Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

F. Hançer

Sonunda herkes muradına ermiş ya da erecek gibi görünüyor. Yüksek Seçim Kurulu geçtiğimiz günlerde Siirt seçimlerini iptal ederek bir tek taşla kaç kuşun vurulabileceği konusunda son derece ilginç bir örnek sergiledi. “Okuldan sandık kaçırma”, “karakolda oy kullandırma”, “açık oy gizli sayım” gibi Kürt illerinin seçim klasiği olmuş unsurları yıllardır hiç dikkate almayan YSK, birdenbire üçbeş sandıktaki “yasa ihlali”ni önemseyiverdi ve Siirt seçimlerini iptal kararı verdi.
Bu topraklarda kimsenin gizlisi saklısı, utanması yok artık. Her şey açıkça, göstere göstere yapılıyor. YSK’nın bir “hukuk kurumu” olmadığı, oligarşinin en üst yapılarından yeşil ışık almadıkça bırakın üç sandık yüzünden bir seçimi iptal etmeyi, koca bir il yanıp tutuşsa kılını kıpırdatmayacağı biliniyor. Dolayısıyla, sokaktaki çocuklar bile bunun bir MGK operasyonu olduğundan kuşku duymuyorlar. Böylece bir yandan Fadıl Akgündüz adıyla anılan vitrin bozucu hata giderilmiş olurken, diğer yandan Tayyip Erdoğan’ın milletvekili/başbakan olma yolu açılıyor. Üstelik bu arada son derece ustalıkla kotarılmış hukuk oyunlarıyla “bu bir ara seçim değil, normal seçimin tekrarıdır” formülü üzerinden DEHAP da dışlanmış oluyor. Cindoruk’un aynı günlerde yaptığı “seçim tekrarına aynı adaylarla gidilebilir, Erdoğan aday olamaz” itirazı kulak arkası edilirken, “seçim tekrarı” formülünün sadece DEHAP için dikkate alınmasına da kimse ses çıkarmıyor.
Önümüzdeki günler ve aylar bu operasyonun arkasında hangi niyetlerin ve ne tür uzlaşmaların olduğunu mutlaka açığa çıkaracak. Ama bugünden görülebildiği kadarıyla bile, bütün ayrıntılar bir yana, tek bir taşla gerçekten birçok kuş vurulmak istendiğidir. YSK kararının MGK toplantısından hemen sonraya denk düşmesi, aynı günlerde Ankara’nın üst düzey Amerikalı ve İngiliz yöneticilerle dolup taşması, daha öncesinde gelip Genel Kurmay’da toplantılar yapan CIA heyetini başkalarının izlemesi ve bu arada Genel Kurmay Başkanı’ndan Tayyip Erdoğan’a dek herkesin Beyaz Saray’ı Kabe gibi tavaf etmeye başlaması... Hiçbiri rastlantı gibi görünmüyor.
En önemlisi de ABD Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz ile Dışişleri Bakan Yardımcısı Grossman’ın yaptığı Ankara çıkarmasının hemen ardından Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış’ın yaptığı “üslerin kullanılacağı” yolundaki açıklamaydı. Gerçi açıklama bir bakıma komikti elbette, Türkiye’deki ABD üslerinin yapılma gerekçesi ve mantığı itibarıyla gereksizdi de. Üsler, ABD tarafından ABD kullansın diye yapılmış şeylerdi sonuçta ve kimsenin şu ana dek olup bitenler için izin aldığı, istediği de yoktu. Ama Irak sürecinin başından beri ilk kez bir bakanın açıkça durumu ifade etmiş olması da önemliydi.
Üstelik bu kez ABD daha net olarak ve daha kamuoyuna açık bir biçimde taleplerini sıralamakta ve basına sızmasında da bir sakınca görmemekteydi. Operasyon boyunca Türkiye’deki bütün üs ve limanların, hava alanlarının bildirimsiz kullanımından Irak sınırına çok sayıda Amerikan askerinin konuşlandırılmasına ve doğrudan TSK katılımına dek bir dizi talep açıkça bu listede yer aldı. Aynı görüşmelerde bu lejyonerliğin kaç para ile ödüllendirileceği de konuşulmuş olsa gerektir.
Bütün bunların Silah Denetçileri adı altında Irak’ta bulunan CIA ajanlarının “olay yaratmak” için fırsat aradığı, hatta yarattığı günlerde olması da herhalde rastlantı sayılamazdı.

***
Fazla söze gerek yok. Irak’ın vereceği tavizlerin boyutu ne olursa olsun, savaşın kapıda olduğu ve bu kirli operasyonda Türkiye’nin de yer alacağı artık son derece net olarak biliniyor. Bu konudaki anlaşmaların ve el sıkışmaların çoktan yapılmış olduğu ve Türkiye oligarşisinin siyasi gelenekleri bağlamında böyle işlerin parlamenter hükümetlerin ötesinde bir yerlerde kotarıldığı da son derece açıktır.
Ama yine de Siirt üzerinden yapılan bir “düzeltme” operasyonuyla belli uzlaşmaların/kirli anlaşmaların yapılmış olması, sonuçta mevcut AKP hükümetinin de bu işe siyasal olarak açıkça dahil edilmesi, aynı taşla vurulmuş kuşlardan bir başkası olarak algılanmalıdır. Böylece Türkiye’nin siyasi tarihindeki kontrast durumlara (Osmanlı’da oyun çok!) bir yenisi daha eklenmiştir; en kanlı alevi-solcu katliamlarını “sosyal demokrat” hükümetler sırasında organize eden, Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı laik operasyonlarını (sekiz yıllık eğitim gibi) “islamcı” hükümetlere yaptıran Türkiye oligarşisi bu kez de bir müslüman ülkeye karşı düzenlenen “haçlı seferi”ne AKP’yi dahil etmektedir. Üstelik bu kez Tayyip Erdoğan dahil hiçkimseyi dışarda bırakıp “temiz kahraman” yapmadan, herkesi bu yıpratıcı sürecin içine çekerek...
Gerçekten de, Tayyip Erdoğan’a yönelik olarak üç yıldır uygulanan “yasaklama” taktiğinin sonuna gelindiği ve artık “dışta bırakmak” yerine çamur deryasının içine dahil ederek yıpratmak ve yakın mesafeden kontrole alıp hizaya sokmak aşamasına geçildiği anlaşılıyor. Vaadedilen “kan parası” ne olursa olsun Türkiye’yi hem ekonomik-sosyal olarak hem de kamu vicdanı açısından çok zorlayacağı şimdiden belli olan savaş süreci, bu taktiğin en önemli uygulama alanlarından biri olarak önümüzde duruyor.

***
Öte yandan ilk günlerini Avrupa gezileri ve protokol krizleriyle geçiren AKP hükümeti, oligarşinin işleyiş biçimiyle de daha yakından tanışmaya başlıyor; sınırlar ve ölçüler yeniden hatırlatılıyor, çizmenin aşıldığı yerlerde nelerle karşılaşılacağının işaretleri veriliyor. Sabancı gibilerinin seçimlerden önce “işveren olarak solcularla işim olmaz ama tek başına geleceklerse solcular da gelsinler” demesinin “tercih”ten çok bir tür “sisteme güven” duygusunu ifade ettiği, yani sonuçta bazen tam istenmeyen durumlarla karşılaşılsa bile bu problemlerin artık oturmuş olan mekanizmalar yoluyla çözülebildiği gerçeğine yeniden tanık oluyoruz.
Seçimlerle ilgili olarak solda yapılan “statüko kaybetti” ya da “değişen hiçbir şey yok” gibi uç değerlendirmelerin aslında hem bir anlamda doğru oldukları hem de tam olarak gerçeği yansıtmadıkları gitgide daha fazla anlaşılıyor. Olup bitenleri daha iyi kavramak için salt klasiklerdeki “devlet” kavramının yetmediği, “oligarşi” gibi belli bir bloku ifade eden kavramlara da ihtiyacımız olduğu bir kez daha kanıtlanıyor. Aslında bir bakıma düzen sözcüleri de dolayımlı yollardan bu kavramsal vurguyu sık sık bize hatırlatıyorlar. Tuhaf kavramlar ve deyimler duyuyoruz örneğin; “hükümet devletle kavga etmemeli” deniliyor, “demokrasi cumhuriyetin altını oymamalı” gibi veciz laflar ediliyor, “demokrasinin kendini koruma hakkı”ndanbahsediliyor... Sonuçta, hangi terminolojik çerçeve tercih edilirse edilsin, bize ve bunu henüz öğrenmemiş olanlara bir biçimde “hükümet olmak” ile “iktidar olmak” arasındaki fark yeniden hatırlatılıyor ve “iktidar” olmanın salt seçimler ve parlemento ile ilgili bir şey olmadığı, emperyalist güç odakları dışında herhangi bir egemenlik alanının yaratılamayacağı ifade ediliyor.
Şüphesiz bu ifadelendirme için belli kodlamalar yapılıyor; örneğin nerede “anayasal kurumlar” ve “ekonominin dengeleri”nden söz ediliyorsa orada oligarşik yapının seçim-geçim işlerinden pek etkilenmeyen iki temel kurumsallığından bahsedildiğini herkes anlıyor. “Anayasal kurumlar”ın ordu başta olmak üzere zor aygıtının bütününe, “ekonominin dengeleri”nin de emperyalizm ve yerli tekelci burjuvazinin elit tabakasının kurulu düzenine denk düştüğü artık bilinmeyen şeyler değil.
Bu gerçeklik, ne Susurluk’tan sonra liberal sol tarafından şişirilen “derin devlet” kodlamasıyla ne de düz bir “burjuvazi-devlet” denklemiyle tam olarak ifade edilebiliyor. Karşımızdaki şey, mistik bir “yeraltı” gücü değildir; öte yandan sermaye sahiplerinin ofislerinden arayarak “devlet yöneticileri”ne emir verdiği bir durum da değildir sözkonusu olan. Alt ve orta düzeylerden kurulan burjuvazi-devlet ilişkisi, şüphesiz bir gerçekliktir ve günlük bir olay olarak hayatın içindedir. Yani, örneğin Tekel Bölge Müdürlüğü’nü “bağlayarak” İstanbul’daki bakkallara mümkün olduğunca az yerli sigara gönderilmesini, böylece diğer markaların pazarının psikolojik olarak artırılmasını sağlamak için gerekli girişimi Philip Morris’in bölge direktörü de yapabilir. Bu, neticede bir sermaye grubuyla bir devlet kurumu arasında şu ya da bu yoldan kurulan bir ilişkidir; ama oligarşi dendiğinde, devletin egemen sınıfların baskı gücü olması dendiğinde kastedilen şey, daha yukarıdan, daha derinden bir şeydir. Güçlerin karşılıklı birbirini dengelediği, bir çıkar birliği çerçevesinde içselleştikleri bir durum söz konusudur burada.
Bugün karşımıza daha somut biçimlerde çıkan gerçeklik budur ve AKP iktidarı boyunca bu konuda yeni deneyimler yaşayacağımız kesin gibi görünmektedir.
Örneğin AKP’nin üzerine basarak geldiği ekonomik odakların pastadan ne kadar pay istedikleri ve ne kadar alabilecekleri, bu dengeler üzerinden belirlenecektir. Hiç de küçük ve orta kesimler olarak adlandırılamayacak olan bu büyük ve hırslı yeni finans-sanayi güçlerinin, elbette bütün kaynakların çok dar bir çerçevede paylaştırılmasına yönelik itirazları vardır ve AKP bu itirazlarla oligarşinin kaymak tabakası arasında bir köprü olma misyonunu benimsemiş görünmektedir. Hem dayandıkları iktisadi kökenler hem de kültürel gelenekler bakımından farklı yerlerden gelen bu iki kesimin krizlerle küçülen pastayı nasıl paylaşacakları, daha doğrusu paylaşılacak olan pastanın kendi sınırlılığı önümüzdeki ayların siyasi manzarasını da belirleyecektir. Devrimci sosyalistler artık her “laiklik çıkışı”yla patronların kâr paylaşımı arasında bir ilişki olduğunu, basında “yeşil sermaye” diye feryatlar yükseldiğinde ya da bir “irtica kaseti” ortaya çıktığında bunun arkasında bir pazar sorunu da olduğunu kolayca anlayabilir hale geldiler. Medya tekelleri tarafından hükümete açılmış kredinin, hatta Siirt üzerinden sağlanmış uzlaşmanın tükendiği nokta, aynı zamanda yeni sömürge ekonomisinin imkânlarının tıkandığı nokta olacaktır.
Kısaca söylendiğinde, Irak savaşı, AB hayallerinin akıbeti ve yeni sömürgeci ekonominin sınırları, önümüzdeki sürecin politik gelişmelerini belirleyecektir. Bu anlamda, devrimci sosyalistlerin kısa vadedeki görevler bütünlüğü de bu noktalar üzerine yoğunlaşacaktır. Emperyalist savaşa karşı yürütülecek mücadelenin yükseltilmesi, AB taşeronlarıyla ideolojik hesaplaşmayı da içeren bir demokratik mücadele çizgisi ve ezilenlerin mücadelesinin bir parçası olunması, böyle bir anlamlı bütünlüktür.
Uzun vadede ise devrimci sosyalist hareket, kendi programı üzerinden politik-askeri bir mücadele çizgisinin örülmesi doğrultusundaki faaliyetini temel almak durumundadır.


 

 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul