Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 

 

8 (69). Sayı /Mart 2014

       A) Giriş:
        Yeni bir seçim sürecine giriyoruz. 2014 yılı adeta seçimler süreci olacak. 2014 yılı, 30 Mart yerel seçimleriyle sınırlı değil, bunu takip eden biri genel, diğeri de cumhurbaşkanlığı seçimi olmak üzere üç seçim sürecini içerecektir. 30 Mart 2014 yerel seçimi bir başlangıçtır ve bu izleyen süreçlerde halkın önüne iki kez daha sandık konacaktır. Bu açıdan 2014 yılı ve genel seçimi (erken genel seçim tartışmalarını bir yana atarak ifade ediyoruz) de ekleyerek 2015 yılı, sadece seçimleri içeren bir süreç olmayacak, aynı zamanda toplumsal-ekonomik yapıdan beslenen ama bunu da aşan biçimde yeni siyasal kriz dinamiklerini de içerecektir.
        Bu anlamda 2014 yılını seçimler ve kriz yılı olarak tanımlamak mümkündür.
        Böylesi süreçler önemlidir. Böylesi süreçlerde tüm sınıflar, bu sınıflarla çeşitli ilişki içinde bulunan partiler, politik güçler şu yada bu biçimde söz sahibi olacak, kendi sınıf politikasını halka taşıyacak, siyasal ve toplumsal süreçlerin şu ya da bu biçim alması için çaba göstereceklerdir. Neo-liberal sömürü politikaların tüm topluma dayatıldığı, bu vahşi sömürü düzenin artık dikiş tutmayıp her yerden söküldüğü, ekonomik ve siyasal krizin büyüdüğü, "demokrasi ve özgürlük" adına "tek parti-tek kişiye" dayalı faşizmin kurumsallaştığı, devletin çete olduğu ve iktidar savaşında çetelerin her yöntemi kullandığı, buna karşılık işçi ve emekçilerin, Kürt ulusu başta olmak üzere, diğer ulusal toplulukların, Aleviler ve ezilen inanç-kültür sahiplerinin hiç bir sorununun çözülmediği bir süreçten geçiyoruz. Toplumu derinden etkileyen tüm çelişkilerin, sadece oligarşi içi değil, tüm toplumu etkileyen çelişkilerin politik alanda seçimlere yansıdığı bir gerçektir. Seçim süreçleri bunların derin izlerini taşımaktadır, taşıyacaktır.
        O halde, böylesi süreçleri önemsemeli ve üzerinden atlamamalıyız. Bu ülkenin her sorunu biliyoruz ve hem sorun hem de çözüm için sözümüz vardır. Hem bu yerel seçimler sürecini, hem de 2014 yılını bu açıdan doğru bir devrimci taktikle ele almak görevimizdir.

        B) Mevcut Durumun Ana Çizgileri
        Bu noktada, yerel seçimleri ele almadan önce, bu seçimlerin zemini olan, seçimlerle sıkı bağı olan birkaç temel belirleme yapmakta yarar vardır. Çünkü bu belirlemelerle kopmaz bir ilişki içinde, yerel seçim taktiğimiz, devrimci taktiğimiz somut biçim alacaktır.

        Bir: yeni sömürgeci toplumsal sistem, onun özü olan neo-liberal sömürü düzeni her yerinden dökülmektedir. Neo-liberal sömürü düzeni, 2. paylaşım savaşı sonrası oluşan yeni sömürgecilik üzerinden biçim aldı ve bu ülkenin son 35 yılına damgasını vurdu. 11 yıldır AKP eliyle süren bu sömürü düzeni, hem bir yandan oturdu, hem de diğer yandan tüm sınırlarını tüketti. Bundan dolayı, mevcut yeni sömürge sistemin, bu sömürü ve zulüm düzeninin ortaya çıkardığı tüm çelişkiler derinleşmiştir. Bu sömürü ve zulüm düzeninin üç ayağı vardır. Birincisi, her şeyin kapitalist pazarda metalaştığı, yer altı ve yer üstü tüm zenginliklerin emperyalist ve yerli sermaye tarafından talan edildiği, "sosyal devlet" adına ne varsa tasfiye edildiği vahşi bir sömürüye dayanan neo-liberal sömürü biçimi. İkincisi, bu sömürü düzeni üzerinden biçim alan, emperyalist ve yerli tekelci sermayenin çıkarlarına göre kurumsallaşan, açık ve gizli faşizmin özelliklerini iç içe uygulayan sömürge tipi faşizm. Üç, hem sömürüyü, hem de politik hegemonyayı kutsayan, bilinçleri çarpıtıp teslim alan post-modern kültür ve ideolojik aygıtlardır.
        AKP, 11 yıllık iktidarında bu neo-liberal sömürü düzenini temsil etti. AKP, özellikle iktidarın birinci döneminde, yani referandum ve son seçim öncesi, oligarşi içi çelişkide ön almak için "demokrasi ve özgürlük" söylemini kullandı. Ancak AKP iktidar olmasına rağmen "iktidarlaşamamıştı", giderek iktidarlaştı, oligarşi içi çelişkide birkaç adım öne geçti, devlet partisine dönüştü. Böylece, demokratik nitelik ve gelenekten uzak olan AKP, "demokrasi ve özgürlüğü" söylemi bir kenara bıraktı, "yeniden yapılanma" adı altında faşizmi yeni sömürü ve hegemonya ilişkisine göre kurumsallaştırdı. Neo-liberal kapitalist sömürü düzeni ve 12 Eylül açık faşizmin çocuğu olan AKP, ne bu sömürü düzeniyle bir sorunu vardır, ne de burjuva demokratik özelliklere sahiptir. Tam tersine devlet partisi olan AKP, 11 yıllık iktidarıyla emperyalizmin işbirlikçisidir, neo-liberal sömürü düzenin yürütücüsüdür, siyasal gericiliğin temsilcisidir, işçi sınıfı ve halkın, Kürt ulusu ve ezilen ulusal toplulukların, Alevi ve diğer inanç sahiplerinin düşmanıdır.
        AKP ve oligarşinin diğer partileri, bu ülkenin bağımsızlığı, ekonomik ve toplumsal refahı ve siyasal demokrasi adına ciddi bir adım atmamışlardır, atamazlar. Burjuva partiler, bağımlı kapitalizmi sürdürmek, işçi sınıfı ve halkın sırtından büyük vurgunlar yapmak için varlar. Baştan emperyalizmin kucağında, işçi ve emekçilere, kendinden daha zayıf uluslara (Kürt, Ermeni, Süryani, Rum vb) ve diğer inanç sahiplerine (Aleviler, Ezidiler, Hıristiyanlar, Yahudiler vb) karşı ırkçı ve gerici doğan Türk burjuvazisi ne anti-emperyalist ne de demokratik bir öze sahip olmamıştır. Türkçülük ve İslamcılık iktidar ve devlet projesidir; ne Kemalizm, ne de İslam, ne de bunların çeşitli tonları emperyalizme cepheden tavır almadılar, alamazlar, demokratik öze ve geleneğe sahip değillerdir.
        Bu sınıf gerçeği üzerinden biçim alan AKP, CHP, MHP ve diğer burjuva partiler için "demokrasi ve özgürlük" birer aldatmacadır; onlar insana ve doğaya yabancı bu neo-liberal sömürü düzeninin, işçi sınıfı ve halklar üzerinde katı bir diktatörlüğü ifade eden sömürge tipi faşizmin ürünü ve sürdürücüsüdürler.
        Bu düzene, bu düzenin tüm partilerine, AKP, CHP, MHP ve diğer burjuva partilerine karşı uzlaşmaz bir tavır alıyoruz, bunlara karşı cepheden savaşıyoruz.

        İki: Bu ülkede demokratik tüm sorunlar kangrene dönüşmüştür. Bu sorunların başında Kürt ulusunun özgürlük sorunu vardır. 100 yıllık bu sorunun kaynağı, emperyalizm ve oligarşidir. Bu kaynak kurutulmadan bu sorun kökten çözülemez; emperyalizm ve oligarşiye dayanarak çözüm aramak, belki dünya ve ortadoğu dengeleri içinde bir alan yol açar, ama bu nihai ve gerçek çözüm olamaz.
        Bununla birlikte, AKP 2007 yılında emperyalizmin desteğini alarak yeni bir adım attı. "Demokratik açılım" adı verilen bu adım tümden oyalama ve tasfiye hareketiydi; bu yaşanarak görüldü. Son bir yılda ise, Kürt halk önderi A. Öcalan'ın başlattığı "görüşme süreci" vardır. Kendi içinde tıkanan bu süreç, asıl olarak A. Öcalan ve yurtsever hareketin çabasıyla yürütülmektedir. Oligarşi ve AKP için, ortada bir de "yol haritası" olmasına rağmen tek bir somut adım söz konusu değildir. Bir yandan oyalama, seçimleri atlatma taktiği, diğer yandan Paris ve Roboski katliamları. "Kürt yoktur "dan "Kürt var ama hakları yok" noktasına gelen oligarşi, Kürt ulusunun özgürlüğü için, ulusal ve demokratik haklar için ciddi bir adım atmıyor.
        Bu süreçte Rojava Devrimi büyük bir kazanım oluyor. İki alanda devletlerarası sömürge statüsü kırıldı. Birincisi, emperyalistlerin desteğiyle burjuva bir çözümü içeren Güney Kürdistan; ikincisi ise, halkçı ve demokratik bir çözümü içeren, ufku özerklikle sınırlı olan Rojova Devrimi. Rojava Devrimi, hem Kürt coğrafyası için, hem de ortadoğu halkları için ileri ve önemli bir adımdır. Rojava Devrimini savunmak, sadece Kürt ulusunun kendi kaderini, Kürt halkının özgürlüğünü savunmak değil, tüm ortadoğu halklarının özgürlüğü savunmaktır.
        Bunun bilincinde olan AKP ve oligarşi, Rojova Devrimini boğmak için, bir yandan Barzani ile kuşatma hareketi içindedir, öte yandan silahlandırdığı, destek verdiği, bu destek ve silahlandırma gün güzüne çıkmıştır, İslamcı ve gerici güçleri sadece Esat rejimi üzerine salmıyor, Kürt halkı üzerine de salıyor. Yani, AKP ve oligarşi, A. Öcalan ile bir yandan görüşme yürütüyor, oyalama taktiğini böyle sürdürüyor; öte yandan sömürge savaşını Rojava'ya taşıyor. Ama nafile; tüm bu kuşatma ve saldırılar karşısında, Kürt halkı Rojava'da özekliği ilan ediyor.
        AKP ve oligarşinin Kürt ulusunun özgürlük sorununu eşitlik ve özgürlük temelinde çözme iradesi ve politikası yoktur. Kürt ulusunun özgürlük sorunu, Kürt ulusunun kendi kaderini kendisinin tayin etmesiyle mümkündür. Eşitlik ve özgürlük temelinde bu çözüm, burjuva değil, emekçi çözümdür.
        Halkların eşitliği ve özgürlüğü için savaşıyoruz. İdeolojik ve politik eleştirilerimiz bir yana, bu coğrafyada, hem işçilerin birliği hem de halkların eşitlik ve özgürlüğü için mücadele etmeyi, Türkiye halkı ile Kürt halkı arasında enternasyonal bir köprünün kurulmasının zorunlu olduğuna inanıyoruz, bunun için mücadele ediyoruz.

        Üç: Gezi ve Haziran halk direnişi yol gösteriyor. Gezi ve Haziran halk direnişi, 4. bunalım döneminde, küresel bir nitelik gösteren kapitalizme karşı küresel direnişin bir parçasıdır. Gezi ve Haziran halk direnişi, bu dönemin, kendi içinde olgunlaşan 4. bunalım döneminin tüm temel özelliklerini şu yada bu biçimde yansıtmaktadır. Haziran günlerinin, halk direnişinin sivri ucu T. Erdoğan ve AKP'dir; ancak neo-liberal sömürü düzeni, bunun üzerinden biçim alan sömürge tipi faşizm bu tepkilere kaynaklık etmektedir. Spontane direniş, çok renkli, çok sesli, çok katmanlıdır; işçileri, yoksulları, küçük ve orta burjuvaları, Alevi, samimi-dürüst Müslüman, cinsel kimliğinden ötürü ezilen herkesi içine almıştır. Bu anlamda, 12 Eylül açık faşizminden bu yana, Kürt coğrafyasında gerilla savaşı ve serhildanları saymazsak, bu coğrafyada en önemli direniştir, işçi sınıfı ve Türkiye halkı için moral kaynağıdır.
        Gezi ve Haziran halk direnişi, neo-liberal sömürünün sınırlarını işaret etmekte kalmadı; T. Erdoğan ve AKP'nin tüm dengelerini bozdu, mevcut düzende yeni ve önemli bir yarık açtı. Bu direnişin bir dizi dersi (Bu konudaki görüşlerimizi iki ana yazımızda, "Haziran Halk Direnişi Ve Görevlerimiz" ve "Gezi Ve Haziran Halk Direnişi: Bu Daha Başlangıç..." çalışmalarımızda ele aldık) vardır; bunları kavramak, bilince çıkarmak ise görevimizdir.
        Ancak burada, konumuzla ilişkisi acısından şu söylenebilir; Gezi ve Haziran halk direnişi sadece bir direniş değil, aynı zamanda halkın kendini yönetmek için yeni, filiz biçiminde bir adım atmasıdır. Direniş günlerinde ortaya çıkan ve direnişin ikinci aşamasına yön veren forumlar, "doğrudan demokrasi"nin, halkın özyönetiminin ilk filizleridir.
        Mevcut düzene karşı direniş, bu direnişe katılan tüm güçlerin eşitlik ve özgürlük temelinde yan yana gelmesi, geleceğini buradan kurması bizim için değerlidir. Bununla birlikte ilkelde olsa, işçilerin, emekçilerin, halkın, Kürt, Türk tüm halkın, genç, yaşlı, kadın, Alevi, samimi-dürüst Müslüman tüm ezilenlerin, kendi sorunlarını tartışması, bunun için doğrudan demokrasi örneklerini yaşaması da değerlidir. Bu iki yanı, iki kazanımı büyütmek de görevimizdir.

        Dört: AKP somutunda düzen çözülüyor. AKP referandum ve son genel seçimle en yüksek yere tırmandı; bu aynı zamanda baş aşağı düşüş sürecinin ilk adımıydı. AKP bir çeşit koalisyondur ve oligarşi içi çatışmada Ergenekon geriletilince yeni kavgalar kaçınılmazdır. Bunun dışa vurumu son bir yılda açığa çıktı. AKP, içte sömürü ve iktidardan pay almak için yeni kavgalara tutuştu; dershane kavgası son rüşvet ve yolsuzluk kavgasına kadar uzandı. Dışta ise, AKP'yi gerileten en önemli güç Kürt yurtsever hareket ve Kürt halkının direnişidir, buna Gezi ve Haziran halk direnişi de eklendi. Böylece, hem içte hem de dışta AKP'ye karşı kavga vardır. Mısır ve Suriye'de AKP tümden duvara tosladı. AKP, emperyalizmin "ılımlı İslam" projesinden uzaklaşma eğilimine bağlı olarak, ABD, İsrail ve Avrupa emperyalizmi ile sorunlu bir süreç içine girdi. Bir yanda, emperyalizm Mısır ve Suriye örneklerinde görüldüğü gibi "ılımlı İslam" projesinden uzaklaşıyor, öte yanda bölgesel güç olmak için efendilerinin sözünü dinlemeyen (İran ile el altından altın kaçakçılığı yapmak, Hindistan ile helikopter anlaşması yapmak, Suriye'de gerici ve İslamcı güçleri destelemek, Mısır'da Nursi'ye destek gibi) AKP var. AKP, emperyalizm için hala tek seçenek; ama tüm bu tablo AKP'yi yıpratmaktadır. Nitekim neo-liberal sömürünün doğrudan sonucu, "yan ürünü" olan rüşvet ve yolsuzluk "İslam ve din" adına, merkezinde T. Erdoğan ve AKP'nin olduğu kirli ilişkiler bu sürecin bir sonucudur.
        Sadece bu değil. Aynı zamanda bu süreç, AKP içinde, çeşitli koalisyonların son resmini verdi. Bir yanda 11 yıl birlikte F. Gülen ile iktidarı paylaşmak, ama öte yanda çıkar kavgasında kural ve sınır tanımayan bir çatışmaya girmek gerçeği ortaya çıktı. Bir dizi suçlama; "paralel devlet", beddua, rüşvet, yolsuzluk, "dost modern darbe" , mektuplar, görevden almalar, sürgünler, kontra taktikler vb; tam bir çeteler savaşı. Oligarşik devlet, oligarşinin "yönetim kurulu"dur, hiç bir demokratik özelliği yoktur. Bu devlet, halka karşı meşru olmayan, hak hukuk tanımayan, kirli savaşı dayattı, dayatıyor. Hem Kemalizm dönemi, hem de sömürge tipi faşizm dönemi böylesi bir kirli savaş, katliam, işkence, baskı tarihidir. Oligarşik devletin çete olduğu gerçeği, hem de "ileri demokrasi" yalanlarının ortalıkla dolaştığı bir dönemde, son çeteler savaşıyla, AKP- F. Gülen savaşıyla tümden açığa çıktı. Dün, yurtsever ve devrimci harekete karşı birlikte komplolar kuranlar, 12 Eylül hukuku üzerinden, bu hukuku da aşan biçimde halka baskı kuranlar, şimdi birbirine karşı komplolar kuruyor, asimetrik savaş yürütüyor. Dün, örneğin oligarşi içi çatışmada ABD desteğini arkasına alarak Ergenekoncularla kavga edenler, bugün iki farklı kanaldan yeniden Ergenekoncularla ittifak kuruyor. AKP "yeniden yargılanma" üzerinden, F. Gülen CHP üzerinden bu ittifaka başvuruyor.
        Yaşanan siyasal krizin dibe vurmasıdır, AKP somutunda neo-liberal sömürünün sınırların tükenmesidir, sömürge tipi faşizmin tel tel dökülmesidir.
        Bu kirli ve çıkar savaşında "birbirini yesinler" diyerek köşeye çekilmek mümkün değil. Rüşvet ve yolsuzluk da, birbirine karşı komplo kurmak, asimetrik savaş yürütmek de gerçektir. Rüşvet ve yolsuzluk üzerinden F. Gülene, "paralel devlet" söylemi üzerinden AKP'ye açık ya da örtülü destek sunmak, bu kirli savaşın bir parçası olmaktır. Her ikisine, açık ve net tavır almak; ortaya çıkan tüm kirli ilişkilerin hesabını sormak tek devrimci tutumdur. Çürümüş ve temiz bir noktası bile kalmamış bu düzene karşı sokakta olmak, hesap sormak meşrudur; tüm ezilenler birleşerek bu hesabı sormalıyız, sokakta hesap sorarak birleşmeliyiz.

        Beş: Bugün seçimlerde halkın önüne iki kirli seçenek sunulmaktadır; ya AKP ya CHP ve MHP. İktidarlaşmış ve kirlenmiş, "Türklük ve İslam" adına halklara kan kusturmuş bu iki seçenek işçi sınıfı, Türk ve Kürt halkları, tüm ezilenler için hiç bir anlam ifade etmektedir. Bunlar, AKP, CHP, MHP ve diğer burjuva partiler neo-liberal sömürüden pay almak, yerel yönetimleri birer rant alanı haline dönüştürmek için yarışıyor. Bunlar emperyalizmin çocuklarıdır, bunların elinde devrimcilerin ve halkların kanı vardır, bunlar halk düşmanıdır.
        Bozuk düzende sağlam çark olmaz. AKP karşıtlığı üzerinden CHP'ye "takılmak" ya da "darbe", "paralel devlet" diyerek AKP'ye örtülü destek sunmak devrimci sosyalizmin politikası olamaz. Biz, kendi programımızla, tüm bu halk düşmanlarına tavır alıyoruz; ideolojik eleştiri ve mücadelemizi bir yana bırakmadan politik düzeyde tüm sol ve devrimci güçlerle bu seçim sürecinde yan yana olmak, sol ve halkçı bir seçeneği halka sunmak, bu yönde bir adım ve çaba içinde olmak istiyoruz. Sol ve devrimci harekete de bulaşan burjuva ilişki biçimi, küçük hesaplar, öz gücünden yoksun birilerine dayanarak bir yere ulaşmak ve birilerine takılmak pratikleri, sıra ve aday pazarlıkları bizimden uzaktır. Düzeni, düzen partilerini, neo-liberal yerel yönetim anlayışını cepheden eleştiren, bunların karşısında stratejik düzeyde devrim programını, güncel süreçte de demokratik ve hakçı yerel yönetim anlayışını koyuyoruz. Yeni bir toplum ve yönetim biçimi olan sosyalizmin propagandasını yapıyoruz, işçileri, emekçileri, halkı mücadeleye çağırıyoruz. Tüm bunları, kendi eksenimizden, devrimci sosyalizm ekseninden ele alıyoruz. Bununla birlikte milyonların bilinçlenmesi, eğitimi ve devrimci saflarda yer tutması için sol ve devrimci güçlerin milyonlar karşısında sol ve halkçı bir seçenek olmasına da politik bir değer biçiyoruz.
        Yerel seçim sürecinde taktiğimiz tüm bu olgulara bağlı biçim alıyor.

        C) Nasıl Bir Program,
        Nasıl Bir Yerel Yönetim?
 
      Yerel seçim sürecinin ana sorusu budur; bunun üzerinden ancak devrimci bir çözüm gelişebilir. Bu ana soruya yönelik yanıtımızı aşağıda özetle ifade edeceğiz. Ancak bundan önce, bu ana sorunun zemini için iki ara başlık atmakta yarar vardır.

        a) Kentlerin Önemi
 
      Genel seçimden farklı olarak yerel seçimler, kapitalizmin gelişimine bağlı olarak ortaya çıkan kentleşme ve bu temelde sorunlar ile daha doğrudan iç içe bir yerde durmaktadır. Kapitalizm kendine özgü ilişki ve çelişkileri, sömürü ve egemenlik biçimleri yaratır, yaratmıştır. Bu açıdan baktığımızda kentler, sömürü ve egemenlik biçimlerinin somut biçim aldığı, tüm çelişkilerin kör düğüm olduğu alanlardır. Genel olarak kapitalistleşme süreci, özel olarak da 4. Bunalım dönemin ilişki ve çelişkileri bu temel olguyu, yani kentlerin önemini ve sınıf savaşımındaki yerini ön plana çıkarmıştır.
        Hiç şüphesiz, ülkemizde kapitalizmin gelişimi bugüne ait değildir; yaklaşık 200 yıllık bir tarihsel dönemi kapsar. Osmanlı İmparatorluğunun yarı sömürgeleşme süreci aynı zamanda emperyalizme bağımlı, yukarıdan aşağı biçimde kapitalistleşme sürecidir. Ancak asıl gelişim, son 60-70 yılı, yani yeni sömürgecilik dönemini kapsar. Yeni sömürgecilik, Kemalist dönemin "devlet kapitalizmi" üzerinden biçim aldı; daha önce dışsal olgu olan emperyalizm bu dönemde içsel olgu oldu. Emperyalizm sadece askeri ve siyasal bir güç olmaktan çıktı, bizzat yeni sömürge ülkelerde yatırım yapan, artı-değer sömürüsünden pay alan güce dönüştü. Bu olgu, emperyalizme bağlı, yukarıdan aşağı gelişen kapitalistleşme sürecinde yeni bir aşamadır. Bir yandan emperyalizme baştan, doğuştan bağımlı olan burjuvazi (Osmanlı ve Kemalist dönemde, yarı sömürgecilik ilişkisi içindeki komprador nitelikli ticaret burjuvazisi), yeni bir sermaye birikim sürecine girdi ve tekelleşti. Öte yandan bu kapitalist gelişim kırsal alandaki iş gücünü kentlere yığdı, kentler giderek ön plana çıktı.
        Böylece yeni sömürgecilik kendine özgü ilişki ve sınıf çelişkilerini öne çıkardı. Bu süreçte iki ana dalga biçiminde köyden kente göç ortaya çıktı. Birinci dalga, 1960-80 döneminde yaşandı. Yukarıdan aşağı gelişen ve iç pazara göre biçim alan kapitalistleşme süreci, köyden insanları yığınlar halinde kopardı, kapitalist üretim için işçileştirdi, kentlerde büyük bir "işçi ordusu" oluştu, kent merkezlerinin etrafında gecekondu semtler ortaya çıktı. İkinci ana dalga ise, sadece kapitalistleşme sürecine bağlı kalmadı, bununla birlikte Kürdistan özgürlük savaşı, buna karşı sömürgeci oligarşinin dayatmış olduğu "düşük yoğunluklu savaş" yeni bir göç dalgasını ortaya çıkardı. Son 30- 40 yılı kapsayan bu ikinci ana dalga ve ortaya çıkan sorunlar, sadece kapitalistleşme eksenli sorunlar değil, aynı zamanda sömürge savaşının, ağırlaşan Kürt özgürlük sorunun birer ürünüdür. Böylece tüm ülkenin toplumsal yapısı, bunun üzerinden biçim alan egemenlik ve sömürü ilişkisi değişti.
        Bu bağımlı kapitalistleşme süreci, yani yeni sömürgecilik süreci, bir yandan tüm demokratik sorunları açığa çıkardı, bu sorunların çözümü için başta modern bir sınıf olan işçi sınıfı olmak üzere, tüm sınıfları, tüm politik akımları ortaya çıkardı, diğer yandan ise demokratik hiçbir sorunun çözülmediği, sömürge tipi faşizmin yeniden ve yeniden biçim aldığı bir tıkanıklığı ortaya çıkardı.
        Kemalizm, Türk burjuvazisinin "ulus devlet" projesidir. Osmanlı İmparatorluğunun sömürgeleri tek tek kaybetmesi, yeni ve emperyalizme bağımlı biçimde palazlanan Türk burjuvazisini "devleti ve hilafeti" kurtarmaya, "misakı-milli" sınırlar içinde "ulusal pazarı" elde tutmaya sevk etmiştir. Baştan emperyalizme bağımlı, işçi sınıfına düşman, kendinden güçsüz halklara karşı şövenist ve ırkçı doğan Türk burjuvazi, "tek vatan-tek devlet- tek ulus" şiarıyla katı bir diktatörlük kurdu. Kemalist diktatörlük, hem işçi sınıfının tüm hak ve taleplerini, hem de başta Kürt ulusu olmak üzere diğer ulusal toplulukların demokratik hak ve taleplerini yok saydı, inkar etti, imha siyaseti izledi. M. Suphi ve yoldaşları Karadeniz'de en vahşi, iğrenç biçimde katledildi. Mübadeleyle Rum halkı yerinden yurdundan edindi. Ermeni ulusu insanlık tarihinin en vahşi soykırımına maruz kaldı. Koçgiri'den Dersime Kürt halkı katliamlara uğradı. Bunun, yani Kemalist diktatörlük ve "devlet kapitalizmi" üzerinden yeni sömürgecilik ve faşizmim biçim aldı. Sömürge tipi faşizm, açık (12 Mart ve 12 Eylül), gizli (12 Mart öncesi ve sonrası gibi), ya da ikisinin iç içe uygulandığı (12 Eylül sonrası) tüm bu tarihsel dönemde hiçbir demokratik sorunu çözmemiştir. Böylece tarihsel tüm demokratik sorunlar, bu kapitalistleşme süreciyle yeniden biçim aldı, ağırlaştı, kangrene dönüştü ve şimdi çözüm beklemektedir.
        Tüm bu sorunların kaynağı emperyalizm ve oligarşidir. Bu kapitalist sömürü ve egemenlik biçimi, hem sınıfsal hem de ulusal ve kültürel çelişkileri iç içe büyüttü. İşçi sınıfı nicel olarak büyüdü, milyonlara ulaştı, ülke nüfusunun 1/3'ü kapsadı, toplumsal sürecin en önemli dinamiği oldu. 4. bunalım döneminde ön plana çıkan "esnek üretim" işçi sınıfını esnetti, kadın ve çocuk emeğinin sömürüsü, güvencesiz işçilik yaygınlaştı. İç pazarın gelişim aşamasında, "ithal ikameci" kalkınma modelinde, işçi sınıfı ve halkın mücadelesiyle elde edilen kazanımlar, "esnek çalışma", "özelleştirme", "taşeronlaşma", "sendikasızlaştırma", "sosyal güvenlik", "kıdem tazminatı" gibi saldırılarla budandı. Bir dönemin, 3. bunalım döneminin "sosyal devlet" anlayışı bir yana atıldı, neo-liberal sömürü vahşi biçimde işçi sınıfı ve halka dayatıldı. Eğitimden sağlığa, barınmadan çevre soruna kadar tüm sorunlar katlanarak büyüdü, her şey para ve meta oldu, sosyal her alan (eğitim, sağlık vb) ticari alana dönüştü. Kentler ve doğal kaynaklar talan edildi, ediliyor. Neo-liberalizm sadece emeği değil, sadece insanı değil, doğal kaynakları da kuruttu. 100 yıllık Kürt ulusunun özgürlük sorunu için somut tek bir demokratik adım atılmadı, tam tersine inkar siyaseti devam etmektedir. Alevilerin eşit yurttaşlık talepleri yok sayıldı, "tek vatan-tek ulus-tek devlet" anlayışına "tek-din" anlayışı eklendi, yeni bir sunileştirme projesi dayatıldı. Ermeniler çoktan unutuldu, diğer ulusal topluluk ve inanç sahipleri bir kenara atıldı.
        İşte tüm bu ilişki ve çelişkilerin açığa vurduğu alanlar, hem Gezi ve Haziran halk direnişinin somut biçimde açığa çıkardığı, hem de Kürt ulusunun özgürlük sorununun geldiği yerden bakarsak kentler olduğunu görürüz.
        Şu rakamlar da bunun ifadesidir: 1927 yılı ile günümüz, bu konuda, yani kır ve kent ilişkisi açısından tam tersi bir yerde durmaktadır. 1927 yılında kent nüfusu % 24.2, kırsal nüfus %75.8'dir. 1970 yılında kent nüfus oranı toplam nüfusun %29 oluştururken, bu oran 1980 yılı için %36, 1990 yılı için %51, 2000 yılı için %57, 2007 yılı için %70 ve 2011 yılı için 76.8'dir.
        Bunlar kentlerinin bugünkü durumunu ve önemini ifade etmektedir.
        Bir yandan kapitalizm yukarıdan aşağı gelişirken, bu gelişme asıl olarak yeni sömürgecilik zemininde ortaya çıktı; öte yandan bu süreçte yerel yönetimin ulusal gelir içinde payı da giderek yükselmiştir. 1975 yılında bu pay %1,31, 1980 yılında %1,54, 1985 yılında 1,83, 1990 yılında %2,75, 1995 yılında %3,38, 2000 yılında %4.71, 2003 yılında % 3.99, 2007 yılında ise %3,60'dır.
        Anlaşılacağı üzere, yeni sömürgecilik zemininden dinamik bir süreçten bahsediyoruz. Bu anlamda, yerel yönetimler de bu süreçlere göre biçim almıştır. Kentler de yerel yönetimler, daha önceleri, ülkemiz için, yeni sömürgecilik temelinde "ithal ikameci" sömürü modelin hizmetinde, daha çok bu modele uygun olarak sömürünün alt yapısını çözmek ekseninde biçim alırken; 1980 ve sonrasında neo-liberal sömürü modelinin hizmetinde konumlanmıştır. Daha önceleri yerel yönetimler, yol, su, elektrik gibi sorunları çözen, iç pazarı genişleten bir yerde dururken, bugün kapitalist pazarın hizmetinde, rant merkezli, her şeyin özelleştirildiği ve piyasalaştırıldığı bir zemindedir. Bundan dolayı, her kent özünde iki kenti temsil etmektedir. Bir yanda burjuva kentler, diğer yanda işçi ve yoksulların kentleri. Yani bir anlamda iç içe, yan yana iki kent söz konusudur. Bir yanda gökdelenler, alışveriş merkezleri, güvenlik kuşatması altında burjuva kentler, diğer yanda ise işçilerin, yoksulların yaşadığı bir dizi sorunla boğuşan, sadaka kültürü ile sakatlanan yoksulların kentleri. Yerel yönetimler, bu sistemin bir parçasıdır ve işçi, emekçi, kent yoksularını yok saymakta, onların yaşam alanları, semtleri, sokakları "kentsel dönüşüm" programları ile gasp edilmekte, barınma hakkı devasa bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Yerel yönetimler birer rant rejimi kurmuştur, hem doğal kaynaklar, hem tarihsel ve kültürel değerler talan edilmektedir, imar planları büyük vurguların öteki adıdır. Yerel yönetimler rüşvet, yolsuzluk, yağmanın merkezi olmuştur. Tüm bunlar yeni sömürgeci kapitalizmin, neo-liberalizmin yan ürünleridir.

        b) Yerel Yönetim İle Kent Belediyesi Aynı Mı?
        Bu soru, hem böylesi yerel seçim sürecinde, hem de yerel yönetim tartışmaları içinde önemlidir. Kent yönetimi ile belediyecilik iç içedir, ama aynı değildir. Her ne kadar, önümüzdeki seçim bir "yerel seçim", "yerel yönetim" olarak tanımlanıyorsa da, bu temelde anakentler, kentler, ilçeler, beldeler, mahalleler, köyler kendi yönetim mekanizmasını seçse de, bugünkü sistem iki açıdan sorunludur.
        Birincisi, yerel seçimlerle ortaya çıkan yerel yönetimler, tüm o yerel alanın (il, ilçe, köy, mahalle gibi) "yönetim" mekanizması değildir, bu mekanizmanın bir kısmıdır, hatta "yönetim" açısından önemsiz bir kısmıdır. Çünkü o alanda ( İl, İlçe, Mahalle, Köy) başka ve merkezi devlet yapısının bir parçası olan, atanan yönetim mekanizmaları vardır. Örneğin bir kent için, sadece belediye ve belediye meclisi değil, vali, kaymakam, güvenlik birimi gibi mekanizmalar da yönetimin içindedir. Bu anlamda, "yerel seçimler" sadece yerel yönetimin bir kısmını "seçmekle" sınırlıdır.
        İkincisi, yerel seçimler sonucu ortaya çıkan yerel yönetim mekanizmaları (belediye başkanlığı, meclis üyeliği, muhtarlık gibi), temsili düzeydedir ve demokratik nitelikten uzaktır. Teorik olarak, "yerel seçimler" demokrasinin "yerel ayağıdır" ve "yerel yönetimleri" ortaya çıkarır. Ancak, mevcut siyasal sistemde, sömürge tipi faşizm koşullarında bu "yerel demokrasi" temsili düzeyi aşmamaktadır. Çünkü yerel yönetimler, asıl olarak merkezi devlet yapısının bir parçasıdır, merkezi iktidarla doğrudan ilişki içindedir ve onun tarafından denetlenir, yönlendirilir. "Yerel yönetimin" belediye dışında tüm iktidar organları merkezi devlet yapısının parçasıdır, o katı hiyerarşi içinde yerini alır; belediyeler, muhtarlar ise, hem iktidara hem de onun kurumu olan içişleri bakanlığının denetimi ve baskısı altındadır.
        Bu anlamda, mevcut siyasal sistem, yani sömürge tipi faşizm koşullarında, "yerel seçimler" özünde "yerel yönetimi" seçen değil, "yerel yönetimin" bir kısmını temsili düzeyde seçen konumdadır.
        Bu tablo, "yerel seçim" ve "yerel demokrasiyi" biçime indirgemektedir.

        c) Halktan Yana Ve Demokratik Yerel Yönetimin Köşe Taşları
        O halde, tüm bunların ışığın altında yeni bir yerel yönetim programımız olmalıdır. Yerel yönetim programının özü, "nasıl bir demokrasi" ve "nasıl bir yaşam" sorularında düğümlenmektedir.
        Tüm burjuva partilerin programı, neo-liberal sömürü programının hizmetindedir, ranta, talana, yağmaya dayanır, işçi sınıfı ve halka yabancıdır. Bu anlamda burjuva partilerin yerel seçimlerde hesabı, hatta kitlelere vaatleri, "projeleri" bu temeldedir, seçmen kitlesiyle de bu temelde ilişki kurmaktadırlar. "3. köprü, Galata-Port, Kasımpaşa-port, Haydarpaşa-Port, İstanbul kanal, kentsel dönüşüm" gibi, hatta her kentin özgününde bu tip, hatta bazen de çok uçuk projeler özünde sadece kapitalist pazarın hizmetinde değil, bununla birlikte doğayı, kenti, tarihi, kültürü, insanı tahtip eden, büyük vurgunların ta kendisidir. Bu burjuva partilere halka ne vaat ediyor? Açlığa mahkum edilmiş kitleye, yoksullara aş, işi, kısmen orta sınıflara ihale ve kolay para kazanma, burjuvaziye ihale, büyük vurgun vb vaat ediyorlar. Bu özünde dibe vurmadır, neo-liberal sömürünün sınırlarının tükenmesidir, ahlaki düşüklüğün sokaklara yansımasıdır.
        O halde biz, sadece burjuva sınıfa değil, tüm burjuva partilere bu açıdan cepheden tavır alırız; onların neo-liberal programları karşısına halktan yana ve demokratik bir programla çıkarız.
        Halktan yana ve demokratik yerel yönetim programı, her şeyden önce, bugün kapitalizmin özü olan neo-liberal sömürüye, onun rant, talan, yağmaya dayalı saldırılarına karşı duruştur. Doğayı, tarihi, kültürü ve kentleri talan eden burjuva programların karşısında, bu saldırıya karşı koyan, buna karşı direnmeyi önüne koyan bir programımız olmalıdır. Bu program, kenti, sokağı, tarihsel ve kültürel değerleri savunacak bu değerleri koruyacak, bunlara sahip çıkacaktır.
        Kentimize, sokağımıza, doğal zenginliklerimize, tarihsel ve kültürel değerlerimize sahip çıkıyoruz; neo-liberal saldırılara karşı direniyoruz.
        İkinci olarak halktan yana ve demokratik yerel yönetim programı, "nasıl bir demokrasi" sorusuna net bir yanıtı içerir. Yerel yönetimlerde, işçi sınıfı ve halkın, kadın, genç, yaşlı tüm yurttaşların, Alevi, Sünni, Hıristiyan, Yahudi tüm inanç ve kültür sahiplerinin söz, yetki ve karar sahibi olması esastır. Halkın söz, yetki ve karar sahibi olmadığı, hiç bir yönetim halkçı ve demokratik değildir. Halk sadece seçme hakkına değil, bununla birlikte seçtiğini denetleme, hatta görevden alma hakkına sahip olmalıdır. Eğer "denetim" ve "görevden alma" hakkı yoksa, orada "demokrasi" ya da "yerel demokrasi/yönetim" en ilerisinden "temsili" düzeyde kalır; "temsili demokrasi" gerçek, halkın demokrasisi değildir. Bu anlamda, sadece "seçim" değil, bununla birlikte, her şeyin halkın bilgisi içinde olduğu, bu anlamda "açık" ve halkın doğrudan katıldığı "katılımcı" bir yönetim hedeftir. Halkın özyönetim organları, halk meclisleridir. Mahallelerde, işyerlerinde, tüm yaşam alanlarında dil, din, kültür, cins, renk ayrımı yapılmadan tüm yurttaşların eşit ve özgür biçimde katıldığı halk meclisleri demokratik ve halktan yana yerel yönetim programının iskeletidir, omurgasıdır.
        Tüm bunlar halkın özyönetimi içindir...
        Üçüncü olarak halktan yana ve demokratik yerel yönetim, insanca yaşamı inşa eder. Yeni sömürgeci kapitalizm ve neo-liberal program hem emeği vahşice sömürüyor, hem de işçi sınıfı, halk ve tüm ezilenler için insanca yaşamı elinden alıyor. Her şey meta, her şey sömürü, her şey ticari hal aldı. Doğa ve kentler talan edildi, ediliyor; sağlık, eğitim paralı, barınma sorunu devasa, yoz burjuva kültür her alana sızmış ve hakim olmuş. İnsanca yaşam için, sadece kentimize, sokağımıza, tarihimiz ve kültürümüze sahip çıkmakla kalmayacağız; eğitimden sağlığa, barınma hakkından çevrenin korunmasına, spordan ulaşıma her alanda işçi sınıfı ve halkın taleplerini savunacağız. Parasız, anadilde eğitim; parasız ve ulaşılabilir sağlık; doğanın, kentin, tarihin, kültürün korunması; yaygın kitle sporu; kadınların özgürlüğü; din ve vicdan özgürlüğü; ulusal kültürlerin korunması ve geliştirilmesi; işsizlik, yoksulluk ve ahlaki yozlaşmaya karşı mücadele gibi ana demokratik talep ve başlıklar halktan yana ve demokratik programın alt başlıklarıdır.
        Tüm bunlar insanca yaşam içindir...

        d) Tarihten Güç Alıyoruz
        Her sorun kendi tarihi koşulları içinde, ama tarihsel birikime dayanarak çözülür. Halktan yana ve demokratik yerel yönetim anlayışı, tıpkı devrim programı gibi, hem program hem de siyasal olarak, tarihsel ve siyasal birikimin ürünüdür. Evrensel ve özgün, dünya ve ülke ölçeğinde tarihsel ve siyasal birikimden beslenir. Bu anlamda, Paris komününden bu yana sosyalizmin deneyleri bizim için stratejik bir yerde durmaktadır. Sadece bu değil, dünyanın neresinde olursa olsun tüm ezilenlerin hakçı ve demokratik birikiminden beslenir. Bu anlamda, Paris komünü de, Sosyalizm deneyleri (Sovyetler, Halk Cumhuriyetleri gibi) de, Rojava'da, Hindistan'da yaşanan özyönetim deneyleri de, Latin Amerika örnekleri de bizimdir.
        Bununla birlikte, ülkemizde halkçı ve demokratik yerel yönetim deney ve girişimleri oldukça zayıftır. Böylede olsa, bu zulüm ve sömürü düzeninde birer gedik açan her adım, her deney bizimdir. Fatsa da, son yıllardaki Kürt halkının deneyleri de bizimdir.
        Bizim görevimiz, her deneyi eleştirel ele almak, tüm bunlardan beslenmek, bu birikimi güncel süreçte yeniden üretmektir.

        D) Yerel Seçimde Devrimci Taktiğimiz

        a) Devrimci Taktik Nedir?
        Devrimci bir taktik, tek başına politik bir tutumu belirleme, bununla kendini sınırlama değildir. Devrimci taktik, her somut süreç ve sorunda, nesnel ve öznel tüm koşullara bağlı olarak politik tutumu belirlemeyi içermekle birlikte, işçi sınıfı ve halka bu politik tutumun ana fikrini, programatik eksenini açıklama ve bu temelde işçi sınıfı ve halka ulaşma, bu doğrultuda yeni adımlar atmadır. Anlaşılacağı üzere devrimci taktiğin üç boyutu vardır; "politik tutum", bu politik tutumun "programatik ve teorik arka planı" ve politik tutumun "çeşitli adım ve örgütlerle" somut biçim almasıdır. Eğer bu üç yanı birlikte ele almazsak, somut süreç ve sorunları bütünsel ele almaktan uzaklaşırız; ya da sol ve devrimci harekette çeşitli örnekleri görüldüğü gibi, sadece politik tutumla, bu politik tutumunda kağıt üzerinde kaldığı bir yerden kurtulamayız. Hiç şüphesiz bu eksiktir, doğru değildir; taktik politika ve süreçleri bütünsel ele almak zorunludur.
        Bununla birlikte, konumuzla bağlantılı olarak, bir kez daha ifade etmekte yarar vardır: sadece "yıkmak", sadece "eleştirmek" üzerine kurulu bir devrimcilik tek ayaklı bir devrimciliktir. Devrimcilik, mevcut düzeni alttan üste tüm anlayış ve kurumlarıyla yıkmak ama bunların yerine "neyi koyacağımızı" da belirleme ve yeniden kurma/inşa etme eylemidir. Eğer biz kendimizi sadece "eleştiren" bir yerde konumlarsak, sadece düzeni "yıkma" eylemiyle kendimizi sınırlarsak, evet "devrimci" bir yerde dursak bile bu eksik bir devrimciliktir, devrimci sosyalistlik değildir. Devrimci sosyalist, "yıkma" ve "yeniden kurma" eylemini iç içe ele alan; program, strateji ve taktiklerini buna göre kurgulayan ve en önemlisi de bunu yapandır. Bu anlamda, her taktik süreç, nesnel ve öznel tüm koşullara bağlı olarak, bu "yıkma" ve "yeniden kurma" eyleminin somut ve özgün biçim almasıdır.
        Bu açıdan yerel seçimlere baktığımızda, sadece burjuva partilerin, onların yerel yönetim ve belediyecilik anlayışlarının eleştirisi tek başına yeterli değildir. Bununla sınırlı, bunun üzerine inşa edilen yerel seçim politikası, ne kadar "devrimci" olursa olsun işçi sınıfı ve halkı aydınlatan, onlara bilinç taşıyan bir işlev görmez. Hatta bir durum tespiti açısından şu söylenebilir: sadece politik tutumu ifade eden taktikler, en ilerisinden son derece dar bir çevreyle kendini sınırlamaktır. Politik tutum olarak "boykot" gibi bir tavır, ne kadar "devrimci" olursa olsun, sadece bugün değil, uzun yıllar sol ve devrimci hareket içinde yerini alır; ama bu tavır, tavır sahipleriyle, hatta çok kez bir dergi sayfasıyla sınırlı kalır. Bunu aşan bir yerde olmalıyız. Sadece politik tutum değil, bunun programatik arka planı ve çok daha önemlisi bu politik tutumun kitlelere taşınmasına önem vermeliyiz. Bu diyalektik ilişki kurulduğu ölçüde, bir taktik, gerçek anlamda, devrimci anlamda taktik niteliği kazanır.
        Bu noktada, sol ve devrimci hareketin durduğu yer sorunludur. Sol ve devrimci hareket, daha çok mevcut burjuva partileri eleştiren, hatta bazı örneklerde her şeyi kaba biçimde sadece "devrime" bağlayan bir yerde durmaktadır. Sol ve devrimci hareketin çok kez, yerel ve genel seçimleri ayırmadan, farklı süreç ve dinamikleri görmeden, kalıplaşmış sözlerle kendini ifade ettiği ve tek ayaklı bir yaklaşıma sahip olduğu bir gerçektir. Bu açıdan baktığımızda, örnek olsun dönüp geriye baktığımızda, her hangi bir devrimci parti yada örgütün hemen hemen aynı cümlelerle aynı taktik politikadan bahsettiğini görmek mümkündür. Bu taktik politikanın, bunu ifade eden bir açıklamanın, belki içinde yer yer doğruları ifade eden yaklaşımlar içerse de, hatta bu açıdan bir "tutarlılık" gibi görünse de, bütünsel bakış ve taktik yaklaşımdan uzaktır, işçi sınıfı ve halka somut bir anlayış sunmamaktır.
        Bizim, devrimci sosyalizmin güncel, dönemsel ve stratejik politikalarımızda yaklaşımımız bu olamaz. Tek başına politik tutum değil, bunun programatik ve teorik arka planıyla sıkı bağını açığa çıkarmalı ve çok daha önemlisi taktik politikanın milyonlara ulaşması için yeni adım ve örgütlerin somut biçim almasına önem vermeliyiz. Devrimci sosyalizm, her sorunu kendi cephesinden, işçi sınıfı ve halkın cephesinden ele alır; bu bizim duruşumuzdur. Bu duruş, ancak böylesi bir bütünsel yaklaşımla anlamlı olur.

        b) Devrimci Taktiğimiz
        Yukarıda ifade ettiklerimizden anlaşılacağı üzere, kentler sınıf mücadelesi ve ağırlaşmış sorunlar açısından stratejik bir yerde durmaktadır. Bu açıdan "yerel seçimler" bu sorun ve çelişkiler üzerinden biçim almakta; ama bu seçimler sonucu oluşan "yerel yönetimler", siyasal sistem içinde demokratik bir yerde durmamaktadır. Bu anlamda, tek başına "yerel seçim" ve "yerel yönetimleri" genelden ayrıştırmak mümkün değildir, buradan doğrudan demokratik ve halktan yana bir özyönetim çıkmaz. Ama bu tablo, genel olarak demokrasi mücadelesini, özel olarak da demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak demokratik ve halktan yana bir yerel yönetim sorununu güncelleştirmekte, bu temelde devrimci ve halktan yana bir seçeneğin önemini ortaya çıkarmaktadır.
        Evet, demokratik ve halktan yana özyönetimler, özünde bir devrim sorunudur. Bu anlamda, mevcut sistem içinde bunu tam olarak inşa etmek mümkün değildir. Mevcut sistem içinde bu yöndeki taleplere sahip çıkmak, işçi sınıfı ve halkı bu talepler temelinde devrime hazırlamak, hatta küçük gedikler açmak, demokratik ve halktan yana özyönetimler için "adacıklar" oluşturmak mümkündür, zorunludur. Çok daha önemlisi, ağırlaşmış ve çözümsüz sorunlara sahip çıkarak halktan yana ve demokratik bir yerel yönetim programını halka sunmak, bunun etrafında emek ve özgürlük cephesini adım adım örmek zorunludur. Bunu "atlayarak" her şeyi devrim ve sosyalizme bağlamak bir yoldur, ama güncel ve dönemsel süreçlerden kopuk bir yoldur.
        Bu anlamda, iki taktikle işçi sınıfı ve halkın karşısına çıkıyoruz.
        Birincisi, önümüze koymuş olduğumuz dönemsel taktik hedefler ve politikamıza yoğunlaşıyoruz, bunun için mücadele ediyoruz. Bu temelde "Eşitlik, Adalet, Özgürlük" şiarları ekseninde, bu taleplere sahip çıkarak, bunlara eklenen "Rüşvet, Yolsuzluk Ve Yağmaya Karşı Mücadele" temelinde kendi yolumuzda, kendi özgücümüzle yürüyoruz.
        Bu taleplere sahip çıkmak, tüm bu talepleri HALK DEVRİMİ PROGRAMINA bağlamak, bu talepleri işçi sınıfı ve halka adım adım yaymak, bunlar için mücadele etmek seçim sürecinde görevimizdir.
        İkincisi, bu mücadele çizgisini seçim süreciyle birleştirmek, Kürt coğrafyasında özyönetim için referanduma dönüşen, Türkiye de direniş ve dönemsel bir ihtiyaç olan sol ve halktan yana bir seçeneğin zeminini güçlendirmek için, halktan yana ve demokratik bir program etrafında devrimci ve halktan yana adaylarda birleşiyoruz.
        Her iki taktik adım iç içedir, birbirini besler; çok daha önemlisi bizim için dönemsel hedeflerimize hizmet eder. Dönemsel hedeflere ulaşmak için güç biriktirmek, içe kapanma eğilimlerini yıkmak, siyasal sürecin öznesi olmak, sol ve devrimci hareket açısından ihtiyaç olan birlik eğilimlerine güç vermek, işçi sınıfı ve halk ile devrimci hareket arasında giderek büyüyen açıyı daraltmak zorunludur. Taktik politikamız bunlara hizmet edecektir.
        İç içe geçmiş bu iki adımın, iki halkanın hedefi, yeni sömürge düzendir, onun partileridir. Tüm burjuva partiler, AKP, CHP, MHP ve diğer burjuva partiler düzen partileridir, tümü sınıf düşmanıdır, tümüne karşı cepheden mücadele ediyoruz. Önümüzdeki yerel seçimlerde de, tüm bu burjuva partilerle, adı, amblemi, seçim vaatleri, söylemi ne olursa olsun tüm burjuva partilerle aramıza kalım bir mesafe koyuyoruz, politik açıdan bunların tam karşısında duruyoruz. Tüm bunlar politik hedeflerimiz arasındadır.
        Yukarıda söylediklerimizden de anlaşılacağı üzere, biz kendi yolumuzda yürüyoruz. Bu yürüyüşte, demokratik ve halktan yana bir yerel yönetim programı etrafında, sol ve halktan yana bir seçenek için, üçüncü bir yol için, sol ve devrimci güçlerle yan yana gelmeyi önemsiyoruz. Burada adı, biçimi ne olursa olsun güç birliği siyasetimiz vardır; seçim sürecinde, milyonlara, işçi ve emekçilere, Kürt ulusu ve tüm ezilen ulusal topluluklara, Aleviler ve diğer inanç sahiplerine, kadın ve gençlere, tüm ezilenlere sol ve halktan yana bir seçenek sunmanın büyük bir değeri olduğunu düşünüyoruz. Sol ve devrimci güçlerle, "birlik ve eleştiri" ilkesiyle ilişki sürdüreceğiz, küçük hesaplar bize yabancıdır, birleşik kitle çalışması bizim için değerlidir.
        Tüm bunların gereğini yapacağız, bu deneyi yaşayacağız. Bu yerel seçim sürecinde, bu eksende, kendi yolumuzda yürüyoruz.

        c) Sol Ve Devrimci Hareketin Durumu
        Bugün, hatta uzun yıllar, her seçim sürecinde sol ve devrimci hareket çeşitli kesimleriyle kendi taktik politikasını oluşturur ve bu eksende yeniden tasnif olur. Bu doğaldır ve sol ve devrimci hareketin kendi içinde farklı taktiklere sahip olmasının yadırganacak bir yanı yoktur.
        Yinede bir genelleme yaparsak, bugün dört taktik yaklaşımın öne çıktığını görmekteyiz.
        Birincisi ve aslında hiç de önemsiz olmayanı, ulusal sol kesimlerdir. Bunlar, kimi açıktan kimi dolaylı biçimde AKP karşıtlığı üzerinden CHP'ye eklenmektedir. Bunlar için "AKP gitsin…" her şeyin önündedir. Tarihsel olarak, TKP den DY kadar uzanan bu eğilim, özgücüne güvenmeyen, "aşamacılık" ve "ehver-i şer" mantığıyla düzen partilerine eklenen bu kesimlerin beslendiği iki ideolojik kaynak vardır; Kemalizm ve demokratizm. CHP'ye eklenmek sadece AKP karşıtlığı üzerinden biçim almıyor; bununla birlikte sol ve devrimci harekete sızan, devrimci kültür ve geleneği bozan çıkar ve pragmatizmde bu "eklenme" siyasetini besliyor.
        Devrimci sosyalizm bu kesimleri aynı torbada toplamıyor; bu kesimlerle aramıza kalın bir çizgi çiziyoruz.
        İkincisi, boykotçuluktur. Devrimci harekette, "tutarlılık" adına her dönem ve her süreçte geçerli olan, adeta bir reçeteye dönüşen "boykot" tavrı politik bir tutumdur. Boykot tavrı, elbette devrimci bir taktik olarak reddedilemez; ancak, her koşulda bunu öne sürmek, en hafif ifade ile nesnel ve öznel koşulları, Kürt hareketinin geldiği aşamayı, işçi sınıfı ve halkın ruh hali ve eğilimini doğru değerlendirmemektir. Örnek olsun, 1970'lerden bu yana "boykot" tavrı "tutarlılık" adına savunuluyorsa, bu kendi içinde bir "tutarlılık" ifade etse de, özünde bu uzun yıllardaki değişim ve dönüşümümden hiçbir şey anlamamak anlamına da gelmektedir. Eğer siz bir taktikten söz ediyorsanız, böylesi 30-40 yıla yayılan ve her süreçte geçerli bir "taktik", taktik değil olsa olsa stratejik yaklaşım olur. Her hangi bir devrimci çevrenin, bu konuda, dönüp geriye yönelik bir taramasını yaparsak, iki şey ortaya çıkar. Birincisi, birbiriyle hemen hemen aynı açıklaması, ikincisi ise, bu tavrın etkisiz bir yerde durduğu, sadece sesini kendine duyurduğudur.
        Etkisiz ve kitlelerin gündeminden uzak boykotçuluğu doğru bulmuyoruz.
        Üçüncüsü, seçimlerin "çare" olmadığı, "tek çarenin sosyalizm" olduğu, bununda bir yöntem olarak kendi adaylarını çıkarıp, bu temelde kitle çalışması ve propaganda yapan kesimler. Daha çok uzak hedef koyan, dar ve etkisiz bir çalışmayı ifade eden bu taktik politika da kendi içinde bir anlamı olsa da, güncel ve dönemsel süreçlere uygun değildir.
        Dördüncüsü, kendi içinde çeşitli eğilimleri ifade etse de, demokrasi ve özgürlük ekseninde farklı kesimlerin yan yana gelerek sol ve halktan yana bir seçeneğe güç veren kesimlerdir. Bu kesimler son derece çeşitlidir ve hiç de önemsiz bir yerde durmamaktadır. Ama bu kesimler hem program, strateji, taktik olarak hem de birlik kültürü açısından sorunludur. Bugün bu kesimlerin bir çatı partisi vardır; HDP bu kesimleri önemli ölçüde etrafında toplamıştır.
        Devrimci sosyalizmin, stratejik, programatik ve taktik olarak bu kesim ve oluşuma eleştirisi vardır; bununla birlikte, önyargıdan uzak bu kesimleri izlemektedir.
        Yerel seçimde güç birliği için bu kesimler bize daha yakındır.

        d) Ne Yapıyoruz?
        Her şeyden önce, sık sık ifade ettiğimiz üzere, devrimci sosyalizm, her sorunda olduğu gibi, yerel seçim sürecinde de, kendi bağımsız çizgisinde, kendi yolunda yürümektedir. Bizim için işçi sınıfı ve halkın talepleri önemlidir; biz bu talepleri her hangi bir yerden değil, devrimci sosyalizmin ideolojik-politik- örgütsel zemininde ele alırız ve devrimci siyasetimiz bu temelde inşa ederiz.
        Yukarıda özetlediğimiz ve bununla birlikte "30 Mart Yerel Seçimleri Ve Devrimci Taktiğimiz" başlığı ile kamuoyuna sunduğumuz politik tutumumuz bunun ifadesidir.
        İkinci olarak, yerel seçim sürecini, sadece "politik tavır" ile sınırlayan, bunu şu ya da bu biçimde halka sunan bir yerde durmayacağız. Politik tavrı ilan etmek, şu ya da bu biçimde işçi sınıfı ve halka sunmak işin bir yanıdır; hatta devrimci çalışma açısından asıl yan da değildir. Devrimci taktiğin başarısı, bununla birlikte, bu politik tutum ve onun arka planını halka sunmak ve çok daha önemlisi bunun için somut adım ve örgütsel biçimler örgütlemekten geçer.
        Mücadele etmeden, içinden geçtiğimiz süreci "seyrederek", en ilerisinden politik tavrı açıklayarak ne politik özne olunur, ne de dönemsel ve stratejik hedefler için adımlar atılır. Sol ve devrimci harekette, hatta saflarımızda böylesi bir eğilim vardır; bu nesnel olarak gericilik ve tasfiyeciliktir. Yerel seçim sürecinde, bu gerici eğilimi kırmak, yerel seçim sürecinde şu ya da bu biçimde politik bir özne olmak, dönemsel ve stratejik hedeflerimiz için güç biriktirmek bugünün görevidir; bu görev ertelenemez, üzerinden atlanamaz.
        O halde, "seyreden" değil, yerel seçim sürecinde devrimci çalışmayı yoğunlaştıran olacağız. İleri bakıyoruz, hedeflerimize yoğunlaşıyoruz ve yerel seçim sürecini, devrimci kitle çalışması açısından değerlendiriyoruz.
        Üçüncü olarak, bu devrimci kitle çalışmasında, hem örgütlü güçlerimizi, hem de çevre ilişkilerimizi seferber ediyoruz, bu çalışmaya emek veren her insanı kucaklıyoruz, bunları komiteler biçiminde sürecin bir parçasına dönüştürüyoruz.
        Bu adım yaşamsaldır. Kendini ve çevresini örgütlemeyen bir çalışma devrimci çalışma niteliği kazanamaz. Kendimizi örgütleyeceğiz, çevremizi örgütleyeceğiz. Bunun için somut bir çalışma ortaya koyacağız, koyduk ve bunun için seferber olacağız, olduk.
        Bu devrimci kitle çalışmasında, sadece örgütlü ve çevre ilişkimizi seferber etmekle sınırlı olmayacağız; bu enerji ile yeni ilişki ve alanlara ulaşacağız. Yeni ilişki ve alan hedeflemeyen, bunu yakalamayan çalışma devrimci kitle çalışması olma hakkını kazanamaz.
        Dördüncü olarak, güçlerimizi dağıtmayacağız, belirli alanlarda yoğunlaştırıp en geniş kitleye ulaşacağız. Yoğunlaşacağımız bu alanlarda politik özne olacağız. Bununla birlikte nispeten zayıf olduğumuz alanlarda ise, politik özne olmasak da kendimizi ve çevremizi seferber edeceğiz, yeni bir hareket ivmesi kazanacağız. Unutmayalım, bir mahalli alanda bile güç olmayan, insanlara, kitleye gitmeyen, oturup en keskin devrimci laf etmek, laf ebeliğidir, çürümenin, içe kapanmanın, kastlaşmanın ta kendisidir.
        Beşinci olarak, Tüm bu çalışmaları kendi politik kimliğimizle yapacağız. İşçi sınıfı ve halk bizi bilecek, düşüncemizi, davranışımızı, politikamızı, ilişki biçimimizi bilecek. Devrimci sosyalizmi, onun ideolojik-politik çizgisini, Halk devrimi programını, seçim tavrı ve hedeflerini herkese, sıradan işçiye, kadına, gence anlatacağız. Ev ev, sokak sokak halka gideceğiz, içe kapanma, elitist, konformist solculuk hastalıklarını kıracağız, yeni ilişkilere ulaşacağız, dönemsel hedeflerimiz için güç biriktireceğiz.
        Altıncı olarak, sol ve devrimci hareketle de, somut olarak, yerel seçim süreci içinde yeni bir ilişki biçimi kuracağız. İlkesiz, çıkarcı, küçük düşünen, küçük davranan, sol ve devrimci hareketle rekabeti her şeyin önüne koyan, başta aday olmak üzere liste kavgasına giren, kendini dayatan ve başka devrimcileri ötekileştiren bir devrimcilik bize uzaktır. Eşit ve özgür bir ilişki kuracağız. Çok daha önemlisi bu açıdan yeni bir deney yaşayacağız. Bu deneyimin olumlu ve olumsuz yanları bizim için önemli olacak; bu deneyin dersleriyle sol ve devrimci hareketle yeni bir düzey inşa edeceğiz.
        Yedinci olarak, tüm bu çalışmalarda, hem sol ve devrimci hareketle ilişkide, hem de işçi, emekçi, halkla, Kürt, Türk, Alevi, samimi-dürüst Müslüman, kadın, erkek, genç her insanla ilişkide iki olguya dikkat edeceğiz.
        Her adımızı örgütlü atacağız; bu birincisi. İkincisi ise, devrimci ve sosyalist tarzda ısrar edeceğiz. Her adımıza bu temelde çeki düzen vereceğiz; devrimci, birleştirici, samimi, kapsayıcı, insanlara önem veren, insanların taleplerini gözeten, konformist ve elitist değil emekçi bir tarzda ısrar edeceğiz. Biz sorun üreten değil, sorun çözen olmalıyız. Üslup ve tarzımız devrimci olmalı; bunda ısrar etmeliyiz.
        Sekizinci olarak, tüm bu çalışmayı, güncel, yani yerel seçim süreciyle ele alsak da, bunu sürekli kılacağız. Çünkü bu süreç, devrimci partinin inşası, politikleşmiş askeri savaş için, yeni bir başlangıç için, dönemsel hedeflerden için bir adımdır. Bir yandan içe kapanma ve halktan kopma, bu temelde bir dizi iç çürüme eğilimlerini kıracağız, diğer yandan güç biriktireceğiz. Halka açılmadan, işçi ve emekçiyle yeni ilişki kurmadan, bu anlamda genişlemeden kadrolaşamazsın. Halkla yeni köprüler kurnadan, halk örgütlülükleri inşa etmeden devrimciler örgütünü inşa edemezsin. Her iki yan, halk ve devrimci kadro, halk örgütü ve devrimciler örgütü iç içedir, yan yanadır, birbirini besler.
        Büyük hedeflere küçük adımlarla, "örgütlü örgütsüz" pratikleriyle, iri laf edip tembelliği yaşam biçimi yapmakla, devrimciliği kendi ile sınırlı görmekle ulaşamayız. Halk gözlüyor ve notunu tutuyor. Örgütlülüğü sadece biçimde anlayan, ama yaşam ve mücadelede yanında bile geçmeyen insan hiç de az değildir. Görünüşte örgütlü, ama özde örgütsüz; sözde "devrimci", hatta "devrimci sosyalist" ama özde kastlaşmış ve çürümüş insan tipi yanı başlarımızdadır. Samimi bir devrimcilik ile biçimde devrimcilik iki farklı devrimciliktir. Tüm bunları halk, çevremizdeki insanlar bir kez daha gözleyecek ve hem hareketimize hem de tek tek devrimcilere notunu verecek.
        Tüm bunları bilerek, bir adım öne çıkıyoruz. Bu çalışamaya seferber oluyoruz. Stratejik ve dönemsel hedeflerimiz için bu süreci kazanacağız.

 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
YönetimYeri: Şehit Muhtar Mah. Yoğurtçu Faik Sokak No: 12-14 Kat: 4
Beyoğlu/İSTANBUL