Daha 20.ci yüzyılın başında Lenin’in temel şiar
olarak benimsediği “halka siyasi gerçekleri açıklama”
görevi, sınıf düşmanlarımızca da çok iyi kavranmıştır.
Nasıl ki siyaset dediğimiz şey, bizim için yaşamın
her alanını kapsıyorsa, egemen sınıflar da bu
gerçekleri yalanlarıyla örtebilmek için yaşamın
her alanına dair kendi bakış açılarını üretebilip
yayabilecek her türlü aracı ortaya çıkarmışlar
ve sonuna kadar da kullanmışlardır. Sınıf savaşımının
belki de belirleyici çarpışması toplumsal bilinç
alanında yaşanır. Belki bu cephe tamamen kazanılamadan
iktidar alınabilir ama bu cephede kesin zafer
sağlanmaksızın devrimin güvencede olduğundan sözedilemez.
İşte bu cephedeki mevzilerini sağlam tutmak ve
daha da kalıcılaştırabilmek, derinleştirebilmek
için düzen birçok kanal geliştirmiştir. Eğitim
ve din bunlardan sadece ikisidir. Ancak genel
geçer düzen ideolojisinin ötesinde, ideoloji denen
şeyin hergün kendini yeniden üreten/yenileyen
birşey olması gerçeğinden de hareketle egemen
sınıflar, günlük çarpışmalara yönelik, günlük
araçlar da geliştirmişlerdir. Bu araçların belki
de en popüleri, bugün “medya” olarak adlandırdığımız
organdır. Günümüzde internetten cep telefonu mesajlarına
kadar toplumu her bir bireyine kadar kuşatmaya
devam eden ve halen en etkin aracı TV ve gazeteler
olan bu araç, egemen sınıfların iktidarının sürdürülebilirliği
açısından başat bir konuma yerleşmiştir.
“Gerçekler devrimcidir”. Bunun bilincinde olan
egemen sınıflar açısından bugün medyanın işlevi
bilgilendirmeden (enformasyon), dezenformasyona
(bilgisizlendirme) doğru bir evrim geçirmiştir.
Habercilikteki tekelleşmeyle birlikte önce bazı
şeyleri hiç haber vermeyerek başlayan bu bilinçli
yönelim, haberin kendine akacak bir çatlağı her
zaman bulmasından dolayı bu tutumu terkederek,
haberi çarpıtarak, içeriğini boşaltarak ya da
düpedüz yalan haber vermeyi tercih ederek bugünkü
içeriğine kavuşmuştur. Bugün Romanya’da “Temeşvar
Katliamı” diye bir olayın hiç yaşanmadığını kaç
kişi biliyor acaba?
Bu noktaya gelinene kadar geçilen aşamalara kısaca
bir göz atmaya çalışalım.
1-Tarihsel Gelişim
Sivil toplumun ortaya
çıkışı ve basın
Kapitalizmin kendi iç dinamiği ile geliştiği yerlerde
bu gelişim, kendi toplumsal-kültürel ilişkilerini,
yapılarını da basitten karmaşığa örüyordu. Matbaanın
bulunuşu ve Avrupa’daki reform hareketi ile birlikte
kitap basımı yaygınlaştığı gibi, toplumdaki yeri
de giderek popülerleşiyor, “kitap”, dinsel dogmaların,
kastların kutsallığından sıyrılıp, daha dokunulabilir,
ulaşılabilir bir nesne oluyordu.
Öte yandan gelişmekte olan kapitalizmin, üretim
araçlarını kullanabilecek daha fazla işçiye ihtiyacı
vardı ki, lonca sisteminden kalma çırak-kalfa
eğitimi çemberi bu ihtiyacı karşılayamayacak kadar
dardı. Kapitalizmin yetişmiş eleman ihtiyacı,
geçmişte ancak şu yada bu biçimde ayrıcalıklıların
alabildikleri eğitimin yaygınlaştırılmasını sağlarken,
yaygınlaşan bu eğitimin içeriği de yine kapitalizmin
ihtiyaçları doğrultusunda dinsel doğmaların ezberinden,
doğa bilimlerine doğru bir değişim geçiriyordu.
Tüm bu süreç değişik ülkelerde değişik biçimler
altında yaşanıyordu. Sözgelimi, burjuva demokratik
açılımların oldukça devrimci biçimler aldığı Fransa’da
bir dönem dini eğitim tamamen yasaklanırken, Almanya’da
gericiliğin ideolojik egemenliği her dönem hüküm
sürmüştü.
Kapitalizmin gelişim sürecinde yaşanan bir diğer
gelişme ise, kentlerden başlayarak sivil toplumun
gelişmesiydi. Öncelikle bugünkü anlamıyla belediye
meclislerine denk düşecek kimi oluşumlar aracılığıyla
kent yönetiminde burjuvaların artan ağırlığı,
monarşik yapıların kafesinden kurtulan politika
alanına yeni araçların eklenmesini de beraberinde
getiriyordu. İşte basın da bu araçlardan sadece
biriydi.
Burjuva demokrasilerinde basın
Burjuvazi, ekonomik ve siyasi gelişim sürecinde,
kendi egemenlik ihtiyaçlarının ürünü olarak bir
takım demokratik açılımlar yapıp, bugün “burjuva
demokrasileri” dediğimiz politik sistemi geliştirirken
basın da bu gelişimin önemli yardımcı araçlarından
biri olarak şekillenmeye başlamıştı. Kapalı ve
dar bir sınıfın, soyluların tekelinde, hatta tamamen
monarşik aile yapısının denetiminde olan politika
alanın burjuva demokrasileri aracılığıyla kitlelere
açılmasıyla birlikte, kitlelere dönük siyaset
yapma denen olgu da tarih sahnesine çıkıyordu.
Bu dönüşüm sürecinde kitlelere dönük siyaset yapmanın
aracı olarak basının artan bir önemi sözkonusudur.
Böylece saf amacı halkın haber alma ihtiyacını
karşılamak olan, bu niyetlerle ortaya çıkan basın
(gazete), giderek bir politik araç haline geliyordu.
Burjuva demokrasisinin değişik renkleri, kendilerini
gazete sayfaları aracılığıyla tanıtıyorlar, tartıştırıyorlardı.
Böylece değişik burjuva siyasal akımların kendi
sınıfsal tabanlarıyla buluşabilme aracı olarak
basının, örgütleyicilik fonksiyonu da belirginleşiyordu.
Başlangıçta “haber gazetesi” ve “fikir ağırlıklı
gazete” gibi ayrımlar olmasına rağmen, zaman içersinde
bir haberin veriliş tarzının bile politika-dışı
olamayacağı, yazarının kendi isteğinden bağımsız
olarak bir politik hatla örtüşeceği gerçeği belirginleştikçe
bu ayrım da anlamını yitiriyordu. Elbette bugün
olduğu gibi o zamanlardan bu yana hep “bağımsız”
olduğunu iddia edenler ya da saf demokratik (iyi)niyetlerle
birşeyler yapmaya çalışan birey ya da gruplar
da basın sektöründe varolmuşlardır. Ancak sınıflı
toplumlar dediğimiz gerçeklik, bunları da sınıfsal
bakış açısının niyetlerin, iddiaların üzerine
çıkabilen analizleri içersinde gereken yerlerine
oturtmuştur.
Bu durum, basın-sermaye ilişkileri açısından da
bir farklılaşmayı beraberinde getiriyordu. Başlangıçta
diğer kapitalist işletmelerden farksız olarak
kâr amacıyla kurulan gazeteler, kendi sermayelerinden
çok daha büyük sermayelerle; ve iki sermaye arasında
kurulabilecek herhangi bir kapitalist ilişkiden
farklı içerikte (bir ortaklık, ticari işbirliği
vb. olmayan), politik düzlemde bir ilişki geliştiriyorlardı
(yukarıdaki paragrafta da belirttiğimiz iyiniyetli,
safça girişimler ise “serbest rekabet” çarkının
dişlileri arasında, değişik sermaye gruplarıyla
ilişkili “rakipleri” tarafından öğütülüyorlardı).
Böylece gazetecilik, diğer kapitalist yatırımlarla
karşılaştırılamayacak bir konuma geliyordu. Elbette
bu güç, gazetelerde yazılan haber ve düşüncelerin
bir toplumsal etki yaratabildiği, ya da başka
bir ifadeyle bir toplumsal etkiye dönüşebildiği
görece daha demokratik süreçler, ortamlar için
sözkonusuydu. Bu zeminden uzaklaşıldıkça basının
elinde de böyle bir güç kalmıyordu. Bu anlamıyla
basın hem güç olabilen, hem de kendi üzerindeki
güçler tarafından kontrol edilebilen bir aygıt
olarak bir diyalektiğin de göstergesi oluyordu.
Altyapı-üstyapı ilişkilerinde bu diyalektiğin
yakalanamamasının yarattığı kafa karışıklığının
bir çok örneği vardır siyasal literatürde...
Bu tarz bir ilişkinin gelişmesiyle basın, iktidardaki
burjuvazinin görüşlerinin yayılmasının, benimsenmesinin
aracı olarak giderek gelişti. Bu gelişim sürecinde
basın, yer yer iktidardakilerden öte, devletle
ilişkiler geliştirdi ve konumunu kalıcılaştırdı.
Devletin, egemen sınıfların ideolojik mücadelelerinde,
propagandalarında bugün “medya” başlığı altıda
topladığımız araçlarının ilk biçimini oluşturdu.
Bu konuyu geçmeden önce şunu da anımsatmamızda
yarar var: Şu ana dek sadece burjuvazinin bir
politik organı ya da uzantısı olarak ele aldığımız
basın, salt burjuva bir nitelik taşımaz. Dayandığı
sınıfa, sermayeye göre farklı nitelikleri olmuştur,
olabilir. Burjuva demokrasilerinin gelişimi içersinde
kimi zaman monarşi (krallık) yanlıları, kimi zaman
da işçiler, kendi politik araçlarını yaratabilmek,
zenginleştirebilmek amacıyla basını kullanmışlardır.
Yukarıda bahsettiğimiz basın-devlet, ya da basın-burjuvazi
ilişkileri her dönem varolmuşsa da bu ilişkilerin
“sıkı”lığı her dönemde farklı boyutlarda ortaya
çıkmıştır. Ve devlet, tüm diğer sınıfsal karakterli
kurum ve araçlara (hukuk, eğitim, din, ordu, polis,
vb.) karşı olduğu gibi basına karşı da kendini,
ihtiyaç duyulmadıkça özerk bir pozisyonda tutmaya
özen göstermiştir. Kendi inandırıcılığı (dolayısıyla
satışları ve istenen etkililiği) açısından basının
da aynı şeye ihtiyacı olduğundan bu danışıklı
döğüşün sonucunda “bağımsızlık” yalanına toplumun
iknâ edilmesi pek de güç olmamıştır. Bu süreçte
basının “kamu hizmeti” yaptığı yönünde genel bir
kanı oluşturulması, gazetelere hak etmedikleri
bir itibar kazandırırken, kişi olarak gazeteciler
de bu itibardan nasiplerini almışlardır. Halkın
haber alabilmesi, elbette ki onun en doğal haklarından
biridir. Ve bu kaygılarla düşük maaşlarla gazetecilik
yapmaya çalışan idealist muhabir vb. basın emekçilerinin
bu itibarı hak etmediklerini elbette söyleyemeyiz.
Ama bir bütün olarak ele aldığımızda sınıflı toplumlarda,
egemen sınıfların kendi ideolojik prizmasından
yansıtılmış, dolayısıyla da çarpıtılmış haberleri
vermekle işlevli basını-medyayı ele alıyorsak,
kişisel olandan ötesini de görebiliyoruz demektir.
Basındaki bu gelişmeler, “haber”i de alınıp-satılan
bir meta haline getirmekte gecikmedi. Ve her meta
gibi bunun da gerek ulusal gerekse de uluslararası
çapta tekelleri oluşmaya başlamıştı emperyalizm
çağıyla birlikte. Ancak bu defa tekelleşme, salt
ekonomik değil, ideolojik-politik yönlüydü de.
İşçi sınıfının kendi basını ve diğer araçlarıyla
ulaşamadığı yerlerde sözgelimi herkes Sacco ve
Vanzetti’yi ABD’de suçlu bulunup idam edilmiş
iki banka soyguncusu haydut olarak biliyordu.
Bırakalım uluslararası bağlantıları olan bir işçi
sınıfı hareketini, okur-yazarlığı bile olmayan
sömürge halklarına karşı yapılan kıyım ve zulümleri
öğrenebilmek ise neredeyse olanaksızdı. 1917 Ekim
devrimiyle girdiğimiz “emperyalizm ve proleter
devrimler çağı”nda habercilik, tüm “yorum”lardan
bağımsız haliyle bile, sınıf mücadelesinin alanlarından
biri olarak karşımıza çıkıyordu. Reuters, Ajans
Press, BBC, günümüzde CNN vb. birkaç tekelin kontrolündeki
“haber piyasası”, ideolojik anlamda “defolu mallara”
da kapalıydı doğal olarak. Bu konuya daha sonra
yeniden döneceğiz.
İki emperyalist paylaşım savaşı arasındaki süreçte
yeni bir araç ortaya çıkmıştı: Radyo. İkinci paylaşım
savaşından sonra buna TV de eklenmiştir diyebiliriz.
Radyo ve TV, büyük çaplı yatırım gerektiren araçlar
oldukları için, bunların yayıncılığı ilk etapta
devlet eliyle yapılmıştır. Daha sonra sermaye
birikiminin yeter dereceye ulaşması ve yeni değerlenme
alanları arayışına girmesiyle birlikte emperyalist
ülkelerden başlayarak bu sektör de doğrudan burjuvazinin
mülkiyetine girmeye başlamıştır. Sömürgelerde
ise sermaye birikiminin ötesinde komünizm fobisi,
radyo ve televizyonun devlet tekelinden çıkışının
gecikmesinde daha önemli bir etken olarak ortaya
çıkmıştır.
Radyo ve TV araçları, haberciliğe yeni boyutlar
eklemiştir. Gerçeklik duygusunu önceki biçime,
yani gazeteye göre sıçrama ölçüsünde artıran bu
araçlar, artık bu alanı cebinde bir gazete alacak
parası bile olmayanlara açarak etki çemberini
hızla genişletmiş, okur-yazarlığı gereksiz kılarak
doğrudan her insanla ulaşabilir hale gelmiştir.
Bu denli hazır-algılanabilir-tüketilebilir halde
sunulan düzen ideolojisinin, resmi ideolojinin
yayılımı ve kitleleri etki altına alışı önceki
dönemle karşılaştırılamayacak bir aşama kaydetmiştir.
Radyoda duyulan herşeyin gerçekliği konusundaki
inanç, dönemin anti-komünist paranoyasıyla biraraya
gelince yaşanan bir ilginç olay, bu konuda fikir
verebilir. Kendilerini komünistler ya da bir başka
türden düşmanın istilasına şartlandırmış ABD’liler,
bir radyo programında Orson Welles’in “uzaylılar
dünyamızı işgal etti” anonsunu duyduklarında birden
toplumsal bir paniğe kapılmışlardı...
Bu süreçte en az radyo ve TV kadar etkili bir
diğer araç da sinemadır. Tarihsel olarak radyo
ve TVden daha eski olan sinemanın bir ideolojik
araç olarak keşfi, radyonun da yaygınlaşmaya başladığı
dönemlere rastlar. Daha 1. Paylaşım savaşı öncesinde
B.W. Griffitt “Bir Ulusun Doğuşu” filmiyle politik/ideolojik
bir araç olma işlevi ortaya çıkan ve yaygınlaşan
sinema, değişik kanallardan akarak bugün “medya”
dediğimiz bütünün bir parçası olmuştur. Yine de
sinemanın izlediği yol, radyo ve TV’de olduğu
gibi başlangıçta devlet sermayesi gerektirmediğinden
daha sivil uğraklardan geçmiştir. Daha çok da
eğlence sektörüne dönük olması nedeniyle egemenler
tarafından araçsal kavranışı daha geç olmuştur.
Daha 1920’lerde en mükemmel örneği olan “Potemkin
Zırhlısı” filmini ortaya koyan politik sinemanın
varlığı, dağıtım ağları ve sansür kurullarını
elinde tutan emperyalistleri fazla endişelendirmese
de bilinçli bir politik araç olarak ele alınması
2.ci Paylaşım savaşı sonrasında, Mc Carthy soruşturmalarıyla
Hollywood’un temizlenmesinin ardından gerçekleşebilmiştir.
Günümüzde Medya
Yukarıda dağınık biçimde anlattığımız gibi medya
olgusu çok boyutludur. Başlangıçta habercilikten
yola çıkarak, eğlence, kültür, sanat, spor vb.
alanlarda, kullanılan araçların da gelişimiyle
korkunç bir gelişim sağlayan bu sektör, düzenin
kendi ideolojik yeniden üretiminin en önemli araçlarından
biri haline gelmiştir.
Sektörde yaşanan tekelleşme öyle bir boyuta varmıştır
ki, dünyanın herhangi bir yerindeki gerçeği bilmek,
bazen ancak sınıf bilinciyle örgütlenebilmiş bizlere
mahsus kalabiliyor, bazen bu bile gerçekleşemeyebiliyordu.
Mesela tüm dünya Vietnam’da ABD’yi kepaze eden
Vietnam gerillalarını, onlar böyle bir isimlendirmeye
karşı çıksa bile Vietkong diye bilebiliyordu medya
sayesinde... 1991’deki Körfez Savaşı zamanında
neredeyse savaşla özdeşleşen petrole bulanmış
kuş görüntüsünün sahteliği, istenen etki oluştuktan
yıllar sonra başka bir “haber” (meta) olarak piyasaya
sürülüyordu. Reel sosyalizmin henüz çözülmediği
süreçte bir ölçüde dengelenebilen bu dezenformasyon
kampanyaları, ortada böyle bir odak da kalmayınca
tamamen çığrından çıktı. Bugün Hiroşima ve Nagazaki
katliamlarının yaşadığı bir dünyada yaşamamıza
rağmen sokaktaki insanın aklına nükleer felaket
denince Çernobil gelebiliyor hâlâ. ABD’de yaşanan
aynı ölçekteki kazalardan konunun meraklıları
haricinde kimsenin haberi olamıyor. Ya da nedense
Hindistan’da yaşanan ABD’li bir firmanın kimyasal
madde üretim tesislerindeki patlama ve sonrasında
ölen binlerce kişi, hafızalarda bu kadar yerleşik
bir konum bulamıyor.
Örnekleri çoğaltabilmek mümkün. Tüm bunlar, bugün
egemen ideolojinin özellikle günlük üretiminde
medyanın oynadığı rolü bir yanıyla ortaya koyuyor
zaten. Bir yanıyla diyoruz çünkü habercilik medyanın
sadece bir alanı artık. Düzene uygun, tüketici,
boğun eğen bir insan tipinin ortaya çıkmasında
medyanın işlevi, yeni eklenen araçlarıyla artık
habercilik kadar ağır basmaya başlamıştır. Bugün
artık her türden tüketim alışkanlığı medya aracılığıyla
topluma “olmazsa olmaz” bir şeymiş gibi sunulabilmektedir.
Neyin demokratik olup olmadığı, kimlerin terörist
oldukları, çevreyi kimlerin kirlettiği, muhalefetin
kimlerce ve ne biçimde yapıldığı, yapılabileceği,
kimlerin ve neyin çağdışı (dinazor) olduğu, nelerin
bilimsel olacağı... vb. birçok toplumsal bilinç
faktörü artık medyanın tekelindedir. Bundan birkaç
yıl önce “tam bir fiyasko”, “rezalet”, “katliam
gibi kurtarma” gibi başlıklarla sunulabilecek
Rusya’nın Çeçen tiyatro işgalcilerine (ve rehinelerine)
karşı yaptığı katliam operasyonu, bugün en ağırı
“olur böyle vakalar” hafifliğindeki eleştiriler
eşliğinde ve genel anlamda alkışlanarak sunulabilmektedir.
Ve işin daha da korkunç yanı, bu “malı” alan “tüketici”lerin
de şikayetçi olmamasıdır. Yani bir katliamı nasıl
alkışlayabilirsiniz, tüm dünya Hitler’in gaz odalarını
lanetleme ortak paydasında birleşirken, gaz odalarının
bir benzerinin Moskova’ya kurulmasına nasıl alkış
tutabilirsiniz diye sormamaktadır. Elbette bu
tepkisizlik hali sırf medyanın gücüyle açıklanamayacak
çok boyutlu bir olgudur ve bu olgunun ortaya çıkışında
medya sadece bir araçtır. Ancak günümüzde medyanın
ulaştığı güç, sadece kendi yalanlarını tüm dünyaya
yaymanın ötesine geçmiş, bu yalanlara karşı çıkabilecekleri
de “toplum-dışı, marjinal” olarak damgalayabilecek
mekanizmaları da yaratabilmiştir.
Bugün artık medya denilen sektör, emperyalist-kapitalist
sistemin ikincil, yan sektörlerinden biri olmaktan
çıkmış, temel sektörlerden biri haline gelmiştir.
Bu dönüşümde postmodernizmin egemen burjuva ideolojisi
olarak yükselişinin payı büyüktür. “Bilgi çağı”,
“internet devrimi” gibi adlarla pazarlanmaya çalışılan
ve bilginin emeğin, üretimin, her türden somut
değerlerin yerini almaya başladığını vaazeden
bu ideolojik yaklaşımla birlikte, yaklaşımın içeriğine
ve tarzına uygun olarak yeni bilgi kaynağı medya
olarak konumlandırılmaktadır. Modernizm de bilgiye
büyük bir pay biçerdi ancak modernizmin büyük
bir pay biçtiği bilgi, pratikle doğrudan bağları
içerisindeki, ve akademik tabanlı eğitimler üzerinden
edinilebilen bilgiydi. Modernizmin temel yaklaşımlarını
gerici bir temelde kendine yeniden uygulayan postmodernizm,
bilgiyi gerçelikle arasındaki bağdan bağımsız
olarak ele alıyor, sözkonusu bilginin pratikle
bağının olup olmaması gibi bir sorunu kendine
dert etmiyordu. Yine bu bilginin edinimi için
sonuçta “geçersiz” ilan edilen “üst anlatı”lardan
birini oluşturan akademik alan reddediliyor, onun
yerine “katılımcılık, çokseslilik, çokkültürlülük”
adına medya, internet gibi şaibeli bilgi kaynakları
ikame ediliyordu...
Böylesi bir bulanıklık/belirsizlik/güvensizlik
ortamı, medyaya korkunç bir güçlenme zemini oluşturuyordu.
En kaba haliyle “ben gördüğüme inanırım” şeklinde
ifade edilebilecek olan televizyon çağının gerçeklik
anlayışı kültürü, postmodern süreçte “gösteren”
üzerine yoğunlaşan bir gerçeklik anlayışıyla iyice
gerçekliğin uzağına sürükleniyordu. Yani artık
bir haberin, görüntünün gerçek olup olmamasından
çok CNN tarafından sunulup sunulmaması daha önemli
olabiliyordu. Ya da aynı konuda birbirinin tamamen
zıddı iki haber varsa ortada, bunlardan pekala
“daha iyi sunulanı” genel kabul görebiliyordu.
“İmaj, karizma, prezentasyon, marketing,...” vb.
postmodern çağın öne çıkardığı “arayüzler (gösterenler)”,
gösterilenin, olgunun kendisinden daha önemli,
daha belirleyici olabiliyordu. Böylece artık medyanın
“sattığı” şeyin kendisinden çok, pazarlama becerisi
“satışlarda” etken oluyordu. Böylesi bir yabancılaşma
kapitalizmin doğası gereği belki her dönemde vardı.
Ama bu yabancılaşma genellikle satılan metanın
toplumsal niteliği ile ona “sahip olan” sermayenin
bireysel niteliğinden kaynaklanırken, postmodern
süreçte “gösterenlerin” belirleyici konuma gelmesiyle
bizzat o metanın, kendi gerçekliği ile kendi varoluşuyla
ilgili bir yabancılaşma ortaya çıkabilmektedir.
1991 Körfez Savaşı sırasındaki Bağdat’ın bombardıman
edilmesi görüntüleri, bir heyecanlı spor karşılaşması
etkisi yaratacak şekilde; yani orada atılan her
bombayla insanların öldüğü gerçeğinin gizlenip,
sanki rakip takıma bir gol atılıyormuşçasına sunulması,
bu yabancılaşmanın belki de en tipik örneklerinden
biridir. Elbette bu sonuç, salt postmodernizm
olgusuyla açıklanabilecek bir şey değildir. Zaten
postmodernizm dediğimiz şeyin de bir maddi zemini
vardır. Sözgelimi Vietnam Savaşı sürecinde ABD’de
dahi büyük tepkilere yol açan katliamcı bombardımanların,
Afganistan Savaşında aynı etkiyi bırakmamasında
medyanın sunumundan çok daha ötede, günümüz dünyasının
demokratik/sosyalist güçlerinin örgütlülük ve
eylemlilik düzeylerindeki büyük gerileyişin oynadığı
rol, çok daha başat konumdadır. Tüm bu ve benzeri
olguları medyanın bugünkü gücüyle açıklamak da
konunun sadece bir yanına dikkat çeken, ve böylece
farklı tarzda bir çarpıtmaya yol açan bir yaklaşımdır.
Konunun özünü, yani sınıf mücadelesinin gerçek
düzlemini görmezden gelen bu yaklaşım (TV’ye,
internete aşırı bir değer biçme, vb.), açık ya
da örtük bir biçimde Noam Chomsky gibi aydınlar
aracılığıyla yaygınlaştırılarak medyanın düzen
tarafından şişirilen gücü, soldan da kendine dayanak
bulabilmektedir. Elbette ki medya da, daha önce
de vurguladığımız gibi sınıf mücadelesinin alanlarından
biridir ama sınıf mücadelesi asıl alanları (siyasal,
ideolojik, ekonomik-demokratik) karşısında ancak
türev konumdadır. Yani medya alanından gelen bir
saldırıyı yine medya alanından göğüslemeye çalışmak,
bataklığı kurutmadan sineklerle uğraşmak gibi
birşeydir. Bataklığı kurutacak olan ise yukarıda
anılan asıl mücadele alanlarından geçen çalışmalar
olacaktır. Bu çalışmalar, elbette ki medya alanında
da karşılıklarını bulacaktır, ancak aslolan, temel
olan asla ikinci plana atılmadan bu başarılabilecektir.
|