Sosyalist Barikat’ın sürekli okurları, 3. sayımızın
arka kapağında yer alan Che Guavera’ya ait sözleri
ve orada anlatılan “partiye girmek isteyen adam”
fıkrasını hatırlayacaklardır. “Partiye girmek
isteyen adam”, kendisine ne kadar çok iş düştüğünü,
nasıl herkese örnek olması gerektiğini ve bunun
için ne kadar çok insani zaaftan ve kişisel zaman
tasarruflarından vazgeçmesi gerektiğini duyduğunda,
“tamam” der, “eğer dediğiniz gibi bir hayat süreceksem,
neyleyim ben o hayatı, verdim gitti!”
Che’nin dediği gibi, bu fıkra, aslında saçma ve
gerici bir düşünceyi bize anlatır. “Fedakârlık”
kavramından çok uzakta tanımlanması gereken devrimcilik,
“kişisel” hayat ve toplumsal görevler arasındaki
gerilimin çözüm noktası olarak ortaya çıkar ve
bütünlüklü bir yaşam biçimi olarak kendini ortaya
koyar. Ama yine de, teorik alanda durum ne olursa
olsun, pratik yaşam içersinde neredeyse sosyalist
hareketin tarihi kadar eski olan bu gerilim yakamızı
bırakmaz. Mevcut sömürü düzenini yıkmak, dahası
bir bütün olarak dünyayı değiştirmek için yola
çıkmış insanların örgütlenerek yarattığı kollektif
irade ile aynı insanların tek tek varlıkları,
bu varlıkların günlük yaşamda kendini ortaya koyuş
biçimleri arasındaki ilişki, her zaman üzerinde
durulması gereken bir sorun olmuştur. Gerçekten
de ilk anda, soruna özellikle marksist düşünceye
yabancı bir insanın gözüyle bakıyorsak, durum
biraz karışık gibi görünür: Bir yanda devasa güçlere
ve organizasyona sahip olan düzeni alt etmek için
çok ciddi ve gelişkin bir alternatif organizasyon
yaratmak zorunluluğu vardır; ki bu organizasyon,
başka faktörlerin yanında hemen her durumda ve
her zaman karşıt gücün baskısı altında olması
nedeniyle de disiplinli-merkezi bir örgüt olmak
zorundadır. Diğer yanda ise, söz konusu organizasyon
içinde yer alan tek insanın, kendi bakımından
biricik ve benzersiz olan varlığı, genel-geçer
çözümlemelerle ana hatları açıklanabilen ama tamamen
de tanımlanamayan kendine özgü niteliği vardır.
Elbette burada “insanın özü” gibi bir saçmalıktan
söz etmiyoruz ama yüzlerce değişik dışsal-çevresel
faktör tarafından belirlenen insan varlığının
kendini ortaya koyuş biçimleri her zaman karmaşık
bir konudur ve bu alanla devrimci örgütün kollektif
doğası arasındaki ilişki, çözümlenmesi gereken
bir diyalektik örgü önümüze çıkarır.
Üstelik tam bu noktada, yani somut bireye geldiğimizde,
Marks’ın deyimiyle insanın en yüksek edimi olan
“cinsel sevgi”yle karşılaşmamız da artık kaçınılmazdır
ve kalıcı formüllerle tanımlanması oldukça zor
görünen bu alan, son derece sert koşullar altında
yürüyen devrim savaşımı ve onun disiplini şart
koşan örgütlenişi çerçevesine dahil olduğunda,
örgütsel yapı-birey ilişkisi üzerine yeniden düşünmek
bir zorunluluk haline gelir. Çünkü bu ilişki,
saf-rafine sosyalist bireyle örgütsel yapı arasında,
steril bir alanda gerçekleşmemekte, işin içine
toplumsal yapının özelliklerinden kültürel faktörlere
dek bir dizi unsur girmektedir.
Dolayısıyla, sosyalist yazında sorunu şu ya da
bu köşesinden ele alan, bazı hallerde müthiş formüllerle
“çözerek” kestirip atan ama sonradan bu “kesin
çözülmüş” soruna yeniden dönerek yeniden tartışan
yazıların sık sık görülmesi boşuna değildir; çünkü
çoğu durumda örgütlenme karşıtı eğilimlerin, devrimci
faaliyetten kaçışların beslendiği yer de bu alandır
ya da en azından öyle zannedilir. Bu yüzdendir
ki, “ateş olmayan yerden duman çıkmaz” sözü sürekli
olarak yeniden kanıtlanmakta, sosyalistler dönüp
dönüp bu konular üzerinde bir şeyler söyleme gereğini
duymaktadırlar. Aslında bu doğaldır da, devrimci
hareket “talebeler olmasa maarifi ne güzel idare
ederdim” diyen şu eski milli eğitim bakanının
durumuna düşmek istemiyorsa eğer, örgütsel hayatın
insan unsuruna dayandığını ve insanın da karmaşık
bir varlık olduğunu bilmek zorundadır.
“Lanetli” 70’ler ve
Hafiflemenin Diyalektiği
Türkiye devrimci hareketinin bütünü bakımından
düşünüldüğünde, sorunu değilse de “kaçış”ı besleyen
eğilimin belli bir tarihi de vardır aslında. Özellikle
12 Eylül sonrasındaki dağınıklık ve yenilgi ortamında
“80 öncesi devrimcilik” diye isimlendirilen bir
“heyula”ya yöneltilen eleştiri kampanyası, en
azından yakın tarih bağlamında bir başlangıç sayılabilir.
Gerçekten de geçmiş dönemde yakalanmış hareketli
temponun bir ölçüde üzerini örttüğü bir dizi sorun,
politik gerileme döneminde hortlamış, siyasi tasfiyecilikle
paralel gelişen bir süreçte örgüt-birey ilişkisi
üzerine tartışmalar yoğunlaşırken, “özel hayat”la
ilgili sorular da zihinleri kaplamıştır.
İşlerin yolunda gittiği sağlıklı bir dönemde bu
tartışma ve sorulardan rahatsız olunmayabilirdi
aslında; ama açıkça söylemek gerekirse, “80 öncesi
devrimcilik” diye tanımlanan duruma yönelik eleştiriler,
dönemin zehiriyle karışarak bulaşık bir nesne
olarak önümüze geldiğinde, sapın samana fena halde
karışması sonucunu vermiştir. Devrimci hareketin
insanlarının her zaman göstermesi gereken eleştirel
yaklaşım, bu koşullarda sakatlanmış, zaman zaman
ağır haksızlıklar da içeren, hatta çoğu kez yaralayıcı
olabilen bir inkârcı eğilim ortalığı kaplamıştır.
Her şeyden önce “80 öncesi devrimciliği” diye
herkesi birden tanımlayan bir kavramın aslında
mevcut olmadığı bu kargaşa içersinde unutulmuş,
unutturulmuş, “80 öncesi” tarifiyle anılan dönemin
de bugün olduğu gibi çeşitli politik gruplardan,
kültürel-sosyal kategorilerden oluştuğu, bütün
bu grup ve kategorilerin bir davranış bütünlüğüne
sahip olmadığı gerçeğinin üstünden atlanmıştır.
Ama bundan daha önemlisi, özellikle kendisine
devrimci kampın dışında ya da en sağında yer arayanlar
tarafından bir “karalama” kampanyasına dönüştürülen
bu furya ile birlikte, örgütlü devrimci hayatın
insanın özüne aykırı bir şey olduğu, onu kısıtlayarak
dumura uğrattığı iddiaları giderek genç kuşaklarda
da alıcı bulmaya başlamıştır. Geçmişin gerçekliğinin
yalnızca bir bölümünü gören, diğer bir bölümünü
ise düpedüz çarpıtan bu gevezelikler yığını, yavaş
yavaş yeni kuşaklara yanlış bir bilinç taşımaya
başlamış, böylece devrimci örgüt insanlara bir
sevgisizlik anıtı, bir ceberrut devlet aygıtı
gibi görünür olmuştur. Türkiye devrimci hareketinin,
özel olarak 70’li yıllarda değil, günümüzde de
örgütlenme anlayışı ve insan ilişkileri konularında
bir dizi saçmalık ve hata içinde olduğu şüphesiz
reddedilemeyecek kadar açık bir gerçektir ve devrimci
hareketin bütün bunlardan arınma çabası kesintisizce
yürütülmesi gereken bir çabadır; ancak bu, küçük
burjuva konformizmini besleyen bir başka eğilimin
malzemesi haline geldiğinde, sonuç felaket olmuştur.
Yalnızca devrimci bir örgütün değil herhangi bir
yöre derneğinin bile kurallarla, demokratik ve
merkeziyetçi ilkelerle yürüdüğü, rastlantısal
bir toplanma yeri olmadığı gibi basit gerçeklerin
üzeri bu toz duman içinde örtülürken, “düşük yoğunluklu”
bir tür solculuğun önü açılmış, gitgide daha açık
söylemlerle burjuva bireyciliğine doğru kayılmıştır.
Bütün bunların üstüne 90’lı yıllar ve reel sosyalizmin
çöküşünün moral etkisi bindiğinde ise artık bu
türden bir “devrimci” tipi kurumlaşmış, kendisine
ait kültürel ve politik mekanlar, alanlar yaratabilmiştir.
Bu süreçte kültürel düzeyde kendisini “solcu”
barlar ve kafeler üzerinden açığa vuran bu yeni
alanlar, politik alanda da postmodern eğilimin
hakim olduğu siyaset öbekler şekline bürünmüştür.
Artık kendisine belli bir hayat biçimi yaratmış
bulunan ve “ceberrut” örgütlenmelerin sıkıcı hayatına
katlanamayacağını hisseden bir yığın “eski kuşak
insanı” bu mekanlarda kendisine yer ararken, yalnızca
küçük burjuva kesimlerden değil, düpedüz varoşlardan
gelen ve esasında devrimci olmak isteyen yeni
bir kuşak da bu yaşama eklemlenmiş, sonuçta politik
alanda sürecin sıkıntısını yansıtan bu mekanlar
insani bazda da “yükselen yeni değerlere” denk
düşmüştür.
Böylece soldaki bir “yarılma” durumu da tamamlanmıştır.
Bir yanda çürüme mekanları ve bu mekanlarda üretilen
kaçış eğilimleri, diğer yanda ise varoşlara sıkışmış
hayatın içinden gelerek kendini “muhafazakârlık”
yoluyla var etmeye çalışan başka yaşamlar. Bir
yanda kalıcı değerlerden ve ilişkilerden uzaklaşarak
postmodern parçalanmaya teslim olanlar, diğer
yanda neo-liberal saldırıya karşı kendini koruma
refleksiyle daha gerideki bir sisteme, feodal
sisteme ve onun değerlerine savrulan genç devrimci
kuşaklar... Bu iki eğilimden daha kötü olan bir
üçüncüsü ise sözünü ettiğimiz yaşamların birbirine
eklemlenmesiyle oluşan riyakârlık bulamacıdır.
Her iki yaşam tarzı ve anlayışlarından çeşitli
unsurların kolajı, ortaya tam bir çürüme tablosu
çıkarmıştır. Sonuç, bir yanda insani deformasyonun
bütün boyutlarıyla kendini ortaya koyması, diğer
yanda ise tuhaf Ortadoğu kurallarıyla, sert “fırça”
darbeleriyle toparlanıp bir şekle sokulmaya çalışılan
ama içten içe gizlilik ve örtülmeye çalışılan
kirlilik üreten yarı-feodal/yarı-deforme samimiyetsiz
ilişkiler yığınıdır. Örgütlü hayatın “kısıtlayıcı”lığı,
“insan doğasına yabancılığı” söylemi üzerine kurulan
“bağımsızlık” teorileri bu dönemde ne kadar yayılmışsa,
adeta bu kaçışı haklı gösteren ve bir anlamda
besleyen “halkımızın gelenekleri” edebiyatı da
aynı ölçüde yayılmış, çamurdan geldiği varsayılan
(ki bu doğrudur) yeni devrimci sempatizan kuşaklarının
kişiliklerini ezerek “disipline” edilmesi yöntemi
yaygınlık kazanmıştır.
Denizi Kurutmak:
Artık Eskimiş Bir Taktik
Tabii ki bütün bunlar bir anlamda 80’lerde başlayan
restorasyon sürecinin de doğrudan sonuçları olarak
gündeme gelmiştir. Yaklaşık yirmi yıllık bir süreçte
adım adım örülen ama özellikle de 90’lı yıllar
sonrasında net sonuçlarını vermeye başlayan yeni
ekonomik-politik-kültürel konsept, devrimci güçlerin
müdahale etmekte yetersiz kaldığı koşullarda birkaç
kuşağı etkileyen bir atmosfer yaratmış, ilk soluklarını
ve gıdalarını çürüme koşullarından alan genç insanlar
aynı kültürün prizmasından geçerek devrimci hareketle
buluşmuşlardır. En karakteristik çizgileriyle
bu süreç, işçi sınıfının eski bileşiminin bozularak
bilincinin çarpıtıldığı, ezilenlerin rant ekonomisinin
doğurduğu sınıf atlama hevesleriyle televole kültürü
arasına sıkıştırıldığı, mahalle ortamlarının uyuşturucu-fuhuş-kumar
organizasyonlarıyla çürütüldüğü ve üstelik bütün
bu çürümüşlüğün artık “yükselen değerler” olarak
sunulduğu, özellikle genç emekçilerin toplumsal
davranış ve mücadele geleneklerinden koparıldığı
bir süreç olmuştur. Kısacası bir zamanlar emperyalist
stratejistlerin Mao’nun “gerilla=balık/halk=deniz”
benzetmesinden türetikleri “denizi kurutmak” taktiği,
90’lı yıllar boyunca yeni bir taktiğe, “denizi
çürütmek” aşamasına geçmiş, devrimci sosyalist
hareketin üzerine hareket ettiği neredeyse tümü,
yoğun bir baskı ve yozlaştırma operasyonu çerçevesinde
şu ya da bu oranda sakatlanmıştır.
Bütün bunların doğrudan bir sonucu da, sevgi ilişkilerinin
dumura uğratılması, şekilsizleştirilmesi olmuştur.
Sözgelimi sosyalist bir toplumda bir anlamda (bir
dizi başka koşula da bağlı olarak) sağlık ve özgürlük
işareti sayılabilecek yüksek boşanma oranları
ve cinsel ilişkiye başlama yaşının düşüşü, kapitalist
deformasyon koşullarında bütün bunların tam tersini
ifade etmiştir. Aynı şey daha basit bir deyişle
şöyle de anlatılabilir: Feodal ilişkiler ve feodal
kültürün adım adım çözüldüğü koşullarda ortaya
çıkan büyük kültürel boşluk, devrimci hareketin
yükseliş dönemlerinde az çok sağlıklı ölçütler
ve insan ilişkileri normlarıyla doldurulabilirken,
gerileme dönemlerinde tam bir kara deliğe dönüşmekte,
kendini de yutan ve çürüten bir alan olmaktadır.
Böylece nitelik arayışı ve hayatın anlamları gibi
derinliklerden uzaklaşan cinsel ilişki, postmodern
parçalanmaya uğrayarak salt insan gövdesine ilişkin
bir “işlev” halini almakta ve aslında böylece,
insanlığın binlerce yılda almış olduğu mesafeden
geriye, mağaraya ve rastlantısallığa, salt içgüdülerin
yönlendirmesine doğru bir dönüş yaşanmaktadır.
Bu binlerce yıllık süreç boyunca, insanların birbirlerini
“seçmeleri”ne ilişkin olarak oluşan ve her tarihsel
çağda yeniden biçimlenerek her sınıfsal konuma
uygun ölçütler yaratan kültürel birikimler, büyük
bir hızla alt üst olmuş, bu birikimin kapitalist
toplum tarafından zaten büyük ölçüde çürütülmüş
olan en son kırıntıları da boylu boyunca bataklığa
gömülmüştür. Böylece ergenlik çağı ile olgunlaşma
çağı arasında her zaman var olan ve toplumsal
dönem ve konumlara bağlı olarak değişik unsurlar
(feodal yasaklar, aile bağları, devrimci kültürün
seçicilik ölçütleri, vb.) tarafından doldurulan
süreç belli bir boşluğa düşmüş, gençlik dönemine
adım atan insanlar neredeyse tamamen yardımsız,
dayanaksız, çırılçıplak kalmışlardır; böylece
onlar, üzerlerine yüklenen ve hali hazırda devrimci
hegemonya alanından çok daha güçlü olan kozmopolit
ideolojik araçlara direnemez olmuşlardır.
Bu, tam da sinema tekniğinde erotizm ile pornografi
arasındaki farkın tanımlanışına denk düşmektedir.
Filmin öyküsünün içinde, o öykünün akışının gereği
olarak, belirli bir bağlamda sahneye gelen cinsel
temas, bu anlamda “erotizm” olarak tanımlanırken,
filmin öyküsünün kendisinin tümüyle cinsel temas
üzerine kurulması pornografidir. Aynı tanım insan
ilişkileri için de geçerlidir. İnsan yaşamının
çok yönlü bütünlüğü içinde, o bütünlüğün bir parçası
olarak yer alan cinsellik ile hiçbir kültürel-insani
form taşımaksızın tamamen fiziksel bir durum haline
gelmiş olan cinsellik arasındaki fark, bu anlamda
biraz da insanla insan-olmayan arasındaki farktır.
Son yirmi yıldır yaşanan toplumsal deformasyon
sürecinin bugün varmış olduğu nokta, böyle ifade
edilebilir.
İşin daha önemli olan yanı ise, bir anlamda kendileri
de aynı toplumsal dokunun parçası olan devrimci
hareketlerin, sempatizan ve üyelerini böyle bir
atmosfer ve insani zemin üzerinden derlemek durumunda
olmalarıdır. Üstelik, sorun salt insani zemin
ya da hedef kitleyle de ilgili değildir; gerileme
dönemlerinin karakteristik özelliklerine uygun
olarak devrimci hareketlerin bizzat kendileri
de bazı açılardan postmodern saldırının nesnesi
olmuşlar, zaman içersinde kendi iç yapılarında
da benzeri kirlenme olgularını yaşamışlardır.
Kısacası, durum nereden bakılırsa bakılsın yeniden
üzerinde düşünmeyi gerekli kılmakta, deyim yerindeyse
sorunun “ayakları üzerine dikilmesi” devrimci
görevlerden biri olarak önümüze çıkmaktadır.
Bütünün Parçası Olarak...
“Sorunu ayakları üstüne dikmek” denildiğinde,
her şeyden önce dikkat edilmesi gereken şey, insan
ilişkilerinin bu en karmaşık alanına yönelirken
belli bir “alçakgönüllülük” dozunun muhafaza edilmesi
gerektiğidir. Bu alanın kendisine “bilgelik” ve
“her şeyi bilme” kuruntularını atfedenleri zaman
zaman boşa düşürdüğü, insanoğlunun binlerce yıldır
uğraşageldiği bir sorunu bir makalede çözümleyiverme
heveslerinin pratikte pek işe yaramadığı defalarca
kanıtlanmıştır. Bu yüzden, “sorunu ayakları üzerine
dikmek”ten kastımız, esasen kendi başına bir “öz”e
bile sahip olmayan, tarih boyunca her toplumsal
süreçle birlikte gelişerek değişen bir alanı “tanımlamak”tan
çok, deyim yerindeyse bu alanın dışını, yani bu
alanı da belirleyen başka bir süreci tanımlamak
olarak anlaşılmalıdır. Başka bir deyişle, asıl
üzerinde durulması gereken sorun “kadın-erkek
ilişkilerinin nasıl olması gerektiği” değil, “devrimci
ilişkilerin nasıl olması gerektiği”dir.
Olguya böyle bir yerden yaklaştığımızda ise üzerine
basmamız gereken en sağlam temel, sosyalist düşüncenin,
normal-günlük yaşantıya eklemlenen bir şey değil,
kuşatıcı-bütünlüklü bir ideoloji olduğu gerçeğidir.
Yani, insan hayatını birbirine su sızdırmayan
ayrı ayrı bölmelerden ibaretmiş gibi ele alan
burjuva ideolojisinin tersine, marksist yöntem,
insanı dışsal ve içsel dinamiklerle birlikte bir
bütün olarak ele alır ve yaşamın çeşitli alanlarının
parçalanışını değil bütünlüğünü öne çıkarır. Dolayısıyla,
devrimci insanı da hayatın bir alanında bir biçimde,
başka bir alanında başka bir biçimde davranan
bir ucube olarak değil, davranışları arasında
tutarlılık olan bir bütünlük olarak kurgular.
Böylece, esasen “özel hayat” ve “toplumsal görevler”
biçimindeki karşı karşıya konuluşun da saçmalığı
ortaya çıkar. Daha doğrusu, devrimci yaklaşım
insandan insana ilişkilerde şüphesiz her zaman
var olacak olan belli belirsiz bir “kendine özgü”
alan ile aydınlanma çağı kapitalizmi tarafından
icat edilmiş ve daha sonra hayasızca çiğnenmiş
olan “özel hayat” kavramı arasına bir çizgi koyar
ve ikincisini dışlar. Çünkü ikincisi, marksist
klasiklerde zaman zaman işlendiği gibi, üretim
ilişkileri ve toplumsal durum tarafından koşullanan
bir alandır ve kapitalizm koşullarında artık salt
görüntüsel bir varlığa sahiptir. Özellikle günümüzde,
insanın binlerce yoldan ve kanaldan kuşatılarak
özgün varlığının sakatlandığı, aşk ve cinsellik
dahil olmak üzere her alanda “öğrenilmiş-genel”
davranışlara mahkum edildiği, bizim “özel” sandığımız
pek çok şeyin dolayımlı “taklit” biçimlerine denk
düştüğü, tek insana dair “benzersiz-biricik” davranış
biçimi sanılan şeyin sefil bir biçimde bir benzeşme
ve tektipleşmeden ibaret olduğu koşullarda, sözcüğün
gerçek anlamıyla bir “özel” hayattan bahsedilmesi
mümkün değildir. Esasen komünist dünya kurgusunun
bir ayağı da bu tamamlanma-bütünlenme esprisi
üzerine kuruludur. Sınıfsız, sömürüsüz, devletsiz,
ordusuz, vb. bir dünya düzeni olarak komünizm,
sınıflı toplumun rekabetçi, sağlıksız düşünce
yapısından kurtardığı insanı, nihayet gerçekten
“birey” haline getirir; böylece o, burjuva devrimleri
çağının aydınlanma felsefesinde keşfedilerek öne
çıkarılan ve sonra kapitalist üretimin kâr hırsı
tarafından yeni bir köleliğe mahkum edilen “birey”
kavramını gerçekten tarih sahnesine çıkarır. En
azından teorik olarak komünist toplum insanı,
tam bir toplumsallaşma sürecinden geçerek gelişmiş
“özel” bireydir; bu toplumsallaşma, kapitalizm
koşullarındaki “sürüleşme”den ne kadar farklıysa,
komünist toplumun kendine özgü “birey”i de bugünkü
“sürü üyesi”nden o kadar farklıdır.
Dolayısıyla, daha işin başında bugüne özgü bir
çerçeveden tanımlanmış olan “özel hayat” kavramını
ve bunun devrimci mücadele ile “çelişki”leri sorununu
reddederek işe başlamak gerekmektedir. Bizim bugün
ele aldığımız “özel” insan ilişkileri kavramı,
bu anlamda, nihai olarak kurmak istediğimiz toplumsal
düzeni, onun komünist bireyini referans alan bir
kavramdır ve öyle olmalıdır. Hiç şüphesiz bu,
sözkonusu düzenin insan bireyinin bugünden tam
bir mükemmellikle inşası anlamına gelmemektedir;
ama böyle bir toplumsal düzen için dünyayı değiştirmek
isteyenler de referans noktasını başka bir yerden
belirlemek durumunda değillerdir. Feuerbach Üzerine
Tezler’de “Koşulların değişmesi ile insan faaliyetinin
ya da insanın kendisinin değişmesinin örtüşmesi,
ancak devrimci pratik içinde kavranabilirse ussal
olarak anlaşılabilir” derken Marks’ın anlatmak
istediği de budur. Burada anlatılan şey, dünyanın
değişmesi ile “dünyayı değiştirenin değişmesinin”
tek bir sürecin ayrılmaz parçaları olduğuysa eğer,
devrimci örgüt de artık basit bir iktidar elde
etme aracı değil, yarının insanının ve ilişkilerinin
devrimci pratiğin her saniyesinde yeniden üretildiği
bir zemindir. Tamda bu noktada ise, yeniden “bütünlüklü”
insan kavramına geliriz; çünkü komünist insan
referansı, hayatı su sızdırmaz kaplardan oluşan
parçalanmış bireyi ve onun görüntüsel “özel” hayat
alanlarını değil, birbiriyle tutarlı davranış
biçimlerini getirir. Ve bu, salt tutarlılık da
değildir artık, bunun da ötesinde kapitalist toplumun
yozlaşan insanına ve ilişkilerine alternatif olarak
ortaya çıkan yeni ve yüksek bir sevgi düzeyinin,
mülk edinme ve sömürü bağlamından kurtulmuş bir
ilişkinin inşasıdır. Yani siz, rutin devrimci
görevleri yerine getirirken “özel” sandığınız
hayatınız içersinde bir toprak ağasından farksız
davranıyorsanız ya da insanlarla salt fiziksel
temas üzerinden uçucu ilişkiler kuruyorsanız,
bu yalnızca bir parçalanma ve tutarsızlık değil,
aynı zamanda sosyalist insan düzeyinden de bir
düşüş anlamına gelir ve pratik hayattan çok iyi
bildiğimiz gibi böyle ikiye yarılmış bir hayat
da aslında ya yoktur ya da pek kısa ömürlüdür.
Sonuçta, bu düzey kaybı ve düşüş, sizin hayatın
başka alanlarında “doğru” şeyler yapmanızı da
imkânsız kılar.
Kısacası sorun, insan ilişkilerinin yalnızca bir
alanına özgü, yalnızca o alana özgü “geçici tedbirler”
ve “bilgelikler” yoluyla çözülebilecek bir sorun
değildir. Devrimci hayatın bütünüyle ilgili, devrimci
örgütün kendini inşa biçimine bağlı olan bir sorun
söz konusudur ve olguya bu noktadan bakıldığında
çoğu kez erkek egemen bakışla alaylı imalara konu
olan bu alanın kendi “günah”larından salt kendisinin
sorumlu olmadığını görürüz. Hiçbir zaman resmen
yazılıp çizilmese de insanoğlunun “kirli” ve “bozucu
nitelikteki” bir zaaf noktası gibi algılanan,
devrimcilikten kaçışın gizli kapısı olarak görülen
bu alanın devrimci hareketin genel seyrine, onun
inşa ve sürdürülüş biçimine sıkı sıkıya bağlı
olduğu son derece açıktır. Bu tür yanlış anlayışların
en vahim sonucu ise örgütsel yapının ve devrimci
mücadelenin kollektif-merkezi görevleri ve yapısıyla
insan ilişkileri alanının birbirleriyle çelişik
olduğunun daha en baştan itibaren bir sabit veri
olarak kabul edilmesidir; ki bu zaten çözümsüzlüğün
de davet edilmesi, hatta buna razı olunması anlamına
gelmektedir. Çünkü, devrimci yapının insanlardan
oluştuğu, insanların da sevgi ilişkileriyle birlikte
var oldukları bir kez unutulduğunda ve bu alanın
kollektif mücadeleye daha baştan itibaren “aykırı”
olduğu önyargısına teslim olunduğunda, yapacak
bir şey kalmaz; ya oturup bu “aykırı”lığın eninde
sonunda belirecek olan tahribatını bekleriz ya
da “işi baştan sıkı tutmak” adına feodal kışla
kurallarını getirir ortaya koyarız. Oysa hem devrimci
insan hem de devrimci yapı bütünlüklü bir anlayışla
ele alındığında, insanın ve yapının inşası, böyle
bir referans noktasından kurulduğunda en azından
çözüm imkânlarının varlığı önümüze çıkacaktır.
Pratik Hayat ve Kurallar
Ancak bütün bunları söylediğimizde yine de sorun
bitmiş sayılmaz. Daha doğrusu, bütün yukarıda
söylediklerimizin salt doğru oldukları için, salt
bizim tarafımızdan kavranmış oldukları için kendiliğinden
hayata geçeceklerini bekleyemeyiz. Bir dönüştürücü
araç olarak devrimci örgüt, bütün bunları hayatın
akışına bırakmayan bir irade oluşturur.
Yani düz bir mantıkla bakarak devrimci örgütün
sonuçta -hukuki deyimle- “reşit” insanlardan oluştuğunu,
doğru bir marksist kültürün ısrarlı biçimde herkese
benimsetildiği koşullarda ortaya kendiliğinden
sorunsuz bir zeminin çıkacağını varsaymak hiç
akıllıca değildir. Çünkü her şeyden önce devrimci
örgütün üzerine inşa edildiği toplumsal doku,
pek çok açıdan çürütülmüş, insan erezyonuyla sakatlanmış
bir dokudur ve bu zemin üzerinden hareket eden
örgütsel yapı, düşmanla yürüttüğü mücadelenin
yanısıra kendi insan profiliyle de an be an hesaplaşmak,
hayatın her noktasına iradi müdahalelerde bulunmak,
içerdiği insan ilişkileri alanını, yani aslında
bizzat kendisini dönüştürmek zorundadır. Devrimci
örgüt, toplumsal dokunun çürümüşlüğünden, o dokudan
gelen insanların eksikliğinden yakınarak zaman
geçirme lüksüne sahip değildir; çünkü o, yalnızca
politik deneyimlerin biriktiği bir yer değil,
aynı zamanda yüzlerce hayat deneyiminin, yüzlerce
değişik davranış örneklerinin biriktiği, bütün
bunların belli kurallar ve yöntemlere-araçlara
dönüştüğü bir alandır. Hiçbir zaman mükemmel durumlar
ve mükemmel işleyişler, sıfır hatayla yürütülen
müdahale biçimleri yoktur; gelişmenin en üst noktalarında
bile devrimci mücadele durmadan yeni insani deneyimler
kazanır, yeni olgulardan yeni dersler, müdahale
yöntemleri ve araçları çıkarır; bütün bunlar sürecin
çok kitleselleştiği, dolayısıyla mücadelenin unsurlarının
düzeyinin nisbeten düştüğü koşullarda bile ara
verilemeyecek görevlerdir; çünkü sonuçta bugünkü
insani yapı, kurulmak istenen geleceğin yapısını
belirleyecektir.
Yani devrimci örgüt, insanlarının içsel sorumluluk
ve dönüşüm istekleriyle iradi kural ve müdahalelerin
bir arada bulunduğu bir organizasyondur ve her
zaman da böyle olacaktır. İnsan ilişkileri konusunda,
özellikle de sevgi ilişkileriyle ilgili olarak
hiçbir biçimde hiçbir kural ve iradi müdahalenin
söz konusu olamayacağını düşünmek ne kadar saçmaysa,
insanları kendi seçimlerini bile yapamayacak kadar
kişiliksizleştiren kışla feodalizmi de aynı ölçüde
saçmadır. İradi müdahale ile içsel devrimci bilinç
arasındaki ilişki her zaman sorunlu ve çetrefil
bir ilişki olmuştur, gelecekte de böyle olacağından
kuşku duymamalıyız.
Toplam deneyim tek insana, tek insan da toplam
deneyimin biriktiği havuza durmadan yeni unsurlar
ekleyecek, çoğu zaman içersinde değişebilecek
kurallar ve yöntemler oluşacak ama hiçbir zaman
örgütsel yapı ne düzenle hesaplaşırken ne de iç
yapısında kendiliğindenci bir yoldan yürümeyecektir.
Ancak kendi deforme yaşamına uygun solculuk biçimleri
arayan burjuva liberaller ya da aşırı safdiller
devrimci örgütü, yalnızca dışa müdahale eden basit
bir araç olarak algılayabilirler; oysa devrimci
örgüt yaşamı, içe, kendisine de müdahale eden,
bunun için hiçbir zaman mükemmel olmayacağını
önceden bildiğimiz yöntemler, kurallar, hatta
cezalar oluşturan ve uygulayan bir yaşantıdır.
Hayatın dışındaki bir boşlukta pek çok şey konuşulabilir
tabii ama devrimci hareketin her gün içinde bulunduğu
işçi havzalarında, çürütülmüş varoşlarda, örgütlü
çalışma içindeyken bile gözucuyla televole izleyen
insanlarla bir aradaysanız, bazen bir sokak hırsızını
bazen bir feodal “delikanlı”yı yeniden inşa etmek
gibi deneyimleri her gün yaşıyorsanız, içsel bilinç
ve sorumluluk ile bu bilinci yönlendiren iradi
müdahale arasındaki dengeyi kavramak aslında o
kadar da zor değildir. Düşman kampın elindeki
insan-yapıcı araçların son derece güçlü, bizim
elimizdeki araçlarınsa henüz son derece zayıf
göründüğü koşullarda, bir devrimci hareketin ilk
adımlarını örmeye çalışıyorsanız, her şey çok
açıktır.
Üstelik bütün bu söylediklerimiz, aynı zamanda,
baskı altında yürütülen mücadelenin sert koşulları
ve güvenlik, vb. gibi sorunları da kapsayan bir
gerçekliğe denk düşer. Çünkü esasen güvenlik denilen
şey, çoğu kez zannedildiği gibi salt dikkat unsuruna
ya da teknik ayrıntılara bağlı bir sorun değildir;
güvenlik, aynı zamanda doğrudan bir biçimde güven
kavramına da bağlıdır. Bünyesindeki bütün insanlarla
(yani aslında kendisiyle) son derece şeffaf, dürüst
ve açık bir ilişki kuramayan, bu tam bütünleşmeyi
aşağıdan ya da yukarıdan, kışla yöntemi ya da
kendiliğindencilik yoluyla sakatlamış bulunan
bir yapı, asla güvenemeyeceği bir zemin üzerine
oturmuş olacaktır. Bazı devrimci metinlerde son
derece yerinde olarak “özgür alan” diye isimlendirilen
parti hayatı, kendi bünyesinde “gizliliği” kaldırmaz;
içerdiği insanların bütün insani sorun ve deneyimlerini
toplam deneyime akıtamayan, bunun önünü bir biçimde
kesen bir yapı, müdahale ve yönlendirme imkânlarını
yitirmesinin yanında, kendi yapısının tehlikeye
açık, zayıf noktalarını da asla bilemeyecektir.
Yani siz eğer bir savaş örgütü yaratmak istiyorsanız,
bu yapıyı birlikte inşa ettiğiniz insanların tam
olarak güvenine sahip olmak ve onlara da tam olarak
güvenmek zorundasınızdır; bu ise iki mekanizmayı
aynı anda çalıştırmak anlamına gelir: hem tek
tek insanların devrimci-bütünlüklü bir kimliğe
kavuşturulması hem de herkesi bağlayan bir kurallar
sisteminin yaşam biçimi olarak oturtulması.
Sonuç Olarak
Buraya kadar söylediklerimizden çıkan sonuç, insan
ilişkilerinin bu özgün alanının basit formüllerle
çözülemeyecek kadar karmaşık olduğu, ancak buna
karşın iddia edildiği gibi kaotik bir yapı da
oluşturmadığıdır. Nihayetinde büyük çoğunluğu
genç insanlardan oluşan devrimci yapı, mücadelenin
seyri içinde dün olduğu gibi bundan sonra da kadın-erkek
ilişkilerinin çeşitli biçimleriyle ve bunlardan
doğan büyük ya da küçük sorunlarla yüzyüze gelecek,
bu sorunları çözecektir. “İnsana dair hiçbir şey
bize yabancı değil”se eğer, çok alışık olmadığımız
sorunlar dahil olmak üzere yaşamın her noktasına
müdahale etmek, anlamak, yönlendirmek, vb. dün
olduğu gibi bundan sonra da örgüt yaşamının doğal
işlevleri olacaktır. Diğer bütün insani duygular
ve durumlar gibi sevgi ilişkisi de, yaptığımız
işe yabancı, onun karşısında, ona aykırı değildir
ve şüphesiz yukarıda tanımladığımız kategorik
anlamıyla “özel hayat” değil ama insanlar arasındaki
ilişkilerin “özgün alanları” devrimci mücadele
içersinde kendisine yer bulmaya devam edecektir.
Ayrıca, pratikte sağlanması pek kolay olmasa da,
kendi iç dünyasıyla barışık, belli bir dinginliğe
sahip insanın devrimci mücadeleye daha yararlı
olduğu, olacağı da pratikte binlerce kez kanıtlanmıştır.
Bütün bu gerçekliklerle savaş örgütünün gereksinmeleri
arasında bir uyum sağlamak, kurallarla gerçek
hayatın bir arada olduğu herhangi bir başka alandan
daha zor değildir. Bir savaş örgütü, şüphesiz
işini katı kurallarla yürütecektir; ama aynı örgüt,
işlerini salt emirleri yerine getiren insanlarla
değil devrimci kimliğe sahip, kişilikli insanlarla
da yürütecektir. O, hem bir savaş makinesi hem
de bir yüksek insani ilişkiler düzeyidir. Kendi
ayakları üzerinde durabilen, hayat üzerine sağlıklı
ve doğru kararlar verebilen kişilikli insana duyulan
ihtiyaç ne kadar yoğunsa, dürüst, açık ve şeffaf
ilişkilere, kirlilikten uzak bir ortama da o kadar
ihtiyaç vardır.
Başındanberi söylediğimiz gibi bütün unsurlar
arasında mükemmel bir denge kurmak, her zaman
mümkün olmayabilecektir; bu, ancak düşler diyarında
karşılanabilecek olan bir gereksinmedir. Ama postmodern
gericiliğin parçalayıcı etkilerini ve bu yozlaşmaya
karşı oluşan feodal tepki kültürünü aşmakta kararlı
olan hareketimiz, bütün bu sorunların üstesinden
gelmekte kararlıdır. Dahası, hareketimiz, devrimci
yenilenme çizgisiyle yürümeye başladığı yolda,
bu sorunları aşabilme olanaklarına da sahiptir.
|