Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

Y. Tüfekçi


Daha 20.ci yüzyılın başında Lenin’in temel şiar olarak benimsediği “halka siyasi gerçekleri açıklama” görevi, sınıf düşmanlarımızca da çok iyi kavranmıştır. Nasıl ki siyaset dediğimiz şey, bizim için yaşamın her alanını kapsıyorsa, egemen sınıflar da bu gerçekleri yalanlarıyla örtebilmek için yaşamın her alanına dair kendi bakış açılarını üretebilip yayabilecek her türlü aracı ortaya çıkarmışlar ve sonuna kadar da kullanmışlardır. Sınıf savaşımının belki de belirleyici çarpışması toplumsal bilinç alanında yaşanır. Belki bu cephe tamamen kazanılamadan iktidar alınabilir ama bu cephede kesin zafer sağlanmaksızın devrimin güvencede olduğundan sözedilemez.
İşte bu cephedeki mevzilerini sağlam tutmak ve daha da kalıcılaştırabilmek, derinleştirebilmek için düzen birçok kanal geliştirmiştir. Eğitim ve din bunlardan sadece ikisidir. Ancak genel geçer düzen ideolojisinin ötesinde, ideoloji denen şeyin hergün kendini yeniden üreten/yenileyen birşey olması gerçeğinden de hareketle egemen sınıflar, günlük çarpışmalara yönelik, günlük araçlar da geliştirmişlerdir. Bu araçların belki de en popüleri, bugün “medya” olarak adlandırdığımız organdır. Günümüzde internetten cep telefonu mesajlarına kadar toplumu her bir bireyine kadar kuşatmaya devam eden ve halen en etkin aracı TV ve gazeteler olan bu araç, egemen sınıfların iktidarının sürdürülebilirliği açısından başat bir konuma yerleşmiştir.
“Gerçekler devrimcidir”. Bunun bilincinde olan egemen sınıflar açısından bugün medyanın işlevi bilgilendirmeden (enformasyon), dezenformasyona (bilgisizlendirme) doğru bir evrim geçirmiştir. Habercilikteki tekelleşmeyle birlikte önce bazı şeyleri hiç haber vermeyerek başlayan bu bilinçli yönelim, haberin kendine akacak bir çatlağı her zaman bulmasından dolayı bu tutumu terkederek, haberi çarpıtarak, içeriğini boşaltarak ya da düpedüz yalan haber vermeyi tercih ederek bugünkü içeriğine kavuşmuştur. Bugün Romanya’da “Temeşvar Katliamı” diye bir olayın hiç yaşanmadığını kaç kişi biliyor acaba?
Bu noktaya gelinene kadar geçilen aşamalara kısaca bir göz atmaya çalışalım.

1-Tarihsel Gelişim
Sivil toplumun ortaya
çıkışı ve basın

Kapitalizmin kendi iç dinamiği ile geliştiği yerlerde bu gelişim, kendi toplumsal-kültürel ilişkilerini, yapılarını da basitten karmaşığa örüyordu. Matbaanın bulunuşu ve Avrupa’daki reform hareketi ile birlikte kitap basımı yaygınlaştığı gibi, toplumdaki yeri de giderek popülerleşiyor, “kitap”, dinsel dogmaların, kastların kutsallığından sıyrılıp, daha dokunulabilir, ulaşılabilir bir nesne oluyordu.
Öte yandan gelişmekte olan kapitalizmin, üretim araçlarını kullanabilecek daha fazla işçiye ihtiyacı vardı ki, lonca sisteminden kalma çırak-kalfa eğitimi çemberi bu ihtiyacı karşılayamayacak kadar dardı. Kapitalizmin yetişmiş eleman ihtiyacı, geçmişte ancak şu yada bu biçimde ayrıcalıklıların alabildikleri eğitimin yaygınlaştırılmasını sağlarken, yaygınlaşan bu eğitimin içeriği de yine kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda dinsel doğmaların ezberinden, doğa bilimlerine doğru bir değişim geçiriyordu. Tüm bu süreç değişik ülkelerde değişik biçimler altında yaşanıyordu. Sözgelimi, burjuva demokratik açılımların oldukça devrimci biçimler aldığı Fransa’da bir dönem dini eğitim tamamen yasaklanırken, Almanya’da gericiliğin ideolojik egemenliği her dönem hüküm sürmüştü.
Kapitalizmin gelişim sürecinde yaşanan bir diğer gelişme ise, kentlerden başlayarak sivil toplumun gelişmesiydi. Öncelikle bugünkü anlamıyla belediye meclislerine denk düşecek kimi oluşumlar aracılığıyla kent yönetiminde burjuvaların artan ağırlığı, monarşik yapıların kafesinden kurtulan politika alanına yeni araçların eklenmesini de beraberinde getiriyordu. İşte basın da bu araçlardan sadece biriydi.

Burjuva demokrasilerinde basın
Burjuvazi, ekonomik ve siyasi gelişim sürecinde, kendi egemenlik ihtiyaçlarının ürünü olarak bir takım demokratik açılımlar yapıp, bugün “burjuva demokrasileri” dediğimiz politik sistemi geliştirirken basın da bu gelişimin önemli yardımcı araçlarından biri olarak şekillenmeye başlamıştı. Kapalı ve dar bir sınıfın, soyluların tekelinde, hatta tamamen monarşik aile yapısının denetiminde olan politika alanın burjuva demokrasileri aracılığıyla kitlelere açılmasıyla birlikte, kitlelere dönük siyaset yapma denen olgu da tarih sahnesine çıkıyordu. Bu dönüşüm sürecinde kitlelere dönük siyaset yapmanın aracı olarak basının artan bir önemi sözkonusudur.
Böylece saf amacı halkın haber alma ihtiyacını karşılamak olan, bu niyetlerle ortaya çıkan basın (gazete), giderek bir politik araç haline geliyordu. Burjuva demokrasisinin değişik renkleri, kendilerini gazete sayfaları aracılığıyla tanıtıyorlar, tartıştırıyorlardı. Böylece değişik burjuva siyasal akımların kendi sınıfsal tabanlarıyla buluşabilme aracı olarak basının, örgütleyicilik fonksiyonu da belirginleşiyordu. Başlangıçta “haber gazetesi” ve “fikir ağırlıklı gazete” gibi ayrımlar olmasına rağmen, zaman içersinde bir haberin veriliş tarzının bile politika-dışı olamayacağı, yazarının kendi isteğinden bağımsız olarak bir politik hatla örtüşeceği gerçeği belirginleştikçe bu ayrım da anlamını yitiriyordu. Elbette bugün olduğu gibi o zamanlardan bu yana hep “bağımsız” olduğunu iddia edenler ya da saf demokratik (iyi)niyetlerle birşeyler yapmaya çalışan birey ya da gruplar da basın sektöründe varolmuşlardır. Ancak sınıflı toplumlar dediğimiz gerçeklik, bunları da sınıfsal bakış açısının niyetlerin, iddiaların üzerine çıkabilen analizleri içersinde gereken yerlerine oturtmuştur.
Bu durum, basın-sermaye ilişkileri açısından da bir farklılaşmayı beraberinde getiriyordu. Başlangıçta diğer kapitalist işletmelerden farksız olarak kâr amacıyla kurulan gazeteler, kendi sermayelerinden çok daha büyük sermayelerle; ve iki sermaye arasında kurulabilecek herhangi bir kapitalist ilişkiden farklı içerikte (bir ortaklık, ticari işbirliği vb. olmayan), politik düzlemde bir ilişki geliştiriyorlardı (yukarıdaki paragrafta da belirttiğimiz iyiniyetli, safça girişimler ise “serbest rekabet” çarkının dişlileri arasında, değişik sermaye gruplarıyla ilişkili “rakipleri” tarafından öğütülüyorlardı). Böylece gazetecilik, diğer kapitalist yatırımlarla karşılaştırılamayacak bir konuma geliyordu. Elbette bu güç, gazetelerde yazılan haber ve düşüncelerin bir toplumsal etki yaratabildiği, ya da başka bir ifadeyle bir toplumsal etkiye dönüşebildiği görece daha demokratik süreçler, ortamlar için sözkonusuydu. Bu zeminden uzaklaşıldıkça basının elinde de böyle bir güç kalmıyordu. Bu anlamıyla basın hem güç olabilen, hem de kendi üzerindeki güçler tarafından kontrol edilebilen bir aygıt olarak bir diyalektiğin de göstergesi oluyordu. Altyapı-üstyapı ilişkilerinde bu diyalektiğin yakalanamamasının yarattığı kafa karışıklığının bir çok örneği vardır siyasal literatürde...
Bu tarz bir ilişkinin gelişmesiyle basın, iktidardaki burjuvazinin görüşlerinin yayılmasının, benimsenmesinin aracı olarak giderek gelişti. Bu gelişim sürecinde basın, yer yer iktidardakilerden öte, devletle ilişkiler geliştirdi ve konumunu kalıcılaştırdı. Devletin, egemen sınıfların ideolojik mücadelelerinde, propagandalarında bugün “medya” başlığı altıda topladığımız araçlarının ilk biçimini oluşturdu.
Bu konuyu geçmeden önce şunu da anımsatmamızda yarar var: Şu ana dek sadece burjuvazinin bir politik organı ya da uzantısı olarak ele aldığımız basın, salt burjuva bir nitelik taşımaz. Dayandığı sınıfa, sermayeye göre farklı nitelikleri olmuştur, olabilir. Burjuva demokrasilerinin gelişimi içersinde kimi zaman monarşi (krallık) yanlıları, kimi zaman da işçiler, kendi politik araçlarını yaratabilmek, zenginleştirebilmek amacıyla basını kullanmışlardır.
Yukarıda bahsettiğimiz basın-devlet, ya da basın-burjuvazi ilişkileri her dönem varolmuşsa da bu ilişkilerin “sıkı”lığı her dönemde farklı boyutlarda ortaya çıkmıştır. Ve devlet, tüm diğer sınıfsal karakterli kurum ve araçlara (hukuk, eğitim, din, ordu, polis, vb.) karşı olduğu gibi basına karşı da kendini, ihtiyaç duyulmadıkça özerk bir pozisyonda tutmaya özen göstermiştir. Kendi inandırıcılığı (dolayısıyla satışları ve istenen etkililiği) açısından basının da aynı şeye ihtiyacı olduğundan bu danışıklı döğüşün sonucunda “bağımsızlık” yalanına toplumun iknâ edilmesi pek de güç olmamıştır. Bu süreçte basının “kamu hizmeti” yaptığı yönünde genel bir kanı oluşturulması, gazetelere hak etmedikleri bir itibar kazandırırken, kişi olarak gazeteciler de bu itibardan nasiplerini almışlardır. Halkın haber alabilmesi, elbette ki onun en doğal haklarından biridir. Ve bu kaygılarla düşük maaşlarla gazetecilik yapmaya çalışan idealist muhabir vb. basın emekçilerinin bu itibarı hak etmediklerini elbette söyleyemeyiz. Ama bir bütün olarak ele aldığımızda sınıflı toplumlarda, egemen sınıfların kendi ideolojik prizmasından yansıtılmış, dolayısıyla da çarpıtılmış haberleri vermekle işlevli basını-medyayı ele alıyorsak, kişisel olandan ötesini de görebiliyoruz demektir.
Basındaki bu gelişmeler, “haber”i de alınıp-satılan bir meta haline getirmekte gecikmedi. Ve her meta gibi bunun da gerek ulusal gerekse de uluslararası çapta tekelleri oluşmaya başlamıştı emperyalizm çağıyla birlikte. Ancak bu defa tekelleşme, salt ekonomik değil, ideolojik-politik yönlüydü de. İşçi sınıfının kendi basını ve diğer araçlarıyla ulaşamadığı yerlerde sözgelimi herkes Sacco ve Vanzetti’yi ABD’de suçlu bulunup idam edilmiş iki banka soyguncusu haydut olarak biliyordu. Bırakalım uluslararası bağlantıları olan bir işçi sınıfı hareketini, okur-yazarlığı bile olmayan sömürge halklarına karşı yapılan kıyım ve zulümleri öğrenebilmek ise neredeyse olanaksızdı. 1917 Ekim devrimiyle girdiğimiz “emperyalizm ve proleter devrimler çağı”nda habercilik, tüm “yorum”lardan bağımsız haliyle bile, sınıf mücadelesinin alanlarından biri olarak karşımıza çıkıyordu. Reuters, Ajans Press, BBC, günümüzde CNN vb. birkaç tekelin kontrolündeki “haber piyasası”, ideolojik anlamda “defolu mallara” da kapalıydı doğal olarak. Bu konuya daha sonra yeniden döneceğiz.
İki emperyalist paylaşım savaşı arasındaki süreçte yeni bir araç ortaya çıkmıştı: Radyo. İkinci paylaşım savaşından sonra buna TV de eklenmiştir diyebiliriz. Radyo ve TV, büyük çaplı yatırım gerektiren araçlar oldukları için, bunların yayıncılığı ilk etapta devlet eliyle yapılmıştır. Daha sonra sermaye birikiminin yeter dereceye ulaşması ve yeni değerlenme alanları arayışına girmesiyle birlikte emperyalist ülkelerden başlayarak bu sektör de doğrudan burjuvazinin mülkiyetine girmeye başlamıştır. Sömürgelerde ise sermaye birikiminin ötesinde komünizm fobisi, radyo ve televizyonun devlet tekelinden çıkışının gecikmesinde daha önemli bir etken olarak ortaya çıkmıştır.
Radyo ve TV araçları, haberciliğe yeni boyutlar eklemiştir. Gerçeklik duygusunu önceki biçime, yani gazeteye göre sıçrama ölçüsünde artıran bu araçlar, artık bu alanı cebinde bir gazete alacak parası bile olmayanlara açarak etki çemberini hızla genişletmiş, okur-yazarlığı gereksiz kılarak doğrudan her insanla ulaşabilir hale gelmiştir. Bu denli hazır-algılanabilir-tüketilebilir halde sunulan düzen ideolojisinin, resmi ideolojinin yayılımı ve kitleleri etki altına alışı önceki dönemle karşılaştırılamayacak bir aşama kaydetmiştir.
Radyoda duyulan herşeyin gerçekliği konusundaki inanç, dönemin anti-komünist paranoyasıyla biraraya gelince yaşanan bir ilginç olay, bu konuda fikir verebilir. Kendilerini komünistler ya da bir başka türden düşmanın istilasına şartlandırmış ABD’liler, bir radyo programında Orson Welles’in “uzaylılar dünyamızı işgal etti” anonsunu duyduklarında birden toplumsal bir paniğe kapılmışlardı...
Bu süreçte en az radyo ve TV kadar etkili bir diğer araç da sinemadır. Tarihsel olarak radyo ve TVden daha eski olan sinemanın bir ideolojik araç olarak keşfi, radyonun da yaygınlaşmaya başladığı dönemlere rastlar. Daha 1. Paylaşım savaşı öncesinde B.W. Griffitt “Bir Ulusun Doğuşu” filmiyle politik/ideolojik bir araç olma işlevi ortaya çıkan ve yaygınlaşan sinema, değişik kanallardan akarak bugün “medya” dediğimiz bütünün bir parçası olmuştur. Yine de sinemanın izlediği yol, radyo ve TV’de olduğu gibi başlangıçta devlet sermayesi gerektirmediğinden daha sivil uğraklardan geçmiştir. Daha çok da eğlence sektörüne dönük olması nedeniyle egemenler tarafından araçsal kavranışı daha geç olmuştur. Daha 1920’lerde en mükemmel örneği olan “Potemkin Zırhlısı” filmini ortaya koyan politik sinemanın varlığı, dağıtım ağları ve sansür kurullarını elinde tutan emperyalistleri fazla endişelendirmese de bilinçli bir politik araç olarak ele alınması 2.ci Paylaşım savaşı sonrasında, Mc Carthy soruşturmalarıyla Hollywood’un temizlenmesinin ardından gerçekleşebilmiştir.

Günümüzde Medya
Yukarıda dağınık biçimde anlattığımız gibi medya olgusu çok boyutludur. Başlangıçta habercilikten yola çıkarak, eğlence, kültür, sanat, spor vb. alanlarda, kullanılan araçların da gelişimiyle korkunç bir gelişim sağlayan bu sektör, düzenin kendi ideolojik yeniden üretiminin en önemli araçlarından biri haline gelmiştir.
Sektörde yaşanan tekelleşme öyle bir boyuta varmıştır ki, dünyanın herhangi bir yerindeki gerçeği bilmek, bazen ancak sınıf bilinciyle örgütlenebilmiş bizlere mahsus kalabiliyor, bazen bu bile gerçekleşemeyebiliyordu. Mesela tüm dünya Vietnam’da ABD’yi kepaze eden Vietnam gerillalarını, onlar böyle bir isimlendirmeye karşı çıksa bile Vietkong diye bilebiliyordu medya sayesinde... 1991’deki Körfez Savaşı zamanında neredeyse savaşla özdeşleşen petrole bulanmış kuş görüntüsünün sahteliği, istenen etki oluştuktan yıllar sonra başka bir “haber” (meta) olarak piyasaya sürülüyordu. Reel sosyalizmin henüz çözülmediği süreçte bir ölçüde dengelenebilen bu dezenformasyon kampanyaları, ortada böyle bir odak da kalmayınca tamamen çığrından çıktı. Bugün Hiroşima ve Nagazaki katliamlarının yaşadığı bir dünyada yaşamamıza rağmen sokaktaki insanın aklına nükleer felaket denince Çernobil gelebiliyor hâlâ. ABD’de yaşanan aynı ölçekteki kazalardan konunun meraklıları haricinde kimsenin haberi olamıyor. Ya da nedense Hindistan’da yaşanan ABD’li bir firmanın kimyasal madde üretim tesislerindeki patlama ve sonrasında ölen binlerce kişi, hafızalarda bu kadar yerleşik bir konum bulamıyor.
Örnekleri çoğaltabilmek mümkün. Tüm bunlar, bugün egemen ideolojinin özellikle günlük üretiminde medyanın oynadığı rolü bir yanıyla ortaya koyuyor zaten. Bir yanıyla diyoruz çünkü habercilik medyanın sadece bir alanı artık. Düzene uygun, tüketici, boğun eğen bir insan tipinin ortaya çıkmasında medyanın işlevi, yeni eklenen araçlarıyla artık habercilik kadar ağır basmaya başlamıştır. Bugün artık her türden tüketim alışkanlığı medya aracılığıyla topluma “olmazsa olmaz” bir şeymiş gibi sunulabilmektedir. Neyin demokratik olup olmadığı, kimlerin terörist oldukları, çevreyi kimlerin kirlettiği, muhalefetin kimlerce ve ne biçimde yapıldığı, yapılabileceği, kimlerin ve neyin çağdışı (dinazor) olduğu, nelerin bilimsel olacağı... vb. birçok toplumsal bilinç faktörü artık medyanın tekelindedir. Bundan birkaç yıl önce “tam bir fiyasko”, “rezalet”, “katliam gibi kurtarma” gibi başlıklarla sunulabilecek Rusya’nın Çeçen tiyatro işgalcilerine (ve rehinelerine) karşı yaptığı katliam operasyonu, bugün en ağırı “olur böyle vakalar” hafifliğindeki eleştiriler eşliğinde ve genel anlamda alkışlanarak sunulabilmektedir. Ve işin daha da korkunç yanı, bu “malı” alan “tüketici”lerin de şikayetçi olmamasıdır. Yani bir katliamı nasıl alkışlayabilirsiniz, tüm dünya Hitler’in gaz odalarını lanetleme ortak paydasında birleşirken, gaz odalarının bir benzerinin Moskova’ya kurulmasına nasıl alkış tutabilirsiniz diye sormamaktadır. Elbette bu tepkisizlik hali sırf medyanın gücüyle açıklanamayacak çok boyutlu bir olgudur ve bu olgunun ortaya çıkışında medya sadece bir araçtır. Ancak günümüzde medyanın ulaştığı güç, sadece kendi yalanlarını tüm dünyaya yaymanın ötesine geçmiş, bu yalanlara karşı çıkabilecekleri de “toplum-dışı, marjinal” olarak damgalayabilecek mekanizmaları da yaratabilmiştir.
Bugün artık medya denilen sektör, emperyalist-kapitalist sistemin ikincil, yan sektörlerinden biri olmaktan çıkmış, temel sektörlerden biri haline gelmiştir. Bu dönüşümde postmodernizmin egemen burjuva ideolojisi olarak yükselişinin payı büyüktür. “Bilgi çağı”, “internet devrimi” gibi adlarla pazarlanmaya çalışılan ve bilginin emeğin, üretimin, her türden somut değerlerin yerini almaya başladığını vaazeden bu ideolojik yaklaşımla birlikte, yaklaşımın içeriğine ve tarzına uygun olarak yeni bilgi kaynağı medya olarak konumlandırılmaktadır. Modernizm de bilgiye büyük bir pay biçerdi ancak modernizmin büyük bir pay biçtiği bilgi, pratikle doğrudan bağları içerisindeki, ve akademik tabanlı eğitimler üzerinden edinilebilen bilgiydi. Modernizmin temel yaklaşımlarını gerici bir temelde kendine yeniden uygulayan postmodernizm, bilgiyi gerçelikle arasındaki bağdan bağımsız olarak ele alıyor, sözkonusu bilginin pratikle bağının olup olmaması gibi bir sorunu kendine dert etmiyordu. Yine bu bilginin edinimi için sonuçta “geçersiz” ilan edilen “üst anlatı”lardan birini oluşturan akademik alan reddediliyor, onun yerine “katılımcılık, çokseslilik, çokkültürlülük” adına medya, internet gibi şaibeli bilgi kaynakları ikame ediliyordu...
Böylesi bir bulanıklık/belirsizlik/güvensizlik ortamı, medyaya korkunç bir güçlenme zemini oluşturuyordu. En kaba haliyle “ben gördüğüme inanırım” şeklinde ifade edilebilecek olan televizyon çağının gerçeklik anlayışı kültürü, postmodern süreçte “gösteren” üzerine yoğunlaşan bir gerçeklik anlayışıyla iyice gerçekliğin uzağına sürükleniyordu. Yani artık bir haberin, görüntünün gerçek olup olmamasından çok CNN tarafından sunulup sunulmaması daha önemli olabiliyordu. Ya da aynı konuda birbirinin tamamen zıddı iki haber varsa ortada, bunlardan pekala “daha iyi sunulanı” genel kabul görebiliyordu. “İmaj, karizma, prezentasyon, marketing,...” vb. postmodern çağın öne çıkardığı “arayüzler (gösterenler)”, gösterilenin, olgunun kendisinden daha önemli, daha belirleyici olabiliyordu. Böylece artık medyanın “sattığı” şeyin kendisinden çok, pazarlama becerisi “satışlarda” etken oluyordu. Böylesi bir yabancılaşma kapitalizmin doğası gereği belki her dönemde vardı. Ama bu yabancılaşma genellikle satılan metanın toplumsal niteliği ile ona “sahip olan” sermayenin bireysel niteliğinden kaynaklanırken, postmodern süreçte “gösterenlerin” belirleyici konuma gelmesiyle bizzat o metanın, kendi gerçekliği ile kendi varoluşuyla ilgili bir yabancılaşma ortaya çıkabilmektedir. 1991 Körfez Savaşı sırasındaki Bağdat’ın bombardıman edilmesi görüntüleri, bir heyecanlı spor karşılaşması etkisi yaratacak şekilde; yani orada atılan her bombayla insanların öldüğü gerçeğinin gizlenip, sanki rakip takıma bir gol atılıyormuşçasına sunulması, bu yabancılaşmanın belki de en tipik örneklerinden biridir. Elbette bu sonuç, salt postmodernizm olgusuyla açıklanabilecek bir şey değildir. Zaten postmodernizm dediğimiz şeyin de bir maddi zemini vardır. Sözgelimi Vietnam Savaşı sürecinde ABD’de dahi büyük tepkilere yol açan katliamcı bombardımanların, Afganistan Savaşında aynı etkiyi bırakmamasında medyanın sunumundan çok daha ötede, günümüz dünyasının demokratik/sosyalist güçlerinin örgütlülük ve eylemlilik düzeylerindeki büyük gerileyişin oynadığı rol, çok daha başat konumdadır. Tüm bu ve benzeri olguları medyanın bugünkü gücüyle açıklamak da konunun sadece bir yanına dikkat çeken, ve böylece farklı tarzda bir çarpıtmaya yol açan bir yaklaşımdır. Konunun özünü, yani sınıf mücadelesinin gerçek düzlemini görmezden gelen bu yaklaşım (TV’ye, internete aşırı bir değer biçme, vb.), açık ya da örtük bir biçimde Noam Chomsky gibi aydınlar aracılığıyla yaygınlaştırılarak medyanın düzen tarafından şişirilen gücü, soldan da kendine dayanak bulabilmektedir. Elbette ki medya da, daha önce de vurguladığımız gibi sınıf mücadelesinin alanlarından biridir ama sınıf mücadelesi asıl alanları (siyasal, ideolojik, ekonomik-demokratik) karşısında ancak türev konumdadır. Yani medya alanından gelen bir saldırıyı yine medya alanından göğüslemeye çalışmak, bataklığı kurutmadan sineklerle uğraşmak gibi birşeydir. Bataklığı kurutacak olan ise yukarıda anılan asıl mücadele alanlarından geçen çalışmalar olacaktır. Bu çalışmalar, elbette ki medya alanında da karşılıklarını bulacaktır, ancak aslolan, temel olan asla ikinci plana atılmadan bu başarılabilecektir.

 

 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul