Sonunda herkes muradına ermiş ya da erecek gibi
görünüyor. Yüksek Seçim Kurulu geçtiğimiz günlerde
Siirt seçimlerini iptal ederek bir tek taşla kaç
kuşun vurulabileceği konusunda son derece ilginç
bir örnek sergiledi. “Okuldan sandık kaçırma”,
“karakolda oy kullandırma”, “açık oy gizli sayım”
gibi Kürt illerinin seçim klasiği olmuş unsurları
yıllardır hiç dikkate almayan YSK, birdenbire
üçbeş sandıktaki “yasa ihlali”ni önemseyiverdi
ve Siirt seçimlerini iptal kararı verdi.
Bu topraklarda kimsenin gizlisi saklısı, utanması
yok artık. Her şey açıkça, göstere göstere yapılıyor.
YSK’nın bir “hukuk kurumu” olmadığı, oligarşinin
en üst yapılarından yeşil ışık almadıkça bırakın
üç sandık yüzünden bir seçimi iptal etmeyi, koca
bir il yanıp tutuşsa kılını kıpırdatmayacağı biliniyor.
Dolayısıyla, sokaktaki çocuklar bile bunun bir
MGK operasyonu olduğundan kuşku duymuyorlar. Böylece
bir yandan Fadıl Akgündüz adıyla anılan vitrin
bozucu hata giderilmiş olurken, diğer yandan Tayyip
Erdoğan’ın milletvekili/başbakan olma yolu açılıyor.
Üstelik bu arada son derece ustalıkla kotarılmış
hukuk oyunlarıyla “bu bir ara seçim değil, normal
seçimin tekrarıdır” formülü üzerinden DEHAP da
dışlanmış oluyor. Cindoruk’un aynı günlerde yaptığı
“seçim tekrarına aynı adaylarla gidilebilir, Erdoğan
aday olamaz” itirazı kulak arkası edilirken, “seçim
tekrarı” formülünün sadece DEHAP için dikkate
alınmasına da kimse ses çıkarmıyor.
Önümüzdeki günler ve aylar bu operasyonun arkasında
hangi niyetlerin ve ne tür uzlaşmaların olduğunu
mutlaka açığa çıkaracak. Ama bugünden görülebildiği
kadarıyla bile, bütün ayrıntılar bir yana, tek
bir taşla gerçekten birçok kuş vurulmak istendiğidir.
YSK kararının MGK toplantısından hemen sonraya
denk düşmesi, aynı günlerde Ankara’nın üst düzey
Amerikalı ve İngiliz yöneticilerle dolup taşması,
daha öncesinde gelip Genel Kurmay’da toplantılar
yapan CIA heyetini başkalarının izlemesi ve bu
arada Genel Kurmay Başkanı’ndan Tayyip Erdoğan’a
dek herkesin Beyaz Saray’ı Kabe gibi tavaf etmeye
başlaması... Hiçbiri rastlantı gibi görünmüyor.
En önemlisi de ABD Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz
ile Dışişleri Bakan Yardımcısı Grossman’ın yaptığı
Ankara çıkarmasının hemen ardından Dışişleri Bakanı
Yaşar Yakış’ın yaptığı “üslerin kullanılacağı”
yolundaki açıklamaydı. Gerçi açıklama bir bakıma
komikti elbette, Türkiye’deki ABD üslerinin yapılma
gerekçesi ve mantığı itibarıyla gereksizdi de.
Üsler, ABD tarafından ABD kullansın diye yapılmış
şeylerdi sonuçta ve kimsenin şu ana dek olup bitenler
için izin aldığı, istediği de yoktu. Ama Irak
sürecinin başından beri ilk kez bir bakanın açıkça
durumu ifade etmiş olması da önemliydi.
Üstelik bu kez ABD daha net olarak ve daha kamuoyuna
açık bir biçimde taleplerini sıralamakta ve basına
sızmasında da bir sakınca görmemekteydi. Operasyon
boyunca Türkiye’deki bütün üs ve limanların, hava
alanlarının bildirimsiz kullanımından Irak sınırına
çok sayıda Amerikan askerinin konuşlandırılmasına
ve doğrudan TSK katılımına dek bir dizi talep
açıkça bu listede yer aldı. Aynı görüşmelerde
bu lejyonerliğin kaç para ile ödüllendirileceği
de konuşulmuş olsa gerektir.
Bütün bunların Silah Denetçileri adı altında Irak’ta
bulunan CIA ajanlarının “olay yaratmak” için fırsat
aradığı, hatta yarattığı günlerde olması da herhalde
rastlantı sayılamazdı.
***
Fazla söze gerek yok. Irak’ın vereceği tavizlerin
boyutu ne olursa olsun, savaşın kapıda olduğu
ve bu kirli operasyonda Türkiye’nin de yer alacağı
artık son derece net olarak biliniyor. Bu konudaki
anlaşmaların ve el sıkışmaların çoktan yapılmış
olduğu ve Türkiye oligarşisinin siyasi gelenekleri
bağlamında böyle işlerin parlamenter hükümetlerin
ötesinde bir yerlerde kotarıldığı da son derece
açıktır.
Ama yine de Siirt üzerinden yapılan bir “düzeltme”
operasyonuyla belli uzlaşmaların/kirli anlaşmaların
yapılmış olması, sonuçta mevcut AKP hükümetinin
de bu işe siyasal olarak açıkça dahil edilmesi,
aynı taşla vurulmuş kuşlardan bir başkası olarak
algılanmalıdır. Böylece Türkiye’nin siyasi tarihindeki
kontrast durumlara (Osmanlı’da oyun çok!) bir
yenisi daha eklenmiştir; en kanlı alevi-solcu
katliamlarını “sosyal demokrat” hükümetler sırasında
organize eden, Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı
laik operasyonlarını (sekiz yıllık eğitim gibi)
“islamcı” hükümetlere yaptıran Türkiye oligarşisi
bu kez de bir müslüman ülkeye karşı düzenlenen
“haçlı seferi”ne AKP’yi dahil etmektedir. Üstelik
bu kez Tayyip Erdoğan dahil hiçkimseyi dışarda
bırakıp “temiz kahraman” yapmadan, herkesi bu
yıpratıcı sürecin içine çekerek...
Gerçekten de, Tayyip Erdoğan’a yönelik olarak
üç yıldır uygulanan “yasaklama” taktiğinin sonuna
gelindiği ve artık “dışta bırakmak” yerine çamur
deryasının içine dahil ederek yıpratmak ve yakın
mesafeden kontrole alıp hizaya sokmak aşamasına
geçildiği anlaşılıyor. Vaadedilen “kan parası”
ne olursa olsun Türkiye’yi hem ekonomik-sosyal
olarak hem de kamu vicdanı açısından çok zorlayacağı
şimdiden belli olan savaş süreci, bu taktiğin
en önemli uygulama alanlarından biri olarak önümüzde
duruyor.
***
Öte yandan ilk günlerini Avrupa gezileri ve protokol
krizleriyle geçiren AKP hükümeti, oligarşinin
işleyiş biçimiyle de daha yakından tanışmaya başlıyor;
sınırlar ve ölçüler yeniden hatırlatılıyor, çizmenin
aşıldığı yerlerde nelerle karşılaşılacağının işaretleri
veriliyor. Sabancı gibilerinin seçimlerden önce
“işveren olarak solcularla işim olmaz ama tek
başına geleceklerse solcular da gelsinler” demesinin
“tercih”ten çok bir tür “sisteme güven” duygusunu
ifade ettiği, yani sonuçta bazen tam istenmeyen
durumlarla karşılaşılsa bile bu problemlerin artık
oturmuş olan mekanizmalar yoluyla çözülebildiği
gerçeğine yeniden tanık oluyoruz.
Seçimlerle ilgili olarak solda yapılan “statüko
kaybetti” ya da “değişen hiçbir şey yok” gibi
uç değerlendirmelerin aslında hem bir anlamda
doğru oldukları hem de tam olarak gerçeği yansıtmadıkları
gitgide daha fazla anlaşılıyor. Olup bitenleri
daha iyi kavramak için salt klasiklerdeki “devlet”
kavramının yetmediği, “oligarşi” gibi belli bir
bloku ifade eden kavramlara da ihtiyacımız olduğu
bir kez daha kanıtlanıyor. Aslında bir bakıma
düzen sözcüleri de dolayımlı yollardan bu kavramsal
vurguyu sık sık bize hatırlatıyorlar. Tuhaf kavramlar
ve deyimler duyuyoruz örneğin; “hükümet devletle
kavga etmemeli” deniliyor, “demokrasi cumhuriyetin
altını oymamalı” gibi veciz laflar ediliyor, “demokrasinin
kendini koruma hakkı”ndanbahsediliyor... Sonuçta,
hangi terminolojik çerçeve tercih edilirse edilsin,
bize ve bunu henüz öğrenmemiş olanlara bir biçimde
“hükümet olmak” ile “iktidar olmak” arasındaki
fark yeniden hatırlatılıyor ve “iktidar” olmanın
salt seçimler ve parlemento ile ilgili bir şey
olmadığı, emperyalist güç odakları dışında herhangi
bir egemenlik alanının yaratılamayacağı ifade
ediliyor.
Şüphesiz bu ifadelendirme için belli kodlamalar
yapılıyor; örneğin nerede “anayasal kurumlar”
ve “ekonominin dengeleri”nden söz ediliyorsa orada
oligarşik yapının seçim-geçim işlerinden pek etkilenmeyen
iki temel kurumsallığından bahsedildiğini herkes
anlıyor. “Anayasal kurumlar”ın ordu başta olmak
üzere zor aygıtının bütününe, “ekonominin dengeleri”nin
de emperyalizm ve yerli tekelci burjuvazinin elit
tabakasının kurulu düzenine denk düştüğü artık
bilinmeyen şeyler değil.
Bu gerçeklik, ne Susurluk’tan sonra liberal sol
tarafından şişirilen “derin devlet” kodlamasıyla
ne de düz bir “burjuvazi-devlet” denklemiyle tam
olarak ifade edilebiliyor. Karşımızdaki şey, mistik
bir “yeraltı” gücü değildir; öte yandan sermaye
sahiplerinin ofislerinden arayarak “devlet yöneticileri”ne
emir verdiği bir durum da değildir sözkonusu olan.
Alt ve orta düzeylerden kurulan burjuvazi-devlet
ilişkisi, şüphesiz bir gerçekliktir ve günlük
bir olay olarak hayatın içindedir. Yani, örneğin
Tekel Bölge Müdürlüğü’nü “bağlayarak” İstanbul’daki
bakkallara mümkün olduğunca az yerli sigara gönderilmesini,
böylece diğer markaların pazarının psikolojik
olarak artırılmasını sağlamak için gerekli girişimi
Philip Morris’in bölge direktörü de yapabilir.
Bu, neticede bir sermaye grubuyla bir devlet kurumu
arasında şu ya da bu yoldan kurulan bir ilişkidir;
ama oligarşi dendiğinde, devletin egemen sınıfların
baskı gücü olması dendiğinde kastedilen şey, daha
yukarıdan, daha derinden bir şeydir. Güçlerin
karşılıklı birbirini dengelediği, bir çıkar birliği
çerçevesinde içselleştikleri bir durum söz konusudur
burada.
Bugün karşımıza daha somut biçimlerde çıkan gerçeklik
budur ve AKP iktidarı boyunca bu konuda yeni deneyimler
yaşayacağımız kesin gibi görünmektedir.
Örneğin AKP’nin üzerine basarak geldiği ekonomik
odakların pastadan ne kadar pay istedikleri ve
ne kadar alabilecekleri, bu dengeler üzerinden
belirlenecektir. Hiç de küçük ve orta kesimler
olarak adlandırılamayacak olan bu büyük ve hırslı
yeni finans-sanayi güçlerinin, elbette bütün kaynakların
çok dar bir çerçevede paylaştırılmasına yönelik
itirazları vardır ve AKP bu itirazlarla oligarşinin
kaymak tabakası arasında bir köprü olma misyonunu
benimsemiş görünmektedir. Hem dayandıkları iktisadi
kökenler hem de kültürel gelenekler bakımından
farklı yerlerden gelen bu iki kesimin krizlerle
küçülen pastayı nasıl paylaşacakları, daha doğrusu
paylaşılacak olan pastanın kendi sınırlılığı önümüzdeki
ayların siyasi manzarasını da belirleyecektir.
Devrimci sosyalistler artık her “laiklik çıkışı”yla
patronların kâr paylaşımı arasında bir ilişki
olduğunu, basında “yeşil sermaye” diye feryatlar
yükseldiğinde ya da bir “irtica kaseti” ortaya
çıktığında bunun arkasında bir pazar sorunu da
olduğunu kolayca anlayabilir hale geldiler. Medya
tekelleri tarafından hükümete açılmış kredinin,
hatta Siirt üzerinden sağlanmış uzlaşmanın tükendiği
nokta, aynı zamanda yeni sömürge ekonomisinin
imkânlarının tıkandığı nokta olacaktır.
Kısaca söylendiğinde, Irak savaşı, AB hayallerinin
akıbeti ve yeni sömürgeci ekonominin sınırları,
önümüzdeki sürecin politik gelişmelerini belirleyecektir.
Bu anlamda, devrimci sosyalistlerin kısa vadedeki
görevler bütünlüğü de bu noktalar üzerine yoğunlaşacaktır.
Emperyalist savaşa karşı yürütülecek mücadelenin
yükseltilmesi, AB taşeronlarıyla ideolojik hesaplaşmayı
da içeren bir demokratik mücadele çizgisi ve ezilenlerin
mücadelesinin bir parçası olunması, böyle bir
anlamlı bütünlüktür.
Uzun vadede ise devrimci sosyalist hareket, kendi
programı üzerinden politik-askeri bir mücadele
çizgisinin örülmesi doğrultusundaki faaliyetini
temel almak durumundadır.
|