Yaklaşık otuzbeş yıl önce Fidel,
“Devrim İçin Savaşmayana Komünist Denmez” başlıklı
ünlü konuşmasını yaptığında, belki güncel-somut
hedefi SBKP uzantısı Venezuela Komünist Partisi’nin
sağcı tezleriydi. Ama sonradan, dönemeç noktalarında
söylenen böylesi sözlerin çoğu gibi bu konuşma
başlığı da kendi güncel içeriğini aşan bir anlam
kazandı ve “devrimcinin görevi devrim yapmaktır”
cümlesiyle birlikte dönemin bütün devrimcilerinin
diline yerleşti.
Bu, çok anlaşılabilir bir durumdu; çünkü sonuçta
bu sözcükler, sadece komünist olmakla devrimci
olmayı net bir biçimde birbirine bağlamakla kalmıyor,
eski deyişle “dava adamı” diye tanımlanabilecek
bir insan tipini, bir kadro biçimlenişini bize
anlatıyordu; hem de tam zamanında: Dünya ve Türkiye
devrimci hareketi revizyonist merkezlerden derin
çizgilerle ayrışırken...
Dava adamı... Gözünü ufka dikmiş, ufka yürüyen,
bu ufuk uğruna kendi günlük hayatının dertlerinden,
Çayan’ın deyimiyle “maişet derdinden” soyunmuş
ve üstelik bunu artık bir “fedakârlık” gibi değil
de bir yaşam tarzı gibi algılayan devrimci kadro...
Meczup değil, cizvit papazı hiç değil; ama belki
biraz derviş, kendi egosundan vazgeçmişlik anlamında
da biraz “normal-dışı” bir insan tipidir bu. Bugün
bize efsaneymiş gibi görünen köy köy dolaşmalar,
işçi mahallelerini ev ev bilmeler, gerçekte hiç
abartılmış şeyler değildir. Bütün bunlar derin
bir bağlanma ve kendini verme biçiminin, bunun
üzerine inşa edilmiş yaşam tarzlarının ifadesidir.
Ki bu anlamda, devrimci sosyalist hareketin ilk
kuşağından Nurettin Gürateş’ler, Tamer Arda’lar,
Nikaragualı, El Salvadorlu devrimciler ya da ulusal
hareketin ilk kuşağı, Kemal Pir, Mazlum Doğan
gibi tek başına birkaç ayda bölge yaratan insanlar
da aynı anlayışın ürünleridir ve her Sosyalist
Barikat okuru bu deneyimleri ve bu insanların
öykülerini dikkatle incelemelidir.
Şimdi, 2000’li yıllarda, kendi küçük dükkancığının
penceresinden hayata bakarken “bizim zamanımızda...”
diye söze başlayan ve günümüzün yeni kuşak kadro
tipini belirgin bir küçümsemeyle izleyenler az
değil. Kendisi de düzenle bütünleşmiş olduğu halde
çevresine bakıp “yarı-lümpen” ve “yarı-esnaf”
devrimci “kadro”lardan yakınan, “düzeyin düştüğünden”
bahseden bu insanları elbette ihmal edebilir ve
“davulun sesi uzaktan hoş gelir” diyerek kendimize
problem yapmayabiliriz. Gerçekten de onlar böylesi
bir görmezlikten gelmeyi hak etmişlerdir zaten.
Ama keşke her şey de bu kadar basit olsaydı; keşke
bir kuşak refleksiyle böylesi boş lafları mahkum
edip rahata erebilseydik.
Oysa bu, gerçekten de karmaşık bir sorundur; özeleştirel
bir tutumu ve derin bir içe bakışı gerektirmektedir.
Ne ukalaca burun kıvırmalarla ne de kendine aşık
tavırlarla sorunun üstesinden gelemeyiz. Şu çok
açık: Bugün, 2000’li yılların başlangıcında, yeni
bir dünya ve Türkiye manzarasının önündeyiz ve
bu durum, harcın yeniden karılması, tuğlaların
yeni bir bileşimle yeniden üretilmesi görevini
önümüze koyuyor.
İlk sayımızda dediğimiz gibi, kapitalizmin tarihinin
her yeni evresi, onun karşıtı olan sosyalist hareket
bakımından da bir yenilenmeye, yeniden biçimlenmeye
denk düşüyor. Şüphesiz her aşamada her şey kökten
değişmiyor ama her aşama, mücadele biçimlerinden
çelişki ve ilişkilere ve tabii ki sosyalist hareketin
insan birikimine dek bir çok şeyi de yeniden değerlendirmemizi
gerektiriyor. Dolayısıyla, 2000’li yılların dünya
gerçekliği yeniden ele alınıp yeniden kurulacaksa
eğer, bu, yeni sürecin devrimci sosyalist kadro
tipinin de yeniden biçimleneceği, yeni bir insan
tipinin inşa edileceği anlamına geliyor.
Böylesi bir devrimci yenilenme ise, düzene ve
onun postmodern saldırısına karşı şiddetli bir
savaşı gerektirdiği kadar, kendimize dönük sert
bir hesaplaşmayı da gerekli kılmaktadır. Bu, dünyaya
yeni bir gözle bakabilme yetisini gerektirdiği
kadar süreç içinde kaybettiğimiz ne varsa onu
“kaybettiğimiz yerde” arama basiretini de gerekli
kılmaktadır.
Zincirin İlk Halkası
Okurlarımız hatırlayacaktır; 6. sayımızda, Che’nin
Kongo Günlüğü kitabını tanıtırken kasıtlı olarak
“büyük insan” ve “büyük yaşantı” kavramlarını
kullanmıştık. “Büyük insan”dan anlatmak istediğimiz
şey, sadece sosyalist olmak, devrimci mücadelenin
neferi olmak değildi; bundan daha öte, daha başka
bir şeydi. Beyaz orduların ardından kılıç sallayan
herhangi bir bolşevik süvarisini küçümsemek ya
da Vietnam Halk Ordusu’nun herhangi bir asker
ya da komutanını hor görmek tabii ki aklımızın
ucundan bile geçmez; ama bizim orada altını çizdiğimiz
şey, kurucu irade ve kurucu kadroydu.
Bunu daha iyi anlamak için şöyle bir an, her şeyi
kenara bırakıp arkanıza yaslanın ve bir düşünün:
Ağır bir yenilginin ardından içi yana yana, büyük
bir kırılmayla Kongo ormanlarından Prag’a gelmiş
bir insan hayal edin. Kereste tüccarı kimliğiyle
gelip bir eve yerleşmiş, üstelik ağır hasta ve
tedaviye ihtiyacı var; üstelik her şeye rağmen
Kongo’yu terketmeyi asla istememiş ve Fidel’in
binbir ricasıyla buna nasıl olmuşsa ikna edilmiş
bir adam... Kongo yenilgisini anlattığı günlüğün
ilk paragrafına “bu bir başarısızlığın öyküsüdür”
diye yazabilecek kadar gerçekçi ve fakat yine
de bir o kadar kırgın ve üzgün...
Ve aynı insan, daha bir ay bile geçmeden, kafasında
yeni bir projeyle yaşamaya başlamıştır bile: Bolivya!
Çekoslavakya’nın revizyonist devlet aygıtının
kuşkulu bakışları altında kentten bir kır evine
taşınma, hamlaşmış vücudun uyandırılması için
yapılan koşular, hatta ciddi gerilla talimleri
ve bir yandan da uzaktan kurulan bağlantılarla
Bolivya’daki yeni atılımın örgütlenmesi...
İşte bütün anlatmak istediğimiz şeyin özü budur.
Bu, başka herhangi bir şey değil, sarsılmaz kurucu
irade ve iflah olmaz bir öncü ruhudur. Fransız
direnişçilerinin şarkılarında geçen “zincirin
ilk halkasıyız” sözlerinin anlamını belki oturup
hiç derinliğine düşünmemişizdir; oysa işte o budur,
bu tarz ve yaşamdır. “Zincirin ilk halkası” olmak,
o zincire yeni eklenen bütün halkaların ağırlığını
çekebilecek kadar sağlam olmak demektir. Böyle
bir sağlamlık, bilinen ölçütlere sığmaz, kahır
ve sıkıntının, yenilgilerin sınavından geçmiş,
bazı hallerde yalnızlık tarafından olgunlaştırılmış
bir durumdur.
Bugün, ununu eleyip eleğini duvara asmış olanlar
ne derse desin, dünyanın ve ülkenin tablosunun
yeniden biçimlendiği koşullarda, yeni sürecin
devrimci kadroları da sözünü ettiğimiz “ilk halka”
mantığına uygun bir biçimde oluşacaktır, oluşmaktadır.
Müthiş görkemli devrimci gelişmelerin henüz arifesinde
olmasa da hazırlık sürecinde olan bu devrimci
kadro, geriye çekilmiş bir ırmağın sularında ısrarla
ve sabırla yeni derinlikler açmaya çalışan, suyun
akışının yönünü değiştirmeye çalışan insandır.
Bu devrimci insan, tarihte örneği çok ender görülen
büyük bir sıkıntı ve gerileme döneminin içinde
büyümüş, ciddi ruh yorgunluklarını sırtında taşımış,
örneğin 70’lerde olsa alay konusu edilebilecek
kadar az sayıda insanla pankart açarak yürümeyi
bir yandan hazmetmiş diğer yandan da bunun ezilmesini
yaşamış, düşmandan epey kötek yemiş ama hiç doğru
dürüst kötek atmamış bir insan tipidir. Birkaç
otobüs polisi “gelsinler bakalım” diye karşılayan
bir iç-güven döneminden, gösterici-polis oranının
beşte bir olduğu günlere gelinmiş ve aynı devrimci
tipi, bütün bu süreçler boyunca hem psikolojik
olarak ezilmiş hem de belli bir ölçüde sağlamlaşmıştır.
Yalnızca kendi somut devrimci pratiğimiz bakımından
değil, genel siyasal ortam ve kitlelerin ruh hali
bakımından da aynı şey söz konusudur. En son seçim
sonuçları dahil olmak üzere dönemin birçok politik
gelişmesi, pratikte çalışan devrimci insanın moralini
yükseltecek şeyler değildir; eğer doğru bir ideolojik
zemine sahip değilseniz, herhangi bir tren istasyonundaki
insanların anlamsız/bezgin yüzleri, otobüste kulak
misafiri olduğunuz konuşmalar, genç insanların
lümpenlikleri, vb. bazen insanı gerçekten umutsuzluğa
dek sürükleyebilen izlenimler olabilmektedir.
Örnekle çoğaltılabilir ama gereksiz; hepimizin
aslında gayet iyi bildiği şey, bütün bu süreçlerin
bir yandan insanları (en azından bir bölümünü)
olgunlaştırdığı diğer yandan da ciddi yıpranmışlıklar
yarattığıdır.
Bu, ancak tarihin sıçramalı ve sarmal gelişim
yasasını kavradığımızda üstesinden gelebileceğimiz
bir sorundur ve dahası bu kadarı da yetmez; çünkü
yasa da aslında kendiliğinden işlememekte, ancak
bizim varlığımız ve çabamızla anlam kazanmaktadır.
Bu irade ve çabayladır ki, varılacak bir eşik
noktasından söz edebiliriz; orası, suyun önünün
artık açıldığı yerdir, olgular tersine dönmeye
başlamıştır.
Kadro: Sürecin Temel Unsuru
Kısaca söylendiğinde, devrimci sosyalist hareketin
ve onun kadro tipinin yeniden inşa edildiği bir
sürecin tarihte ilk kez genel bir gerileme atmosferine
denk düşmesi, dezavantajlarla avantajların bir
arada bulunduğu bir siyasal ortam yaratmıştır
ve bu durum insan unsurunu tarihte hiç olmadığı
kadar öne çıkarmıştır.
İnsan unsuruna geldiğimizde ise aynı zamanda özeleştiri
anlamını da içinde barındıran bir eleştirel tutum,
kesin bir gereklilik olarak önümüze çıkar. Gerçekten
de, bütün o yaşlı işi yakınmaları, burun kıvırmaları
bir yana bıraktığımızda, yine de ortada bir düzey
düşmesi, “dava adamı” pozisyonundan bir geriye
kayma olduğunu reddedemeyiz. Belki abartılı bulunabilir
ama “düşük yoğunluklu devrimcilik” olarak teşhis
edilebilecek bir durum, son yıllarda devrimci
politik ortamı büyük ölçüde etkiler hale gelmiş
ve yeni bir süreci inşa etme göreviyle karşı karşıya
olan Türkiye devrimci hareketi, dayandığı insan
malzemesi bakımından da önemli ölçüde sakatlanmıştır.
Her şeyden önce sosyalist ideolojinin hayatın
bütününe ilişkin bir şey olduğu düşüncesi zaman
içersinde belli bir erezyona uğramıştır. Toplumsal
davranışların ve örgütlenme biçimlerinin olduğu
kadar insanın kişisel bütünlüğünün de parçalanması
üzerine kurulan postmodern gericilik, aşama aşama
devrimcilerin hayatlarına sızmış, ayrı ayrı bölmelerden
oluşan yaşamların devrimci faaliyete eklemlenmesinin
tipik örneklerine rastlanmıştır. Yaratılan kafa
karışıklığı sırasında unutulan asıl olgu ise,
postmodernist cephenin marksizme bir tür “despotizm”
suçlamasıyla birleştirerek yönelttiği bütüncülük-kuşatıcılık
eleştirisinin esasında bir eleştiri değil iltifat
olduğudur.
Gerçekten de marksizm, bütüncü-kuşatıcı bir ideolojidir
ve aynen söylendiği gibi hayatın bütününü kapsayan,
insan davranışlarının tamamını yönlendiren ve
basitten karmaşığa her birey özgülünde yeni bir
zenginlik olarak kendini üreten bir düşünme ve
üretme biçimidir. Marksizm, birazcık öğrenilip
hayatın bir köşesinde uygulanabilecek bir tür
teknik bilgi, bir iş kılavuzu değildir; sözünü
ettiğimiz şey, bankacı-işletmeci yetiştirmek için
her gün sürü sepet basılan şu saçma sapan iş yönetimi
kitaplarına benzemez. Marksizm, kelimenin bir
anlamıyla da kendi geleceğini insanlığın geleceğine
ve komünizm ütopyasına bağlamış olan devrimci
insanın, hayatının her anında ve her alanında
içselleştirilmiş bir olgu olarak yaşadığı bir
sürekli akış ve gelişme temposunun adıdır. Onu
“birazcık” öğrenip “birazcık” uygulayamazsınız;
ve evet, “bireyin yüce hakları ve özgürlükleri”(!)
adına üzgünüz, bir yerde şöyle bir başka yerde
böyle davranamazsınız. O, sizi düşünme tarzıyla,
ahlaki ilkeleriyle, davranış biçimleriyle kuşatır,
sarmalar. Sokakta başka evde başka olamazsınız,
okurken Einstein yaşarken Oblomov olamazsınız,
mahalle çalışmasında düzen karşıtı, aile ilişkilerinde
düzen-içi olamazsınız.
Bütünlük ile eklektik arasındaki fark budur zaten.
Eklektik olan, kolajdır; yani başka başka şeylerin,
içiçe geçirilmeksizin, birbirinin içinde eritilmeksizin
bir araya getirilip konulmasıdır; oysa devrimci
hayat bunu kaldırmaz, o, bütün diğer şeylerin
yanısıra çalışmanın kendi güvenliği ve istikrarı
bakımından bile böyle bir şizofreniyi kaldırmaz.
Devrim İçin Savaşmayana Komünist Denmez’in anlamı
aynı zamanda 24 saatin bütününü kapsayan bir devrimci
yaşamdır ve elbette o yirmidört saatin herhangi
bir diliminde yapılacak X işinin düzgün ve zamanında
yapılması, gidilecek yere zamanında gidilmesi,
vb. gibi unsurların hepsini kapsar. Sürekli ve
tam konsantrasyondur, yaşamın akışı içindeki önceliklerin
her zaman devrimci çalışmaya uyarlanmasıdır. Burada
son zamanlarda sık sık örneklerine rastladığımız
gibi bir “sempatizana öğütler” dizisine giriştiğimiz
sanılmasın; tam tersine burada yapmaya çalıştığımız
şey, marksist-leninist düşüncenin giderek çarpıtılmakta
olan en önemli özelliğini, bütünselliğini vurgulamak
ve bunun devrimci hareketin tamamı için ciddi
bir sorun haline geldiğini ortaya koymaktır.
Gerçekten de, bütün toplumun üstüne yüklenerek
soluk borularını, gözeneklerini tıkayan postmodern
çamur tabakası çoğu kez ayırdına varılmaksızın
devrimcilerin hayatlarına da sızmakta ve yaşamın
günlük düzenlenişinden düşünme biçimlerine dek
uzanan ciddi bir düzey kaybını ortaya çıkarmaktadır.
Evet, belki bugün kötümser bilimkurgu ekolünün
çizdiği o kasvetli diktatörlükler, “düşünce okuyucu-yönlendirici”
robotlar-makineler ortalıkta görünmemektedir.
Ama yine de bundan çok emin olmamak gerekiyor;
çünkü kapitalist sistem böyle komplocu ve mekanik
bir yoldan olmasa da, bir başka yoldan, daha “neşeli”
ve “keyif verici” yöntemlerle ezilenlerin hayatlarına
sızmakta, çoğu kez farkına bile varılamayan ayrıntılar
üzerinden düşünsel yapıları tahrip ederek kendi
uçucu-gelgeç kalıplarını yerleştirmektedir.
Burada yalnızca 80’li yılların büyük iletişim
patlamasıyla yaratılan doğrudan etkilerden değil,
hayatın her köşesinden başlatılan bir kuşatma
ve çürütme operasyonundan bahsediyoruz ve bu durumun
devrimcileri de, devrimci kadroları da bir biçimde
etkisi altına aldığını söylüyoruz.
Bu gerçeklik, “büyük meselelere” ve “esasa ilişkin
tutumlara” bakılınca elbette net olarak görülmez;
ama biraz ayrıntıya, 24 saatin kenar noktalarına,
“kişisel” işler, “özel” ilişkiler, “dünyevi” faaliyetler
alanına doğru kaydığımızda bütün çıplaklığıyla
önümüze çıkar. Esasa ilişkin konuşurken “ideolojik
alanın önemine” değinen devrimciyi orada “ense
yaparken” yakalayabiliriz; “mahalle çalışmasının
hayati olduğunu” kabul eden kadroyu orada üç tane
evi gezmekten yorulmuş-bezmiş olarak bulabiliriz;
“düzenden kopmak”tan bahseden ve başkalarını asıp
kesen insanların en pespaye dizileri kaçırmamak
için hayatı iptal ettiğini görebiliriz. Orası,
bir tür “kör nokta”dır ve postmodern gericilik
temel konularda beceremediği çürütme işini oralarda,
kenarlarda yürütür. Farkına bile varmazsınız;
Adorno’nun “insanın kendisini kendi evinde misafir
gibi hissetmesi bir ahlaktır” deyişini yavaş yavaş
unutur, ev hayatının “küçük keyifleri”, “katlanmak
gerekir” denilen aile-akrabalık ilişkileri, “yorgunluk
ve stres atma”nın çeşitli türleri, “arasıra kendimizi
yaşamalıyız”ın kulağa hoş gelen yanları üzerinden,
adım adım, parça parça, “eli verip kolu kaptırarak”
yürünür. Sonuçta varılan ise “düşük yoğunluklu
devrimcilik” dediğimiz şeyin çeşitli versiyonlarıdır
ve devrimci örgütün müebbet olarak birinci vitese
mahkum olmasıdır.
Bu durumu dönemin kötü atmosferi ve hemen yarın
büyük devrimci gelişmeler beklenmiyor olmasının
olumsuz ruh haliyle de açıklayamayız. Çünkü bugünkü
devrimci kadro, artık bunun farkında olan insandır.
Yani örneğin 70’li yıllarda toplumsal kaynaşmadan
hareketle “yakın devrim” umuduna kapılmış olan
bazı saf devrimciler vardıysa da, bu o zaman da
onların sorunuydu. Ne o günlerde ne de şimdi,
devrimci mücadele yakın hayallerle yürümez, yürüyemez.
Bugünün devrimcisi, günlük çabaların, iğneyle
kuyu kazılarak yaratılan gelişmelerin ve adım
adım örülen devrimci yapıların, bugünden yarına
muhteşem sonuçlar yaratmayacağını bilmektedir,
bilmek zorundadır. Bu, yeni sürecin örülmesi konusunda
acelemiz olmadığı anlamına gelmez ama boş hayalleri
de beslemez. Dolayısıyla o, birebir, bugünden
yarına büyük sonuçlar yaratmayabilen bir çalışmanın
zaman zaman yabancılaşma üreten iç çelişkilerini
de bilmek ve kendini bağışık tutmak zorundadır.
Çok açık: Mesele, sağa sola sapmadan ve hiçbir
teorik-kavramsal dolambaca girmeden yanıtlanması
gereken şu soruyla ilgilidir: Nasıl yaşayacağız
ve yaşamdan ne bekliyoruz?
Ve burada karşımıza çıkan en ciddi kavram, dürüstçe
söylemek gerekirse, “normalleşme” kavramıdır.
Artık TV dizilerinde sık sık eski devrimcilere
yer vermeye başlayan burjuvazi, onları hemen her
zaman (daha doğrusu akıllanmış reklamcılar rolünde
göstermiyorsa eğer) yarı-deli, normal olmayan-rasyonel
olmayan dürüst insanlar olarak resmediyorsa, bu
boşuna değildir ve ne kadar karikatürize edilmiş
olursa olsun biraz da gerçektir. “Toplumun normal
bir ferdi olmak” ve “normal-dışı ölçütlerle yaşamak”
arasına konan bu kalın çizgi, bizim günlük devrimci
çalışmamız açısından da anlamlıdır. “Artık komşularımızdan
işe başlamalıyız” gibi laflar ederek “ev tipi/düzen
içi” solculuğun temellerini atmaya başlayan eski
solculara çok kızıyoruz olabiliriz belki ama zaman
içersinde böylesi bir “normal yaşama eklemlenmiş”
devrimcilik türünün aldığı mesafeyi de görmek
zorundayız. Gerçekten de süreç boyunca, günlük
devrimci faaliyetlerinin kotasını rutin biçimde
dolduran ve sonra akşamüstünden itibaren dolunay
görmüş kurt adam gibi başka bir kimliğe bürenerek
artık “kendi gerçek hayatını”(!) yaşamaya başlayan
bir devrimci tipi, siyasi yelpazede oldukça geniş
bir alanı kaplamıştır. “Yarı-deli” bir biçimde,
“normal” yürüme, konuşma, mekan değiştirme, insan
örgütleme, vb. ölçütlerini zorlayan, devrimciliği
kendini sakınmadan yapılan bir iş olarak algılayan
insanın yerine ikame edilen “normalleşme”, vitesin
düşürüldüğü koşullarda, kendini zorlamadan, yapacaklarını
normal hayatın içinde bir yerlere, Lenin’in “hazım
zamanları” dediği saatlere sıkıştırarak yapılan
işlerin toplamı anlamına gelmiştir.
Bu, ömrünün geri kalanını küçük kardeşlerine,
yeğenlerine zevzekçe öğütler vermekle tüketen
eski devrimci “abi”lerin yaptığı “ahlaksız teklif”in
kabülüdür: “İnsan onsekizinde onsekizini yaşamalı!”
Oysa herkes bilir; herkesin kendi normal yaşamını
sürdürdüğü bir ülke, asla devrim yüzü göremez
ve yalnızca siyasal tarih değil, aynı zamanda
edebi, bilimsel, vb. tarih de her zaman kendi
yaşıtlarının yaptığı “normal” şeylerden uzak duran,
bu konudaki öğütleri elinin tersiyle iten insanlar
tarafından yazılmıştır. Geçmişin devrimci kuşakları
üzerine yapılan tuzu-kuru ukalalıklar, bu yüzden
çoğu kez boş laflardan ibarettir.
Bütün gevezelikler bir yana, yukarıdaki soru,
hiçbir zaman değişmez: “Yaşamdan ne bekliyoruz?”
Ve bu soruyu sorduğumuz her yerde, biliriz ve
bilmek zorundayız ki, devrimcilik, evet, bir kısıtlılık
halidir. Bu kısıtlılık gibi görünen şey, öte yandan
bireyin iç dünyasında büyük bir özgürlük alanıdır
belki ama fiiliyatta yine de kısıtlılıktır. Kısıtlanan,
“normal” olan, daha doğrusu düzen-içilik anlamında
“normal” olandır,
Oysa öte yandan insanın önüne açılan, yeni bir
yaşam alanı, yeni bir ilişki düzeyidir. Yine de
devrimcilik bir yaşam tarzı olarak oturuncaya
değin, bir kısıtlılık olarak görülür. Bu anlamda,
bazen bize her şey çok “rasyonel” görünmeyebilir;
bazen bu yüzden acı çektiğimiz de olur, bazen
görmek istediğimiz insanları göremez yapmak istediğimiz
harikulade güzel şeyleri yapamayız. Ve en önemlisi
bazen, bütün bu yapmaktan vazgeçtiklerimizin nihai
amacımıza değip değmediği üzerine son derece insani
kuşkular bile besleyebiliriz.
Ama devrimci hayat böyledir; onu, içine ne kadar
su katılırsa katılsın yine de beyaz görünen süt
gibi ele alamayız. Çünkü içine su katılmaya başlandığı
andan itibaren süt, süt olma özelliğinden bir
şeyler yitirmeye başlar; yine de beyaz görünüyorsa
eğer, bu yalnızca başkalarını kandırabilir, bizi
değil. Biz biliriz ve “ama aynı süt miktarı orada
duruyor işte” deyip kendimizi kandıramayız; çünkü
bu aslında üstünü örttüğümüz bir şeydir.
Yani siz eğer buz balerini olmak istiyorsanız;
sabah akşam makarnaları yuvarlayıp tepsi tepsi
baklavaları gövdeye indiremezsiniz. Bu “özgürlük”ten
yoksun olmak kuşkusuz can sıkıcıdır ama öte yanda
bu ülkenin sokaklarda yaşayan sahipsiz çocukları,
açlıkla boğuşan insanları ve dünyanın öteki köşelerinde
bombalarla parçalanan bebekleri de can sıkıcıdır
ve siz orada, “nasıl ve ne için bir hayat” sorusuyla
yeniden karşılaşırsınız.
Çünkü devrimci çalışma, somuttur. Bütün bir yaşam
boyunca ve o yaşamın her saniyesinde bugün olduğumuz
yerden ne kadar ileriye gidebiliriz düşüncesi
zihnimizdedir. Bunun vebali sırtımızdadır. Yani,
anti emperyalist cephenin bugünkü güçsüzlüğü,
Irak’ta daha çok insanın ölmesi anlamına gelir;
devrimci çalışmanın bugünkü geriliği mahallelerde
daha çok uyuşturucu demektir; devrimci yapının
bir an önce hareket edebilir seviyeye gelememesi
kanlı katillerin huzur içinde yaşamaları demektir;
sendikaların bir an önce devrimci bir çizgide
kitleselleşmemesinin sonucu, bütün sosyal hakların
kuşa çevrilmesinin hızlanması ve hastane kapısında
can veren insanlardır., vb... Hayat böyle akar;
sizi beklemez ve siz geciktikçe yalnızca acılar
artmaz, yapmanız gerekenlerin listesi de daha
fazla kabarır.
Evet, örgütlü hayat kısıtlı hayattır; hiç yumuşatmaya
gerek yok, vazgeçişler ve bağlanışlar içiçe geçer,
birbirini iter ve çeker. Bu, “topluma örnek olmalıyız”
meselesinden öte, bize ait bir şeydir. Şüphesiz
devrimciler örgütü, bir seçkinler örgütüdür. “Seçkin”
kavramının dinsel anlamı “seçilmişlik”tir, piyasa
anlamı ise “elit”tir; biz bu kavramı iki anlamda
da kullanmayız. Devrimci yapı, seçkin insanlardan
oluşur; çünkü o yapı, yeni insanı bize gösterir,
en azından alçakgönüllü bir yerden onun temsili,
onun henüz kusurlu sayabileceğimiz bir modelidir.
İnsanlarla kurduğumuz her temas noktası, bir temsiliyet
ve güven ilişkisi noktasıdır. Her ilişki, daha
en başında moda deyimle bir “elektrik” oluşturur
ve biz o akım üzerinden gideriz.
Ve bu elektrik her şeyden önce, bizim düşündüğü
gibi yaşayan insanlar olduğumuz gerçeği üzerinden
alınır verilir; yaşadığımız hayat düşüncelerimizle,
sözlerimizle örtüşmüyorsa, “yanlış bir hayatı
doğru yaşamaya” çalışıyorsak, yalnızca kitlelerle
ilişki açısından değil kendi benliğimizle ilişki
bakımından da bir sorun var demektir.
Daha doğrusu ve daha açıkçası, asıl sorun kendi
kişisel yanıtlarımızın ve durumlarımızın da ötesinde,
bizim ne yapmak istediğimiz, ne olmak istediğimizle
ilgilidir.
Biz ne olmak istiyoruz? Burjuva siyasi sahnesinde
olduğu gibi, devrimci yelpazede de az çok boy
sırasına girmiş bulunan politik hareketlerden
herhangi biri mi, yoksa Türkiye devrimci hareketinin
çözüm gücü ve müdahale iradesi mi? Ülkenin politik
mozayiğinin katlanılabilir-hoşgörülebilir bir
parçası mı, bütün dengeleri alt üst edecek, bütün
çizme boylarını aşıp geçecek bir buzkırıcısı mı?
Bütün bu sorulara verilecek yanıtlar nasıl yaşanacağı,
devrimci faaliyetin hangi tempoda ve hangi çapta
yürütüleceğini de ortaya koyar. Çünkü neyi seçiyorsanız,
onu elde edecek kadar enerjiyi açığa çıkarır,
ona yetecek kadar azıkla yola çıkarsınız.
Bizim seçtiğimiz yol, bellidir. Daha azına razı
değiliz. Kendi dışımızdaki herhangi bir yapıya
saygısızlık etmek aklımızın ucundan bile geçmez;
ama kendi yolumuzun anlamının da farkındayız ve
bu yükü omuzlamayı boynumuzun borcu sayarız.
İşte “ilk halka” budur. Bütün için yaptığımız
tanım, parçayı kapsar; bütüne biçtiğimiz misyon,
tek tek her insanımızın ulaşması gereken kapasiteyi,
sürdürmesi gereken yaşam tarzını belirler. Che’yi
bizim için bir poster resmi olmaktan öteye taşıyan
şey de budur: Kurucu irade ve ilk halka olmak...
“Sabahleyin şeker kamışı kesmeye gidileceği söylendiğinde,
doğrusu ben devlet yöneticilerinin tipik davranışında
olduğu gibi Ekonomi Bakanı Che’nin birkaç machete
sallayıp kampanyayı başlatmakla yetineceğini sanmıştım;
ama akşam olduğunda yanıldığımı anladım” diyen
Ricardo Rojo’yu (Arkadaşım Che Guavera, Payel
Yay.) şaşırtan şey, her gerçek devrimin ilk koşuludur:
Bütünlüklü devrimci insan...
|