Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 

 

7 (68). Sayı /Kasım-Aralık 2013

       Reel sosyalizmin, yani Sovyetler Birliği ve diğer doğu bloğu ülkelerindeki rejimlerin yıkılmasıyla birlikte, emperyalizm, yeni bir saldırı dönemi başlattı. Emperyalist güçler ve burjuva ideologları "sosyalizmin öldüğünü", "tarihin sonu"nun geldiğini ilan etti; artık "kızıl hayaletin" yeryüzünü ilelebet terk ettiği söyleniyordu. Bu aynı zamanda hem kapitalist sömürü modelinde yeni bir dönemi işaret ediyordu; hem de bundan kaynaklanan tüm çelişkiler yeniden biçim alıyordu.
       "Komünizm tehditi" yeryüzünden silindiğine göre, sosyalizme ve halk hareketlerine karşı geliştirilen anti-komünist yasalar ne olacaktı? Büyük bir yalanla, korkunç bir demagojiyle "demokrasinin zaferi"nden, "özgürlük ve demokrasi" için yeni bir dönemden bahsedildi; anti-komünist yasalar kalktı yerini anti-terör yasaları aldı. Oysa sergilenen şey, basit bir komediden ibaretti. Emperyalizmin "silah gömme" görüntüsüyle yaptığı şey aslında, dönemsel zaferinin gücünden ve sınıf hareketinin yaşadığı moral zaafiyetten yararlanarak, anti-komünist yasaları anti-terör yasalarıyla ikame etmekti.
       Nitekim, anti-komünist yasaların yerini alan anti-terör yasaları, somut bir hedefe yönelmiyor, gerektiğinde düzenin her çeşit siyasal muhalifini "terörist" tanımı içerisine alabiliyor ve geçmiş dönemde, "olağanüstü" durumlarda uygulanabileceği kabul edilmiş olan özel tedbirleri genel bir yaklaşım haline dönüştürüyordu.
       Veli Yılmaz, 1993 yılında bu durumu şöyle anlatıyor:
       "Soğuk Savaş Döneminde ve uzantısı yıllarda Batı sistemi, komünizmi önleme yasaları ile, yıkıcı cereyanlara karşı savaş yasaları ile, 141- 142 benzeri yasalarla kendini güvencede hissediyordu. Soğuk Savaş yılları Amerikasında görüldüğü gibi yıkıcı cereyanlara karşı savaş yasaları, kendi doğal gelişmesi içerisinde anti- terör yasalarına, devlet terörünü meşrulaştıran yasalara evrildi.
       (…) 'Terörizm' tehlikesi karşısında, insanın 'tehlikeli' bir biçimde haklarını kullanması karşısında, sistem, kendisini hukuki bir zırhla korumaya, hukuki zırhını sağlamlaştırmaya gereksinim duyuyor.
       Yunanistan ve Büyük Britanya örnek alınabilir; düşünce ve basın özgürlüğü artık Terör Yasalarının ördüğü duvara çarparak kırılıyor. Yunanistan'da 7 büyük gazetenin genel yayın yönetmenleri, 1991 Eylülünde tutuklanıyor. BBC Dünya Servisi, ilk kez 1985 yılında susuyor. (…) 'Suç' ve 'terör' tanımına yeni bir açıklık getiriliyor. Almanya'da her tür siyasal etkinliğin, daha baskıcı koşullarda, 'terör' tanımı içerisine yerleştirilmesi mümkün hale geliyor.
       Türkiye'de (…) TCK'nın 141-142. madde hükümleri Terör Yasasına aktarılıyor. (…) Her tür muhalif siyasal etkinliğin, yasal platformda Terör Yasasıyla karşılanması amaçlanıyor. 1991 Nisanında yürürlüğe giren Terör Yasası, Büyük Britanya'nın 1974 tarihli Terör Yasası ile ve Almanya'da Ceza Yasası'na eklenen 29/a maddesi ile çok büyük bir paralellik gösteriyor." (1)
       Alıntıda belirtilen, TCK 141-142. maddelerin "kaldırılmasından" sonra 1991 yılında kabul edilen Terörle Mücadele Kanunu, yine terör yasalarının tüm dünyadaki seyrine paralel olarak, 2000'lerde, 11 Eylül saldırıları sonrası emperyalist terör politikaları doğrultusunda genişletilerek halen yürürlükte olan halini aldı.
       Her türlü ifade ve örgütlenme olanağının önünde yüksek bir duvar ören ve baskı güçlerine "kanuni yollardan" sınırsız saldırı imkanı veren terör yasaları, şüphesiz ki devrimci mücadelenin önünde bir engel teşkil etmektedir; işçi sınıfı ve halklara yönelik, devletin niteliğini de açığa çıkaran açık bir saldırıdır.
       Bu yazımızda, özel olarak bu tür terör yasaları yoluyla uygulanan terör hukukuna karşı takınılması gereken tavır ve mücadele perspektifi, genel olarak ise hukuk düzenine nasıl yaklaşım içinde olmalıyız; bu konularda birkaç noktaya kısaca değineceğiz.
       İlk olarak mevcut Terör Kanunu'nun neyin nesi olduğuna bir göz atalım.

       I - Terör Hukuku:
       Süresiz Sıkıyönetim

       Türkiye'de "3713 Numaralı Terörle Mücadele Kanunu", diğer bir değişle Terör Kanunu, kendisine dönük geniş bir muhalefetin -devrimci ve demokrat çevrelerle, "hukukun evrensel ilkeleriyle, düşünce özgürlüğünün ve savunma hakkının" yılmaz savucusu aydın kesimlerin, hukuk örgütlerinin ve baroların- itirazlarını göğüsleyip 12 Nisan 1991'de kabul edildi.
       O tarihte İstanbul Barosu Başkanı olan Av. Turgut Kazan, "Hepimiz terörden bunalmıştık, bu doğruydu. Teröre mutlaka engel olunmalıydı." (2) diyerek terörle arasına muayyen bir mesafe koymayı da unutmadığı yazısında, henüz kabul edilmiş olan kanunla ilgili olarak şöyle diyordu:
       "Sınırı, tanımı ve unsurları belirsiz yepyeni düşünce suçları üretiyorlar. Basının haber verme, insanların haber alma hakkını sınırlıyorlar. Gazete sahipleri ve yazı işleri müdürleri için bir fırtına estiriyorlar. İşkenceye arka çıkıyorlar. Kolluk güçlerini suç işlemeye özendiriyorlar. Adam öldüren polis için tutuklama yasağı getirmenin, başka hiçbir anlamı yoktur. Bu anlayış devlet terörü yaratır ve korktuğumuz terörü kaşıyıp kışkırtır.
       (…) Bilindiği gibi bu yasaya 'Terörle Mücadele YASASI' deniliyor. Gerçekten 3. madde 'Terör Suçları', 4. madde 'Terör Amacıyla İşlenen Suçlar' başlığını taşıyor. Bu maddeleri dikkatle okuyorsunuz, hiç yeni suç yaratılmıyor. TCY'na atıf yapılıp bırakılıyor. O zaman, 1. ve 2. maddelere bakıyor, durup düşünüyorsunuz. İlkine "terörün tanımı", ikincisine "terör suçlusu" başlıkları konulmuş. Dikkat ediyorsunuz 1. maddedeki terör tanımının 3 ve 4. maddedeki terör suçlarıyla ilgisi yok. Tümüyle düşünceyi amaçlayan apayrı bir düzenleme yapılıyor. (…) Kim ki, 1. maddede sayılan amaçlara ulaşmak için, yine 1. maddede belirlenen yöntemleri izlerse terörist sayılacaktır. Örneğin bir muhalefet partisinin anayasadaki ekonomik düzeni değiştirmek amacıyla miting yapması veya çevreci bir grubun kol kola girerek koruluktaki ağaçları kesmeye giden belediye görevlerinin önüne yatması terör tanımına tastamam uyacaktır. Çünkü 1. olayda anayasadaki ekonomik düzeni değiştirmenin, 2. olayda devlet otoritesini zaafa uğratmanın amaçlandığı ve miting yapıp bağırarak veya görevlilerin önüne yatarak sindirme, baskı, korkutma yöntemlerinin uygulandığı benimsenip insanlar mahkum edilebilir. Elbet, böyle bir terör tanımına karşı çıkmamız gerekir." (3)
       Gerçekten de Terör Kanunu ile herhangi bir yeni suç tanımı getirilmez. İlk iki maddede, tam da Kazan'ın belirttiği gibi, her tür muhalefeti kapsayabilecek şekilde ucu açık olarak oluşturulmuş bir terör tanımı(4) ve bu tanımdaki "amaçlara" ulaşmak için tek başına ya da başkalarıyla birlikte faaliyet yürüten, yahut somut hiçbir şey yapmasa dahi ilk maddedeki amaçlardan birini hedefleyen örgüte üye olan kişiyi betimleyen terör suçlusu tanımı yapılır.
       Terör suçları başlığını taşıyan 3. ve 4. maddelerde ise sadece Türk Ceza Kanununa atıf yapılır.
       Şöyle ki, 3. maddede, Türk Ceza Kanununun "Millete ve Devlete Karşı Suçlar ve Son Hükümler" başlıklı dördüncü kısmının, "Devletin Güvenliğine Karşı Suçlar" başlıklı dördüncü bölümünde "iç tehdit" olarak kabul edebilecek suçlarla, "Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suçlar" başlıklı beşinci kısmın tamamı ve "Milli Savunmaya Karşı Suçlar" başlıklı altıncı kısmın bir maddesi için "bu suçlar terör suçudur" ifadesi kullanılmaktadır.
       3. maddede belirtilen bu "suçlar", rejimin korunması amacıyla siyasal muhalefeti hedef alan ve doğrudan "siyasi suç" tasnifi içerisinde yer alabilecek olan "suçlardır".
       Ancak kanunun 4. maddesi bu tanımı iyice genişleterek, cinayet, yaralama, konut dokunulmazlığını ihlal, eğitim öğretimin engellenmesi, yağma, mala zarar, uyuşturucu imal ve ticareti, kaçakçılık, yurt dışına tarihi eser kaçırma, evrakta sahtecilik, kalpazanlık, araç kaçırma, toprak işgali, orman yakma, suç işlemeye tahrik, suçu ve suçluyu övme, bilişim sistemlerine girme, bilişim verilerini bozma, kamu görevlisine görevi yaptırmamak için direnme gibi suçların yanı sıra, olağanüstü hal ilan edilmesine sebep olan suçların tamamı ile Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkında Kanunda tanımlanan suçları, hatta radyasyon yayma, atom enerjisi ile patlamaya sebebiyet verme, radyoaktif-biyolojik-kimyasal madde ithalatı yapma, suları zehirleme, sağlığı tehlikeye düşürme gibi genellikle sermaye tarafından işlenen ve dolayısıyla kovuşturmaya pek yer olmayan suçları ve Türk Ceza Kanununda tanımlanan daha pek çok suçu, "terör örgütünün faaliyeti çerçevesinde işlendiği takdirde terör suçu"(5) saymaktadır.
       Peki Terör Kanunu yeni bir suç tanımı yapmıyorsa ve terör suçunu tarif ederken, zaten TCK'da tanımlanan ve halihazırda bir cezai karşılığı bulunan suçları tekrar anmaktan başka bir şey yapmıyorsa, bu kanun ne işe yaramaktadır?
       Ancak cezadan söz açan her kanun, suç tanımı yapmaz. Bazısı da baskı aygıtının saldırı biçimini formüle eder. İşte bu kanun da, yalap şap bir "terör terörist" tanımı yapıp, TCK'da tanımlanan suçların epey bir kısmını "duruma göre" terör suçu sayacağını belirttikten sonra esas sözünü söyleyeceği yere gelmektedir.
       Kanunun 5. maddesi ve sonrası "terörist"in tabi tutulacağı muameleyi düzenlemektedir. Bunlar, cezalandırılırken yapılacak artırımları, yani TCK'da tanımlanan suçun aynını işleyen herhangi birine göre "teröristin" alacağı yarı oranında fazla cezayı, fazladan gözaltı süresini, yine aynı suçu işleyen ama "terörist" olmayan birinin gözaltında sahip olabileceği ancak "teröriste" tanınması mümkün olmayacak hakları (avukatla görüşme gibi), yargılanacağı olağanüstü mahkemeyi ve bu mahkemenin olağanüstü yetkilerini, "teröristin" yargılanması sırasında kısıtlanabilecek savunma hakkını, verilen cezanın infazının gerçekleşeceği "yüksek güvenlikli" olağanüstü hapishaneyi ve buradaki tecrit hücrelerini, yine "terörist" olmayan kişilerin cezalarının 2/3 infaz edildikten sonra yararlandığı şartlı tahliyeden, "teröristin", her şey yolunda giderse, ancak cezasının 3/4'ünün infazı gerçekleştikten sonra yararlandırılmasını ya da genel olarak gözlendiği gibi hiç yararlandırılmamasını sağlayan düzenlemeler ve bunların yanı sıra, polisin nasıl korunacağına, işkence sanığı olan polisin avukat giderlerinin devletçe nasıl karşılanacağına, terörle mücadele polisinin kimliğini açık edenin, anasından emdiği sütün nasıl burnundan getirileceğine vb. dair düzenlemelerdir.
       Görüldüğü gibi Terör Kanununda suç tanımı yapılmamasına rağmen, yargılamaya, cezaya ve infaza dair epeyce tarif yapılmaktadır.
       Bu tür kanunlar için, yürürlükteki bir diğer örnek de 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunudur. Orada da aynı Terör Kanununda olduğu gibi, yeni bir suç tanımı yapılmamasına rağmen, TCK'daki pek çok suça atıf yapılarak, bu suçların sıkıyönetim mahkemelerinin yetki alanında bulunduğu belirtilmiş, gözaltı, yargılama usulleri düzenlenmiştir.
       Ancak Sıkıyönetim Kanununu, Terör Kanununa göre daha "samimi" bulabiliriz. Çünkü bir kere, Sıkıyönetim kanununun bir savaş durumu kanunu olduğunu kimse inkar etmez. Diğer yandan ve daha önemlisi, Sıkıyönetim Kanunu, TCK'daki suçlara atıf yaparken, "bunlar sıkıyönetim suçudur" gibi anlamsız bir ifade kullanmaz. O suçları sıkıyönetim mahkemelerinin yetki alanında sayar, ama kanunun öngördüğü cezayı verir.
       Terör Kanunu ise, "Terör Suçu" diye bir tanım yapıyormuş gibi görünüp, yeni bir tanımlama getirmeden, bir yığın suçu bu kapsama alarak, anılan suçlara kanunun öngördüğü cezadan yarı oranında fazla ceza vermeyi öngörür.
       Ayrıca Sıkıyönetim Mahkemelerinin kararlarıyla TMK 10. madde ile yetkili olağanüstü mahkemelerin kararlarını kıyaslarsak, TMK 10. madde ile yetkili olağanüstü mahkemelerin "teröristi cezalandırırken" nasıl da eli açık olduğunu görürüz. Yine duruşma tutanaklarını kıyaslarsak, TMK 10. madde ile yetkili olağanüstü mahkemelerin yargılama sırasında, Sıkıyönetim Mahkemelerini rahatça geride bırakan düşmanca tavrını fark ederiz.
       Bu noktada Terör Kanununa yapılan en yaygın eleştiriyi hatırlatmakta yarar var.
       Daha önce belirttiğimiz gibi, Sıkıyönetim Kanunu, bir savaş durumu kanunudur ve hukukun "İstisna Hali" olarak tanımladığı hallerde uygulanır. Ancak Terör Kanunu her an yürürlüktedir ve zaman ve mekandan bağımsız olarak, yakalanan her "teröriste" uygulanır. Terörist tanımının da açık olmayışı, bu durumun, "olağanüstü halin olağanlaştırılması", "İstisna Hali'nin genelleştirilmesi" yoluyla bir sistem değişikliğine gidildiği yönünde yorumlar oluşmasına yol açmaktadır.
       Bu noktada Veli Yılmaz'ın şu ifadesini anmakta yarar var:
       "Her 'olağanüstü' yapılanma, olağan dönemin değerlerini ve ölçülerini zorlar, ama olağan değerlerin toplamının oluşturduğu değerler sisteminin dışında, apayrı bir kategori oluşturamaz." (6)
       Şu halde, "olağanüstü hal olağanlaştırılarak" bir sistem değişikliği yaratılmaz. Çünkü olağanüstü hal, zaten her zaman için emperyalist-kapitalist sistemin olağan haline içkindir.
       Olağanüstü hal, sınıf mücadelesinde, emperyalizm ve oligarşilerin içine düştüğü tehlike karşısında başvurduğu bir silahtır. Reel sosyalizmin çözülmeden, yani 3. bunalım döneminde gelişmiş kapitalist ülkelerde daha seyrek kullanılmakla birlikte, yeni sömürge ülkelerde yaygın ve bilindik bir biçimde kullanılıyordu. Ancak sınıf mücadelesinin şiddeti, emperyalizm ve oligarşilerin kullanacağı her yeni saldırılara karşı işçi sınıfı ve halkların direnci, her zaman emperyalizm ve oligarşiler için rahat bir ortam hazırlamıyordu. Özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde yaygın olağanüstü hal tedbirlerine başvurulmasında gösterilen çekincenin ana kaynağı işte bu, her silahın yeni silahlarla karşılanacağı olgusuydu. Yeni sömürge ülkelerde artan emperyalist baskılar, kurtuluş mücadelesi veren halkların direnci ise hem bunalımı derinleştiriyor, hem de emperyalizmin sonunu yaklaştırıyordu.
       Ancak reel sosyalizmin çözülmesi, sosyalizm adı altındaki revizyonizmin iflası, emperyalizmin "kızıl hayaletin kovulması" biçiminde halklara pompaladığı kara propaganda, bu süreçte yaşanan moral zaafiyet; emperyalizm ve oligarşiler için kullanmaya çekindiği silahları devreye koyması fırsatını ve böylece de yeni saldırı imkanlarını yarattı. Bir yanda yoğunlaşan neo-liberal sömürü, öte yandan bu sömürü modelinin doğrudan devamı olarak kapitalist devlet biçimlerinin yeniden yapılanması yalnız yeni sömürge ülkelerde değil, tüm gelişmiş kapitalist ülkeler için geçerli oldu; yeni sömürge ülkelerde faşizm süreklileşti, gelişmiş kapitalist ülkelerde burjuva dikkatörlüğü yeni biçimler aldı.
       Bu haliyle Terör Kanunları, bir savaş sonrası, galipler tarafından mağluplara kabul ettirilen bir mütarekeye benzetilebilir.
       Emperyalist-kapitalist sömürü düzeni statik değildir, sınıf mücadelesinin seyrine göre şekillenir. Bu bakımdan düzendeki her kıpırtıyı, sistem ya da rejim değişikliği olarak kabul etmek yersizdir. "Olağanüstü hal olağanlaşıyor, bu sistemsel bir değişikliktir" biçimindeki bir kabul, "olağan hal"e dair, burjuvazinin "demokrasi "yalanına inanmayı da beraberinde getirir.
       Kısacası Terör hukuku yoluyla, ceza kanunlarında belirtilen pek çok suçun istendiği takdirde siyasi suça dönüştürülebilmesi, "işleyenlerin" siyasi yargılamalara tabi tutulup cezalandırılabilmesi, herhangi bir sistemsel dönüşümden değil, emperyalizmin dönemsel, taktik siyasi üstünlüğünden kaynaklanmaktadır.

       II - Cezalandırma Erki ve İktidar İlişkisi
       "Ceza adaleti kimin elinde ise iktidar ondadır." (7)
       Her ne kadar "saf hukuk"un idealist savunucuları, "kuvvetler ayrılığı ve bağımsız yargı erki" sayesinde ceza adaleti ile siyasi iktidarın birbirinden uzak tutulabileceğini iddia ederek, bize itiraz edecek olsalar da, bizce bu sözü tersten okumak da mümkündür. Yani "İktidar kimin elineyse, ceza adaleti de ondadır."
       Bu cenahın, savımıza bir diğer itirazı da, "iktidarın müdahalesiyle gerçekleşen ceza yargılamasında "adalet" olmaz, iktidarın müdahalesi ile "adalet" kavramları yan yana gelmez" biçiminde olabilir.
       Bu itiraz da adaleti kör tanrıça Themis imgesiyle düşleyenlerin politik körlüğünün dışavurumudur, idealizmdir, gerçek değildir. Çünkü özel mülkiyet üzerinde biçim alan, bunun en son biçimi olan kapitalist bir toplumda, terazileri, kılıçları ve zarif entarileriyle dolaşan gözleri bağlı, akça pakça tanrıçalar yoktur. Üretici güçler, üretim ilişkileri ve bunun üzerinde biçim alan üst yapı kurumları vardır. Yine kapitalist bir toplumda, yasalar, gökten zembille inmiş evrensel ilkeler değillerdir. İktidarı ellerinde tutan sınıflarca yapılan ve en başta üretim ve mülkiyet ilişkilerini düzenleyen kurallardır.
       O halde, ne kadar "bağımsız yargı" salçası sürülmüş anlatımlarla gizlenmeye çalışılırsa çalışılsın, iktidarın sahibi, cezalandırma erkinin de sahibidir.
Bunu, tekelci burjuvazinin, siyasal iktidar üzerindeki ağırlığı güçlenir güçlenmez ona önüne gelene ceza yağdıracak düzenlemeler yapmasına bakarak kolayca anlayabiliriz. Reel sosyalizmin çözülmesi sonrası emperyalizmin, dönemsel galibiyetini "Terör Kanunları" koyarak kutlaması ve hemen her suçu istediği takdirde "terör suçu"tasnifi içerisine dahil ederek, "suçluları" siyasal yargılamaya tabi tutması, bu gerçeğin en basit delilidir.
       Bir önceki bölümde, Terör Kanununun TCK'nın dördüncü kısmı içerisinde yer alan doğrudan "siyasi suç" tasnifi kabul edebileceğimiz, "Devletin Güvenliğini Karşı Suçlar"la, "Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suçlar"ı, terör suçu olarak tanımladığını belirtmiştik. Diğer yandan Terör Kanunu, bu tasnifi aşarak, TCK'daki pek çok suça atıf yapıyor ve "cebir ve şiddet kullanılarak rejimin değiştirmeye çalışılmasını amaçladığı" takdirde hepsini birer terör suçu haline getiriyordu.(8)
       Şimdi biz bu tabloya biraz farklı bakacağız ve diyeceğiz ki: "Cebir ve şiddet kullanılarak rejimin değiştirilmeye çalışılmasını amaçlamayan tüm suçlar siyasi suçtur!"
       Bu tasnifin içerisine her tür adi cinayet, hırsızlık, soygun, yağma, cinsel saldırı, gasp, dolandırıcılık, uyuşturucu kaçakçılığı gibi suçların tamamı girer, bunların hepsi siyasi suçtur.
       Peki bu siyasi suçu işleyen kimdir? Katil mi? Hırsız mı? Uyuşturucu kaçakçısı mı?
       Hayır. Bu siyasi suçların hepsinin faili, yoksulluğun, yozlaşmanın, sömürünün her gün her an yeniden üretildiği bir siyasal düzenin iktidarına sahip bir sınıf olarak burjuvazinin kendisidir.

       III - "Hukukun Üstünlüğü", "Suç ve Cezanın Şahsiliği",
       "Yasalar Önünde Eşitlik" İlkelerine Bakış

       Şu soruyla başlayalım:
       "İktisadî ilişkiler, hukuksal kavramlar tarafından mı düzenlenmiştir, yoksa, tersine, hukuksal ilişkiler iktisadî kavramlardan mı doğar?" (9)
       Öncelikle Arapça bir kelime olan "hukuk" kelimesini Türkçeye çevirelim, Türk Dil Kurumu'nun tanımına bakarsak hukuk, "toplumu düzenleyen ve devletin yaptırım gücünü belirleyen yasaların bütünüdür."
       Eğer hukuk, devletin yaptırım gücünü belirleyen yasaların bütünü ise ve devletlerin kendisi de, onların yaptırım gücünü düzenleyen tüm yasalar da üretim ilişkileriyle birlikte ortaya çıktığına göre, Marx'ın "sorusunu", "hukuksal ilişkiler iktisadî kavramlardan doğar" biçiminde yanıtlayabiliriz.
       Demek ki hukuk, üretim ilişkilerinden bağımsız değerlendirilemez ve o halde sınıfların üstünde bir hukuk olamaz.
       Somutlarsak, bugün üretim araçlarının mülkiyetine sahip olan sınıf burjuvazi olduğuna göre burjuvazinin üzerinde bir hukuk olamaz.
       Bu noktada şu soru sorulabilir: burjuvazinin üzerinde bir hukuk olamazsa, hukukun üstünlüğü prensibi nerededir? Hukuk bu dar çemberin dışına çıkarılamaz mı? Burjuva hukukunu aşmak ve saf bir hukuk düzeni oluşturmak mümkün değil midir?
       Marx, burjuva hukukunun aşılmasının önkoşullarını şöyle sıralıyor:
       "Komünist toplumun daha yüksek bir evresinde, bireylerin işbölümüne kölece boyun eğmesinin ve onunla birlikte de kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkilerin ortadan kalkmasından sonra; emek, yalnızca yaşam aracı değil, yaşamın birincil gereksinmesi haline gelmesinden sonra; bireylerin her yönüyle gelişmesiyle birlikte, üretici güçlerin de artması ve bütün kolektif zenginlik kaynaklarının gürül gürül fışkırmasından sonra - ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları tümüyle aşılmış olacak."(10)
       Burada sözü Lenin'e devredelim:
       "Kuşkusuz burjuva hukuk, tüketim nesnelerinin bölüşümü bakımından, zorunlu olarak burjuva devlet'e dayanır; çünkü koyduğu kurallara uymaya zorlamaya yetenekli bir aygıt olmaksızın, hukuk hiçbir şey değildir." (11)
       Peki burjuva hukukunun dar ufukları tümüyle aşıldığında ne olacak? İşçi sınıfının ya da halkın hukuk kuralları mı egemen olacak? O zaman her şeyin üzerinde saf hukukla karşılaşabilecek miyiz? Burjuva hukuk burjuva devletine dayanıyorsa, burjuva devleti yıkıldığında, işçi sınıfının saf hukuk kurallarıyla bağlanan bir devlet aygıtı oluşturup artık "hukukun üstünlüğünden" söz edebilecek miyiz?
       Lenin'in bu sorulara cevabı çok nettir:
       "Burjuva hukuk kurallarından başka hukuk kuralı yoktur." (12)
       O halde biz, hiçbir zaman hukukun üstünlüğünün egemen olduğu özgür bir devlette yaşamayacak mıyız?
       Özgür bir devlet… Bu maalesef sorunlu bir ifade olmaktan öteye geçememektedir. Eğer ifadenin ne kastettiğini anlamaya çalışmayı bir yana bırakıp olduğu gibi kabul edersek, "özgür devlet"in pek de özlenecek bir şey olmadığını teslim etmemiz gerekir.
       Engels şöyle diyor:
       "Özgür bir devlet kendi yurttaşlarına karşı özgür olan devlettir. Yani despotik bir hükümeti olan devlettir. Devlet üzerine bu gibi gevezeliklere son vermek gerek (…) Devlet, savaşımda, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir devletten söz etmek saçmadır: proletaryanın devlete gereksinmesi olduğu sürece, o, bunu, özgürlük için değil hasımlarını altetmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi olanaklı olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır." (13)
       Toparlarsak, bilimsel sosyalizmin ustalarının da belirttiği gibi, burjuvazinin dar ufkunu aşarak bir proleter hukuk anlayışı oluşturmak, bu hukukun egemen kılındığı, özgür bir devlette mutlu yaşamak ancak düşsel bir dünyada mümkün olabilecektir. Çünkü temelden birbirine bağlı olan devlet ve hukuk, özgürlüğün gerçekten gelişmesine bağlı olarak sönecektir. Devlet ve hukuktan herhangi birinin varlığı, öbürünün de varlığını sürdürmesi demektir ve gerçek anlamda özgürlüğün varlığı ikisinin de yok olmasını gerektirmektedir.
       Özgür bir devletin var olamayacağını belirttik. Peki hukukun üstünlüğünün egemen olduğu bir devlet neye benzemektedir? Bu noktada, hukukun üstünlüğü ilkesine biraz dikkatli bakmak icap edecektir. Ve dikkatli bakıldığında bu ilkenin kaynağını burjuvazinin devlet aygıtını aristokrasiden koruma gayesinden aldığı rahatlıkla fark edilebilir.
       Burjuva devletinden önce, önceden belirlenmiş ve yasa koyucular da dahil olmak üzere herkesçe uyulması zorunlu bir yasalar bütününden yani hukuktan söz etmek olanaklı değildi. O güne dek kullanıla gelen feodal kanunlar ve kilise dogmaları, aristokrasinin gündelik tavırlarına ya da kilisenin fetvalarına göre değişkenlik gösteren ve kanun koyucuları bağlaması beklenmeyen, geçerliliği tebaa ile sınırlı kurallardı.
       Burjuvazinin devlet aygıtını eline geçirmesi sonrası ilk yaptığı şeylerden biri hukukun üstünlüğü prensibini kabul etmek olmuştur.
       Bu prensip sayesinde burjuvazi, devlet aygıtının işletilmesinde, önceden belirlenen kurallara, kendisi dahil herkesin tabi olması gerektiğini savunuyor, böylece her ne kadar bu kurallara tabi olmak zaman zaman kendi elini zayıflatacaksa da, aristokrasiyi ve diğer iktidar namzetlerini de kendi kurallarını kabul etmeye zorlayarak, bu iktidar namzetlerinin bir biçimde özel muameleye tabi tutulmasını ve kendi ittifak güçleri onlarla işbirliği yapsa dahi, en nihayet bu kurallara tabi olmanın dışına çıkamayacaklarından, iktidarının zaafa düşürülmesinin önüne geçmeyi amaçlıyordu.
       Aristokrasinin iktidar mücadelesi içerisinde herhangi bir yeri olmadığı günümüzde bu ilke çoğu zaman rafa kalkmakta, ancak burjuva iktidarını zorlayan herhangi bir ciddi reaksiyonda, iktidar düşmanları yargılanırken, yahut iktidarın zor araçları tahkim edilirken, sıklıkla "yüce yasalardan" dem vurularak, "hukukun üstünlüğü" ilkesine sığınılmaktadır.
       Burjuvazi hukukun üstünlüğünü, yani devletin tüm organlarının dahil olmak üzere, ülke içindeki tüm unsurların tamamının hukuk çerçevesinde hareket etmesi gerektiğini ve hiçbir unsurun kendini yasaların üzerinde göremeyeceğini savunurken, sanki bu yasalar herkesin doğal olarak uyması gereken evrensel doğrularmış gibi davranmaktadır. Yasaların uygulayıcısını da, kendini evrensel doğruların eline bırakmış yüce ve tarafsız bir erk gibi gösterir. Oysa bu yüce yasalar, burjuvazinin kendi icat ettiği baskı kurallarından başka bir şey değildir. Ve kolayca tahmin edilebileceği gibi her şeyden önce burjuva devletinin korunmasını, güvenliğinin sağlanmasını ve burjuva düzeninin devamının sağlanmasını hedefler.
       Pek çok ülkenin anayasasına, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ve benzeri uluslararası akitlere bakılırsa ne demek istediğimiz anlaşılacaktır.
       Örneğin "tapılası bir evrensel değer" kabul edilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, hak ve özgürlük dağıtmakta olduğu kadar onları sınırlama serbestisi tanıma noktasında da gayet bonkördür. Sözleşmenin ifade özgürlüğünü düzenleyen 10. maddesi, "Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir"(14) dedikten sonra ekliyor:
       "Bu madde devletlerin radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine tabi tutmalarına engel değildir.
       2.(…) bu özgürlüklerin kullanılması, yasayla öngörülen demokratik bir toplumda, ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu güvenliğinin korunması, kamu düzeninin korunması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması, gizli bilgilerin yayılmasının önlenmesi veya yargı erkinin yetki ve tarafsızlığının güvence altına alınması için gerekli olan bazı formaliteler, koşullar, sınırlamalar veya yaptırımlara tabi tutulabilir."(15)
       Yine sözleşme, toplantı ve dernek kurma özgürlüğünü düzenleyen 11. maddesinde "Herkes barışçıl olarak toplanma ve dernek kurma hakkına sahiptir."16 dedikten sonra, maddenin 2. fıkrasında, 10. maddenin 2. fıkrasındaki ifadelere benzer bir ifadeyi yineliyor. Bu maddenin 2. fıkrasında bulunan, 10. maddenin 2. fıkrasından farklı olan cümle ise şöyledir:
       "Bu madde, silahlı kuvvetler, kolluk kuvvetleri veya devlet idaresi mensuplarınca yukarıda anılan hakların kullanılmasına meşru sınırlamalar getirilmesine engel değildir."( 17)
       Şu halde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi dahi, asker ve polisin toplantı ve gösterilere müdahalesini "meşru" sınırlamalar biçiminde olduğu sürece kabul etmekte, ne idüğü belirsiz bir ahlakın bekçiliğini yapmakta ve "kamu düzeni" diyerek burjuva toplum düzenini, "ulusal güvenlik ve toprak bütünlüğü" diyerek, burjuva devletinin hakimiyet alanını korumaktadır. Bunların yanı sıra, sözleşmeye göre, hükümetin bazı politikaların sert biçimde eleştiren bir kimse, etkili bir konuşma ile dinleyicilerinin, TCK 312'de tanımlanan ve doğrudan siyasi suç tasnifi içerisinde saydığımız suçlardan biri olan, "hükümetin görevini yapmasını kısmen engellemeye teşebbüs" etmesini sağlayabileceği, yani suç işlenmesine sebep olabileceği gerekçesiyle yaptırıma tabi tutulmasında insan hakları açısından bir engel yoktur. Burada "suç işlenmesinin önlenmesi" ifadesi ile AİHS, önleyici tedbiri desteklemekte, suç daha oluşmadan, suçun işlenmesini önlemek amacıyla yaptırım uygulanmasını reddetmemektedir.
       Benzer şekilde, 1919 tarihli Schenck v. US kararında kaydedilen ve ifade özgürlüğüne ilişkin kıstaslar belirleme yolunda ilk düzenlemelerden kabul edilerek, her nasılsa "ifade özgürlüğünün uluslararası güvencesi"ymiş gibi muamele gören, "açık ve mevcut tehlike ölçütü", ifade özgürlüğünü suça teşvik ve tahrik halinde ya da oluşacak bir zararın önlenmesi amacıyla sınırlayabiliyor.
       Bütün bu örnekler hukukun neyi koruduğunu ve nelerden üstün olduğunu göstermektedir. Görülebileceği gibi, hukukun üstünlüğünü savunmak, aslında tam da burjuvazinin üstünlüğünü savunmaktır. Ve burjuvazinin, her tür ihtilaflı konuda yaptığı gibi ya da düzenin siyasal muhaliflerinin yargılanmasında da hukukun üstünlüğü prensibine ve son sözü saf ve yüce yasaların söyleyeceğine yaptığı vurgu, Themis'in entarisinin altına sığınır gibi görünerek aslında kendi sınıf egemenliğinin sarsılmazlığını perçinlemekten ibarettir.
       Düzenin siyasal muhaliflerinin yargılanması sırasında burjuvazinin durmadan gündeme getirdiği bir prensip daha vardır. O da "suç ve cezanın şahsiliği" prensibidir. Elbette burjuvazi bu prensibi tüm yargılamalarda uygular ama siyasal yargılamalarda bu uygulamanın, yazımızın "sonuç" kısmında değineceğimiz özel bir yeri vardır.
       Bu prensibe göre, suç ve ceza şahsidir, herkes kendi işlediği suçun ceza sorumluluğunu tek başına yüklenir. TCK'nın 20. maddesinde bu esas şöyle tanımlanıyor: Ceza sorumluluğu şahsidir. Kimse başkasının fiilinden ötürü sorumlu tutulamaz. Oysa "suçlu" işlediği suçun ceza sorumluluğunu tek başına yüklenirken, cezalandırma erki egemen sınıfın elindedir, yani toplumsaldır. Hukuki yaptırımın doğası gereği, cezanın kendisi de toplumsaldır.
       Burada şöyle bir sorunla karşılaşıyoruz, ceza toplumsalken, suç nasıl şahsi olabilmektedir?
       II. Bölümde, kendi siyasi suç tanımımızı yaparken, burjuvazinin egemenliğini yıkmayı amaçlamayan her suç, yani genel olarak "adi suç" olarak tanımlanan her suç, bizce burjuvazinin siyasal suçudur demiştik.
       Burjuvazi işte tam da bu yüzden her yargılamayı bu prensibe göre yapar. Böylece hırsızlıkla suçlanan sanığın, o ekmeği neden "çaldığı" değerlendirilirken, bu eylemin üretim ilişkilerinin doğal bir sonucu olduğu ortaya çıkmayacak ve buradan da mülkiyet hakkının niçin korunması gerektiği tartışılması açılmayacak ve bütün bu tartışmaların sonucunda bir sınıf olarak burjuvazi suçlanmayacaktır. Burjuvazi bu prensip sayesinde kendi siyasal suçunu ekmek "çalan" basit bir adamı yargılayıp, şu kadar sene ceza vererek örtbas etmektedir. Burjuvazinin suçunun ceza sorumluluğunun da tek başına ekmek "çalan" bir adama yüklendiği göz önüne alınırsa, ceza sorumluluğunun şahsiliği prensibi daha en baştan iflas etmeye mahkumdur. Zira ekmek "çalan" bu adam işlemediği bir suçun cezasını çekmektedir. Suçun aslı bir adamın bir ekmeği "çalması" değil, yığınların emek değerlerinin çalınması ve bir adamın ekmek "çalmaya" mahkum edilmesidir.
       Sonuç olarak şahsi suç yoktur. Gerçekten suç kabul edilebilecek her suç toplumsaldır dolayısıyla gerçekten suç kabul edilebilecek her suç siyasaldır.
       Bu noktada burjuvazinin dört elle sarılacağı bir diğer prensip ise "yasa önünde eşitlik" prensibidir. Yani prensibe göre, ekmek "çalan" bu adamla, ekmek fabrikasının sahibi yasalar karşısında eşit olacaklardır. Yine yasaları kendi çıkarları doğrultusunda yapan burjuvazi ile, hayatı boyunca onun ceza sorumluluğunu yüklenip duran kişi yasalar önünde eşit olacaklardır. Kırk beş kilo ağırlığında iştahsız bir adamla, doksan kiloluk bir boksörün önüne "eşit" miktarda yemekle beslenmesi ve sonra da ringde "eşit koşullarda" karşı karşıya çıkarılmasında ne kadar eşitlik varsa, yasalar önünde eşitlik prensibinde de o kadar eşitlik vardır.
       Lenin bu tür eşitlik anlayışına dair şöyle diyor:
       "Burjuva demokrasisi, insan kişiliğinin genel eşitliği görünüşü altında, mülk sahibi ile işçinin, sömüren ve sömürülenin biçimsel veya yasal eşitliğini ilan eder ve bunun sonucunda da ezilen sınıfları büyük bir aldanmaya sürükler. Meta üretimi ilişkilerinin bir yansıması olarak eşitlik düşüncesinin kendisi, insan kişiliğinin mutlak eşitliği bahanesiyle, burjuvazi tarafından sınıfların ortadan kaldırılmasında kullanılan bir silaha dönüştürülür." (18)
       Görüldüğü gibi, hukukun temel prensipleri diye allanıp pullanıp ünümüze konulan söylemler, tıpkı hukukun kendisi gibi burjuva devletinin ve sömürü düzeninin devamını sağlamaktan başka bir işe yaramamaktadır.

       Sonuç: Sorunun Marksist-Leninist Kavranışı
       Fazlaca genişlettiğimiz konuyu tekrar terör hukuku bahsine getirirsek, şunu söylemek mümkündür, emperyalizmin dönemsel zaferi ve geçici siyasi üstünlüğü sayesinde işlettiği terör kanunları, sınıf mücadelesinde burjuva baskı aygıtının, sosyalistlere, devrimcilere ve tüm muhalif kesimlere karşı en etkin biçimde kullanılması sonucunu doğurmaktadır.
       Kuşkusuz bu durum, devrimci kurtuluş mücadelesinin örgütlenme ve çalışma koşulları açısından belirli engeller teşkil etmektedir.
       Şu halde terör kanunlarının kaldırılmasını sağlamak, bu demokratik talepler için mücadele etmek devrimci kurtuluş mücadelesinin daha sağlıklı koşullarda, daha fazla imkânla yürütülmesi ve tutsak devrimcilerin tekrar alanda, halkın içinde mücadeleye katılabilmesi açısından tartışmasız bir kazanım olacaktır.
       Ancak bu sırada dikkat edilmesi gereken birkaç küçük, ama bir o kadar kritik nokta vardır.
       Öncelikle bilinmesi gerekir ki, kaynağını düşmanın, politik üstünlüğünden alan terör hukukuna karşı yürütülecek mücadele kesinlikle sadece "hukuk mücadelesi" değildir; "hukuk mücadelesi" bu temelde yürütülen mücadelenin bir parçasıdır, ama asıl olan buna karşı yürütülen politik mücadeledir. Politik mücadele, genel olarak ideolojik, ekonomik, demokratik mücadelelerin ana eksenidir, temel mücadele biçimidir. Sözünü ettiğimiz "hukuk mücadelesi" özünde devlete, oligarşiye karşı mücadeledir; burada politik mücadele temeldir, "hukuk mücadelesi" ise, bu temel mücadeleyi tamamlayan demokratik mücadelenin sadece bir biçimidir. Bu bakımdan tek başına "hukuk mücadelesi" hiçbir şeydir, politik mücadeleden ayrı, ondan bağımsız ele alınamaz.
       Yine bu mücadelenin gayesi, "burjuvaziyi kendi hukukuna uygun davranmaya zorlamak" gibi "yüce" bir amaç değil, yalnızca devrimci kurtuluş mücadelesinin sürdürülebilmesi bakımından kolaylaştırıcı bir takım pratik politik olanakların elde edilebilmesidir.
       Bu dar hedefi olduğundan biraz daha geniş yorumlamak devrimci kurtuluş mücadelesi açısından ciddi sorunlar oluşmasına sebep olabilir.
       Bu noktada İngiliz hukukçu Hugh Collins'in sözlerine bir göz atalım:
       "Marksist stratejinin köşetaşı olarak almak suretiyle, bazı hukuki koşulların işçi sınıfı hareketinin birleşmesi için gerekli olanakları artıracağı açıktır. Kullanışlı olabilecek hak türleri, siyasi örgütlere katılma, toplantı ve gösteri düzenleme ve yayın yapma özgürlüğüdür.
       (…) Elbette burada radikal için bir tehlike vardır, bu temel özgürlükler burjuva toplumunu dönüştürme ileri hedefinin araçları olmaktan çok, kendi içinde bir sonuç olarak algılanır. Bir başka deyişle, siyasi oluşumlara katılma ve etkili kampanyalar yürütme özgürlüğünün varlığı, eşit bir güç dağılımı ve gerçek bir özgürlük olarak algılanabilir. (…) Bir radikal için burjuva özgürlüklerin sağladığı özgür siyasi ajitasyon güvenceleri siyasetin amacı değildir. Komünist bir üretim tarzına dayalı gerçek bir demokrasiye doğru sıçrama tahtasıdır."(19)
       Gerçekten de bu tür pratik politik olanak mücadelelerinde, Collins'in de değindiği gibi kendi içinde bir tehlike vardır. Eğer bir Marksist- Leninist, mücadele sırasında bilimsel sosyalizmin yöntemlerini bir an için esnetirse şirazesini şaşırabilir ve bir anda ne için mücadele ettiğini unutarak kendini "hukukun evrensel ilkelerini" savunurken bulabilir. Bu çok ciddi bir taktiksel hata olacaktır. Mücadele perspektifi bir önceki bölümde söz ettiğimiz, "hukuk prensiplerini", "insan haklarını", "uluslararası sözleşmelerce tanınmış olan ifade özgürlüğünü" vesaire savunma noktasında seyrederse, özellikle ülkemiz gibi sürekli faşizmin olduğu ülkelerde, burjuva iktidarını tahkim etmekten, hayali "burjuva demokrasi" arayışlarından başka işe yaramaz.
       Yine böyle zamanlarda, sağlam bir politik hatta sahip olmayan, kafası karışık devrimci, kendini bir anda burjuva/küçük burjuva liberalleriyle aynı söylemleri paylaşırken bulur.
       Burada samimi Marksist-Leninist'i yanılgıya düşürecek birden fazla etken vardır. Kuşkusuz reformizm ve oportünizm bunlardan en tehlikelisidir. Politik hattını güçlü ve doğru istikamette oturtmamış olan devrimci, içine düşeceği söylem keşmekeşinde, kendine biçimsel olarak en doğru görünen söylemleri samimi biçimde savunur. Oysa çoğu zaman biçimsel olarak doğru olan bu söylemler, sınıf mücadelesinin üzerinin örtülmesinde kullanılmaktadır.
       Bir örnekle ne anlatmak istediğimizi açıklayalım. Hatırlanacağı üzere, yakın bir dönemde, ülkemizde, "üstünlerin hukuku değil, hukukun üstünlüğü" biçimindeki zırva ifade her köşebaşında karşımıza çıkmaktaydı. Bu, zırva bir ifadedir çünkü "hukukun üstünlüğü" ile "üstünlerin hukuku" aynı şeydir.
       Bu konuda, ülkemiz reformist yayınlarından birinde şu ifadelere yer veriliyordu:
       "Bir ülkede düşünsel ortama egemen olan sıradanlığın ve kısırlığın, birbirine zıt gibi görünen iki şaşmaz göstergesi vardır.
       Birinci gösterge: Aslında aklıyla zoru olmadıkça hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir deyiş, ha bire yineleniyorsa ortada bir sorun var demektir.
(…) Birinci göstergenin örneği 'üstünlerin hukuku değil, hukukun üstünlüğü' lafıdır.
Herhangi birinin buna karşı çıkıp, 'yok arkadaş, ben üstünlerin hukukundan yanayım' demesi mümkün müdür?
       Aslında kapitalist toplumlarda hukukun daha en başından 'üstünleri' gözetecek şekilde, yani üstünlerin hukuku olarak kurulduğu gerçeğini bir yana bırakalım. Diyelim, hiç olmazsa mevcut hukuk sistemi içinde yargılamalar adil yapılsın, kararlar adil verilsin isteniyor. İyi, ama sıradan hırsızlık, cinayet, yolsuzluk vb. vakalarını bir yana bıraktığımızda siz şimdiye kadar dünyada olsun Türkiye'de olsun önemli siyasal olaylarda üstünlerin değil de hukukun üstün geldiği kaç örnek verebilirsiniz?
       Böyle olaylarda hukukun üstünlüğünden söz etmek saçmadır, başat olan, o uğrağın üstünleri her kimse, de facto onların hukukudur." (20)
       "Aklıyla zoru olmadıkça hiç kimsenin itiraz edemeyeceği" bu deyişe biz itiraz ediyoruz. Üstelik bunu yazının devamında belirtildiği gibi, "zaten 'de facto' üstünlerin hukuku var", gibi dolaylı söylemlerle değil doğrudan söylemin mantığına dönük olarak yapıyoruz.
       Bu tavrımız, kaynağını, III. bölümde aktardığımız, bilimsel sosyalizmin ustalarının saptamalarından ve üretim ilişkilerini nesnel gerçekliğinden almaktadır.
       Devamla yazar, "aslında kapitalist toplumlarda hukukun daha en başından 'üstünleri' gözetecek şekilde, yani üstünlerin hukuku olarak kurulduğu gerçeği"ne -hemen bir yana bırakıvermesine rağmen- değiniyor. Merak ediyoruz hangi toplumda "hukuk", "üstünleri gözetmeyecek şekilde" kuruluyormuş? Proletaryanın devrimci diktatörlüğünde denirse bu doğru değildir, zira biz proletaryanın devrimci diktatörlüğüne bir geçiş dönemi olarak ve Engels'in de tabiriyle "hasımlarımızı alt etmek için" ihtiyaç duyuyoruz ve geçiş döneminde hala burjuva hukuk tümden aşılmamıştır. Lenin'in de belirttiği gibi,
       "Komünist toplumun (genellikle sosyalizm adı verilen) ilk evresinde, "burjuva hukuk" tamamen değil, ancak ekonomik devrimin yapıldığı ölçüde, yani ancak üretim araçlarıyla ilgili yürürlükten kaldırılmıştır." (21)
       Ancak komünist toplumun üst evresinde herhangi bir biçimde "üstünleri gözetecek hukuktan" söz edilemez, çünkü en başta bu toplumda "üstünler" yoktur. Ancak bir detay daha var ki, bu toplumda hukuk da yoktur. Kendisi devletle birlikte "sönmüştür."
       Neyin ne olduğunu kendisi de gayet iyi bilen yazarın, tamamen karmaşanın egemen olduğu, her konuya şöyle değinip, hemen bir yana bırakıverdiği yazısında, aslında tek yaptığı ortalığı bulandırıp kavramları birbirine karıştırma yoluyla "hukuk"la uzlaşarak, kendi reformist amaçlarının yolunu yapmaya çalışmaktır.
İşte reformist oportünist çarptırmalar derken bu gibi halleri kastediyoruz.
       Devrimci kurtuluş mücadelesinde, işlevli araçlardan etkin biçimde yararlanmak adına terör hukukuna karşı yürütülen mücadele, asla "doğal hukuk" ya da "hukukun üstünlüğü" gibi kavramlarla uzlaşmayı içinde barındırmaz. Bu mücadele süresince, terör mahkemelerindeki adaletsizliğin teşhirini, kesinlikle burjuvaziyi "hukuka ve yasalara uygun davranmaya davet ederek" burjuva hukukla uzlaşmak yoluyla değil, ama tam tersine hukukun ne olduğunu, en genel ve anlaşılır biçimiyle işçi sınıfına ve tüm devrimci sınıflara kavratarak gerçekleştirmelidir. Bunun dışındaki yöntemler, devrimci sınıf bilincinin oluşmasını geciktirerek tarihsel bir hataya yol açabilir.
       Ayrıca, devrimci sınıf bilincini yükseltme ve hukukun kapsamlı teşhirine girme görevini üstlenmeden terör hukukuna karşı yürütülecek mücadelede, hukuk prensipleriyle yapılacak sözümona pragmatik uzlaşmaların yaratacağı ciddi pratik zafiyetler de mevcuttur.
       Örnek verecek olursak, mevcut terör kanunlarına göre, bir "terör örgütünün" yöneticisi, örgütün diğer bileşenlerince "işlenen suçların" her birinden, ayrı ayrı sorumlu tutulmaktadır. Benzer şekilde, basın yoluyla propagandayı düzenleyen kanun maddesiyle de, "basın özgürlüğü" kapsamında bir "terör örgütü" ile ilgili haber yapan gazeteciye, bir ilişkisi olmayan "terör örgütünün" haberini yaptığı eyleminden dolayı ceza sorumluluğu yüklenebilmektedir.
       Bunlar daha kanunun yürürlüğe ilk konduğu zamanda da, küçük burjuva liberal hukukçuların aydın bir kesimi tarafından, hem suç ve cezanın şahsiliği prensibine, hem de TCK'nın 20. maddesindeki ceza sorumluluğunun şahsiliği tanımına aykırı bulunmuş ve itirazlara yol açmıştı.
       Küçük burjuva liberal aydınlarının itirazları, bilimsel olmamakla birlikte kendi sınıfsal bakışı açısından yerinde ve tutarlıdır. Ancak Marksist-Leninistler itiraz noktasını onlardan kopya eder ve teşhiri bu biçimde gerçekleştirirlerse, bu devrimci kurtuluş mücadelesi açısından ciddi anlamda sorunlu bir tavır olur.
       Yazımızın II. Bölümünde burjuvazinin toplumsal sorunları "bireysel suç" kategorisine indirgeyerek kendini temize çıkardığını görmüştük. Burjuvazi bu indirgemeci prensibini, düzenin siyasal muhalifleri için, doğrudan toplumsal eylemi bireysel "suç" görüntüsüyle yansıtma biçiminde tecrit etme amacıyla uygular. Böylece sınıf mücadelesinin, sanki tek tek devrimcilerle, hukukun üstünlüğünün egemen olduğu tarafsız devlet iktidarı arasında bir kapışmaymış gibi bir görüntü alması amaçlanmaktadır.
       Benzer şekilde, gündelik siyasette, dar pragmatik kazançlar elde etmek uğruna, örneğin işkenceci bir polisin üç beş yıl ceza almasıyla, halka "gördünüz mü bakın, işte bu ülkede işkence var" diyebilmek uğruna, "yasalar önünde eşitlik" ilkesini savunma gafletine düşen kişi ya da anlayış, aslında sömürücülerle eşit koşullarda "hukuk" mücadelesi vermeyi kabul etmiş olur.
       Marksist- Leninistler mücadele biçimlerini seçerken, liberalizmin ya da reformizin bilim dışı lafızlarına kapılmamaya, kendilerini "burjuva hukukunun dar ufkuna" sıkıştırmamaya özen göstermelidirler.
       Bunun tek yolu politik düzeyi yüksek tutmak, hiçbir koşulda bilimsellikten sapmamak, ve her zaman, her sorunu bilimsel sosyalist, maddeci metotlarla tahlil etmektir.
       Terör Hukukuna karşı mücadelede, Marksist-Leninistlerin neler kazanabileceği açıkça bellidir. Bu talepler uğruna mücadele demokratik kazanımları sağlar ama bunlar nihai kazanımlar değildir.
       Bu noktada, Marksist-Leninistler terör kanunlarının kaldırılması, engellenen mücadele alanlarının açılması ve tutsak devrimcilerin halkın içinde mücadeleye dönmesi için, bu mücadelede diretmelidirler. Ama bunu kurulu düzene "burjuva hukuk" kazanımları kazandırmak değil, sürekli faşizmin, onun hukukunun topyekün teşhirini gerçekleştirerek ve proletarya ile birlikte tüm devrimci sınıfların, burjuvaziye ve onun hukuk düzenine karşı devrimci sınıf bilincini yükselterek yapmalıdırlar. Unutmayalım, biz "hukuk toplumu" değil, komünist toplum istiyoruz.
                                   KASIM 2013

Dipnotlar:
1) Terör Hukuku Avrupa Birliği Demokrasisi, Veli Yılmaz, Hak Sınırlama Hakkının Evrensel Ölçütleri
2) Onlar İfadeye Çağırdı Biz Dergi Çıkarıyoruz, İstanbul Barosu Başkanı Av. Turgut Kazan, İstanbul Barosu Dergisi Anti Terör Yasası Özel Sayısı, Nisan-Mayıs-Haziran 1991
3) a.g.y.
4) Son aylarda hep birlikte görmekte olduğumuz "çevreci terör"e karşı devlet, TMK'yı işleterek, 1991 yılında Terör Kanunu oluşturulurken yapılan öngörüleri doğrulamıştır.
5) 3713 Sayılı Terörle Mücadele Kanunu
6) Terör Hukuku Avrupa Birliği Demokrasisi, Veli Yılmaz, İç-Savaş Hukuku
7) Devlet Güvenlik Mahkemeleri Hakkında TBB Yönetim Kurulu Raporu, 1976
8) Burada bir noktayı atlamamakta fayda var, küçük burjuva reformistlerimizin esas itirazı ikinci noktada gözlenir. Burjuva demokrasisinin evrensel ilkelerine sıkıca bağlı olan bu kimseler, "cebir ve şiddet kullanılarak rejimin değiştirilmeye çalışılmasının" siyasi suç tasnifi içerisinde yer almasına itiraz etmezler. Onları asıl endişelendiren tüm diğer suçların "bu amaçla işlenebileceği" ve bu takdirde hepsinin siyasi suç tasnifi içerisinde yer alacağı hükmüdür. Böylece düşünce özgürlüğü, kişi hak ve özgürlükleri gibi "evrensel değerler" tehdit altına girecektir.
9) Gotha Programının Eleştirisi, Karl Marx, Alman İşçi partisi Programının Kenar Notları, I. Bölüm
10) a.g.y.
11) Devlet ve İhtilal, V.I. Lenin, Bölüm V. Devletin Sönmesinin Ekonomik Temelleri, 4. Komünist Toplumun Üst Evresi
12) Devlet ve İhtilal, V.I. Lenin, Bölüm V. Devletin Sönmesinin Ekonomik Temelleri, 3. Komünist Toplumun Birinci Evresi
13) A. Bebel'e Mektup, Friedrich Engels
14) Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi
15) a.g.y.
16) a.g.y.
17) a.g.y.
18) Lenin'den aktaran: Evgeny Pashukanis, Lenin ve Hukuksal Sorunlar, Çağımızda Hukuk ve Toplum, Yaz 2008
19) Marksizm ve Hukuk, Hugh Collins, 6. Sınıflar Mücadelesi ve Hukukun Üstünlüğü, Hukukun Biçimi
20) Saf Olmak Zorunda mıyız?, Metin Çulhaoğlu, Sol, 13 Ekim 2013
21) Devlet ve İhtilal, V.I. Lenin, Bölüm V. Devletin Sönmesinin Ekonomik Temelleri, 3. Komünist Toplumun Birinci Evresi

 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
YönetimYeri: Şehit Muhtar Mah. Yoğurtçu Faik Sokak No: 12-14 Kat: 4
Beyoğlu/İSTANBUL