebilmesini engellemiştir. Bu durumda halkın önüne şu seçenek konulmuştur: Eğer ekranlardaki, gazetelerdeki ahlâksızlıktan, çıplaklıktan her türden iğrençlik ve dejenerasyondan rahatsız oluyorsan, sen de Fetullahçıların, Süleymancıların kanallarını aç.
Yani 12 Eylülle oluşturulan seçeneksizlik kısır döngüsü, biçimsel değişimler yaşayarak hâlâ sürmektedir. Böylelikle medyaya dur diyecek, onu bir sınırda tutacak, kontrol edecek mekanizmaların ortaya çıkamaması, ülkemiz medyasını dünyadaki diğer örneklerinden de farklılaştırarak had safhada “çukur”luk noktasına getirmiştir. Öyle ki bugün Ortadoğu ülkelerindeki en ağır küfürlerden biri “ananı dün gece Türk televizyonlarında görmüşler” sözü olabilmiştir.
Sözde bu gidişe son vermek amacıyla kurulan RTÜK’ün tek yaptığı ise 17 Ağustos depreminden sonra Kanal 6’da bir gözden kaçma sonucunda aradan sızan ve devletten hesap soran sözcükler gibisinden sistemi rahatsız edecek şeylerin peşinden koşan Mc Carthy’ci bir politikanın uygulayıcısı olmuştur.

5-Medya ve Biz
Bugün gelinen aşamada medya, savaştığımız düzenin asli unsurlarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak bu noktada kullanılacak araç ve yöntemlerde bir indirgemeci kabalığa da düşmemek gerekir. Her hastalığın farklı bir tedavisi vardır. Karşımızda duran medya illetine karşı girişilecek mücadelede elbette ki onunla aynı zeminde hareket edemeyiz (ki bu da en temel gerillacılık kurallarına bile aykırıdır). Zaten bu maddi olarak da imkansızdır.
Medyanın etkinliği, ancak bir karşı-bilgilendirme mekanizmasıyla kırılabilir. Bunun örgütlü-merkezi bir rota izlemesi için yapılacak etkinliğin merkezinde bir yayın organının bulunması kaçınılmazdır. Ancak karşımızdakilerin elindeki olanakların boyutu hesaba katıldığında, bu konudaki her türden parakendeci/parça başı çalışmanın etkisinin çok zayıf kalacağı da ortadadır. Öte yandan postmodern parçalanmanın/lokalizasyonun sınırsızca boyutlandığı bir süreçten geçtiğimiz akılda tutulursa, böylesi bir çalışma tarzının, bizim çabalarımızı da bölmekten/parçalamaktan öte bir anlamı olmayacağı da anlaşılacaktır. Emperyalizmin ideologları halkları, bilinçleri, yaşamları, kişilikleri vb. vb. herşeyi parçalamaya çalıştıkça, bizim bütünleştirme yönündeki çabalarımızla bu süreç tersine çevrilebilecektir. Bu parçalanmanın tersine çevrilebilmesi ise ideolojik-politik bütünsel bilinç unsurunun güçlendirilmesinden geçmektedir. Elbette ki bu hem yatay, hem de dikey bir sürecin diyalektiğinde gerçekleşecektir. Yani bunları söylememiz, tek tek saldırıların karşılanması görevini reddettiğimiz, savsakladığımız anlamına gelmez. Ancak mücadelenin bu yatay hareketi, dikey hareketi ile bir bütünlük içinde anlamlı bir sonuç ortaya çıkarabilecektir.
Buna ek olarak, dünya görüşümüze uygun olan çalışma tarzı da birşeyleri hazır sunmak değil, onları üretmenin yöntemini sunmak biçiminde olabilir. Başka bir ifadeyle “balık vermek değil, balık tutmayı öğretmek”, kalıcı bir çözüm getirecektir. Tüm bunlardan hareketle diyebiliriz ki medya aracılığıyla emperyalizm ve oligarşinin halkı çürütme politikalarını boşa çıkarmanın en doğru yolu, ideolojik mücadeleden geçmektedir. Yayın politikamızı “fazla ideolojik” bulanların, bu noktayı gözden kaçırmaması gerekir.
Günlük yaşamın her alanını saran egemen sınıf ideolojisinin karşımıza çıkan her türden dışavurumu için bir bildiri basmamız olanaksızdır. Bunu başarabilsek bile istediğimiz sonucu alamayacağımız ise bambaşka bir konudur. İdeallerimize de uygun olarak nerede ne yapacağını, karşısındakinin ne olduğunu bilebilecek bilince ulaştırabildiğimiz ölçüde insanlarımız, ve bu çerçevenin halka halka genişlemesi ölçüsünde halk yığınları bu bombardımanı göğüsleyip kendini savunabilecek, ve karşı saldırıyı üretebilecektir.
Tüm bunların gerçekleştirilebilmesi ise nitelik ve nicelik açısından Lenin’in temel komutu olan “örgütlenin!” çağrısının, günümüzün ihtiyaç ve olanaklarına uygun olarak yeniden ele alınıp düzenin saldırı yoğunluğunu karşılayabilecek yoğunluktaki ilmeklerle örülmesinde yatmaktadır. Çünkü ideolojik mücadele, ancak kendi yaşam/varlık zemini ile buluşabildiği ölçüde; yani kitlelerin bilincinde ve eyleminde somutlandığı ölçüde emperyalizme ve oligarşiye soluk aldırmayacaktır.


 

 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul