Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

Y. Tüfekçi

Brezilya’da devlet başkanlığı seçimlerini İşçi Partisi %62 gibi açık bir farkla kazandı ve böylece Luiz Inacio Lula da Silva, Brezilya’nın yeni devlet başkanı oldu. Dünya gericiliğinin, özellikle de 11 Eylül sonrasındaki süreçte tüm dinamikleriyle atağa kalktığı bir dönemde ayrıksı bir gelişme gibi duran bu olayı iki farklı noktadan inceleyebiliriz.
“İyimser” de diyebileceğimiz bir noktadan baktığımızda, yaşanan tüm gelişmelerin, “terör” boğuntusuna getirilerek kulak tıkanmaya çalışılan ezilen emekçi yığınlarının “ARTIK YETER!” çığlığının ulaştığı şiddetin egemenlerin sırça köşklerini parçalayacak boyutlara vardığını söyleyebiliriz. “Kötümser” diyebileceğimiz bir bakış açısıyla da, Avrupa’dan, özellikle de Tony Blair’in İşçi Partisi’nden dünyaya yayılan ve “üçüncü yol” olarak bilinen neo-liberalizmin “sol” versiyonunun Brezilya’da da halkı aldatarak iktidara geldiğini söyleyebiliriz.
Bu iki “uç” değerlendirme, bize bir diyalektiğin iki tarafını anlatır. Ve yine o diyalektik bize aykırı şeylerin birbirlerinden mutlaka fersah fersah uzakta durmalarının gerekmediğini, bazı hallerde bir durumun çelişkili olguları içinde barındırdığını ama eninde sonunda bu çelişkinin bir çözüme ulaşarak yeni bir çelişkiler düzlemini yarattığını söylemektedir. Bu anlamda, yukarıdaki iki ucun bir arada bulunduğu bir süreç de mümkündür ve bu iki “uç” arasındaki mücadele, Brezilya’nın önümüzdeki sürecini biçimlendirecektir. Böylesi bir cümlenin ifade ettiği belirsizlik, post modern anlamdaki “rölatif”liği çağrıştırsa da materyalizmin salt determinist kavranışının, kaba materyalizmin Marx tarafından ne denli eleştirildiğini biliyorsak, bir sorun yok demektir.
Brezilya İşçi Partisi, topraksız köylü hareketlerinden de beslenen oldukça olumlu değerlere yaslanan bir geçmişe sahip. Ülkede yaşanan sınıf çelişkilerinin/çatışmalarının seyri açısından bu gelişmeyi garipsememek lazım. Ancak Brezilya İşçi Partisi’nin kitleselleştiği, iktidara yaklaştığı ölçüde sisteme daha fazla taviz verdiği de bir gerçek. Daha seçimler öncesinde Lula’nın IMF ile yapılan anlaşmalara dokunmayacağı yönünde verdiği sözlerini, seçim sonrasında da teyid etmesi bunun en belirgin ifadesi. Tüm bunlara rağmen hareketin tabanı gözönüne alındığında, bu zaferin, Lula’nın emperyalistlere verdiği taahhütleri boşlukta yitip giden sözler haline getirmesi olasılığını da hesaba katmamız gerekiyor. Tarih, buna benzer, sınıfsal tabanın iradesinin ön plana çıkmasıyla ideolojik/siyasal anlamda kendi kendine koyduğu sınırların parçalanmasını önleyemeyen hareketleri daha önce de kaydetmiştir.
Porto Allegre buluşması sırasında tüm dünya sol kamuoyunun da tanımış olduğu yerel yönetim deneyimlerinin ışığında Brezilya İşçi Partisi’nin kitlesini sadece “oy verme”ye endeksli bir “siyaset yapma” tarzı ile kendini sınırlamadığını söyleyebilmemiz mümkün. Bu tarzın, daha iktidara gelmeden önce devlete kimi geri adımlar attırabildiği de bir gerçek. Ancak aynı siyaset yapma tarzının varabileceği sınırlar da Allende deneyimi ile ispatlanmış durumda. Herşeye rağmen, bu siyaset yapma tarzı, sınırları ne olursa olsun bir toplumsal hareket niteliğine varabildiği ölçüde Brezilya halkına çok şey de katabilir.
Tüm buraya kadar söylediklerimizin ışığında, “Brezilya’nın yeni iktidarı”nın, biz iktidar olgusundan hangi sınıfın diktatörlüğünün kurulu olduğunu anlıyorsak, bizler açısından hiç de “yeni” olmadığını söyleyebiliriz. Ancak bu yeni iktidar tipi için “sosyal-demokrasinin yeni bir versiyonu” damgasını vurmadan önce birkaç şey daha söylemek gerekiyor.
‘90 sonrası süreçte, reel sosyalizmin dağılması ile dünyadaki siyaset dengeleri yeniden biçimlenirken, kendi politik duruşları açısından bu yeni biçimleniş içersinde eskisi gibi politika yapamayacağının farkına varan sosyalist eğilimli güçler bir yol ayrımı ile karşı karşıya kaldılar. Daha önceki yazılarımızda da irdelediğimiz bu yol ayrımından üç temel akımın ortaya çıktığını söyleyebiliyoruz. Bunlardan birincisi marksizmin bu yeni sürece uyarlanması çabası adına legalist-pasifist çizgiyi yeniden üreten akım, ikincisi ise “hiçbirşeyin değişmediği” iddiasına sıkı sıkıya sarılan ve emperyalist-kapitalist sistemin yeni yönelimlerini tüm boyutlarıyla çözümleyemediği için karşı politikalar da üretemeyen akımdır. Bizim de içersinde olduğumuz üçüncü akım ise “devrimci yenilenme” konulu yazılarımızda etraflıca açtığımız bir rotanın eksenindedir. İşte bu yol ayrımında birinci yolu seçen pasifist-legalist akım, önceki dönemden gelme “devrimci” etiketlerinin de etkisiyle emperyalist-kapitalist sistemin yeni-sömürgelerdeki işlerini kolaylaştırabilen bir seçenek de olabilmişler, sosyal-demokrasinin artık iyice tükendiği, geniş halk yığınlarının kabaran öfkesini dindirebilme potansiyelini tümüyle yitirdiği yerlerde onun koltuğuna aday olabilmişlerdir. Her ülkenin özgülünde evriminin değişik aşamalarında olan bu süreç, Brezilya’da ise iktidarı alacak ölçüde gelişmiştir.
Yine ‘90 sonrası süreçte “çokkültürlülük” adı altında postmodern desantralizasyonu/lokalizasyonu örgütleyen emperyalizm de bu akımın barındırdığı düzeni soldan yeniden-üretebilme potansiyelini çabuk kavramış ve ülke özgülüne göre değişen uygulamaları da olsa bu akımı özel olarak yok etme veya güçsüzleştirme çabasına girmeyerek kerhen de olsa desteklemiştir. Gelinen aşamada, düşük yoğunluklu çatışma stratejisinin “kontrol edilebilir muhalefet” altbaşlığına yeni bir kardeş gelmiştir ve buna “kontrol edilebilir iktidar” da diyebiliriz. Herşeye rağmen bu durumda dahi olsa, böylesi bir yönetim emperyalizmin mümkün olduğunca tercih edeceği bir seçenek değildir. Ancak fiili durumun sadece bu biçimiyle kontrol altına alınabildiği durumlarda, içerdiği risklerden dolayı zorunlulukların dayatmasıyla razı olduğu, bir durumdur.
Tüm uluslararası taahhütlerine uyacağını -birilerinin her söze başlayışlarına besmele çekercesine “terörün her türlüsüne karşıyız” demesi gibi- her fırsatta, üzerine basa basa yineleyerek düzenin egemen kurumlarından iktidar vizesi alan Lula, iktidar sürecinde “popülist uygulamalar” diye ifade ettiğimiz ve Marx’ın “Felsefenin Sefaleti” adlı eserinde yerden yere vurduğu paylaşımı dengelemeyi (Proudhon’un ütopyası eşitlemekti) hedefleyen, ama bir bütün olarak özel mülkiyet sistemine dokunamayan kimi uygulamalara gitse bile, kimi kamulaştırmalar yapsa bile özel mülkiyeti, bir bütün olarak hedef tahtasına oturtmadığı için sonuçta sermaye birikiminin, tekelleşmenin ötesine geçemeyecek olan bu politikaların uzun va-dede halka verebileceği hiçbir şey yoktur.
Brezilya’da bir şeyler hem değişti, hem de değişmedi. Neyin değişip, neyin değişmediğinin farkında olabilenler açısından yeni iktidarın niteliği açıktır. Şunu da unutmamak gerekir ki, ne böylesi bir deneyimi tamamen reddedebilir, yoksayabiliriz; ne de olduğundan daha farklı bir siyasal misyon yükleyebiliriz. Sonuçta ortada incelenmesi gereken bir “sol” hareket vardır. Bizler açısından hareketin politikaları ne olursa olsun, sözkonusu hareket kendini ne ölçüde sendikalist sınırlarla daraltmış olursa olsun varolan bir sol hareketin, halk hareketinin gerektiği gibi incelenmesi görevi ortadadır. Bazıları gibi bu incelemelerden sağ sapma sonucuyla çıkarız korkusunu ancak ideolojisine, felsefesine ve yaşam, tarih ve toplum karşısındaki duruşuna güvenmeyenler taşır. “İnsana dair olan hiçbirşey, bize yabancı değildir.” (Marx)

 

 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul