“Post-marksizm” neo-liberalizmin zaferi
ve işçi sınıfı hareketinin geri çekilmesiyle birlikte
moda bir entelektüel tavır oldu. Latin Amerika’da reformist
sol tarafından terk edilen alan bir ölçüde kapitalist
politikacı ve ideologlar, teknokrat ve muhafazakar tutucu
kiliseler (Yahudi cemaatları ve Vatikan) tarafından dolduruldu.
Geçmişte bu alan, sosyalistler, yurtseverler, halkçı politikacılar
ve “özgürlüğün teolojisi”yle(1) birlikte hareket eden
kilise eylemcilerinin egemenliği altındaydı ve merkez
sol, ne yukarıdaki politik rejimler içinde ne de aşağıdaki
politikleşmiş halk sınıfları içinde etkiliydi. Bugünse,
radikal solun yokluğu politik entelektüellerin, sendikaların
siyasallaşmış kesimlerinin, kır ve kentlerdeki toplumsal
hareketlerin olmadığının kanıtıdır. Günümüzün en yoğun
çatışması, bu anlamda, marksizm ile “post-marksizm” arasındaki
çatışmadır.
Bugün, ideolojileri, bağlantıları ve uygulamaları marksist
teori ve pratikle açıktan çatışma ve uzlaşmazlık içinde
olan ve neo-liberalizmin destekçisi büyük sermayenin ve
devletin kurumları tarafından desteklenip büyütülen sayısız
“sosyal” örgüt ortaya çıkmıştır. Sermaye sahiplerinin
neo-liberal projelerine uyum göstererek ideolojik ve politik
olarak bu projelerin uygulanmasında aktif rol alan bu
oluşumlar, kendilerini çoğu kez “devlet dışı” ya da “bağımsız
araştırma merkezleri” olarak tanımlamaktadırlar.
Bu makale, söz konusu oluşumların ideolojik bileşenlerini
tanımlayıp eleştirecek ve daha sonra bunların sınıf temelli
hareket ve yaklaşımlarla çatışan faaliyetlerini ve eylemsizliklerini
anlatacaktır. Bunu, “post-marksizm”in evrimi, kökenleri
ve geleceğinin tartışılması ve marksizmin düşüşü ve muhtemel
geri dönüşü bağlamında bir tartışma izleyecektir.
Post-Marksizmin Bileşenleri
Çıkış nedenlerini marksizmin eleştirisi ve alternatif
bir teori oluşturulmasına girişilmesi ya da en azından
makul bir çözümleme için temel oluşturacak belli başlı
tüm sorunların ayrıntılı bir şekilde ele alınması olarak
açıklayan post-marksizmin düşünsel taraftarlarının çoğu
“eski marksistler”dir.
Genel olarak post-marksist söylem, aşağı yukarı on temel
madde üzerinden incelenebilir.
1- Sosyalizm bir hataydı ve tüm “bütünlüklü toplum teorileri”
bu süreci tekrarlamaya mahkumdur. İdeolojiler yanlıştır
(post-marksizm hariç!) çünkü tek bir cinsiyet/ırk sisteminin
egemen olduğu bir dünya görüşünü yansıtmaktadırlar.
2- Toplumsal sınıflara vurgu yapan marksistler “indirgemeci”dirler;
çünkü sınıflar çözülmektedir. Post-marksistlere göre,
temel politik hareket noktası kültürel alandır ve politika
artık farklı kimliklerde (ırk, toplumsal cinsiyet, etnik
aidiyet, cinsel tercih) kök salmıştır.
3- Devlet, demokrasi ve özgürlüğün düşmanıdır, yozluktur
ve toplumsal refahın dağıtımını gerçekleştiremez. Bunun
yerine, “sivil toplum”, demokrasi ve toplumsal gelişmenin
öncüsüdür.
4- Malların üreticiler arasında dolaşımını engelleyen
bürokrasi, merkezi planlamanın bir ürünüdür. Pazar veya
pazarlardaki değiş tokuşun daha az sınırlanması belki
de daha fazla tüketim ve daha etkili dağıtım anlamına
gelecektir.
5- Devlet iktidarını elde etmek için verilen geleneksel
solun mücadele anlayışı çökmektedir ve bu mücadele anlayışı
otoriter rejimlere yol açmakta, bu rejimler de sivil
toplumu kendi kontrollerinde kenara itmelerine yol açmaktadır.
Değişimin tek demokratik aracı ulusal ve uluslararası
iktidarlara karşı talep/baskılarla yerel örgütlerin
yerel sorunlar etrafında yürüttüğü yerel mücadelelerdir.
6- Devrimler her defasında kötü sonuçlanmaktadır ya
da artık devrimler imkânsızdır: Toplumsal dönüşümler
için mücadele baskıcı tepkileri davet etmektedir. Bunun
yerine, seçim yolunun korunması için demokratik dönüşümlerin
güçlendirilmesi ve demokrasi için mücadele edilmesi
gereklidir.
7- Sınıf dayanışması fikri, eskimiş politik görüşleri
ve gerçeklikleri yansıtan geçmiş ideolojilerin parçasıdır.
Sınıflar artık yoktur. Kendine özgü grupların (kimliklerin),
bireysel dayanışma alanları ve dışardan taraftarların
da katılımına dayalı “yaşam mücadelesi” için bir araya
gelmiş parça parça “yerellikler” vardır. Dayanışma sınıf
olgusunun ötesinde insancıl bir tavırdır.
8- Sınıf mücadelesi somut sonuçlar üretmez; acil sorunların
çözümlenmesinde bir işe yaramaz ve hatalara yol açar.
Belli projeler etrafındaki uluslararası ve devletler
arası işbirliği üretim artışı ve kalkınmayla sonuçlanmaz.
9- Geçmişte kalmış bir başka ifade de artık ömrünü tamamlamış
olan anti-emperyalizmdir. Günümüzün küreselleşmiş ekonomisinin
başını çeken merkezlerle mücadele etmenin imkânı yoktur.
Gitgide daha fazla birbirine muhtaç hale gelen günümüz
dünyasında, sermayenin, teknoloji ve bilgi-becerinin
(know-how) “zengin” ülkelerden “yoksul” ülkelere aktarımı
için daha büyük bir uluslararası işbirliğine ihtiyaç
vardır.
10- Kitle örgütlerinin liderleri sadece yoksulların
örgütlenmesi ve yaşam koşullarının düzeltilmesi doğrultusunda
yönlendirilmemelidir. İçerdeki oluşumlar dış sermayeye
yaslanmalıdır. Programları uzmanlar tasarlamalı ve yerel
grupların örgütlenmesi için dışardan gelecek finansman
güvence altına alınmalıdır. Dış yardım olmadan, yerel
gruplar ve uzmanlaşmaya dayalı meslekler çökecektir.
Post-Marksist İdeolojinin Eleştirisi
Başka bir deyişle post-marksistler, mahkum ettiklerini
sandıkları marksizmin gelişmiş bir stratejisini, eleştirisini
ve değerlendirmesini yarattıklarını ileri sürerler.
Ne var ki post-marksizm, yerel toplumsal sorunlar üzerine
yoğunlaşırken, ulusal ve uluslararası kapitalizmin bu
yerelliği etkileyen krizlerini (uzun süreli durgunluk
ve dönemsel mali panikler) ve toplumsal çelişkilerini
(eşitsizlikler ve toplumsal kutuplaşma) değerlendirmekte
başarısız kalır. Örneğin, neo-liberalizm (post-marksistlerin
de üzerine eğildiği toplumsal-politik ve ekonomik alan)
sınıf çatışmalarının bir ürünüdür. Devlet ve imparatorlukla
birlik olan sermayenin belli başlı sektörleri halk sınıflarını
yenilgiye uğratmış ve neo-liberal modeli dayatmıştır.
Dünyanın gidişatı, post-marksistlerin iddiasının tersine,
sınıfsal olmayan bir bakış açısıyla açıklanamaz. Ayrıca,
aynı sorun post-marksistlerin köklerine ve özgeçmişlerine
baktığımızda da su yüzüne çıkar: marksist akademik çalışmaların
alan ve kaynaklarının kısıtlanmasına karşılık post-marksistlere
kaynak ve fırsatların sunulması, ulusal ve uluslararası
düzeydeki köklü ekonomik ve kültürel değişimin ifadesidir.
Post-marksizmin sosyolojik kökeni, işçi sınıfına ait
olan politik iradeyi sermayeye armağan etmesinde aranmalıdır.
Artık post-marksist ideolojinin eleştirisine ve çoğunlukla
tutarsız olan teorik yapısının belli başlı önermelerini
tartışmaya geçebiliriz. Öncelikle “sosyalizmin başarısızlığı”
ve “ideolojilerin sonu” üzerine söyledikleriyle işe
başlamamıza izin verin.
“Sosyalizmin başarısızlığı”ndan kastedilen nedir? SSCB
ve Doğu Avrupa Komünist rejimlerinin çöküşü mü? Birincisi,
bu eleştiri sosyalizm düşüncesinin tek taraflı kavranışına
dayanmaktadır. İkincisi, söz konusu eleştiride politik/sosyo-ekonomik
sistemi başarısız kılanın ne olduğu da açık değildir.
Rusya, Polonya, Macaristan ve çoğu eski Sovyet cumhuriyetlerindeki
son seçim sonuçları, seçmenlerin büyük bir çoğunluğunun
eski refah toplumu ekonomisinin ve politikasının pratik
uygulamalarına geri dönmeyi tercih ettiklerini gösteriyor.
Eğer eski komünist ülkelerdeki genel düşünce “sosyalizmin
başarısızlığı” yolundaysa, o zaman seçim sonuçları yanlıştır.
İkincisi, post-marksistler eğer “sosyalizmin başarısızlığı”ndan
iktidardaki solun çöküşünü kastediyorlarsa, sosyalist
pratiklerin iç yetersizliklerinden kaynaklanan “başarısızlıkları”yla
dışardan yapılan politik-askeri saldırılardan kaynaklanan
“başarısızlıkları”nı birbirinden ayırmak zorundayız.
Hitler’in Batı Avrupa demokrasilerini yıkmasını “demokrasinin
başarısızlığı” olarak görebilir miyiz? Şili, Arjantin,
Bolivya, Uruguay, Dominik Cumhuriyeti, Guatamela, Nikaragua,
El Salvador, Angola, Mozambik ve Afganistan’a yönelik
ABD ve diğer terörist-kapitalist rejimlerin müdahaleleri
devrimci solun “çöküşü”nde önemli bir rol oynamıştır.
Askeri yenilgilerle ekonomik sistemin başarısızlıkları
aynı şey değildir. Ayrıca, sosyalist ve halkçı yönetimlerin
iktidarda olduğu dönemleri değerlendirdiğimizde çoğu
toplumsal göstergenin, daha sonraki rejimlerden daha
olumlu olduğu kesindir: Allende dönemindeki toplumsal
katılım, sağlık, eğitim ve dengeli büyüme, sonradan
gelen Pinochet’e oranla oldukça olumluydu. Benzer göstergeler
Nikaragua’daki Chamorro rejimiyle kıyaslandığında Sandinistlerin
iktidarının daha olumlu olduğunu gösterir. Arbenz hükümetinin
tarım reformları ve insan hakları politikaları, bugünkü
hükümetin toprakları büyük çiftçilere peşkeş çekmesiyle
ve 150 bin cinayetle suçlanan politikalarıyla kıyaslandığında
olumludur.
Bugün, neo-liberalizmin egemenliğine ve marksistlerin
güçsüzlüğüne rağmen, Batı yarımkürede marksistlerin
ya da sosyalistlerin kitle hareketlerinin önemli gösterilerine
liderlik etmediği ve neo-liberal politika ve rejimlere
meydan okuyarak etkin olmadığı neredeyse hiçbir ülke
yoktur. Paraguay, Uruguay ve Bolivya’da başarılı genel
grevler; Meksika ve Hindistan’da önemli köylü ve gerilla
hareketleri; Brezilya’da topraksız işçi hareketi marksist
etkinliğin kanıtıdır.
Blok dışındaki sosyalizm, tamamen demokratik, halkın
kendisinin verdiği kararları ve çıkarları temsil ettiği
için, çoğunluğun güvenini kazanmış halk gücüne dayalıydı.
Post-marksistler Sovyet Komünizmi’yle Latin Amerika
kökenli devrimci demokratik sosyalist hareketleri birbirine
karıştırıyor. Post-marksistler, neo-liberalizmin de
iddia ettiği gibi askeri yenilgilerle solun politik
başarısızlıklarını birbirine karıştırıyorlar. Sonuçta,
Doğu Avrupa Komünizmi sorununda olduğu gibi, komünizmin
değişen, dinamik doğasını görmeyi başaramıyorlar. Oysa
toplumsal mülkiyetin, refah programlarının, tarım reformlarının
ve konsey demokrasisinin yeni sosyalist sentezinin bugün
artmakta olan popülaritesi yeni toplumsal-politik hareketlere
dayanmaktadır.
Bu bağlamda, “ideolojilerin sonu” görüşü sadece post-marksistlerin
tutarsız ideolojik savlarıyla sınırlı olmayıp, eski
ve yeni marksistler arasındaki ideolojik tartışmalarda,
neo-liberalizm ve onun post-marksist mirasçılarıyla
yürütülen mücadele ve tartışmalarda da kendini ortaya
koymaktadır.
Sınıfların Sonu ve
Kimliklerin Yükselişi
Post-marksistler, marksist sınıf çözümlemesi fikrine
çeşitli açılardan saldırırlar. Bir yandan, sınıfsal
analizlerin eşitlik kavramını çarpıttığını ve kültürel
kimliklerin (toplumsal cinsiyet, etnik aidiyet) önemini
hasır altı ettiğini iddia ederler. Sınıfsal bakışı savunanları
“ekonomik indirgemecilik” ve sınıflar arasındaki toplumsal
cinsiyet ve etnik aidiyet farklılıklarını açıklayamamakla
suçlarlar. Sonra daha da ileri giderek bu “farklılıkların”
politik görüşlerin doğasını ifade ettiğini iddia ederler.
Sınıf çözümlemesine yönelik ikinci saldırı noktasının
kökü sınıfın aslında sadece kültür tarafından belirlenen
öznel bir olgu, entelektüel bir yapı olduğu iddiasına
dayanır. Dolayısıyla, toplumu ayrıştıran “nesnel sınıf
çıkarları” diye bir şey yoktur; bunlar sadece özneldir
ve her kültür kendi önceliklerini savunur. Üçüncü saldırı
noktası ekonomide ve toplumda eski sınıf ayrımlarını
ortadan kaldıran kapsamlı dönüşümler olduğu iddiasına
dayanır. Bazı post-marksistler, “sanayi sonrası” toplumda,
iktidarın kaynağının yeni iletişim sistemlerinde, yeni
teknolojilerde ve bunları yönetip kontrol edenler içinde
olduğunu ileri sürmektedirler. Bu görüşe göre sanayi
işçileri, yüksek teknolojiyle birlikte “yeni orta sınıflar”a
dönüşerek ve “alt sınıflar” biçiminde marjinalleşerek
ortadan kaybolmakta ve yeni bir topluma doğru gidilmektedir.
Marksistler hiçbir zaman sınıf içersinde ırka, toplumsal
cinsiyete ve de etnik kökene bağlı olarak gerçekleşen
bölünmelerin önemini yadsımamışlardır. Marksistler,
bu farklılıkları kapsamlı bir toplumsal sistemin ürettiğini
ve her alanda (iş, komşuluk, aile) bu eşitsizliklerin
üstesinden gelmek için sınıf güçlerine katılımın esas
olduğunu vurgularlar. Marksistlerin en çok karşı çıktığı
şey, toplumsal cinsiyet ve ırk eşitsizliklerinin sınıfsal
çerçevenin dışında değerlendirilip çözülebileceği fikridir:
Post-marksist düşünceye göre, hizmetçileri olan varlıklı
toprak sahibi kadınlarla boğaz tokluğuna çalıştırılan
köylü kadınların ortak bir “kimliği” vardır; neo-liberal
hükümet bürokrasisinin yerli üyeleriyle serbest piyasa
ekonomisi politikalarının sonucunda topraklarından sürülen
yerlilerin ortak bir “kimliği” vardır. Örneğin Bolivya,
koko yetiştiren kızılderili köylüleri toplu tutuklamalarla
yöneten ahlaksız bir kızılderili başbakana sahiptir.
Doğru hareket noktası, kimlik politikalarının belli
bir grubun özgün bir baskı biçimi olduğunun bilincine
varılmasıdır. Ama yine de bu yaklaşım, her ne kadar
baskının belli başlı noktalarını teşhir edip hakim toplumsal
sisteme karşı mücadele etse de, sonuçta “kimlik”, insanı
diğer sömürülen toplumsal gruplardan izole eden bir
hapishanedir (ırk ya da toplumsal cinsiyet); bunun için
genel ve özgün eşitsizlik koşullarını da belirleyen
toplumsal iktidarın yapısının daha kapsamlı bir sınıfsal
çözümlenmesi zorunludur.
Kimlik politikaları, yoksulları, işçileri, köylüleri
savunan grupları politik-ekonomik evreni dönüştürmekten
uzak, birbiriyle rekabet eden gruplar şeklinde birbirinden
yalıtır. Sınıf politikaları, “kimlik politikalarıyla”
yüzleşen; sınıfları ve diğer eşitsizlikleri kollayan
kurumların dönüştürüldüğü alandır.
Sınıflar öznel kararlarla oluşmazlar: Sınıflar, kapitalizmin
değer sistemi tarafından oluşturulurlar. Bu yüzden de,
sınıfın zaman, mekân ve algıya dayalı öznel bir fikir
olduğu görüşü sınıf ve sınıf bilinci kavramlarını birbirine
karıştırır. Sınıf, nesnel bir olguyken sınıf bilinci
toplumsal ve kültürel öğeler tarafından belirlenir.
Sınıf bilincinin toplumsal bir oluşum olması onun tarihte
daha önemsiz ve geçersiz olduğunu göstermez. Toplumsal
oluşumlar ve sınıf bilinci değişse de, çoğu kez başka
bilinç türleriyle (ırk, toplumsal cinsiyet, ulus vb.)
gölgelenip bunlarla (ulusçuluk ve sınıf bilinci) birleştirilse
de bunlar tarih boyunca süregelen olgulardır.
Sınıfların yapısında önemli değişimler olduğu kesindir;
fakat bu değişim post-marksistlerin dikkat çektiği yönde
değildir. Bu önemli değişimler, sömüren ve sömürülen
sınıfların koşullarının değişmesiyle birlikte, sınıf
farklılıklarını ve sömürüyü derinleştirmiştir. Bugün
geçmişe oranla geçici işçilerin sayısı çok daha fazladır.
Bugün geçmişe oranla kayıt dışı emek pazarında (günümüzde
informel sektör olarak adlandırılan) çalıştırılan işçi
sayısı da çok artmıştır. Kayıt dışı sömürü sorunu, kapitalizmi
“dönüştüren” bir şey değildir: Bu, daha çok on dokuzuncu
yüzyıl emek sömürü biçimlerine bir geri dönüştür. Halkçı
refah devletinin feshedilmesinin ardından kapitalizmin
yeni bir değerlendirmesine ihtiyaç vardır. Bu değişim,
sermaye ile emek arasında arabuluculuk yapan devlet
ve partilerin karmaşık rolünün yerini egemen kapitalist
sınıfa daha doğrudan ve açıktan bağlanmış devlet kurumlarının
aldığı anlamına gelmektedir. Neo-liberalizm egemen sınıfın
uzlaşmasız devlet iktidarıdır. Yakın geçmişte devlet
ve rejimin işleyişini “belirleyen çeşitli etkenler”
ne olursa olsun, bugün neo-liberal istihdam modeli doğrudan
uluslararası bankalara bağlı borç ödemelerini uygulamaya
koymak ve döviz kazanmak için sektörlerin ihraç edildiği
merkezileştirilmiş devlet kontrolüne dayanır. Neo-liberalizm
bireylerin vatandaşlık bağıyla eklemlendiği baskıcı
bir devlet aygıtı ve toplumsal patlamaları yatıştırıcı
devlet-ötesi “sivil toplum kuruluşlarına” dayalıdır.
Refah devletinin tasfiyesi toplumsal yapının daha da
çok kutuplaştırılması anlamına gelir: bir tarafta düşük
ücretliler ya da sağlık, eğitim, toplumsal güvenlikte
çalışan kamu işçileri, diğer tarafta çokuluslu şirketlere
bağlı iyi ücretli profesyoneller, STK’lar ve dünya piyasalarına
ve politik iktidar merkezlerine bağlı yurtdışından mali
destek alan diğer kurumlar. Bugünkü mücadele sadece
fabrikalardaki sınıf mücadelesi değildir; mücadele devlet
ile çalıştıkları işlerinden çıkarılarak toplumsal üretimin
bedellerini taşımaya, satmaya ve üretmeye zorlanan sokaktaki
ve kapitalist pazardaki sınıflar arasındadır. Dünya
pazarlarıyla elit ihracatçılar, küçük ve orta ölçekli
kompradorlar (elektronik eşya ihracatçıları, çokuluslu
otel ve dinlenme tesislerinin turizm işletmecileri)
aracılığıyla gerçekleştirilen entegrasyonun bir benzeri
iç ekonominin parçalanması şeklinde görülmektedir: Yerel
sanayi ve küçük çiftliklerin tasfiyesiyle beraber üreticilerin
de kentlere ve uzaklara sürülmesi.
Üst-orta sınıfların lüks eşyalarının ithalatı yoksulların
emeğinin “ihracatı” yoluyla elde edilen kazanımlara
dayanmaktadır. Sömürü, ülkenin yoksullaştırılması, köylülerin
köklerinden sökülerek kentlere göç ettirilmesiyle başlamaktadır.
“İhraç edilen emekten” elde edilen kazanç ithalatın
finansmanı, egemen yerli ihracatçı ve turizm işletmecilerinin
desteklenmesi amacıyla neo-liberal sistemin altyapı
projesine oldukça iyi miktarlarda nakit para akışı sağlar.
Sömürü zinciri daha dolambaçlıdır ancak hala son tahlilde
sermaye-emek ilişkisi çerçevesindedir.
Neo-liberalizm çağında, kayıt dışı çalışmanın büyümesine
karşın güçlü kamusal yatırımlar ve yaşanılabilir toplumsal
koşullarda meşru çalışma alanlarının oluşturulması için
merkezi düzenleme gereksinimi ne kadar önemliyse, “ulusun”,
ulusal pazarın, ulusal üretim ve paranın yeniden oluşturulması
mücadelesi de o kadar temel bir tarihi öneme sahiptir.
Bir başka deyişle, geçmişteki reformcu politikaların
yerini alan neo-liberalizm ve uluslararası bağlantılı
kayıt dışı emek pazarının sınıfsal çözümlemeleri sermaye
ile uzlaşmazlığa dayandırılmalıdır.
İşçi ve köylülerin büyük çoğunluğunun gitgide daha çok
yoksullaşması ve homojenleşmesi emek pazarı içersinde
birleşik devrimci eylem için muazzam bir objektif potansiyel
yaratmaktadır. Kısacası, yoksulların mücadelesinin örgütlenmesi
için ortak bir sınıf kimliği alanı oluşmaktadır. Post-marksist
iddianın tersine, kapitalizmin dönüşümleri sınıf çözümlemelerini
daha önce hiç olmadığı kadar açıklayıcı hale getirmiştir.
Teknolojinin gelişmesi sınıf farklıklılarını ortadan
kaldırmak yerine daha da derinleştirmiştir. Mikroçip
sanayindeki gelişmeler işçi sınıfını özgürleştirmemiştir.
Bunun yerine, sömürü etkinliklerinin alanını ve sömürü
sürecindeki üretimin yapısını değiştirmiştir. Göründüğü
kadarıyla bu yeni yapı, yeni teknolojilerle geliştirilen
daha sıkı kontrol mekanizmalarının sömürüsünü birleştirmektedir.
Bazı sektörlerdeki otomasyon, iş sürecindeki çalışma
temposunu arttırmaktadır; işçiler kameralarla daha fazla
gözetlenirken idari personel sayısını azaltılmaktadır.
İşçilerin işçileri ezdiği “kalifiye işçi grupları” ücret
ya da söz hakkı bakımından bir avantaj sağlamazken bireysel
sömürüyü arttırmaktadır. Sonuçta “teknolojik devrim”
karşı devrimci neo-liberalizmin sınıf yapısı tarafından
şekillendirilmektedir. Bilgisayarlar ticarette maliyetlerin
kontrol edilmesini ve ilaçların miktarının belirlenmesine
olanak sağlasa da, bu teknolojik değişimden etkilenenler
düşük ücretli geçici işçilerdir. İletişim şebekeleri
kötü ve düşük ücretli çalışma koşullarına ve tekstil,
ayakkabı, vb. üretimine dayalı ev işlerine (kayıt dışı
ekonomi) bağlanmıştır. Bu birleştirilmiş sürecin, emeğin
ve hatta teknolojinin gelişiminin anlaşılmasının anahtarı
sınıf çözümlemesidir.
Devlet ve Sivil Toplum
Post-marksistler devletin tek yönlü bir görünümünü ele
almaktadırlar. Devlet kamu hazinesini yağmalayan, halkı
yoksullaştıran ve ekonomiyi iflasa sürükleyen uçsuz
bucaksız geniş bir bürokrasi olarak tanımlanmaktadır.
Politik alanda devlet, yurttaşlık katılımını (demokrasi)
ve malların özgürce değişimini (“piyasa”) engelleyen
otoriter yönetimin ve keyfi uygulamaların kaynağıdır.
Diğer yandan post-marksistler özgürlüklerin, toplumsal
hareketlerin, yurttaşlığın özünün “sivil toplum” olduğunu
iddia etmektedirler. Aktif bir sivil toplumdan adil
ve dinamik bir ekonomi ortaya çıkacaktır. Bu ideolojinin
tuhaf olan yanı Latin Amerika tarihinin elli yıllını
göz önünde bulundurmamasıdır. Öncelikle, özel yatırımın
yokluğunda kamusal yatırım, sanayinin canlandırılması,
1930 ve 1940’ların savaştan ve dünya krizlerinden kaynaklı
ekonomik krizden çıkılması için zorunlu bir araçtı.
İkincisi, okur-yazarlığın ve temel kamu sağlığının gelişmesi
büyük oranda kamu girişimine dayanıyordu.
Yüzyılın başları ve ortalarında serbest girişim, yaklaşık
on sekizinci yüzyıldan 1930’lara kadar, piyasasının
görünmez eli, soykırımlara, salgın hastalıklara, zulme,
sömürgeleşmeye, göçlere ve sömürüye seyirci kalırken
Latin Amerika kutsal kitaptaki yedi cezayı çekiyordu.
Bu sorunlara karşılık kamu sektörü büyüdü ve kamusal
işlevlerinden saparak yalnızca iş çevrelerine ve politik
elitlere tahsis edildi. “Devlet hantallığının” nedeni
ya ticaret lehine sübvansiyonların sağlanması (düşük
maliyetler yoluyla) ya da sermayenin siyasi taraftarlarına
iş imkanları sağlanması yoluyla doğrudan özel mülkiyetin
çıkarlarınca şekillendirilmiş olmasına bağlıdır. Devletin
etkisiz olmasının nedeni tamamen özel mülkiyet çıkarlarına
oranla ikincil kılınmış olmasıdır. Özel mülkiyete dayalı
ekonomi, kilise ya da STK’ların yerini hiçbir zaman
devletin kapsamlı sağlık ve eğitim programları almamıştır.
Hem özel sektör hem kilise tarafından finanse edilen
özel klinikler ve eğitim varlıklı bir azınlığa hizmet
etmektedir. STK’lar ancak yerel alanlardaki sınırlı
sayıdaki grup için heveslilerin ve yabancı yardımseverlerin
çıkarlarına dayalı kısa süreli sağlık bakımı ve eğitim
olanağı sağlarlar.
Sistematik bir karşılaştırma post-marksistlerin tarihsel
verileri yanlış değerlendirdiklerini kanıtlamaktadır:
Post-marksistler devlet karşıtı söylemleriyle kendilerini
kör ederek özele oranla kamu kazanımlarının olumlu yanlarını
es geçmektedirler.
“Devletin” otoritenin kaynağı olduğu savı hem doğrudur
hem de doğru değildir. Diktatörlük rejimleri vardır
ve olacaktır da, ancak kamu mülkiyetinin yağmalanmasının
sonuna gelmiş olan çoğu devlet, özellikle de bu devletçilik,
yabancı sermayenin kamulaştırılması anlamına geliyorsa
işlevini tamamlamıştır. Geçmişte de, bugün de ve muhtemelen
gelecekte de çoğu diktatörlük, devlet-karşıtı ve serbest
piyasa yanlısı olmuştur-olacaktır.
Ayrıca devlet, işçilerin, siyahların, kadınların ve
diğerlerinin yasal haklarını tanıyarak nüfusun sömürülen
kesimlerinin devlet çatısı altında birleşmesini sağlamış
ve yurttaşlığın önemli bir taraftarı olmuştur. Devletler
yoksullar yararına toprakları, gelirleri ve bütçeleri
yeniden dağıtarak toplumsal adalete temel oluşturmuşlardır.
Başka bir deyişle, devletin sınıfsal özünü, onun yasal
ve politik temsilcilerini tanımlamak için devletçi/devlet-karşıtı
söyleminin ötesine geçmeliyiz. Devlete karşı geliştirilen
malum tarih dışı, toplumdışı temelsiz saldırılar sadece
kitlelerin etkisiz kılınması yolunda bir polemik aracı
olarak hizmet görür ve kitlesel eylemin yaratıcı özüne
dayalı etkili ve akılcı bir alternatif saldırının önünü
tıkar.
“Sivil Toplumun” devletin karşısına konulması da ayrıca
yanlış bir ikilemdir. Sivil toplum tartışmalarının çoğu,
“sivil toplumu” bölen temel toplumsal çelişkileri gözden
kaçırmaktadır. Sivil toplum ya da daha doğrusu sivil
toplumun ileri gelen sınıfları, yoksulların “devletçiliğine”
saldırırken “sivil toplum” içindeki egemen konumlarını
korumak ve geliştirmek için ordu ve sermayeyle bağlarını
güçlendirme yolunu seçmişlerdir. Buna karşın, sivil
toplum içindeki halk sınıfları ayaklandıklarında egemen
sınıfların tekelci devletini yıkmaya girişirler. Yoksullar
devlet kaynaklarına her zaman zenginlere kıyasla kendi
toplumsal-ekonomik konumlarını güçlendirecekleri alan
olarak bakmışlardır. Sorun daima farklı sınıfların devletle
ilişkileri olmuştur.
Ancak post-marksist ideologlar yetersizliklerini avantaja
dönüştürmeyi bilmişlerdir. Egemenlerin aşıladığı yurtsuzluk
söylemini hiç sorgusuz sualsiz alt tabakalara yaymışlardır.
Post-marksistler devletin dışında ve “sivil toplumun”
içinde çalıştıklarını iddia ederek örgütsel araçlarını
(STK’lar) haklı göstermeye uğraşırken bile, aslında
yerel hükümetlerle birlikte çalışabilmeleri için yabancı
devletler tarafından finanse edilmişlerdir.
“Sivil toplum”, kapitalist toplum tarafından yaratılan
ve neo-liberalizm altında daha da yoğunlaşan derin toplumsal
yarılmanın sonucudur. Aslında “sivil toplum” ve devlet
arasında çatışma olduğu kadar sivil toplum içindeki
sınıflar arasında da çatışma vardır. Sadece bazı istisnai
durumlarda bunun tersi geçerlidir. Tüm toplumsal sınıflara
işkence, zulüm ve yağma politikası uygulayan faşist
ve totaliter devletler örneğinde devlet ve sivil toplum
arasında bir ikilik olduğuna rastlarız.
Siyasal hareketleri örgütlemek için “sivil toplum” üzerine
yazıp çizerek işe başlamak yasal bir ayrımı önemli siyasi
kategorilere dönüştürmeye girişmektir. Böyle bir çaba,
sınıflar arasındaki farkı gizler ve bu yoldan egemen
sınıfın hakimiyetine meydan okunamaz.
“Devlet” ve “yurttaşın” karşı karşıya konması, bazı
yurttaşların (ihracatçı elitler, yüksek orta sınıflar)
devletle olan derin bağlarını es geçerken yurttaşların
çoğunluğunun (işçiler, işsizler, köylüler) temel toplumsal
yasal haklarını kullanmaktan dışlanarak yabancılaştırıldığını
atlamaktadır. Ayrıcalıklı yurttaşlar devleti kullanırken
çoğunluk için hiçbir pratik anlam ifade etmeyen yurttaşlık
hakkı bu insanları deneklere dönüştürmektedir. Devlet
sorununda olduğu gibi, sivil toplum tartışmasında da
toplumsal sınıfların ve ayrıcalıklı sınıf tarafından
dayatılan sınırların çerçevesinin açıklığa kavuşturulması
gerekmektedir. Post-marksistlerin “sivil toplum” terimini
sorgusuz sualsiz, ayrıştırılmamış bir kavram şeklinde
kullanması, toplumsal değişim dinamiklerinin ortaya
çıkmasından çok, üzerinin örtülmesine hizmet etmektedir.
Planlama, Bürokrasi ve Piyasa
Resmi komünist ülkelerdeki merkezi planlamanın düşüncede
otoriter ve uygulamada merkeziyetçi ve “bürokratik”
olduğuna hiç şüphe yoktur. Bu ampirik gözlemden yola
çıkarak post-marksistler “planlamanın” (merkezi olsun
olmasın) farklı taleplere, milyonlarca tüketiciye, yoğun
bilgi akışına dayalı modern ekonominin ihtiyaçlarına
ters olduğunu ileri sürerler. Onlara göre bunun üstesinden
yalnızca serbest piyasa gelebilir. Demokrasi ve piyasa,
post-marksistlerin ve neo-liberallerin bir araya geldiği
bir başka husustur. Bu görüşün sorun teşkil eden kısmı
kapitalist bir ekonomide çoğu önemli kurumun aslında
merkezi planlamayla bütünleşmiş olmasıdır.
General Motors, Wal-Mart, Microsoft’un tüm yatırım ve
harcamaları üretim ve pazarlama doğrultusunda merkezi
olarak programlanıp planlanır. Sayılı post-marksist,
eğer kalmışsa, eleştirilerini bu girişimlerin üzerinde
yoğunlaştırmaktadır. Post-marksistler çokuluslu şirketlerin
merkezi planlamasının etkilerini ya da bunların kapitalist
demokrasinin karakteristik unsurlarından rekabetçi seçim
sistemleriyle uyumunu sorgulamazlar.
Post-marksistlerin asıl sorunu, merkezi planlamanın
özgün tarihsel-politik farklılıklarını birbirine karıştırmalarıdır.
Eğer planlama sistemlerinin çeşitli politik sistemlerde
(otoriter ya da demokratik) içeriğinin farklı doldurulduğunu
kabul edersek o zaman planlama sisteminin sorumluluk
ve uygulanış biçiminin farklı olabileceği anlaşılabilir.
Bugün kapitalist toplumlarda devlet planlaması, askeri
bütçelerin ve yaklaşık elli yıldır kâr eden üreticilerin
(ve sermaye sahiplerinin) “emirlerine” dayalı harcamaların
bir parçasıdır. Planlamanın hiçbir “modeli” ve tabii
ki merkezi devlet planlaması da salt “komünist sistemlere”
özgü bir olgu değildir. Hataların kapitalist ülkeler
için de geçerli olduğu söylenebilir. Her iki örnekte
de (Pentagon ve Resmi Komünizm) sorun demokratik sorumluluğun
olmamasıdır: Ordu-sanayi elitinin bütünleşmesi üretimi,
fiyatları, talebi ve arzı belirlemiştir.
Çoğu ülkede devlet kaynaklarının merkezi ödeneğe bağlı
olması, kaynak dağılımında bölgesel eşitsizlikler, göçler,
üretkenlik, üretim talebinin ya da tarihsel nedenlerden
kaynaklanan sermaye eşitsizliğinden doğar. Yalnızca
merkezi bir karar merkezi uygulamalardan olumsuz etkilenmiş
daha az gelişmiş bölgelerin, sınıfların, toplumsal cinsiyetlerin
ve ulusal grupların ihtiyaçlarını karşılayarak kaynakları
yeniden bölüştürebilir. Aksi takdirde, “piyasa” tarihsel
avantaja sahip olanları kayırarak yardımlarını kutuplaştırıcı
kalkınma lehine kullanmak ya da bölgeler/sınıflar arası
sömürüyü ve etnik çatışmaları arttırmak eğiliminde olacaktır.
Planlamanın temel sorunu planlama yolunu bilgilendiren
politik yapıdır. Planlama memurları örgütlü topluluklarca
seçilirler, dolayısıyla bu örgütlenmelere karşı sorumludurlar;
bu toplumsal gruplar (üreticiler, tüketiciler, gençler,
kadınlar, ulusal azınlıklar) kârlarını askeri-sanayi
ittifakı sırasındaki elitlere borçlu olanlardan farklı
olarak üretim, tüketim ve yeniden yatırım çerçevesinde
kaynakları bölüştüreceklerdir.
İkinci olarak, planlama ayrıntılı düzenlemeler demek
değildir. Toplumsal bütçenin boyutları ulusça seçilmiş
temsilciler tarafından belirlenebilir ve yurttaşların
öncelikle yereli gözeterek seçebilecekleri kamu toplulukları
ihtiyaçları doğrultusunda bölüştürülebilir. Bu uygulama
Brezilya’nın Porto Alegre kentinde son birkaç yıldır
başını İşçi Partisi’nin çektiği belediye yönetimi tarafından
başarılmıştır. Merkezi ve yerel planlama arasındaki
ilişki ne taş üzerine yazılmıştır ne de yatırım ve harcamaların
“yüksek merciler” tarafından belirleneceği kararname
aşamalarına dayalıdır. Stratejik hedeflerin gerçekleştirilmesi
için altyapı, ileri teknoloji ve eğitim gibi tüm ülke
yararına düzenlenen merkezi ödenekler yerel inisiyatiflerin
okulların, kliniklerin, kültürel merkezlerinin gelişmesine
yardımcı olmasıyla tamamlanır.
Planlama bugünün kapitalist ekonomisinde anahtar bir
araçtır. Sosyalist planlamayı reddetmek toplumsal değişimin
harekete geçirilmesinde önemli bir aracın reddedilmesi
demektir. Büyük eşitsizlikleri, mülkiyet paylaşımını,
adaletsiz bütçe dağılımlarını tersine çevirmek ve uygulamak
için güçlü, demokratik yönetime dayalı ayrıntılı bir
plana ihtiyaç vardır. Üretici ve tüketicilerin özerk
yönetimlerine dayalı konseylerin ve kamu girişimlerinin
yanı sıra merkezi planlama demokratik dönüşümün üçüncü
ayağını oluşturur.
Sonuçta, merkezi planlama yerel üretici ve lokanta,
kahve, tamir dükkanları ve çiftçi aileler gibi hizmet
sektörleriyle bağdaşmaz bir şey değildir. Açıkçası,
kamu çalışanları makro toplumsal yapının idaresine tümüyle
sahip olacaklardır.
Günümüzde devasa bilgi işlem bilgisayarlarıyla birlikte
birçok karar ve bilgi akışının elde edilmesi çok daha
kolaylaşmıştır. Demokratik temsilin yanı sıra, teknoloji
ve merkezi planlama toplumsal açıdan etkili, eşitlikçi
üretim ve paylaşıma denk düşer.
“Devlet İktidarı Fikri Yanlıştır”,
Artık Yerel Politikalar Üzerine Düşünmeliyiz
Post-marksistlerin marksizme yönelik bir diğer temel
eleştirisi de devlet iktidarı fikrinin yanlış olduğu
ve bunun için mücadele etmeninse büyük günah olduğu
fikridir. Post-marksistler bunun yanlış olduğunu, çünkü
devletin eninde sonunda yurttaşlardan uzaklaşarak yöneticilerin
ayrıcalıklı ve keyfi aracı haline geldiğini ve böylece
onların asıl amaçlarını unutarak kendi kişisel çıkarlarının
peşine düştüklerini ileri sürmektedirler. Tarih boyunca
iktidarı elde eden insanların birer tirana dönüştükleri
elbette doğrudur; ancak yine de toplumsal hareketlere
önderlik ederek iktidarı elde eden bireylerin özgürleştirici
etkisi olduğu bir gerçektir. Köleliğin kaldırılması
ve mutlak krallıkların devrilmesi buna örnek oluşturur.
Öyleyse “devlet iktidarı” tarihsel bağlamda ikili bir
anlama sahiptir. Yine de özellikle bazı dikkate değer
örneklerde olduğu gibi yerel hareketlerin, toplulukları
harekete geçirmekte ve acil sorunların çözümünde başarılı
olduğu görülebilir. Diğer yandan, makro-politik ekonomik
kararların yerel girişimleri etkisiz kıldığı durumlar
da vardır. Günümüzde ulusal ve uluslararası düzeydeki
yapısal uyum politikaları, yoksulluğu ve işsizliği arttırmakta,
yerel kaynakları tüketmekte, yerli insanları göçe zorlamakta
ve onları suça sevk etmektedir. Devlet ve yerel güçler
arasındaki diyalektik, yerel inisiyatifleri ve her iki
düzeyde de görülen sınıf gücüne dayalı değişimleri ya
güçlendirmeye ya da baltalamaya hizmet ediyor. Gerici
merkezi yönetimlerin mali desteklerini kesmesiyle birlikte
baltalanmış sayısız ilerici belediye yönetimi örneği
vardır. Öte yandan, Uruguay’daki sosyalist belediye
başkanı ya da Brezilya’nın Porto Alegre’deki solcu belediye
başkanı örneğinde görüldüğü gibi ilerici belediye yönetimlerinin
semtlerdeki yerel örgütlenmelere yardım konusunda oldukça
olumlu bir etkisi vardır.
Devlet iktidarını “yerel”in karşısına koyan post-marksistler
iddialarını tarihsel deneyimlere, en azından Latin Amerika
deneyimine dayandırmamaktadırlar. Bu antinomi(2) yerel
örgütlerle neo liberal uluslararası finans kurumları
(Dünya Bankası, Avrupa ve ABD) ve serbest piyasa yanlısı
yerel rejimler arasında arabuluculuk yapan STK’ların
rolünün meşrulaştırılması için girişilen çabaların sonucudur.
“Demokratik değerlerin temsilcileri” olan post-marksist
STK uzmanları bunların rollerini “meşrulaştırmak” için
iktidarı hedefleyen solu küçümsemek zorundadır. Bu doğrultuda
yerel mücadeleleri, örgütleri ve ulusal/uluslararası
politik hareketleri birbirinden ayırarak neo-liberallerin
etkinlik alanlarını pekiştirirler. Yabancı ve yerel
neo-liberallerin makro-toplumsal ve ekonomik kararlarda
egemen olmasına izin verildikçe ve devlet kaynaklarının
çoğu ihracatçı kapitalistlere peşkeş çekildikçe “iktidarı
hedeflemeyen yerel eylemlilikler”e yapılan vurgu neo-liberal
rejimleri meşrulaştırmaktan başka bir işe yaramaz.
STK’ların yönlendiricisi post-marksistler yeni “kimliklerin”
ve “küreselci” söylemlerin kitle hareketlerinde güç
kazanmasında ve neo-liberal yerel projelerin tasarlamasında
başarılı olmuştur. “Uluslararası dayanışma” ve “küçük
ölçekli yardım girişimleri” üzerine yazıp çizdikleri,
onların yabancı yardımlara ve neo-liberalizmin sosyo-ekonomik
temsilcilerine bağımlılığını arttırırken ideolojik olarak
da neo-liberalizme bağlanmalarına yol açmıştır. STK’ların
on yıllık etkinliğinin ardından post-marksist uzmanların
toplumsal yaşamın tüm alanlarını (kadın, çevre ve gençlik
örgütleri) “apolitikleştirmesi” ve pasifize etmesi hiç
de rastlantı değildir. Peru ve Şili, radikal toplumsal
hareketler gerilerken STK’ların ısrarla kurulduğu klasik
örneklerdir.
Acil sorunlar üzerinden verilen mücadele, yerel mücadele
içinde gelişen hareketleri besleyen en önemli unsurdur.
İster devletle ve onun emperyalist destekçileriyle mücadelede
toplumsal sistemin kapsamlı sorunlarını gündeme getirerek
diğer yerel güçlerle bağlantı kurmuş olsun isterse de
dış yardımlar için rekabet eden dilencilere dönüşerek
yabancı yardım peşinde koşan kendi hükümetlerine yönelmiş
olsunlar, asıl sorun bu hareketlerin yöneldikleri doğrultu
ve dinamikleridir. Post-marksistler bu ideolojik eğilimlerden
ikincisini desteklerler; marksistler ise ilkini...
“Devrimler Her Zaman Kötü Sonuçlanır”
Sosyalizmin imkânsızlığı konusundaki tezlerini devrimlerin
başarısızlıklarından örnekler vererek kanıtlamaya çalışan
post-marksistler, bu konuda değişik söylemlere de sahiptirler:
Devrimci solun gerilemesinden tutun Doğu’da kapitalizmin
zaferine, “Marksizmin krizlerinden” alternatiflerin
yitişine ve ABD’nin gücünden ordunun darbe ve baskılarına
dek uzanan söylemlerdir bunlar. Tüm bu tezler, Dünya
Bankası ve yapısal uyum programları tarafından dayatılan
serbest piyasa koşullarına teslim olunması ve siyasetin
ordunun dayattığı seçim sistemine hapsedilmesi amacıyla
solu sıkıştırmakta kullanılmaktadır.
Post-marksistlerin tezlerinin çoğu dogmatiktir ve önceden
belirlenmiş koşullarda yapılan keyfi gözlemlere dayanmaktadır.
Devrimlerin modasının geçtiği fikrinden hareketle neo-liberal
seçim zaferleri üzerinde yoğunlaşırken seçim sonrası
kitle gösterileri ve parlamento dışı eylemlilikleri,
yığınla insanı harekete geçiren genel grevleri dikkate
almazlar. 1980’lerin sonlarındaki komünizmin çöküşüne
gözlerini dikerken 1990’ların ortalarındaki yeniden
dirilişi dikkate almazlar. Ordunun parlamenter politikacılar
üzerindeki baskısını ele alırken Zapatista gerillalarının
orduya meydan okuyuşunu, Caracas’daki kent isyanlarını,
Bolivya’daki genel grevi unuturlar. Başka bir deyişle,
ordunun belirlediği koşullarda yapılan seçimlerin sonucu
halkın temel taleplerini ve ihtiyaçlarını karşılamakta
yetersiz kaldığında ortaya çıkarak sınırları zorlayan
mücadele dinamiklerini görmezlikten gelirler. STK’lar,
Arjantin işçilerinin ödenmeyen ücretlerinin alınmasını
sağlayamamışlardır. Aynı şekilde Bolivya’da koko çiftçilerinin
ürünlerinin tahribini de önleyememişler ve ordunun yargılanmadan
muaf olmasına son verilmesini gerçekleştirememişlerdir.
Post-marksistler politik çözümün parçası olmak yerine
sorunun parçası olmuşlardır. On yılı aşkın bir süredir
devam eden piyasa tartışmasında post-marksistler her
defasında neo-liberalizme eklemlenerek serbest piyasa
politikalarının derinleştirilmesine hizmet etmişlerdir.
Post-marksistler serbest piyasanın insanlar üzerindeki
olumsuz etkilerine ciddi bir şekilde karşı çıkamazken,
işlerin yürümesi için yeni ve daha katı önlemleri dayatan
neo-liberallerin baskılarına ses çıkarmamaktadırlar.
Neo-liberalizmin pragmatik eleştirmeni olmaktan yola
çıkarak adım adım vardıkları yer, toplumsal hoşnutsuzluğu
yatıştırma ve yatırımcılara güvenli ortam sağlama işinin
sadık ve çalışkan yöneticileri olmaktır.
Gerçekte neo-liberalizmin ortaya çıkardığı kutuplaşmış
sınıfsal manzara, post-marksistleri değil, marksist
paradigmayı doğrulamıştır. Bugünkü Latin Amerika’nın
sınıfsal yapısı geçmişte olduğundan daha şiddetli, daha
çetindir ve sınıf temelli ya da devlet iktidarıyla ilgili
politikalara çok daha uygundur. Dolayısıyla bugün marksizm,
devrimci politikalara post-marksistlerin pragmatik önerilerinden
çok daha yakındır.
Sınıf Dayanışması ve Yabancı Finans Kurumlarının
“Yardımları”
“Dayanışma” kelimesi son zamanlarda kendi bağlamından
kopuk bir şekilde o kadar çok kötüye kullanılmıştır
ki sonuçta ciddi bir anlam kaybına uğramıştır. Post-marksistlerin
dilinde “dayanışma” lafı, önceden saptanmış “yoksul”
gruplara yönelik yabancı yardımları içerir. Onların
“dayanışma” dediği, yoksulluğun uzmanlar tarafından
“keşfi” ya da “halkın eğitimi”nden ibarettir. Özünde
bu “yardım” ve “eğitimin” hiyerarşik yapısı ve aktarım
biçimleri de birçok açıdan on dokuzuncu yüzyıl hayırseverliğinden
ve Hıristiyan misyonerlerin faaliyetlerinden farklı
değildir.
Post-marksistler devletin “baba” olarak görülmesine
saldırarak “bireysel dayanışma (kendi kendine yardım)”
üzerinde dururlar. Neo-liberalizmin kurbanları üzerinde
egemen olmak için STK’lar arasında oluşan rekabet ortamında
post-marksistler Avrupa ve ABD’deki yandaşlarından önemli
destekler almaktadırlar. “Bireysel dayanışma” ideolojisi,
kamu çalışanlarının yerine, geçici sözleşmelere bağlanmış
gönüllüler ve toplum içinde yükselmek isteyen uzmanların
işe alınması üzerine kuruludur. Post-marksist görüşün
temel felsefesi “dayanışmayı” işbirliğine dönüştürmek
ve neo-liberalizmin makro-ekonomi politikalarını es
geçerek dikkatlerin yoksulların sömürülmesi yoluyla
elde edilmiş büyük servetlerden uzaklaştırılmasını sağlamaktır.
Yoksulların devletin dayatmalarıyla hareket eden post-marksistlerin
ahlak öğütlerine ihtiyacı yoktur.
Marksistlerin dayanışma anlayışı ise daha çok yerli
ve yabancı sömürücülere karşı ezilen grupların (kadınlar
ve farklı ırklardan halklar) sınıf dayanışmasını öne
çıkarır. Marksistlerin asıl ilgilendikleri şey, sınıfı
bölen ve kısa bir süreliğine ufak grupları pasifleştiren
bağışlar değildir. Marksist dayanışma fikrinin asıl
önemli noktası, ortak ekonomik sıkıntıları paylaşan
ve toplumsal gelişme mücadelesi veren aynı sınıftan
bireylerin ortak eylemine dayanır.
Marksist dayanışma fikri, mücadele veren toplumsal hareketler
için konuşan ve yazan, benzer politik sonuçları paylaşmaya
kendini adamış düşünürleri de içinde barındırır. Dayanışma
fikri, sınıf mücadelesinin asli parçası olan ve sınıf
mücadelesi için çözümleme ve eğitim sağlayan “organik”
aydınlarla bağlantılıdır. Oysa post-marksistler, kurumların,
akademik seminerlerin, yabancı vakıfların, uluslararası
konferansların ve bürokratik raporların dünyasına hapsolmuşlardır.
Post-marksistler yalnızca özcü kimlikler modasının düşsel
dünyasına “kabul edilmişler” tarafından anlaşılan gizemli
(esoteric(3)) postmodern bir jargonla yazarlar.
Marksistler, dayanışmaya her şeyi sorgulayan ancak hiçbir
şeyi savunmayan, toplumsal hareketlerden uzakta kalmış
yorumcular açısından yaklaşmazlar; dayanışma onlara
göre toplumsal hareketlerin risklerini paylaşmaktır.
Post-marksistler açısından asıl amaç “projeler” için
gerekli yabancı sermayeyi sağlamaktır. Marksistler açısından
asıl sorun politik mücadelenin seyri ve toplumsal gelişmenin
sağlanması yolunda eğitimin gerekliliğidir. Amaç toplumsal
değişim bilincinin öne çıkarılarak büyük çoğunluğun
temel yaşam koşullarını dönüştürmek için politik iktidarın
kurulmasını sağlamaktır. Post-marksistlere göre “dayanışma”
genel özgürlük amaçlarından ayrıdır; dayanışma sadece
insanların meslek eğitim kursları için bir araya gelmelerini
sağlamanın bir yoludur. Marksistler açısından ise kolektif
mücadeleye dayalı bir dayanışma gelecekteki kollektivist,
demokratik toplumun nüvelerini içinde barındırır.
Sınıf Mücadelesi ve İşbirliği
Post-marksistler çoğu kez yurtdışı finans kurumları
ve neo-liberal rejimlerin işbirlikçilerini korumak amacıyla,
koşulları ve değerleri derinlemesine incelemeksizin
herkesin “işbirliği”nden bahsederler. Sınıf mücadelesi
onlar tarafından artık geçerli olmayan bir tür atavizm(4)
olarak görülmektedir. Bu yüzden de bize yoksulların
yeni bir hayat kurmak niyetinde olduğundan dem vurulur.
Post-marksistler geleneksel politikalar, ideolojiler
ve politikacılardan umutsuzlardır.
Asıl sorun post-marksistlerin yabancı sermayenin çekilmesindeki
arabulucu, komisyoncu pozisyonlarını, yabancı ve yerli
alıcılarca kabul edilebilecek projelerin finansmanını
sağlamaktaki rollerini gizlemeleridir. Vakıf girişimcileri
“iş alanları kurulması” gibi yeni tarz politikaların
takipçisidir: kadınların “eğitim” için bir araya toplanması;
büyük ihracatçı üreticiler tarafından taşeronlaştırılmış
küçük ölçekli şirketlerin kurulması, vb.
Aslında post-marksistlerin yeni politikaları kompradorların
politikasıdır: hiçbir ulusal ürün üretmeyi tercih etmezler;
bunun yerine neo-liberal düzenin devamı için yerli çevrelerle
(bireysel küçük yatırımcılar) yabancı yatırımı birleştirirler.
Bu bağlamda STK’ların yönlendiricisi konumundaki post-marksistler,
yoksulluğun azaltılması yolunda hiçbir ekonomik belirleyiciliği
olmayan projelerin, atölyelerin, eğitimin asli politik
aktörlerindendir. Ancak egemenlere karşı zararsız ve
etkisiz mücadele tarzlarıyla işbirliğine giden post-marksistlerin
eylemleri halkın sınıf mücadelesinden sapmasında etkili
olur.
Marksistlerin sınıf mücadelesi üzerine düşünceleri,
toplumda vergilerden muaf, rant, çıkar ve kâr elde edenler
ile ücretleri yükseltme, kamusal yatırım ve üretici
yatırımlar için mücadele edenler arasındaki toplumsal
kutuplaşmaya dayanır. Post-marksist yaklaşımın sonuçları
bugün her yerde çok daha net gözlemlenebilmektedir:
İşbirliğinin, küçük girişimlerin ve bireysel dayanışmanın
on yıl boyunca savunulmasından sonra gelirin tekelleşmesi
ve eşitsizliklerin büyümesi daha önce olmadığı kadar
büyümüştür. Bugün Amerikan Kalkınma Bankası (IDB) gibi
bankalar küçük ölçekli mikro-projeleri mali açıdan desteklerken
aynı zamanda milyonlarca tarım işçisini zehirleyip sömüren
tarımsal ihracatı da finanse etmektedir. Post-marksistlerin
bu mikro projelerdeki rolü tabanda politik muhalefeti
etkisizleştirirken merkezde neo-liberalizme destek olmaktır.
“İşbirliği” ideolojisi yoksulları post-marksistler aracılığıyla
merkezdeki neo-liberallere bağlar. Düşünsel açıdan post-marksistler
kabul edilebilir araştırmaları savunan, araştırma fonlarını
sınıflandıran ve sınıfsal değerlendirme ve mücadele
fikrine dayalı konu ve bakış açılarını dışlayan entelektüel
polislerdir. Post-marksistler “sosyal bilimciler” rütbesine
yükselirken marksistler konferanslardan dışlanmış ve
“ideolojik” olarak damgalanmışlardır. Entelektüel modanın,
yayınların, konferansların ve araştırma fonlarının kontrolü
post-Marksistlere önemli bir üs teşkil etmiştir elbette;
ancak tüm bunların devamının yabancı sermayedarlarla
çatışmaktan kaçınmak koşuluna bağlı olduğu kesindir.
Ciddi marksist entelektüeller güçlerini evrilen toplumsal
gerçekliklerden ve fikirlerinin bu gerçekliğe denk düşmesinden
alırlar. Sınıf teorilerinin öngördüğü gibi sınıfların
kutuplaşması ve şiddetli çarpışmaları artmaktadır ve
bu bağlamda post-marksistlerin tersine marksistler taktik
açıdan zayıf ancak stratejik planda güçlüdürler.
Anti-Emperyalizm Öldü mü?
Son yıllarda post-marksistlerin politik sözlüğünde artık
anti-emperyalizme rastlanmıyor. Orta Amerikanın eski
gerillaları seçim politikasına ve STK’ların “uluslararası
birlik” ve “yardımlaşma”dan bahseden profesyonel sözcülüğüne
soyundu. Ne var ki büyük meblağlardaki borç ödemeleri
yoksul Latin Amerika’dan Avrupa, ABD ve Japon bankalarına
transfer edilmeye devam ediyor. Kamu arazileri, bankalar
ve neredeyse tüm ulusal kaynaklar çok ucuz fiyatlarla
çokuluslu ABD ve Avrupa şirketleri tarafından ele geçirilmektedir.
ABD ve Avrupa bankalarında eskiye oranla hiç olmadığı
kadar Latin Amerikalı trilyonerlerin yüklü miktarlarda
sermayesi vardır. Bu arada tüm büyük iller sanayi mezarlığı
olurken kırsal bölgenin nüfusu da azalmıştır. ABD’nin
tarihte hiç olmadığı kadar fazla sayıda askeri danışmanı,
uyuşturucu görevlisi ve Latin Amerika’daki “polisiye
müdahaleleri” yönlendiren federal polisi vardır. Ancak
bazı resmi Sandinistler(5) ve eski Farabundo Marti(6)
yöneticileri Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte emperyalizmin
ve dolayısıyla anti-emperyalizmin bittiğini ileri sürdüler.
Onların sorun ettikleri şey yabancı yatırımlar ya da
yardımların varlığı değil yokluğudur ve onlar daha fazla
emperyalist yardım istemektedirler. Bu bakış açısını
yönlendiren politik ve ekonomik miyopluk, ödünç verilen
para ve yatırımlar için dayatılan politik koşulların
emek gücünü ucuzlattığını, toplumsal yasaları tasfiye
ettiğini ve de Latin Amerika’nın büyük bir plantasyona,
madencilik havzasına, bağımsızlığın, zenginliklerin
ve hakların soyulup soğana çevrildiği büyük bir ticaret
bölgesine dönüştürülmesi anlamına geldiğini anlamaktan
uzaktır.
Marksistler emperyal ve bağımlı kapitalist devletler
arası ilişkilere ve toplumun üretim ilişkilerine kök
salmış, derinleştirilmiş emperyalist sömürü üzerinde
dururlar. SSCB’nin çöküşü emperyalist sömürüyü yoğunlaştırmıştır.
Tek kutuplu dünyanın müthiş bir “işbirliğiyle” sonuçlanacağına
inanan post-marksistler (eski marksistler) Panama, Irak,
Somali ve başka yerlerdeki ABD müdahalesini yanlış yorumlamaktadırlar.
Daha da önemlisi, emperyalizmin dinamikleri, SSCB ile
girişilen rekabetten çok sermaye içi dinamiklere bağlanmıştır.
İç pazarın ve Latin Amerika’nın ihracat sektörünün kaybedilmesi
“ulus-öncesi” evreye geri dönülmesine yol açmıştır:
Latin ekonomileri “sömürge” geçmişlerine geri dönmeye
başlamışlardır.
Günümüzde emperyalizme karşı mücadele ulusallığın, iç
piyasanın, üretici ekonominin ve toplumsal üretim ve
tüketime bağlı bir işçi sınıfının yeniden inşa edilmesini
gerektirir.
Toplumsal Dönüşüm Üzerine İki
Görüş: Sınıf Örgütleri ve STK’lar
Emperyalizme ve onun yerli işbirlikçileri olan yeni-kompradorlara
karşı mücadelenin geliştirilmesinin yolu, içerdeki ve
toplumsal hareketlerin çevresindeki post-marksistlere
karşı ideolojik ve kültürel bir tartışma yürütülmesinden
geçmektedir.
Neo-liberalizm bugün iki cephede faaliyet yürütmektedir:
Ekonomik ve kültürel-politik düzeyle rejim ve halk sınıfları
içinde. Merkezde neo-liberal politikalar malum kişiler
ve kurumlar tarafından oluşturulmakta ve uygulanmaktadır:
Neo-liberal rejimler, yerli ihracatçılar, tekeller ve
bankalarla işbirliğindeki Washington, Bonn ve Tokyo
ile birlikte çalışan Dünya Bankası, IMF.
1980’lerin başında, neo-liberal egemen sınıfların daha
zeki kesimleri, politikalarının toplumu kutuplaştırdığını
ve büyük çaplı toplumsal hoşnutsuzluklara yol açtığını
fark ettiler. Neo-liberal politikacılar, muhtemel sınıf
çatışmalarına müdahale etmek ve “toplumsal huzuru” sağlamak
için “devlet-karşıtı” ideolojiye sahip “taban” örgütlerinin
desteklenmesi biçiminde “aşağıdan” paralel bir stratejiyi
finanse etmeye ve öne çıkarmaya başladılar. Bu örgütler,
mali açıdan neo-liberal kaynaklara bağımlıydılar ve
yerel toplulukların eylemcilerinin ve liderlerin güvenini
kazanmak için sosyo-politik hareketlerle açıktan rekabete
girişmişlerdi. 1990’lara gelindiğinde, “devlet dışı
örgütler” (non-govermental) şeklinde tanımlanan bu örgütlerin
sayıları binlerle anılmakta ve dünya çapında dört milyar
dolara yakın para yardımı almaktaydılar.
STK’ların siyasi yapısıyla ilgili kafa karışıklığının
nedeni bu kuruluşların 1970’lerin başındaki diktatörlükler
dönemiyle ilgili tarihlerinden kaynaklıdır. Bu örgütler,
söz konusu dönemde, askeri diktatörlüğün kurbanlarına
insani yardım sağlanmasında ve insan hakları ihlallerini
kınamakta oldukça etkiliydiler. STK’lar, mağdur ailelerin,
neo-liberal diktatörlükler tarafından yönlendirilen
şok terapisi politikalarının ilk dalgasında hayatta
kalmalarına olanak sağlayan “aşevleri”ni desteklediler.
Bu dönem, sol arasında bile STK’lara ilişkin olumlu
bir imaj yarattı. Söz konusu örgütler “ilerici kampın”
bir parçası olarak düşünüldüler. Ne var ki o zamanlar
bile STK’ların sınırları belliydi. Yerel diktatörlüklerin
insan hakları ihlallerine karşı mücadele ederken bile
kendilerine mali yardımda bulunan ve danışmanlık yapan
ABD’li ve Avrupalı destekçilerini nadiren kınıyorlardı.
Diğer yandan neo-liberal ekonomi politikalarını ve insan
hakları ihlallerini emperyalist sistemdeki yeni aşamaya
bağlamak gibi bir çabaları da yoktu. Açıkçası dış kaynaklı
mali yardımlar, insan hakları eylemlerinin ve bunların
ihlal edilmesine yönelik eleştirilerin çerçevesini sınırlandırdı.
1980’lerin başlarında neo-liberalizme muhalefet büyüdükçe,
ABD, Avrupa devletleri ve Dünya Bankası STK’ların finansmanını
arttırdı. Neo-liberal modele meydan okuyan toplumsal
hareketlerin artmasıyla STK’lar aracılığıyla alternatif
toplumsal eylem biçimlerinin yaratılarak bu toplumsal
hareketleri yıpratma çabalarının artması arasında doğrudan
bir ilişki vardır. STK’lar ve Dünya Bankası arasındaki
yakınlaşmanın temel noktası, “devletçiliğe” ortak muhalefet
etmeleriydi. Sivil toplumu savunan STK’lar görünüşte
devleti sol bir bakış açısından eleştirirken sağcı yaklaşımlarda
bu eleştiriyi serbest piyasa adına yapıyorlardı. Ancak
gerçekte, Dünya Bankası, neo-liberal rejimler ve Batılı
kuruluşlar, çokuluslu şirketlerin kurbanlarının yaralarını
saracak toplumsal hizmetler sağlayarak ulusal refah
devletini tasfiye etmek için STK’ları desteklediler
ve işbirliği yaptılar. Başka bir deyişle, merkezdeki
neo-liberal rejimler ülkeye ucuz ithal malları yağdırıp
ülkeyi dış borç batağına saplarken ve çalışma yasalarını
fesh ederek, yığınsal işsizlik ve düşük ücretli işçiler
yaratırken STK’lar irili ufaklı yoksul grupları hasır
altı etmek, yerel önderleri kazanmak ve sistem karşıtı
mücadeleleri baltalamak için “karşılıklı yardımlaşma”,
“halk eğitimi” ve meslek eğitim projelerinin oluşturulmasını
amaçlayan mali yardımlar görmekteydi.
Egemenlerle gizli ilişki içinde olan ve neo-liberallerin
tasfiyeci çalışmalarını yerel projelerle tamamlayan
STK’lar, neo-liberalizmin “toplumsal yüzünü” oluşturuyordu.
Böylece neo-liberaller bir “kıskaç” operasyonu, başka
bir deyişle ikili bir strateji örgütlemişlerdi. Ne yazık
ki solun büyük bir çoğunluğu neo-liberalizmin dıştaki
(IMF, Dünya Bankası) ve merkezdeki temsilcilerine yoğunlaşırken
tabandan oluşturulmak istenen (STK’lar, mikro girişimler)
neo-liberalizme dikkat etmediler. Bu dikkatsizliğin
en önemli nedeni birçok eski marksistin STK formülüne
ve pratiğine çark etmiş olmasıydı. Post-marksizm, sınıf
politikalarından “topluluk kalkınmasına”, marksizmden
STK’lara yönelişin ideolojik geçiş bileti oldu.
Neo-liberaller kârlı kamu mülkiyetini zenginlere devrederken
STK’lar sendikal direnişin yanında yer almamışlardı.
Bunun yerine STK’lar, küçük ölçekli girişimler üzerinde
yoğunlaşarak yerel topluluklarda özel girişim söylemini
geliştirdiler ve yerel özelleştirme projelerinde etkili
oldular. STK’lar küçük ölçekli kapitalistler ve özelleştirmeden
kâr elde eden tekellerle birlikte “devlet-karşıtlığı”
ve sivil toplumun yaratılması adı altında ideolojik
bir köprü oluşturdu. Tekeller özelleştirme sayesinde
geniş mali imparatorluklar oluştururken, STK’ların orta
sınıf uzmanları büro, ulaşım, ve küçük ölçekli ekonomik
faaliyetleri finanse etmek için küçük meblağlar aldılar.
Buradaki asıl önemli politik nokta, STK’ların toplumsal
kesimleri apolitikleştirmesi, kamu girişimlerine bağlılığı
yok etmesi ve önder olmaya aday bireylerin küçük projelerde
eritilmesidir. Neo-liberal rejimler kamu eğitimine ve
kamu eğitimcilerine saldırırken, STK’lar kamu okulu
öğretmenlerinin mücadelelerinden uzak durdular. STK’lar
düşük ücretlere ve bütçe kesintilerine karşı yapılan
grevleri ve protestoları nadiren desteklediler. Kendilerine
eğitim fonu desteğini neo-liberal devletler sağladığından
kamu eğitimcilerinin mücadelesiyle dayanışmaktan sakındılar.
Pratikte, “sivil toplum”, kamu harcamaları karşıtı faaliyet
anlamına gelirken, fonların önemli bir kısmı ihracatçı
kapitalistlerin desteklenmesi için neo-liberallerce
kullanıldı ve ufak meblağlar da devletlerden STK’lara
aktarıldı.
Aslında devlet-dışı örgütler olarak adlandırılan sivil
toplum örgütleri devlet-dışı değildirler. STK’lar yabancı
devletlerden mali yardım görürler ya da yerel devletlerin
özel taşeronları olarak çalışırlar. Çoğu kez yerli ve
yabancı devletlerin temsilcilikleriyle işbirliği yaparlar.
Bu “taşeronlaştırma” işlemi sabit sözleşmeli uzmanları
tasfiye ederek yerlerine geçici uzmanları getirir. STK’lar,
refah devletinin sağlayabildiği uzun vadeli ve kapsamlı
programları sağlayamazlar; daha ziyade ufak ölçekli
topluluklara sınırlı hizmetler verebilirler. Daha da
önemlisi, STK’ların programı yerli halka karşı değil,
uluslararası destekçilerine karşı sorumludur. Bu bağlamda
STK’lar, sosyal programları yerli halkın ve seçilmiş
görevlilerin ellerinden alarak demokrasiyi baltalar
ve halkın seçmediği yabancı memurlara ve onların kutsanmış
yerli memurlarına karşı bağımlılık yaratırlar.
STK’lar halkın dikkatini ve mücadelesini ulusal bütçeden
uzaklaştırarak yerel sosyal bütçeleri garanti altına
almak için halkı özel işletmelere yöneltirler. Bu, neo-liberallerin
sosyal bütçede kesinti yapmalarına, devlet fonlarını
özel bankaların batık borçlarına yöneltmelerine ve ihracatçılara
kredi vermelerine olanak verir. Özel işletmeler, devlete
vergi ödemenin karşılığında hiçbir şey alamamanın yanı
sıra kısıtlı kaynaklarla çalışan insanların daha da
fazla çalışması ve burjuvazinin devletten rahatlıkla
elde ettiği hizmetlerin alınması için kısıtlı enerjilerinin
de harcanması anlamına gelir. Ayrıca, STK’ların “özel
gönüllü girişim” ideolojisi, devletin yurttaşlarına
bakması ve onların yaşam koşullarının, özgürlüklerinin
ve mutluluklarının takipçisi olması gerektiği, devletin
siyasi sorumluluğunun yurttaşların mutluluğu için vazgeçilmez
olduğu fikrini hasır altı eder. Bu kamu sorumluluğu
anlayışına karşı STK’lar, toplumsal sorunlar için özel
sorumluluğu ve bu sorunların çözümü için özel kaynakların
önemini dile getirir. Böylece STK’lar yoksullara karşı
ikili bir yük dayatırlar: zenginlere hizmet etmesi için
neo-liberal devletin vergiler yoluyla finanse edilmesi
ve kendi ihtiyaçlarını karşılamaları için bireysel işletmelerin
teşviki.
STK’lar ve Sosyo-Politik Hareketler
STK’lar hareketlerden çok projeler üzerinde dururlar.
Halkın, üretim ve servetin temel araçlarını kontrol
etmek için mücadele vermemesi için onları marjinal sahalarda
“harekete” geçirirler. İnsanların gündelik yaşantılarını
şekillendiren yapısal koşullardan çok projelerin teknik,
mali desteğine odaklanırlar. STK’lar sol söylemin dilini
kullanırlar: “halk iktidarı”, “inisiyatif”, “cinsel
eşitlik”, “sürdürülebilir kalkınma”, “taban inisiyatifli
önderlik”... Sorun, bu dilin, pratik eylemi çatışmasız
politikaya tabi kılan vakıflarla ve devlet kurumlarıyla
işbirliği çerçevesine bağlanmış olmasıdır. STK faaliyetlerinin
niteliğinin yerel olmasının anlamı, “inisiyatif”in toplumsal
yaşamın küçük alanlarının, sınırlı kaynaklarla ve neo-liberal
devletin ve makro ekonominin izin verdiği koşullar içinde
etkilenmesi amacını aşmamasıdır.
STK’lar ve onların post-marksist uzman kadroları, yoksullar,
kadınlar ve ırk ayrımcılığına maruz kalanlar vb. üzerinde
etkili olabilmek için sosyo-politik hareketlerle açıkça
rekabet ederler. İdeolojik olarak ve pratikte onları
yoksulluğun nedenlerinden ve çözüm yollarından uzaklaştırırlar
(yukarıdakilere ve dışarıdakilere bakmak yerine aşağıdakilere
ve kendilerine bakmaları). Uluslararası bankaların sömürüsüne
son vermek yerine mikro girişimlerden bahsetmek, sorunun
kaynağının gelirin yurtdışına transferinden değil de
bireysel girişimin eksikliği olduğu fikrine dayanır.
STK’ların yardımı, nüfusun belli bir azınlığını etkiler,
kıt kaynaklar için topluluklar arasında rekabet yaratılması,
zarar verici ayrımlar ve topluluklar arası iç düşmanlıkların
yaratılması sınıf dayanışmasını baltalar. Aynı şey profesyoneller
için de geçerlidir: Her biri yabancı sermayenin desteğini
almak için kendi STK’larını kurar. Bir yandan taraftarları
adına konuştuklarını iddia ederlerken diğer yandan da
aslında yabancı vakıflara daha düşük fiyatlar vererek
ve birbirlerine yakın tekliflerde bulunarak rekabet
ederler.
Bütün bunların sonucunda STK’lar hızla çoğalarak yoksul
toplulukları gitgide daha alt sektörel gruplarda eritirler
ve manzaranın bütününü görerek sisteme karşı mücadelede
birleşme yeteneklerini artırmalarını imkansızlaştırırlar.
Son deneyimler, statükoya karşı politik ve toplumsal
meydan okumalar sırasında ortaya çıkan “krizler”de STK’ların
yabancı yardımlarla desteklendiğini gösteriyor. Toplumsal
hareketler bir kez bu ağa takıldıklarında ise, projelerini
neo-liberal gündeme uyduran STK tarzı “işbirliği” desteğine
geçiyorlar. STK’ların yapısı ve doğası, “apolitik” tavırları
ve “bireysel dayanışma”ya odaklanmaları, yoksulları
depolitize edip dağıtmaktadır. STK’lar, neo-liberal
partiler ve medya tarafından teşvik edilen parlamenter
yolları sağlamlaştırırlar ve kitlelere emperyalizmin
doğası, neo-liberalizmin sınıfsal yapısı, ihracatçılar
ve geçici işçiler arasındaki sınıf mücadelesine ilişkin
bir eğitim vermekten kaçınırlar. STK’lar, “dışlananlar”ın,
“güçsüzler”in, “aşırı yoksulluğun”, “cins veya ırk ayrımcılığı”nın
yüzeysel belirtilerinin ötesine geçerek bu koşulları
üreten toplumsal sisteme saldırmayı düşünmezler. STK’lar,
tamamen “özel, gönüllü girişim” yoluyla yoksulları neo-liberal
ekonomiyle bütünleştirerek, dayanışma ve toplumsal eylem
görüntüsünün, uluslararası ve ulusal iktidar yapılarıyla
tutucu uyumunu saklayan bir siyasi dünya yaratırlar.
STK’lar belli bölgelerde egemen oldukça, bağımsız sınıf
eyleminin gerilemesi ve neo-liberalizmin rakipsiz olması
tesadüf değildir. STK’ların yaygınlık kazanmasıyla birlikte
neo-liberalizm tarafından yapılan mali yardımlar artarken
aynı zamanda yoksulluk da her yerde derinleşir. Birçok
yerel başarı iddiasına rağmen sonuçta yapılan şey, neo-liberalizmin
iktidarına meydan okumak değil, iktidar çatlaklarında
gittikçe daha fazla yer edinmeye çalışmaktır. Alternatiflerin
oluşturulması, ayrıca başka yollardan da engellenmektedir.
Gerilla ve toplumsal hareketlerin eski önderlerinin
bir çoğu, sendika ve kitlesel kadın örgütleri, STK’ların
içersinde eritilmektedir. Teklif baştan çıkarıcıdır:
yüksek ücretler (bazen sıcak para), prestij ve yabancı
yardım vakıfları, konferanslar ve bağlantılar, resmi
baskı mekanizmasına karşı göreli bir güvenliğin sağlanması...
Buna karşın sosyo-politik hareketler, çok az maddi fayda
sunmalarına karşın daha çok saygı ve bağımsızlık ve
daha da önemlisi, siyasi ve ekonomik sisteme karşı çıkma
özgürlüğü sağlarlar. Bugünün Meksika’sında STK’lar ve
onların uluslararası banka destekçileri yayınladıkları
broşürlerinde (İnter-Amerikan Bankası, Dünya Bankası)
halkın tüketimindeki dikkate değer düşüşlere, ucuz ithal
ürünlerinin piyasayı doldurmasına ve faiz oranlarının
artışına değinmeden yalnızca mikro girişimlerin ve diğer
“bireysel dayanışma” projelerinin başarı öykülerinin
anlatımlarına yer verirler.
Elde edilen “başarılar” yalnızca tüm yoksulların küçük
bir kısmını etkilemektedir ve bu bile ancak başkaları
aynı piyasaya giremediğinde gerçekleşir. Ama yine de
bireysel küçük ölçekli girişimlerin başarısı, neo-liberalizmin
popüler bir olgu olduğu yanılsamasının gelişmesinde
önemli bir rol oynuyor. Mikro girişimlerin teşvik edildiği
bölgelerde sıkça yaşanan şiddetli kitlesel patlamalar,
STK ideolojisinin hegemonyasını sağlayamadığına ve STK’ların
bağımsız sınıf hareketlerinin yerini henüz alamadığına
işaret ediyor.
Sonuçta STK’lar, yeni bir kültürel ve ekonomik sömürgecilik,
bağımlılık tarzı geliştirmektedir. Projeler, emperyalist
merkezlerin ve onların kurumlarının “rehberliğine” ve
önceliklerine göre tasarlanıyor veya en azından onaylanıyor.
Bu projeler STK’lar tarafından hazırlanmakta ve daha
sonra bunlar topluluklara “satılmaktadır.” Değerlendirmeler,
emperyalist kurumlar tarafından ve onların çıkarları
doğrultusunda yapılıyor. Mali destek önceliklerinin
değişmesi veya kötü değerlendirmeler ise grupların,
toplulukların, çiftliklerin ve kooperatiflerin batmasıyla
sonuçlanır. Herkes ve her şey yardım kurumlarının proje
değerlendirmeleri ve talepleriyle uyumlu olmak için
giderek daha çok disipline ediliyor. Yeni sömürge valileri
yardım kurumlarının amaçlarına, değerlerine ve ideolojilerine
uyumu ve fonların yerinde kullanımını garanti altına
almak için gözetmenlik yapıyorlar. “Başarı”nın elde
edildiği yerler yoğun ve sürekli bir dış desteğe bağımlı
olmasa çökerlerdi.
STK’ların büyük bir çoğunluğu gitgide daha fazla neo-liberalizmin
aleti olurken, anti-emperyalist ve sınıfsal siyaseti
destekleyen alternatif bir strateji geliştirmeye çalışan
küçük bir azınlık ise Dünya Bankası, Avrupa ve ABD hükümet
temsilciliklerinden mali destek almamaktadırlar. Onlar
yerel mücadeleleri iktidar mücadelesine bağlama çabalarını
destekliyorlar. Büyük toprak mülklerini işgal ederek,
çokuluslu şirketlere karşı kamusal ve ulusal mülkiyeti
savunarak yerel projeleri ulusal sosyo-politik hareketlere
bağlıyorlar. Toprakları kamulaştırma mücadelesi veren
toplumsal hareketlerle siyasi dayanışmaya giriyorlar.
Sınıf perspektiflerine bağlanmış kadın mücadelelerini
destekliyorlar. Yerel ve en acil mücadelelerin savunulmasında
siyasetin önemini kabul ediyorlar. Yerel örgütlerin,
ulusal düzeyde mücadele etmesi ve ulusal önderlerin
yerel militanlara karşı sorumluluk duyması gerektiğine
inanıyorlar. Bir başka deyişle bu örgütler post-marksist
değildirler.
——————-
ÇEVİRENİN NOTLARI
(1) 1970’ler ve 80’ler boyunca Latin Amerika’da büyük
çoğunluğu devrimci güçlerle birlikte davranan ve kendilerini
“yoksulların kilisesi” olarak da tanımlayan din adamları
hareketi.
(2) Antinomi, felsefede çelişik iki önermeden meydana
gelen sistem; iki düşünce, iki kavram arasındaki çelişme
anlamına gelmektedir.
(3) Esoteric, yalnızca birkaç kişi tarafından anlaşılan;
birkaç kişiye hitap eden anlamına da gelmektedir.
(4) Atavizm; Atacılık, atalara benzeyiş, bir gelişimin
en son aşamasına değil de daha önceki evresine özgü
gibi görünen bir şey, bir nitelik.
(5) (6) Nikaragua’daki Nikaragua Sandinist Kurtuluş
Cephesi (FSLN) ve El Salvador’daki Farabundo Marti Kurtuluş
Cephesi (FMLN) yöneticilerinden bir bölümü daha sonraları,
sosyal-demokrat ve post-marksist görüşlere doğru kaymışlardır.
|