Reel
sosyalizmin, yani Sovyetler Birliği ve diğer doğu
bloğu ülkelerindeki rejimlerin yıkılmasıyla birlikte,
emperyalizm, yeni bir saldırı dönemi başlattı.
Emperyalist güçler ve burjuva ideologları "sosyalizmin
öldüğünü", "tarihin sonu"nun geldiğini
ilan etti; artık "kızıl hayaletin" yeryüzünü
ilelebet terk ettiği söyleniyordu. Bu aynı zamanda
hem kapitalist sömürü modelinde yeni bir dönemi
işaret ediyordu; hem de bundan kaynaklanan tüm
çelişkiler yeniden biçim alıyordu.
"Komünizm
tehditi" yeryüzünden silindiğine göre, sosyalizme
ve halk hareketlerine karşı geliştirilen anti-komünist
yasalar ne olacaktı? Büyük bir yalanla, korkunç
bir demagojiyle "demokrasinin zaferi"nden,
"özgürlük ve demokrasi" için yeni bir
dönemden bahsedildi; anti-komünist yasalar kalktı
yerini anti-terör yasaları aldı. Oysa sergilenen
şey, basit bir komediden ibaretti. Emperyalizmin
"silah gömme" görüntüsüyle yaptığı şey
aslında, dönemsel zaferinin gücünden ve sınıf
hareketinin yaşadığı moral zaafiyetten yararlanarak,
anti-komünist yasaları anti-terör yasalarıyla
ikame etmekti.
Nitekim,
anti-komünist yasaların yerini alan anti-terör
yasaları, somut bir hedefe yönelmiyor, gerektiğinde
düzenin her çeşit siyasal muhalifini "terörist"
tanımı içerisine alabiliyor ve geçmiş dönemde,
"olağanüstü" durumlarda uygulanabileceği
kabul edilmiş olan özel tedbirleri genel bir yaklaşım
haline dönüştürüyordu.
Veli
Yılmaz, 1993 yılında bu durumu şöyle anlatıyor:
"Soğuk
Savaş Döneminde ve uzantısı yıllarda Batı sistemi,
komünizmi önleme yasaları ile, yıkıcı cereyanlara
karşı savaş yasaları ile, 141- 142 benzeri yasalarla
kendini güvencede hissediyordu. Soğuk Savaş yılları
Amerikasında görüldüğü gibi yıkıcı cereyanlara
karşı savaş yasaları, kendi doğal gelişmesi içerisinde
anti- terör yasalarına, devlet terörünü meşrulaştıran
yasalara evrildi.
(…)
'Terörizm' tehlikesi karşısında, insanın 'tehlikeli'
bir biçimde haklarını kullanması karşısında, sistem,
kendisini hukuki bir zırhla korumaya, hukuki zırhını
sağlamlaştırmaya gereksinim duyuyor.
Yunanistan
ve Büyük Britanya örnek alınabilir; düşünce ve
basın özgürlüğü artık Terör Yasalarının ördüğü
duvara çarparak kırılıyor. Yunanistan'da 7 büyük
gazetenin genel yayın yönetmenleri, 1991 Eylülünde
tutuklanıyor. BBC Dünya Servisi, ilk kez 1985
yılında susuyor. (…) 'Suç' ve 'terör' tanımına
yeni bir açıklık getiriliyor. Almanya'da her tür
siyasal etkinliğin, daha baskıcı koşullarda, 'terör'
tanımı içerisine yerleştirilmesi mümkün hale geliyor.
Türkiye'de
(…) TCK'nın 141-142. madde hükümleri Terör Yasasına
aktarılıyor. (…) Her tür muhalif siyasal etkinliğin,
yasal platformda Terör Yasasıyla karşılanması
amaçlanıyor. 1991 Nisanında yürürlüğe giren Terör
Yasası, Büyük Britanya'nın 1974 tarihli Terör
Yasası ile ve Almanya'da Ceza Yasası'na eklenen
29/a maddesi ile çok büyük bir paralellik gösteriyor."
(1)
Alıntıda
belirtilen, TCK 141-142. maddelerin "kaldırılmasından"
sonra 1991 yılında kabul edilen Terörle Mücadele
Kanunu, yine terör yasalarının tüm dünyadaki seyrine
paralel olarak, 2000'lerde, 11 Eylül saldırıları
sonrası emperyalist terör politikaları doğrultusunda
genişletilerek halen yürürlükte olan halini aldı.
Her
türlü ifade ve örgütlenme olanağının önünde yüksek
bir duvar ören ve baskı güçlerine "kanuni
yollardan" sınırsız saldırı imkanı veren
terör yasaları, şüphesiz ki devrimci mücadelenin
önünde bir engel teşkil etmektedir; işçi sınıfı
ve halklara yönelik, devletin niteliğini de açığa
çıkaran açık bir saldırıdır.
Bu
yazımızda, özel olarak bu tür terör yasaları yoluyla
uygulanan terör hukukuna karşı takınılması gereken
tavır ve mücadele perspektifi, genel olarak ise
hukuk düzenine nasıl yaklaşım içinde olmalıyız;
bu konularda birkaç noktaya kısaca değineceğiz.
İlk
olarak mevcut Terör Kanunu'nun neyin nesi olduğuna
bir göz atalım.
I
- Terör Hukuku:
Süresiz
Sıkıyönetim
Türkiye'de
"3713 Numaralı Terörle Mücadele Kanunu",
diğer bir değişle Terör Kanunu, kendisine dönük
geniş bir muhalefetin -devrimci ve demokrat çevrelerle,
"hukukun evrensel ilkeleriyle, düşünce özgürlüğünün
ve savunma hakkının" yılmaz savucusu aydın
kesimlerin, hukuk örgütlerinin ve baroların- itirazlarını
göğüsleyip 12 Nisan 1991'de kabul edildi.
O
tarihte İstanbul Barosu Başkanı olan Av. Turgut
Kazan, "Hepimiz terörden bunalmıştık, bu
doğruydu. Teröre mutlaka engel olunmalıydı."
(2) diyerek terörle arasına muayyen bir mesafe
koymayı da unutmadığı yazısında, henüz kabul edilmiş
olan kanunla ilgili olarak şöyle diyordu:
"Sınırı,
tanımı ve unsurları belirsiz yepyeni düşünce suçları
üretiyorlar. Basının haber verme, insanların haber
alma hakkını sınırlıyorlar. Gazete sahipleri ve
yazı işleri müdürleri için bir fırtına estiriyorlar.
İşkenceye arka çıkıyorlar. Kolluk güçlerini suç
işlemeye özendiriyorlar. Adam öldüren polis için
tutuklama yasağı getirmenin, başka hiçbir anlamı
yoktur. Bu anlayış devlet terörü yaratır ve korktuğumuz
terörü kaşıyıp kışkırtır.
(…)
Bilindiği gibi bu yasaya 'Terörle Mücadele YASASI'
deniliyor. Gerçekten 3. madde 'Terör Suçları',
4. madde 'Terör Amacıyla İşlenen Suçlar' başlığını
taşıyor. Bu maddeleri dikkatle okuyorsunuz, hiç
yeni suç yaratılmıyor. TCY'na atıf yapılıp bırakılıyor.
O zaman, 1. ve 2. maddelere bakıyor, durup düşünüyorsunuz.
İlkine "terörün tanımı", ikincisine
"terör suçlusu" başlıkları konulmuş.
Dikkat ediyorsunuz 1. maddedeki terör tanımının
3 ve 4. maddedeki terör suçlarıyla ilgisi yok.
Tümüyle düşünceyi amaçlayan apayrı bir düzenleme
yapılıyor. (…) Kim ki, 1. maddede sayılan amaçlara
ulaşmak için, yine 1. maddede belirlenen yöntemleri
izlerse terörist sayılacaktır. Örneğin bir muhalefet
partisinin anayasadaki ekonomik düzeni değiştirmek
amacıyla miting yapması veya çevreci bir grubun
kol kola girerek koruluktaki ağaçları kesmeye
giden belediye görevlerinin önüne yatması terör
tanımına tastamam uyacaktır. Çünkü 1. olayda anayasadaki
ekonomik düzeni değiştirmenin, 2. olayda devlet
otoritesini zaafa uğratmanın amaçlandığı ve miting
yapıp bağırarak veya görevlilerin önüne yatarak
sindirme, baskı, korkutma yöntemlerinin uygulandığı
benimsenip insanlar mahkum edilebilir. Elbet,
böyle bir terör tanımına karşı çıkmamız gerekir."
(3)
Gerçekten
de Terör Kanunu ile herhangi bir yeni suç tanımı
getirilmez. İlk iki maddede, tam da Kazan'ın belirttiği
gibi, her tür muhalefeti kapsayabilecek şekilde
ucu açık olarak oluşturulmuş bir terör tanımı(4)
ve bu tanımdaki "amaçlara" ulaşmak için
tek başına ya da başkalarıyla birlikte faaliyet
yürüten, yahut somut hiçbir şey yapmasa dahi ilk
maddedeki amaçlardan birini hedefleyen örgüte
üye olan kişiyi betimleyen terör suçlusu tanımı
yapılır.
Terör
suçları başlığını taşıyan 3. ve 4. maddelerde
ise sadece Türk Ceza Kanununa atıf yapılır.
Şöyle
ki, 3. maddede, Türk Ceza Kanununun "Millete
ve Devlete Karşı Suçlar ve Son Hükümler"
başlıklı dördüncü kısmının, "Devletin Güvenliğine
Karşı Suçlar" başlıklı dördüncü bölümünde
"iç tehdit" olarak kabul edebilecek
suçlarla, "Anayasal Düzene ve Bu Düzenin
İşleyişine Karşı Suçlar" başlıklı beşinci
kısmın tamamı ve "Milli Savunmaya Karşı Suçlar"
başlıklı altıncı kısmın bir maddesi için "bu
suçlar terör suçudur" ifadesi kullanılmaktadır.
3.
maddede belirtilen bu "suçlar", rejimin
korunması amacıyla siyasal muhalefeti hedef alan
ve doğrudan "siyasi suç" tasnifi içerisinde
yer alabilecek olan "suçlardır".
Ancak
kanunun 4. maddesi bu tanımı iyice genişleterek,
cinayet, yaralama, konut dokunulmazlığını ihlal,
eğitim öğretimin engellenmesi, yağma, mala zarar,
uyuşturucu imal ve ticareti, kaçakçılık, yurt
dışına tarihi eser kaçırma, evrakta sahtecilik,
kalpazanlık, araç kaçırma, toprak işgali, orman
yakma, suç işlemeye tahrik, suçu ve suçluyu övme,
bilişim sistemlerine girme, bilişim verilerini
bozma, kamu görevlisine görevi yaptırmamak için
direnme gibi suçların yanı sıra, olağanüstü hal
ilan edilmesine sebep olan suçların tamamı ile
Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler
Hakkında Kanunda tanımlanan suçları, hatta radyasyon
yayma, atom enerjisi ile patlamaya sebebiyet verme,
radyoaktif-biyolojik-kimyasal madde ithalatı yapma,
suları zehirleme, sağlığı tehlikeye düşürme gibi
genellikle sermaye tarafından işlenen ve dolayısıyla
kovuşturmaya pek yer olmayan suçları ve Türk Ceza
Kanununda tanımlanan daha pek çok suçu, "terör
örgütünün faaliyeti çerçevesinde işlendiği takdirde
terör suçu"(5) saymaktadır.
Peki
Terör Kanunu yeni bir suç tanımı yapmıyorsa ve
terör suçunu tarif ederken, zaten TCK'da tanımlanan
ve halihazırda bir cezai karşılığı bulunan suçları
tekrar anmaktan başka bir şey yapmıyorsa, bu kanun
ne işe yaramaktadır?
Ancak
cezadan söz açan her kanun, suç tanımı yapmaz.
Bazısı da baskı aygıtının saldırı biçimini formüle
eder. İşte bu kanun da, yalap şap bir "terör
terörist" tanımı yapıp, TCK'da tanımlanan
suçların epey bir kısmını "duruma göre"
terör suçu sayacağını belirttikten sonra esas
sözünü söyleyeceği yere gelmektedir.
Kanunun
5. maddesi ve sonrası "terörist"in tabi
tutulacağı muameleyi düzenlemektedir. Bunlar,
cezalandırılırken yapılacak artırımları, yani
TCK'da tanımlanan suçun aynını işleyen herhangi
birine göre "teröristin" alacağı yarı
oranında fazla cezayı, fazladan gözaltı süresini,
yine aynı suçu işleyen ama "terörist"
olmayan birinin gözaltında sahip olabileceği ancak
"teröriste" tanınması mümkün olmayacak
hakları (avukatla görüşme gibi), yargılanacağı
olağanüstü mahkemeyi ve bu mahkemenin olağanüstü
yetkilerini, "teröristin" yargılanması
sırasında kısıtlanabilecek savunma hakkını, verilen
cezanın infazının gerçekleşeceği "yüksek
güvenlikli" olağanüstü hapishaneyi ve buradaki
tecrit hücrelerini, yine "terörist"
olmayan kişilerin cezalarının 2/3 infaz edildikten
sonra yararlandığı şartlı tahliyeden, "teröristin",
her şey yolunda giderse, ancak cezasının 3/4'ünün
infazı gerçekleştikten sonra yararlandırılmasını
ya da genel olarak gözlendiği gibi hiç yararlandırılmamasını
sağlayan düzenlemeler ve bunların yanı sıra, polisin
nasıl korunacağına, işkence sanığı olan polisin
avukat giderlerinin devletçe nasıl karşılanacağına,
terörle mücadele polisinin kimliğini açık edenin,
anasından emdiği sütün nasıl burnundan getirileceğine
vb. dair düzenlemelerdir.
Görüldüğü
gibi Terör Kanununda suç tanımı yapılmamasına
rağmen, yargılamaya, cezaya ve infaza dair epeyce
tarif yapılmaktadır.
Bu
tür kanunlar için, yürürlükteki bir diğer örnek
de 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunudur. Orada da
aynı Terör Kanununda olduğu gibi, yeni bir suç
tanımı yapılmamasına rağmen, TCK'daki pek çok
suça atıf yapılarak, bu suçların sıkıyönetim mahkemelerinin
yetki alanında bulunduğu belirtilmiş, gözaltı,
yargılama usulleri düzenlenmiştir.
Ancak
Sıkıyönetim Kanununu, Terör Kanununa göre daha
"samimi" bulabiliriz. Çünkü bir kere,
Sıkıyönetim kanununun bir savaş durumu kanunu
olduğunu kimse inkar etmez. Diğer yandan ve daha
önemlisi, Sıkıyönetim Kanunu, TCK'daki suçlara
atıf yaparken, "bunlar sıkıyönetim suçudur"
gibi anlamsız bir ifade kullanmaz. O suçları sıkıyönetim
mahkemelerinin yetki alanında sayar, ama kanunun
öngördüğü cezayı verir.
Terör
Kanunu ise, "Terör Suçu" diye bir tanım
yapıyormuş gibi görünüp, yeni bir tanımlama getirmeden,
bir yığın suçu bu kapsama alarak, anılan suçlara
kanunun öngördüğü cezadan yarı oranında fazla
ceza vermeyi öngörür.
Ayrıca
Sıkıyönetim Mahkemelerinin kararlarıyla TMK 10.
madde ile yetkili olağanüstü mahkemelerin kararlarını
kıyaslarsak, TMK 10. madde ile yetkili olağanüstü
mahkemelerin "teröristi cezalandırırken"
nasıl da eli açık olduğunu görürüz. Yine duruşma
tutanaklarını kıyaslarsak, TMK 10. madde ile yetkili
olağanüstü mahkemelerin yargılama sırasında, Sıkıyönetim
Mahkemelerini rahatça geride bırakan düşmanca
tavrını fark ederiz.
Bu
noktada Terör Kanununa yapılan en yaygın eleştiriyi
hatırlatmakta yarar var.
Daha
önce belirttiğimiz gibi, Sıkıyönetim Kanunu, bir
savaş durumu kanunudur ve hukukun "İstisna
Hali" olarak tanımladığı hallerde uygulanır.
Ancak Terör Kanunu her an yürürlüktedir ve zaman
ve mekandan bağımsız olarak, yakalanan her "teröriste"
uygulanır. Terörist tanımının da açık olmayışı,
bu durumun, "olağanüstü halin olağanlaştırılması",
"İstisna Hali'nin genelleştirilmesi"
yoluyla bir sistem değişikliğine gidildiği yönünde
yorumlar oluşmasına yol açmaktadır.
Bu
noktada Veli Yılmaz'ın şu ifadesini anmakta yarar
var:
"Her
'olağanüstü' yapılanma, olağan dönemin değerlerini
ve ölçülerini zorlar, ama olağan değerlerin toplamının
oluşturduğu değerler sisteminin dışında, apayrı
bir kategori oluşturamaz." (6)
Şu
halde, "olağanüstü hal olağanlaştırılarak"
bir sistem değişikliği yaratılmaz. Çünkü olağanüstü
hal, zaten her zaman için emperyalist-kapitalist
sistemin olağan haline içkindir.
Olağanüstü
hal, sınıf mücadelesinde, emperyalizm ve oligarşilerin
içine düştüğü tehlike karşısında başvurduğu bir
silahtır. Reel sosyalizmin çözülmeden, yani 3.
bunalım döneminde gelişmiş kapitalist ülkelerde
daha seyrek kullanılmakla birlikte, yeni sömürge
ülkelerde yaygın ve bilindik bir biçimde kullanılıyordu.
Ancak sınıf mücadelesinin şiddeti, emperyalizm
ve oligarşilerin kullanacağı her yeni saldırılara
karşı işçi sınıfı ve halkların direnci, her zaman
emperyalizm ve oligarşiler için rahat bir ortam
hazırlamıyordu. Özellikle gelişmiş kapitalist
ülkelerde yaygın olağanüstü hal tedbirlerine başvurulmasında
gösterilen çekincenin ana kaynağı işte bu, her
silahın yeni silahlarla karşılanacağı olgusuydu.
Yeni sömürge ülkelerde artan emperyalist baskılar,
kurtuluş mücadelesi veren halkların direnci ise
hem bunalımı derinleştiriyor, hem de emperyalizmin
sonunu yaklaştırıyordu.
Ancak
reel sosyalizmin çözülmesi, sosyalizm adı altındaki
revizyonizmin iflası, emperyalizmin "kızıl
hayaletin kovulması" biçiminde halklara pompaladığı
kara propaganda, bu süreçte yaşanan moral zaafiyet;
emperyalizm ve oligarşiler için kullanmaya çekindiği
silahları devreye koyması fırsatını ve böylece
de yeni saldırı imkanlarını yarattı. Bir yanda
yoğunlaşan neo-liberal sömürü, öte yandan bu sömürü
modelinin doğrudan devamı olarak kapitalist devlet
biçimlerinin yeniden yapılanması yalnız yeni sömürge
ülkelerde değil, tüm gelişmiş kapitalist ülkeler
için geçerli oldu; yeni sömürge ülkelerde faşizm
süreklileşti, gelişmiş kapitalist ülkelerde burjuva
dikkatörlüğü yeni biçimler aldı.
Bu
haliyle Terör Kanunları, bir savaş sonrası, galipler
tarafından mağluplara kabul ettirilen bir mütarekeye
benzetilebilir.
Emperyalist-kapitalist
sömürü düzeni statik değildir, sınıf mücadelesinin
seyrine göre şekillenir. Bu bakımdan düzendeki
her kıpırtıyı, sistem ya da rejim değişikliği
olarak kabul etmek yersizdir. "Olağanüstü
hal olağanlaşıyor, bu sistemsel bir değişikliktir"
biçimindeki bir kabul, "olağan hal"e
dair, burjuvazinin "demokrasi "yalanına
inanmayı da beraberinde getirir.
Kısacası
Terör hukuku yoluyla, ceza kanunlarında belirtilen
pek çok suçun istendiği takdirde siyasi suça dönüştürülebilmesi,
"işleyenlerin" siyasi yargılamalara
tabi tutulup cezalandırılabilmesi, herhangi bir
sistemsel dönüşümden değil, emperyalizmin dönemsel,
taktik siyasi üstünlüğünden kaynaklanmaktadır.
II
- Cezalandırma Erki ve İktidar İlişkisi
"Ceza
adaleti kimin elinde ise iktidar ondadır."
(7)
Her
ne kadar "saf hukuk"un idealist savunucuları,
"kuvvetler ayrılığı ve bağımsız yargı erki"
sayesinde ceza adaleti ile siyasi iktidarın birbirinden
uzak tutulabileceğini iddia ederek, bize itiraz
edecek olsalar da, bizce bu sözü tersten okumak
da mümkündür. Yani "İktidar kimin elineyse,
ceza adaleti de ondadır."
Bu
cenahın, savımıza bir diğer itirazı da, "iktidarın
müdahalesiyle gerçekleşen ceza yargılamasında
"adalet" olmaz, iktidarın müdahalesi
ile "adalet" kavramları yan yana gelmez"
biçiminde olabilir.
Bu
itiraz da adaleti kör tanrıça Themis imgesiyle
düşleyenlerin politik körlüğünün dışavurumudur,
idealizmdir, gerçek değildir. Çünkü özel mülkiyet
üzerinde biçim alan, bunun en son biçimi olan
kapitalist bir toplumda, terazileri, kılıçları
ve zarif entarileriyle dolaşan gözleri bağlı,
akça pakça tanrıçalar yoktur. Üretici güçler,
üretim ilişkileri ve bunun üzerinde biçim alan
üst yapı kurumları vardır. Yine kapitalist bir
toplumda, yasalar, gökten zembille inmiş evrensel
ilkeler değillerdir. İktidarı ellerinde tutan
sınıflarca yapılan ve en başta üretim ve mülkiyet
ilişkilerini düzenleyen kurallardır.
O
halde, ne kadar "bağımsız yargı" salçası
sürülmüş anlatımlarla gizlenmeye çalışılırsa çalışılsın,
iktidarın sahibi, cezalandırma erkinin de sahibidir.
Bunu, tekelci burjuvazinin, siyasal iktidar üzerindeki
ağırlığı güçlenir güçlenmez ona önüne gelene ceza
yağdıracak düzenlemeler yapmasına bakarak kolayca
anlayabiliriz. Reel sosyalizmin çözülmesi sonrası
emperyalizmin, dönemsel galibiyetini "Terör
Kanunları" koyarak kutlaması ve hemen her
suçu istediği takdirde "terör suçu"tasnifi
içerisine dahil ederek, "suçluları"
siyasal yargılamaya tabi tutması, bu gerçeğin
en basit delilidir.
Bir
önceki bölümde, Terör Kanununun TCK'nın dördüncü
kısmı içerisinde yer alan doğrudan "siyasi
suç" tasnifi kabul edebileceğimiz, "Devletin
Güvenliğini Karşı Suçlar"la, "Anayasal
Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suçlar"ı,
terör suçu olarak tanımladığını belirtmiştik.
Diğer yandan Terör Kanunu, bu tasnifi aşarak,
TCK'daki pek çok suça atıf yapıyor ve "cebir
ve şiddet kullanılarak rejimin değiştirmeye çalışılmasını
amaçladığı" takdirde hepsini birer terör
suçu haline getiriyordu.(8)
Şimdi
biz bu tabloya biraz farklı bakacağız ve diyeceğiz
ki: "Cebir ve şiddet kullanılarak rejimin
değiştirilmeye çalışılmasını amaçlamayan tüm suçlar
siyasi suçtur!"
Bu
tasnifin içerisine her tür adi cinayet, hırsızlık,
soygun, yağma, cinsel saldırı, gasp, dolandırıcılık,
uyuşturucu kaçakçılığı gibi suçların tamamı girer,
bunların hepsi siyasi suçtur.
Peki
bu siyasi suçu işleyen kimdir? Katil mi? Hırsız
mı? Uyuşturucu kaçakçısı mı?
Hayır.
Bu siyasi suçların hepsinin faili, yoksulluğun,
yozlaşmanın, sömürünün her gün her an yeniden
üretildiği bir siyasal düzenin iktidarına sahip
bir sınıf olarak burjuvazinin kendisidir.
III
- "Hukukun Üstünlüğü", "Suç ve
Cezanın Şahsiliği",
"Yasalar
Önünde Eşitlik" İlkelerine Bakış
Şu
soruyla başlayalım:
"İktisadî
ilişkiler, hukuksal kavramlar tarafından mı düzenlenmiştir,
yoksa, tersine, hukuksal ilişkiler iktisadî kavramlardan
mı doğar?" (9)
Öncelikle
Arapça bir kelime olan "hukuk" kelimesini
Türkçeye çevirelim, Türk Dil Kurumu'nun tanımına
bakarsak hukuk, "toplumu düzenleyen ve devletin
yaptırım gücünü belirleyen yasaların bütünüdür."
Eğer
hukuk, devletin yaptırım gücünü belirleyen yasaların
bütünü ise ve devletlerin kendisi de, onların
yaptırım gücünü düzenleyen tüm yasalar da üretim
ilişkileriyle birlikte ortaya çıktığına göre,
Marx'ın "sorusunu", "hukuksal ilişkiler
iktisadî kavramlardan doğar" biçiminde yanıtlayabiliriz.
Demek
ki hukuk, üretim ilişkilerinden bağımsız değerlendirilemez
ve o halde sınıfların üstünde bir hukuk olamaz.
Somutlarsak,
bugün üretim araçlarının mülkiyetine sahip olan
sınıf burjuvazi olduğuna göre burjuvazinin üzerinde
bir hukuk olamaz.
Bu
noktada şu soru sorulabilir: burjuvazinin üzerinde
bir hukuk olamazsa, hukukun üstünlüğü prensibi
nerededir? Hukuk bu dar çemberin dışına çıkarılamaz
mı? Burjuva hukukunu aşmak ve saf bir hukuk düzeni
oluşturmak mümkün değil midir?
Marx,
burjuva hukukunun aşılmasının önkoşullarını şöyle
sıralıyor:
"Komünist
toplumun daha yüksek bir evresinde, bireylerin
işbölümüne kölece boyun eğmesinin ve onunla birlikte
de kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkilerin
ortadan kalkmasından sonra; emek, yalnızca yaşam
aracı değil, yaşamın birincil gereksinmesi haline
gelmesinden sonra; bireylerin her yönüyle gelişmesiyle
birlikte, üretici güçlerin de artması ve bütün
kolektif zenginlik kaynaklarının gürül gürül fışkırmasından
sonra - ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları
tümüyle aşılmış olacak."(10)
Burada
sözü Lenin'e devredelim:
"Kuşkusuz
burjuva hukuk, tüketim nesnelerinin bölüşümü bakımından,
zorunlu olarak burjuva devlet'e dayanır; çünkü
koyduğu kurallara uymaya zorlamaya yetenekli bir
aygıt olmaksızın, hukuk hiçbir şey değildir."
(11)
Peki
burjuva hukukunun dar ufukları tümüyle aşıldığında
ne olacak? İşçi sınıfının ya da halkın hukuk kuralları
mı egemen olacak? O zaman her şeyin üzerinde saf
hukukla karşılaşabilecek miyiz? Burjuva hukuk
burjuva devletine dayanıyorsa, burjuva devleti
yıkıldığında, işçi sınıfının saf hukuk kurallarıyla
bağlanan bir devlet aygıtı oluşturup artık "hukukun
üstünlüğünden" söz edebilecek miyiz?
Lenin'in
bu sorulara cevabı çok nettir:
"Burjuva
hukuk kurallarından başka hukuk kuralı yoktur."
(12)
O
halde biz, hiçbir zaman hukukun üstünlüğünün egemen
olduğu özgür bir devlette yaşamayacak mıyız?
Özgür
bir devlet… Bu maalesef sorunlu bir ifade olmaktan
öteye geçememektedir. Eğer ifadenin ne kastettiğini
anlamaya çalışmayı bir yana bırakıp olduğu gibi
kabul edersek, "özgür devlet"in pek
de özlenecek bir şey olmadığını teslim etmemiz
gerekir.
Engels
şöyle diyor:
"Özgür
bir devlet kendi yurttaşlarına karşı özgür olan
devlettir. Yani despotik bir hükümeti olan devlettir.
Devlet üzerine bu gibi gevezeliklere son vermek
gerek (…) Devlet, savaşımda, devrimde devrim düşmanlarını
bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici
bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre, özgür
halkçı bir devletten söz etmek saçmadır: proletaryanın
devlete gereksinmesi olduğu sürece, o, bunu, özgürlük
için değil hasımlarını altetmek için kullanacaktır.
Ve özgürlükten söz edilmesi olanaklı olduğu gün,
devlet, devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır."
(13)
Toparlarsak,
bilimsel sosyalizmin ustalarının da belirttiği
gibi, burjuvazinin dar ufkunu aşarak bir proleter
hukuk anlayışı oluşturmak, bu hukukun egemen kılındığı,
özgür bir devlette mutlu yaşamak ancak düşsel
bir dünyada mümkün olabilecektir. Çünkü temelden
birbirine bağlı olan devlet ve hukuk, özgürlüğün
gerçekten gelişmesine bağlı olarak sönecektir.
Devlet ve hukuktan herhangi birinin varlığı, öbürünün
de varlığını sürdürmesi demektir ve gerçek anlamda
özgürlüğün varlığı ikisinin de yok olmasını gerektirmektedir.
Özgür
bir devletin var olamayacağını belirttik. Peki
hukukun üstünlüğünün egemen olduğu bir devlet
neye benzemektedir? Bu noktada, hukukun üstünlüğü
ilkesine biraz dikkatli bakmak icap edecektir.
Ve dikkatli bakıldığında bu ilkenin kaynağını
burjuvazinin devlet aygıtını aristokrasiden koruma
gayesinden aldığı rahatlıkla fark edilebilir.
Burjuva
devletinden önce, önceden belirlenmiş ve yasa
koyucular da dahil olmak üzere herkesçe uyulması
zorunlu bir yasalar bütününden yani hukuktan söz
etmek olanaklı değildi. O güne dek kullanıla gelen
feodal kanunlar ve kilise dogmaları, aristokrasinin
gündelik tavırlarına ya da kilisenin fetvalarına
göre değişkenlik gösteren ve kanun koyucuları
bağlaması beklenmeyen, geçerliliği tebaa ile sınırlı
kurallardı.
Burjuvazinin
devlet aygıtını eline geçirmesi sonrası ilk yaptığı
şeylerden biri hukukun üstünlüğü prensibini kabul
etmek olmuştur.
Bu
prensip sayesinde burjuvazi, devlet aygıtının
işletilmesinde, önceden belirlenen kurallara,
kendisi dahil herkesin tabi olması gerektiğini
savunuyor, böylece her ne kadar bu kurallara tabi
olmak zaman zaman kendi elini zayıflatacaksa da,
aristokrasiyi ve diğer iktidar namzetlerini de
kendi kurallarını kabul etmeye zorlayarak, bu
iktidar namzetlerinin bir biçimde özel muameleye
tabi tutulmasını ve kendi ittifak güçleri onlarla
işbirliği yapsa dahi, en nihayet bu kurallara
tabi olmanın dışına çıkamayacaklarından, iktidarının
zaafa düşürülmesinin önüne geçmeyi amaçlıyordu.
Aristokrasinin
iktidar mücadelesi içerisinde herhangi bir yeri
olmadığı günümüzde bu ilke çoğu zaman rafa kalkmakta,
ancak burjuva iktidarını zorlayan herhangi bir
ciddi reaksiyonda, iktidar düşmanları yargılanırken,
yahut iktidarın zor araçları tahkim edilirken,
sıklıkla "yüce yasalardan" dem vurularak,
"hukukun üstünlüğü" ilkesine sığınılmaktadır.
Burjuvazi
hukukun üstünlüğünü, yani devletin tüm organlarının
dahil olmak üzere, ülke içindeki tüm unsurların
tamamının hukuk çerçevesinde hareket etmesi gerektiğini
ve hiçbir unsurun kendini yasaların üzerinde göremeyeceğini
savunurken, sanki bu yasalar herkesin doğal olarak
uyması gereken evrensel doğrularmış gibi davranmaktadır.
Yasaların uygulayıcısını da, kendini evrensel
doğruların eline bırakmış yüce ve tarafsız bir
erk gibi gösterir. Oysa bu yüce yasalar, burjuvazinin
kendi icat ettiği baskı kurallarından başka bir
şey değildir. Ve kolayca tahmin edilebileceği
gibi her şeyden önce burjuva devletinin korunmasını,
güvenliğinin sağlanmasını ve burjuva düzeninin
devamının sağlanmasını hedefler.
Pek
çok ülkenin anayasasına, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesine ve benzeri uluslararası akitlere
bakılırsa ne demek istediğimiz anlaşılacaktır.
Örneğin
"tapılası bir evrensel değer" kabul
edilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, hak ve
özgürlük dağıtmakta olduğu kadar onları sınırlama
serbestisi tanıma noktasında da gayet bonkördür.
Sözleşmenin ifade özgürlüğünü düzenleyen 10. maddesi,
"Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir"(14)
dedikten sonra ekliyor:
"Bu
madde devletlerin radyo, televizyon ve sinema
işletmelerini bir izin rejimine tabi tutmalarına
engel değildir.
2.(…)
bu özgürlüklerin kullanılması, yasayla öngörülen
demokratik bir toplumda, ulusal güvenliğin, toprak
bütünlüğünün veya kamu güvenliğinin korunması,
kamu düzeninin korunması ve suç işlenmesinin önlenmesi,
sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve
haklarının korunması, gizli bilgilerin yayılmasının
önlenmesi veya yargı erkinin yetki ve tarafsızlığının
güvence altına alınması için gerekli olan bazı
formaliteler, koşullar, sınırlamalar veya yaptırımlara
tabi tutulabilir."(15)
Yine
sözleşme, toplantı ve dernek kurma özgürlüğünü
düzenleyen 11. maddesinde "Herkes barışçıl
olarak toplanma ve dernek kurma hakkına sahiptir."16
dedikten sonra, maddenin 2. fıkrasında, 10. maddenin
2. fıkrasındaki ifadelere benzer bir ifadeyi yineliyor.
Bu maddenin 2. fıkrasında bulunan, 10. maddenin
2. fıkrasından farklı olan cümle ise şöyledir:
"Bu
madde, silahlı kuvvetler, kolluk kuvvetleri veya
devlet idaresi mensuplarınca yukarıda anılan hakların
kullanılmasına meşru sınırlamalar getirilmesine
engel değildir."( 17)
Şu
halde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi dahi, asker
ve polisin toplantı ve gösterilere müdahalesini
"meşru" sınırlamalar biçiminde olduğu
sürece kabul etmekte, ne idüğü belirsiz bir ahlakın
bekçiliğini yapmakta ve "kamu düzeni"
diyerek burjuva toplum düzenini, "ulusal
güvenlik ve toprak bütünlüğü" diyerek, burjuva
devletinin hakimiyet alanını korumaktadır. Bunların
yanı sıra, sözleşmeye göre, hükümetin bazı politikaların
sert biçimde eleştiren bir kimse, etkili bir konuşma
ile dinleyicilerinin, TCK 312'de tanımlanan ve
doğrudan siyasi suç tasnifi içerisinde saydığımız
suçlardan biri olan, "hükümetin görevini
yapmasını kısmen engellemeye teşebbüs" etmesini
sağlayabileceği, yani suç işlenmesine sebep olabileceği
gerekçesiyle yaptırıma tabi tutulmasında insan
hakları açısından bir engel yoktur. Burada "suç
işlenmesinin önlenmesi" ifadesi ile AİHS,
önleyici tedbiri desteklemekte, suç daha oluşmadan,
suçun işlenmesini önlemek amacıyla yaptırım uygulanmasını
reddetmemektedir.
