Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

M. Saygın

2003 kışı savaşla geliyor.
Koca bir yüzyılı kan ve gözyaşına boğan emperyalizm, yeni yüzyıldaki “programını” da böylece netleştirmiş oluyor.
BM denetçisi adı altında Irak’ı son derece onursuz bir “üst araması”na tabi tutan emperyalist ajanların raporunun Bush’un istediği gibi çıkmaması da hazırlıkların hızını kesmiş değil. Gerçi bütün bunlar, 11 Eylül’ün hemen ardından yapılan Afgan operasyonuna göre belli bir “meşruluk zayıflaması” ve koalisyonu bozucu etki yaratıyor ama ABD pervasızlığının önü kesilmiyor. Artık bu savaşın bir “demokrasi harekâtı” olmadığı ve düpedüz emperyalist amaçlar taşıdığı yalnızca savaş karşıtlarının tezi olmaktan da çıkmış durumda; bizzat Beyaz Saray sözcüleri, hiç çekinmeksizin, “evet, biz bunu istiyoruz ve yapacağız” demekten çekinmiyorlar.
Türkiye oligarşisinin taktiği ise çoktandır belli. “Tartışırken iş bitirmek” ve “saman altından su yürütmek” olarak özetlenebilecek bu taktik, neredeyse %90’ı savaşa karşı olan bir kamuoyunu oyalamaya çalışırken öte yandan emredilenlerin hepsini yerine getiriyor.
Bir yandan “savaşa katılmak” tartışılırken diğer yandan Türkiye toprakları binlerce ABD askeri, uçağı ve ajanıyla kaynıyor, Sanki çok gerekliymiş gibi “üs incelemeleri” kararnameleri imzalanıyor. Bir yandan “BM kararını bekliyoruz” denilirken diğer yandan “ABD ile paralı askerlik pazarlığı yapılıyor. Bir yandan Türk ordusu Irak’ta ne yapmalı gibi anlamsız tartışmalar kızışırken, diğer yandan neredeyse yıllardır TSK’nın Güney’de zaten var olduğu gerçeği gizleniyor...
Böylece her şey bir “maskeli balo”ya dönüşüyor... Tam bir yalanlar ve sahtekârlıklar furyası...

Körfez’den Bugüne...
Bundan tam 12 yıl önce de Irak’ta savaş vardı. O günlerde de dünyanın mutlak efendisi olan ABD, Ortadoğu topraklarını hiç çekinmeden kana buluyordu.
Ancak “Körfez Savaşı” olarak bilinen ilk savaş, bugün beklenen savaştan çok daha farklıydı. Dünya, henüz reel sosyalizmin dağılmasının yarattığı şoku üzerinden atamamıştı. ABD, dünyanın mutlak efendisi olduğunu bir kez daha, fiilen anımsatmak istiyordu. Onu emperyalistler arası entegrasyonun efendisi yapan sadece diğerlerinin sosyalist bloğa karşı onun gücüne ihtiyaç duyması değil, aynı zamanda askeri ve ekonomik anlamda en güçlü olmasıydı. Ve bu anımsatma olmaksızın yeryüzünün yeni koşullarında politika üretmek ve uygulamak biraz sorunlu olabilirdi.
O günlerde ABD savaşa girişirken emperyalist-kapitalist kamp açısından geçerli görünen gerekçeler üzerinden hareket ediyordu. Irak, Kuveyt’i işgal etmişti. Bu işgalin tamamen ABD’nin yönlendirmesiyle gerçekleşmesi ise kimileri açısından “sadece ufak bir ayrıntıydı”. Bu gerekçe üzerinden ABD, Birleşmiş Milletler kararlarının uygulayıcısı olarak Ortadoğu topraklarına adımını atıyordu. Sonrasını ise hepimiz biliyoruz...
Bugün ise çok daha farklı bir dünyadayız. 11 Eylül sonrasında saldırganlık zeminini bir hayli genişleten ABD emperyalizminin, içinden başka türlü çıkamaz duruma geldiği ekonomik bunalımını savaş makinesine yol vererek atlatmaya çalışmasının faturası, yine yoksul halkların dökülen kanı olarak ödeniyor. Ama bu defa ABD emperyalizminin tüm dünyayı ikna etmek gibi bir derdi yok.
Sadece kendisinin ikna olması yeterli. Bu anlamıyla 1991’de hala kendisine karşı gelişebilecek bir muhalefetin işini bozabileceğini hesaba katan ABD’nin yerini bugün çok daha pervasızca davranan bir haydut almıştır. Tüm dünyada asıl amacın petrol kaynaklarını veya geçiş yollarını kontrol altına almak olduğu iyice teşhir olmasına rağmen ABD, hiçbir emperyalist devletin veya devletler koalisyonunun kendisiyle askeri anlamda başedemeyeceğini bildiğinden çok rahat davranabilmektedir. Ve tıpkı enerji kaynaklarının kontrolü için savaş açma haydutluğunda olduğu gibi en büyük askeri güç oluşunu da aynı pervasızlık ölçüleriyle ilan etmektedir ABD emperyalizmi.
Genel olarak Asya Krizi olarak bilinen uluslararası mali krizle birlikte bir türlü toparlanamayan ABD ekonomisi, 11 Eylül ile birlikte varabileceği en dip noktaya oturmuştu. Bu durum, ABD’nin dünya hegemonyasını, ekonomik araçlarla sürdürebilmesinin zaten uzun zamandır aksayan mekanizmasını iyice tıkamıştı. Bunun üzerine ABD’nin hegamonyasını sürdürmek için ekonomi-dışı zor yöntemlerine başvurmaktan başka çaresi kalmıyordu. Çünkü doğa ve toplumdaki her olgu gibi ancak sürekliliği içersinde kavranabilecek olan bu hegamonya da, varlığını sürdürebilmek için hergün yeniden üretilmek zorundaydı. Elbette ki tarihteki iki emperyalist paylaşım savaşını saymazsak, genel olarak ekonomi-dışı zor yöntemi ile ekonomik zor yöntemleri emperyalizm tarafından beraber kullanılagelmiştir. Bugün de bu uygulama sürmektedir. Hatta bugün uygulanmakta olan ekonomi-dışı zor yöntemleri, sadece ve sadece ekonomik zor yöntemlerinin bir türevi, aslolarak ona hizmet eden bir olgu olarak ABD emperyalizminin gündemine girmiştir. Daha başka bir ifadeyle ekonomik zor yöntemleri, bir bütün olarak henüz ömrünü tamamlamamış, bir bütün olarak yerini ekonomi-dışı zor yöntemlerine bırakmamıştır - bırakacak gibi de görünmemektedir.
Ancak zor, tek başına ekonomik değil, aynı zamanda politik boyutu da olan bir olgudur. Özellikle bugün kapıyı çalmakta olan Irak savaşı, sadece bir “ekonomik krizi atlatma” boyutuyla ele alınabilecek basitlikte, yüzeysellikteki bir şey değildir.

Yeni Dönemin Araçları ve Irak Savaşı
Sosyalist Barikat’ın önceki sayılarında yer yer detaylandırılan yeni dönemin özelliklerini bir kez daha kabaca ele alırsak, kapitalist sistemin, Ekim devrimi ile birlikte rekabet etmek zorunda kaldığı sosyalizmle mücadelesinde, insanlık karşısında daha ikna edici bir pozisyonda yer alabilmek için sarılmak ve savunmak zorunda kaldığı hak, hukuk, eşitlik, saygınlık vb. burjuva demokratik değerler, reel sosyalizmin dağılıp, böylesi bir rekabetin maddi şartlarının ortadan kalkmasıyla birlikte bir kenara atıldı.
İdeolojik-felsefi boyutunu post-modernizmin oluşturduğu ve bazı yazarlar tarafından “insanlığın ikinci ortaçağı” olarak da adlandırılan bu döneme geçiş, elbette ki birdenbire olmadı. Sözgelimi yukarıda andığımız burjuva demokratik değerlerin terkedilebilmesi için öncelikle insanlığın buna tepkisiz kalacağı, tüm bunları suskunlukla karşılayacağı bir bilinç biçiminin yaratılması gerekiyordu ki bu noktada postmodernizm, medyanın da araçsal yardımlarıyla devreye girerek yeni dönemin emperyalist politikalarının yolunu düzlemek için gereken herşeyi yaptı ve halen de yapıyor. Sözgelimi 11 Eylül sonrasında iyice boyutlanan emperyalist saldırganlığın kör olmayan herkesçe görülebilecek olan “enerji kaynaklarına hakim olma” gerekçesi, rahatlıkla, hiç yüzleri kızarmadan yalan söyleyebilmek gibi bir özelliği de olan bu araçlar tarafından “medeniyetler çatışması” olarak sunulabilmektedir. Bu saçma sapan tezlerin bizim gülüp geçebileceğimiz şeyler olması, onların hiçbir genel etkisi olmadığı anlamına gelmiyor ne yazık ki. Bugün özellikle emperyalist metropollerde, Mc Carthy dönemindeki komünist paranoyasının bir benzeri, islamcı terörist paranoyası biçiminde yeniden hortlatılabilmiştir. Barındırdığı kontrolsüz çatışmalar tehlikesi birkaç olayda farkedildiği için hemen dozu düşürülen bu propagandanın etkisi, şu ya da bu düzeyde hala sürmektedir.
Bu noktada şunu da hemen belirtmemiz gerekir ki bu propagandaların başarılı olabilmesinde en büyük etken, tüm bu saldırıları karşılayabilecek yegane güç olan sınıf hareketinin de bırakalım bunları karşılamayı, eski konumunu koruyabilme noktasından bile çok uzakta olmasıdır. Reel sosyalizmin dağılması sonrasındaki süreçte, esnek üretim, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma, üretimin parçalanması gibi birçok ekonomik olgunun da gündeme gelmesiyle birlikte maddi ve politik-psikolojik gücü oldukça zayıflayan sınıf hareketi, ideolojik-felsefi zemindeki yeniden üretimlerin yetersizliği ve darlığından dolayı tarihin öznesi olma göreviyle arasındaki açıyı iyice açmıştır. Burada bütünsel bir bakışla değerlendirme yaptığımızdan, kendimizin de içersinde bulunduğu, bu durumu aşma çabalarını ayrıca belirtmiyoruz.
Emperyalistlerin oluşturmak istediği bilinç biçiminin bir başka boyutunu da kimsenin denetim dışına çıkamayacağı bir kontrol ağına hapsedildiğimiz sanısının kitlelerin bilinç altına kazınması oluşturmaktadır. Böylelikle sadece kendine karşı çıkanları askeri gücü ile ezmeyi değil, daha bu karşı çıkışlar düşünce/propaganda aşamasındayken onları dinamitlemeyi bugün artık “önleyici savaş stratejisi” adı altında askeri strateji haline getirerek savunan ve uygulayan ABD emperyalizmi, tüm dünyadaki ezilen halklara ve emekçi yığınlarına sisteme dokunamayacakları mesajını vermektedir. Artık ortaçağın engizisyon cellatlarının elindeki kılıcın yerini her sokağı koridoru kuşatan güvenlik kameraları almıştır.
Tüm bu koşulların bir bileşkesi olarak bugün ABD emperyalizminin adım adım yaklaşan Irak saldırısının önünde ciddi bir engel bulunmamaktadır. Her ne kadar bu saldırganlık uluslararası çapta bir savaş karşıtı hareketin gelişmesini sağlamışsa da bu hareketler de postmodern parçalanmışlığın fazlasıyla iyi bir örneğini oluşturduğundan ve sınıfsal zemin üzerine oturup, ondan güç olarak farklı bir tarzda politikleşme gibi bir yönelime sahip olmadığından şimdilik sadece bir “vicdan subabı” olabilmektedir.
Çünkü “efendi”ye fiili olarak karşı koyabilmenin olanağı da yoktur. Bu boyutuyla savaş, en azından kısa vadede ve askeri olarak daha şimdiden ABD tarafından kazanılmıştır. Ama anımsatmakta fayda var ki bu, sadece bir bilinç biçimi ekseninde oluşan bir “zafer”dir. Gerçek bir zafer değildir, sanaldır. Tıpkı 1945’te Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarında olduğu gibi ortada övünülecek bir zafer filan değil, sadece bir katliam olduğunun anlaşılması, fazla uzun sürmeyecektir. Emperyalizm tarafından yaratılan bilinç biçimlerinin, sınıf savaşımları ekseninde şekillenen gerçekliğin duvarına çarparak yerle bir olması ise devrimci güçlerin bu hegemonyaya müdahalesine bağlıdır.
Elbette ki mücadelemizin gerçekleştiği alan, salt bilinç alanı değildir. Ama onu da kapsar ve özellikle toplumsal bilinç, bunun önemli bir bileşenidir. Bugün karşımızda duran görevlerin kapsam ve içeriği, bu sürecin “kağıttan kaplan” gibisinden propagandif söylemlerle aşılamayacağını da göstermektedir. Ve elbette ki tüm bilinç öğeleri gibi o da pratiğin içinde şekillenecektir.
Kısacası, bugünün koşullarında, savaşa karşı hareketi örgütlemek ve mevcut direnişin içinde yer almak son derece önemlidir ve acil görevimizdir. Her devrimci sosyalist, tereddütsüz bir biçimde savaş karşıtı etkinliğin içinde yer almalı, bunu devrimci çalışmasının da bir parçası olarak kavramalıdır.
Ancak, devrimci sosyalizm, genel bir durum değişikliğinin, çok daha derinlikli bir müdahaleye bağlı olduğu gerçeğini de unutamaz.
Bugünkü emperyalist operasyon nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, devrimci bir savaşın örgütlenmesi gereği bir an bile ortadan kalkmayacaktır.


 

 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul