|
|
|
|
2002 Sonbaharı
ve Seçimler
Kış
Kapıda
P. Hançer
|
Türkiye, 2002 sonbaharını
önce bir seçim karmaşasıyla, sonra da yeni bir iktidarla
karşıladı.
Aslında her şey Temmuz ayının ilk günlerinde iyi
başlamıştı ve ilk bakışta olup bitenler çok akıllıca,
çok ustalıkla planlanmış gibi görünüyordu. Oligarşinin
artık politik ve fiziki ömrünü doldurduğu varsayılan
eski hizmetkârı Ecevit, çarpıcı bir komployla yalnızlık
çukuruna itilecek, yaygın bir istifalar furyasının
arkasından oluşturulacak yeni bir politik kadroyla
da düzen cephesinin her köşesinden çatlamış olan
duvarları restore edilecekti. Medyanın pompalamasıyla
burjuva siyasetin durgun arenasına yeni bir şevk
getirecek olan müthiş “troyka”, Derviş, Özkan, Cem,
biraz soluk alıp yeni katılımlarla seçimlere girdiğinde
de, az çok istikrarlı bir yeni kadrolaşmanın yolu
açılmış olacaktı. O günlerde kimselerin ağzından
birlik lafı düşmüyor, kimi “solun birliği”nden kimi
de “herkesi birleştiren yeni bir Özalist hareket”ten
dem vuruyordu.
Sonra birtakım kuşkulu “yol kazaları” geldi, “troyka”nın
parçalanışına, tekellerin ibrelerinin koşuya daha
önce başlamış olan ve düzene olan sadakat yeminlerini
binlerce kez yinelemeye devam eden Baykal’a doğru
kaymasına tanık olduk. Ve tam bu sıralarda, adı
gibi bağlı olduğu “devlet”inden bağımsız bir çıkış
yapması asla mümkün olmayan Bahçeli’nin eliyle seçim
startı verildi ve 4 Kasım sabahına dek uzanan yeni
bir oyunun perdeleri açıldı.
Şüphesiz, devrimciler olarak bizim burjuva siyaset
sahnesindeki ayak oyunlarını bütün ayrıntıları itibarıyla
izlemek ve her yeni adıma hemen mantıklı çözümlemeler
bulmak gibi bir derdimiz yok; bu alanda kimi zaman
rasyonel kalıplarla açıklanamayacak durumlarla da
karşılaşabiliriz. Ama bütün bu toz duman içinde
en azından şu görülebiliyor: 2002 yazındaki genel
kaos ve yıpranmışlık düzeyi oligarşi açısından artık
ne olursa olsun yeni bir adım atmayı zorunlu kılmıştır.
Bu adım, istenen sonucu vermiştir ya da vermemiştir,
bu belki tartışılabilir ama okun yaydan bir kez
çıkmış olduğu da kesindir; 4 Kasım sabahında oluşan
yenik partiler çöplüğüne bir kez baktığımızda kolayca
görebileceğimiz şey, oligarşinin 3 Kasım öncesi
politik kadrolarının tamamen tükenmiş olduklarıdır.
Elbette “dere geçerken at değiştirmek” işi gereği
istikrara ihtiyaç duyan sıradan bir burjuva için
mantıklı değildir; ama bu kez söz konusu olan artık
“at”ların çatlayacak ölçüde yorgun olması halidir.
Kasım ayının bu ilk haftalarında geriye dönüp olaylar
zincirine ve seçim sonuçlarına baktığımızda, ilk
görülen olgu budur.
Bundan sonrasını bir bütünün parçaları olarak ele
aldığımızda olguları tek tek sıralamamız mümkündür.
1- Olaylar zincirinden çıkarılabilecek en
önemli sonuçlardan biri, emperyalizmin ve oligarşinin
yer yer çatlaklarla da malul olan cephesinin bütün
planlarının her zaman ve tam bir kesinlikle başarıya
ulaşamadığı, bazı hallerde işlerin “B Planı” üzerinden
yürüdüğüdür. Solda genellikle çok yaygın olan fazlasıyla
komplocu yorumlama biçimleri, hakim sınıflar blokunun
“her şeye kadir” olduğu görüşünü yayarak pasifikasyon
yaratıcı sakıncaları bir yana, hayatın gerçekliğine
de uymamaktadır. Yaşadığımız somut örnekte de görüldüğü
gibi, bazen oligarşi, belli bir politik manevrayı
planlayıp arkasına bütün mali, medyatik, vb. destekleri
koyduğu halde, daha sonradan durum değişebilmekte
ve düzen güçleri hızla yeni duruma uygun bir esneklik
yakalamaya çalışmaktadır. Bu anlamda, Temmuz ayında
yapılan operasyonun o an için düzen cephesine akılcı
görünmesiyle yeni durumda yapılan “tek başına iktidar
ne iyi oldu” açıklamaları arasında ciddi bir çelişki
yoktur. Oligarşinin, bugün çöp sepetinde bile yer
işgal edemeyecek kadar önemsiz bir konuma düşmüş
olan Cem ve ekibi üzerine Temmuz ayında yaptığı
hesap, çarşıya uymamış bile olsa, ciddi bir hesaptır.
Ama hiçbir zaman varını yoğunu “tek bir ata oynamayan”
emperyalizm ve oligarşi, bazı hallerde kendi ayarlarını
yeniden yaparak durumu kontrol altına alabilmektedir.
2- Bugün olan şey de budur. Üç yıldır yaşadığı
bütün yoksullukların ve krizin sorumlusu olarak
mevcut koalisyon güçlerini gören kitleler, oy kullananlar
ve kullanmayanların tümü birden, bu partileri adeta
tarih sahnesinden silmişlerdir. Düzenin işleyişine
karşı duyulan öfke, sandığa gidenlerin oylarıyla,
gitmeyenlerin de derin umutsuzluklarıyla kendini
açığa vurmuş, sonuçta dün iktidar mevkiinde olanların
bugün acınacak bir noktaya düşmeleri gibi bir durum
doğurmuştur. Şüphesiz uç yorumlarda yapıldığı gibi
sandığa gitmeyenlerin mutlaka devrimci güdülerle
hareket ettiklerini varsaymak saçma olacaktır; ama
bu büyük kitlenin, umutsuzluk, apolitizm, duyarsızlaşma
gibi bir dizi olgunun yanında büyük bir öfkeyi de
içinde barındırdığı gerçeği atlanmamalıdır.
3- Bu öfkenin yalnızca eski iktidar partilerine
karşı geliştiği, dolayısıyla AKP ile birlikte CHP’nin
de aynı öfkeden beslendiği yorumları ise gerçeğe
tam uygun düşmemektedir. Esasen kitlelerin tepkisinin
hedef tahtasında Derviş’li CHP de vardır; ancak
bu konjonktür içinde politik yelpazenin “merkez
sol” tarafında bu partiden başka bir gücün olmaması
ve AKP konusundaki malum “kemalist” paranoya CHP’yi
bugünkü konumuna taşımıştır. Ki geçmiş rakamlara
bakıldığında kolayca anlaşılacağı gibi aslında bu
konum da bir başarı değil adeta ödünç alınmış bir
yer gibidir.
4- Öte yandan AKP’ye akan oyların büyük bölümünün
düzene karşı duyulan tepkinin çarpılmış bir ifadesi
olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu partinin,
eriyen sağ kanadın oylarını toparlamış olması bu
gerçeği değiştirmez; çünkü esasen bu devralınmış
oyların da önemli bir bölümü (örneğin Refah’ın geçmiş
oy potansiyeli) yine aynı öfke kaynağından, büyük
kentlerin varoşlarından, yoksul kesimlerden gelmiştir.
Yani sonuçta, yoksulluk ve yolsuzluklardan bunalmış
olan geniş halk kitlelerinin önemli bir bölümü,
bir yandan faturayı mevcut iktidar partilerine keserken
diğer yandan da yaşanan politik karmaşa içinde en
“yeni” ve en “dinamik” olarak gördükleri kadroya,
AKP’ye yönelmişlerdir. Bu, sosyalist hareketin dünya
ve ülkemizdeki gerilemesinin vardığı yerin tesbiti
açısından da önemli bir belirlemedir.
5- Aynı şekilde, Cem Uzan’ın girdiği particilik
macerasının bu ölçüde ciddi bir sonuç elde etmesi
de herhalde yalnızca devrimcilerin değil toplumbilimcilerin
de irdelemeleri gereken bir olaydır. “Vaadlerden
bıktığı” söylenen sıradan insanlar, zaman zaman
çok komik olabilen palavralarına ve temelsiz IMF
karşıtlığı edebiyatına rağmen Uzan’a umulandan çok
oy vermişlerdir. Ne servetiyle ne görünüşüyle herhangi
bir biçimde halkla bir yakınlığı olmayan hırslı
bir yeni yetme burjuvanın ezilen kesimlerden bu
kadar çok oy toplaması, toplumun vardığı umutsuzluk
noktasını gösterdiği kadar çürümenin boyutlarını
da ortaya koymuştur.
6- Bu noktada seçim sisteminin bir sonucu olarak
oyların %45’inin çöpe gitmesi de düzen açısından
bir “sorun” teşkil etmiştir. “İstikrar” adı altında
politikayı merkeze çekmek ve alternatif-uç akımları
dışta bırakan iki-üç partili dengeler kurmak için
düzenlenmiş olan seçim sistemi, bu kez çok da istenen
bir sonuç yaratmamıştır. Bu belki bir kriz değildir
ama sorundur. Şüphesiz düzen temsilcilerinin bu
konudaki rahatsızlıkları, “halkın iradesinin meclise
yansımaması” ile ilgili değildir ve bu konudaki
söylemler demogojiktir; onların sorunu, bir denklem
yaratmak için düzenlenmiş olan sistemin pek hoş
olmayan bir başka denklemi yaratmış olmasıdır ve
önümüzdeki aylarda bu “milli irade” demogojisinin
sık sık gündeme geleceği, kimi zaman AKP’yi “hizaya
çekmek” için de kullanılacağı kesin görünmektedir.
7- Böyle bir sistem sonucunda ortaya çıkan
AKP iktidarının daha ilk akşamdan tekelci patronların
demeçlerinde (biraz sıkıntıyla da olsa) kutsanması
normal sayılmalıdır. Her şeyden önce yoksulluk ve
sömürü altında ezilen kitlelerin tepkisinin başka
kanallar yerine bir düzen partisine akması, oligarşi
için her zaman tercih edilir bir durumdur. Dolayısıyla,
“gönüllerinde yatana” tam olarak denk düşsün ya
da düşmesin düzen temsilcilerinin bu sonuçtan genel
olarak hoşnut olması anlaşılır bir durumdur. Bunun
da ötesinde, kurulduğundan beri vaktinin yarısını
düzenin sahiplerine güvenceler vermekle geçiren
AKP’nin “tek başına iktidar” olmasında rahatsız
edici olgular olsa da bunlar belirleyici değildir.
Yani bu durum, istenen, gönüllerde yatan değildir;
dinsel motiflerin de ötesinde, yükselmek ve pastadan
pay almak isteyen yeni ve hırslı patronlara bu kadar
çok minnet borcu olan bir partinin bütün ipleri
elinde toplaması tekelci burjuvazinin hakim aileleri
açısından elbette can sıkıcıdır; ama öte yandan
onlar durumu kontrol edebileceklerinden de kuşku
duymamaktadırlar. Tekelci patronlardan medya baronlarına
ve orduya kadar oligarşinin bütün bileşenleri son
yıllarda politik kadroları terbiye etmekte olağanüstü
bir deneyim kazanmışlardır. “Vura vura merkeze itmek”
diye tarif edebileceğimiz bir yöntemle her siyasi
iktidarın “aşırı” bulunan uçlarını törpülemek, türlü
çeşitli yollarla basınç biçimleri yaratmak artık
ciddi bir uzmanlık alanı olmuş, bunun için her tür
şantajdan en kaba anlamda tehditlere, tank provalarına,
vb. dek her yol Türkiye’de mubah hale gelmiştir.
Yani sonuçta, burnunun ucunu göremeyen cumhuriyet
sevdalılarının paranoyak tahminleri ne olursa olsun,
mevcut düzenle AKP arasındaki ilişki, bütün sorunlara
rağmen en azından bir süre ciddi çatışmalara dönüşmeyecektir;
daha doğrusu düzen cephesi her türlü aracı kullanarak
“hiza çizgisini” ortaya koyacak ve bu çatışmaları
yönlendirecektir. Şüphesiz AKP, umutlarını kendisine
bağlamış olan orta sınıflara ve pastadan pay isteyen
taşra burjuvazisine hiç olmazsa bu dengeleri bozmayacak
kadar bir şeyler vermek için elinden geleni yapacaktır;
ama bunun makul sayılabilecek bir sınırı vardır
ve onun ötesi zaten IMF anlaşmalarıyla ve politik
baskılarla çoktan garantiye alınmıştır.
8- AKP ile ezilenler arasındaki ilişkiyi
anlamak için ise “tersine takiyye” kavramını kullanmak
yardımcı olacaktır. Bilindiği gibi İslam’da “gerçek
fikrini açığa vurmamak, zamanını kollamak” olarak
tanımlanan “takiyye” kavramı çoğunlukla AKP ve SP
için kullanılır ve bu partilerin “gerçekte şeriatçı
oldukları halde devlete karşı takiyye yaptıkları”
iddia edilir. Oysa gerçek durum aşağı yukarı bunun
tam tersidir. 90’lı yılların yerel ve uluslararası
umutsuzluk ortamında, dünyadaki korkunç haksızlıkların
“insan yapısı bir adalet düzeniyle ortadan kaldırılamadığını”
(“bunu deneyenlerin de 70 yıl sonra başarısız olduklarını”)
düşünen milyonlarca yoksul insan, bir dizi başka
faktörün yanında, bu nedenle de dinci görüşe doğru
kaymış, kendi kaderine bizzat sahip çıkma fikrinden
“tanrının adaletine (Şeriat) teslimiyet” noktasına
gerilemiştir. Oysa ezilen, yoksul insanların, umutsuzluk,
boşluk, zenginlerin yaşantısına öfke gibi bir dizi
duygunun karışımıyla vardığı bu nisbeten safça “tanrı
adaleti” fikri ile örneğin AKP yöneticilerinin dinciliği
arasında bir aynıyet yoktur. Gerçekte, İslam sosyetesine
mensup bu kadronun, Suudi tarzı bazı özentiler bir
yana bırakılırsa, yukarıda belirttiğimiz anlamda
bir “yoksul şeriatçılığı” ile hiçbir ilgisi yoktur.
Bu anlamda AKP, iddia edildiği gibi devlete ve düzene
karşı “takiyye” yapmamakta, tam aksine, oylarını
aldığı milyonlarca yoksul insanın “dini adalet”
duygularına, betlentilerine karşı bir “tersine takiyye”
yapmaktadır.
9- Bu noktada en belirleyici olan sorun,
arkasındaki bu kadar fazla sayıdaki tepki oyunun
ve “adalet isteği”nden kaynaklanan beklentinin ne
zaman tersine bir tepkiye dönüşeceği, yani AKP’nin
emperyalizm ve oligarşiye hizmetinden ne kadar kırıntının
artırılabileceğidir. Deneyimlerle sabit olduğu üzere,
Türkiye’nin sürekli kriz ortamı pastayı gitgide
küçültmekte ve her tıkanıklığın yükünün alt sınıflara
yıkılması kuralı gereğince, bir politik iktidarın
popülist anlamda dahi kitlelere “bir şeyler vermesi”
gitgide daha imkânsız hale gelmektedir. Tabii ki
AKP, ekonomi kurmaylarının büyük hevesle hazırladığı
Özalvari “proje”leri uygulamak isteyecek ve bunlardan
dengeleri çok fazla bozmayan, hatta orta-alt sınıfları
rahatlatan bazılarına (toplu konutlar, vergi affı
gibi), sistem de ciddi bir itirazda bulunmayacaktır.
Ama Marks’ın dediği gibi “bir sınıftan almadan ötekine
bir şey vermek” mümkün değilse eğer, AKP’nin kimden
neyi alıp kime vereceği meçhuldür. Alt sınıfları
da biraz memnun edebilecek bir esnekliği ve mecali
olmayan sistem, böylece tıkandığında ve yeni IMF
projeleriyle bu tıkanma iyice arttığında, geriye
kalan şey, “talepleri karşılanamayanların öfkesi”
ve tabii ki bu öfkeyi karşılayacak olan polis copudur.
Şimdilerde herkesi “kardeşi” ilan etmekle meşgul
olan T. Erdoğan’ın gerçek yüzünün açığa çıkması,
bu bakımdan uzun sürmeyecektir.
10- Sonuçta, oligarşi bakımından şildilik
bir aşama geçilmiş gibi görünse de temsil sorununa
kalıcı (ya da istenilen türden) bir çözüm bulunmuş
değildir. Önümüzdeki süreç bu bakımdan gerginlikler
ve ileri-geri adımlarla karakterize olacaktır, Öte
yandan, bütün sektörleri ve soluk borularıyla emperyalist
sisteme bağlanmış olan Türkiye ekonomisi, uluslararası
sermayenin dengelerine bağlı olarak sürdürdüğü sürekli
kriz halini aşabilecek imkânlara da sahip değildir.
Anlık borsa iyimserlikleri ne olursa olsun, yapısal
kriz sürmektedir ve sürecektir. Bu ise daha çok
yoksullaşma ve “balayı” dönemlerinin hızla bitmesi
anlamına gelecektir. Türkiye ekonomisinin herhangi
bir hükümete üçbeş aydan daha fazla bir süre itibar
sağlayabilecek kapasitesi yoktur ve bu süre de gitgide
daha fazla kısalmaktadır. Öte yanda ise son seçim
sonuçlarının açıkça kanıtladığı gibi “AB Süreci”
gibi şeylerden çok kendi yakıcı sorunu olan yoksulluk
ve açlıkla ilgilenen, tutumunu o noktadan belirleyen
ezilenler vardır. Önümüzdeki dönem, bu iki olgu
arasındaki çelişkinin ritmiyle belirlenecek, sürece
devrimcilerin müdahale edebilmesi halinde ise hızlı
toplumsal yükselişler yaşanabilecektir. Bu müdahalenin
ne kadar geciktiği ise son seçim sonuçlarına bakılarak
anlaşılabilir.
11- Seçimlere DEHAP olarak büyük iddialarla
giren HADEP açısından ise aslında “başarısızlık”
yorumu abartılmaktadır. Sonuçta DEHAP, Kürt halkı
içindeki en ciddi siyasi güç olduğunu bir kez daha
ortaya koymuştur. DEHAP, baraj sorunundan bağımsız
olarak eğer Kürt nüfusundan istediği ve umduğu oyları
alamamışsa başarısızdır. Şüphesiz böyle bir parti,
temsilcisi olduğunu iddia ettiği halkın ezici bir
çoğunluğunun açık desteğini hedefler ve hedeflemelidir
ve bu oranlardan düşüş gözlenen, bu oranlara ulaşılamayan,
kitlelerin AKP gibi partilere kaptırıldığı her yerde
sorun var demektir; ki bu da baraj sorununa doğrudan
bağlı değildir. Ancak DEHAP açısından sorun gibi
görünen ya da olayı sorun haline getiren şey, bu
partinin kendisine Batasuna ya da Sinn Fein gibi
bir misyon biçmekle yetinmeyip çıtayı sürekli olarak
“Türkiye Partisi” olma noktasına koyması ve böylece
gerçeği zorlamasıdır. Yoksa, HEP-DEP süreciyle başlayan
formülasyon, işin başındanberi doğrudur; bir politik
hareket, gelişmesinin belli bir noktasına geldiğinde
kendi bünyesinden bir legal siyasi oluşum yaratmış
ve bir temsiliyet alanı oluşturmuştur. Esasen şimdiye
dek bu temsiliyet bakımından da bir sorun yaşanmamıştır.
Ancak oluşum mantığı bakımından bilinen anlamda
siyasi iktidar hedefleyen bir parti değil bir legal
temsilci pozisyonunda olan bu parti, belli bir noktadan
sonra bu iddianın üstüne çıkmayı önüne hedef olarak
koymuştur. Özellikle İmralı sürecinden sonra ulusal
mücadelenin asıl dinamikleri geriye çekilip “Demokratik
Cumhuriyet” çerçevesinde legal politik alan merkezi
bir konuma getirilince, doğal olarak bu alana ilişkin
beklenti de yükselmiştir. Sorun ya da “başarısızlık”
saptaması da zaten buradan doğmaktadır; yoksa DEHAP,
tam istenilen düzeyde olmasa da kendi hedef kitlesinin
temsilciliği bakımından bu seçimlerde büyük bir
soruna sahip değildir.
12- Seçimlere (şu ya da bu biçimde) katılma
taktiğini uygulayan sol kesim açısından ise durum
daha karışıktır. Şimdi, seçimler bittikten sonra,
biraz daha rahat konuşulabilir: Seçimlere katılmak
ya da katılmamak nihayetinde politik tercihler meselesidir
ve şüphesiz herkez bu konuda farklı eğilimlere sahip
olabilir. Solun durumundaki asıl karışıklık, şu
ya da bu taktiğin gerekliliği-gereksizliğinden çok,
karşılıklı kullanma savaşının dengesizliğindedir.
Daha anlaşılabilir bir dille şöyle söylenebilir:
Legal sol, (en azından parlamenter yoldan iktidar
olma iddiasını öne sürmeyenler) bugünkü seçim sisteminin
olanaklarını (“kürsülerini”) kullanarak kitlelere
propaganda yapmayı ve böylece kendisine bir meşruiyet
alanı yaratmayı hedefliyor. Oysa düzen de seçimlere
herkesin “özgürce” katılabildiği bir ortamı kendi
açısından bir meşruiyet sayıyor.
Yani, “komünistler” dahil bütün uçların katıldığı
ama “milletin teveccühüne mazhar olamadığı” demokratik
bir seçim yapılmış oluyor. Dahası, böylece ortaya
çıkan rakamsal manzarada, solun almış olduğu çok
az miktarlardaki oylar da düzene bir başka açıdan
meşruiyet sağlamış oluyor: “Seçime giriyorlar ama
oy alamıyorlar!” Solun güçsüzlüğü rakamlarla böylece
zabıt altına alınınca, güce tapma eğilimiyle çürütülmüş
yığınların “az ve zayıf olandan uzak durma” refleksi
güçlendirilmiş oluyor. Yani sonuçta, “seçim taktiği”,
son derece riskli bir sorun olarak önümüze çıkıyor
ve bu anlamda, seçimler yoluyla meşruiyet sağlama
adı altında girilen yol, bu koşullarda tartışmalı
olmaya devam ediyor.
Sonuçta, bütün tartışmaları ve sonuçlarıyla birlikte
bir seçim dönemi geride kaldı. Seçimlerin Avrupa’da
yapılacağını zanneden Yılmaz, Irak seferinin muhayyel
başkomutanı Çiller, yardıma çağırdığı ruhani güçlerden
umduğunu bulamayan Kutan, merkeze çekilerek töresi
bozulmuş Bahçeli ve artık yalnızca bir hasta adam
olan Ecevit, siyasetin çöplüğünü boyladılar. Yerlerine
gelenler ise bütün bu örneklere baktıklarında kendi
sonlarını görmekteler.
Sonuçta, siyasi temsil sorunu ve kriz, hâlâ çözülmemiş
olarak ortada durmaya devam ediyor. Sosyalistler
bu ülkede her zaman felaket habercileri gibi görüldüler;
ama gerçekler de hep onları doğruladı. Pompalanan
bütün iyimserlik havaları bir süre sonra dağıldığında
yine aynı şey olacak.
Ama öte yandan sosyalistlerin hep “söyledikleri
doğru çıkan adamlar” olarak kalmaları haline bir
son vermenin de vakti geldi geçiyor. Oligarşinin
kendi temsil sorunlarını çözüp çözemediğini önümüzdeki
günler, aylar gösterecek sorun bu değil. Asıl sorun,
devrimcilerin kendi temsil sorunlarını nasıl çözecekleri
ve bunun için kitlelerle aralarında duran güvensizlik
duvarını nasıl yıkacakları sorunudur. Dünkü yoksulluklarından
sorumlu tuttukları adamları çöpe gönderen kitleler
yarınki yoksulluklarının sorumlularını kendi elleriyle
getirip Ankara’ya oturttular. Oysa asıl sorun onların
kendi yoksulluklarına nasıl son verecekleri, bunun
için kime güvenecekleri (daha doğru bir deyişle
kendilerine güvenip güvenmemeleri) sorunudur. Üstelik,
bu kez kapıda aynı yoksulluğu birkaç kez artırabilecek
olan emperyalist savaş da vardır.
Bu derin güvensizliğin klasik yollarla kırılamayacağı
bu topraklarda yüzlerce kez kanıtlanmıştır. Bugünkü
görev ise yenilenmiş bir devrimci güçle sürece,
kitlelerin hayatına müdahale etmek, ciddi bir devrimci
sarsıntıyla toprağı altüst etmektir.
Bugün bunun tam zamanıdır; çünkü sonbahardayız.
Çünkü kışa hazırlık gereklidir.
Verimli bir bahar ve güneşli bir yaz için...
|
|
|
|
|
|
|
|