Benzer
şekilde, 1919 tarihli Schenck v. US kararında
kaydedilen ve ifade özgürlüğüne ilişkin kıstaslar
belirleme yolunda ilk düzenlemelerden kabul edilerek,
her nasılsa "ifade özgürlüğünün uluslararası
güvencesi"ymiş gibi muamele gören, "açık
ve mevcut tehlike ölçütü", ifade özgürlüğünü
suça teşvik ve tahrik halinde ya da oluşacak bir
zararın önlenmesi amacıyla sınırlayabiliyor.
Bütün
bu örnekler hukukun neyi koruduğunu ve nelerden
üstün olduğunu göstermektedir. Görülebileceği
gibi, hukukun üstünlüğünü savunmak, aslında tam
da burjuvazinin üstünlüğünü savunmaktır. Ve burjuvazinin,
her tür ihtilaflı konuda yaptığı gibi ya da düzenin
siyasal muhaliflerinin yargılanmasında da hukukun
üstünlüğü prensibine ve son sözü saf ve yüce yasaların
söyleyeceğine yaptığı vurgu, Themis'in entarisinin
altına sığınır gibi görünerek aslında kendi sınıf
egemenliğinin sarsılmazlığını perçinlemekten ibarettir.
Düzenin
siyasal muhaliflerinin yargılanması sırasında
burjuvazinin durmadan gündeme getirdiği bir prensip
daha vardır. O da "suç ve cezanın şahsiliği"
prensibidir. Elbette burjuvazi bu prensibi tüm
yargılamalarda uygular ama siyasal yargılamalarda
bu uygulamanın, yazımızın "sonuç" kısmında
değineceğimiz özel bir yeri vardır.
Bu
prensibe göre, suç ve ceza şahsidir, herkes kendi
işlediği suçun ceza sorumluluğunu tek başına yüklenir.
TCK'nın 20. maddesinde bu esas şöyle tanımlanıyor:
Ceza sorumluluğu şahsidir. Kimse başkasının fiilinden
ötürü sorumlu tutulamaz. Oysa "suçlu"
işlediği suçun ceza sorumluluğunu tek başına yüklenirken,
cezalandırma erki egemen sınıfın elindedir, yani
toplumsaldır. Hukuki yaptırımın doğası gereği,
cezanın kendisi de toplumsaldır.
Burada
şöyle bir sorunla karşılaşıyoruz, ceza toplumsalken,
suç nasıl şahsi olabilmektedir?
II.
Bölümde, kendi siyasi suç tanımımızı yaparken,
burjuvazinin egemenliğini yıkmayı amaçlamayan
her suç, yani genel olarak "adi suç"
olarak tanımlanan her suç, bizce burjuvazinin
siyasal suçudur demiştik.
Burjuvazi
işte tam da bu yüzden her yargılamayı bu prensibe
göre yapar. Böylece hırsızlıkla suçlanan sanığın,
o ekmeği neden "çaldığı" değerlendirilirken,
bu eylemin üretim ilişkilerinin doğal bir sonucu
olduğu ortaya çıkmayacak ve buradan da mülkiyet
hakkının niçin korunması gerektiği tartışılması
açılmayacak ve bütün bu tartışmaların sonucunda
bir sınıf olarak burjuvazi suçlanmayacaktır. Burjuvazi
bu prensip sayesinde kendi siyasal suçunu ekmek
"çalan" basit bir adamı yargılayıp,
şu kadar sene ceza vererek örtbas etmektedir.
Burjuvazinin suçunun ceza sorumluluğunun da tek
başına ekmek "çalan" bir adama yüklendiği
göz önüne alınırsa, ceza sorumluluğunun şahsiliği
prensibi daha en baştan iflas etmeye mahkumdur.
Zira ekmek "çalan" bu adam işlemediği
bir suçun cezasını çekmektedir. Suçun aslı bir
adamın bir ekmeği "çalması" değil, yığınların
emek değerlerinin çalınması ve bir adamın ekmek
"çalmaya" mahkum edilmesidir.
Sonuç
olarak şahsi suç yoktur. Gerçekten suç kabul edilebilecek
her suç toplumsaldır dolayısıyla gerçekten suç
kabul edilebilecek her suç siyasaldır.
Bu
noktada burjuvazinin dört elle sarılacağı bir
diğer prensip ise "yasa önünde eşitlik"
prensibidir. Yani prensibe göre, ekmek "çalan"
bu adamla, ekmek fabrikasının sahibi yasalar karşısında
eşit olacaklardır. Yine yasaları kendi çıkarları
doğrultusunda yapan burjuvazi ile, hayatı boyunca
onun ceza sorumluluğunu yüklenip duran kişi yasalar
önünde eşit olacaklardır. Kırk beş kilo ağırlığında
iştahsız bir adamla, doksan kiloluk bir boksörün
önüne "eşit" miktarda yemekle beslenmesi
ve sonra da ringde "eşit koşullarda"
karşı karşıya çıkarılmasında ne kadar eşitlik
varsa, yasalar önünde eşitlik prensibinde de o
kadar eşitlik vardır.
Lenin
bu tür eşitlik anlayışına dair şöyle diyor:
"Burjuva
demokrasisi, insan kişiliğinin genel eşitliği
görünüşü altında, mülk sahibi ile işçinin, sömüren
ve sömürülenin biçimsel veya yasal eşitliğini
ilan eder ve bunun sonucunda da ezilen sınıfları
büyük bir aldanmaya sürükler. Meta üretimi ilişkilerinin
bir yansıması olarak eşitlik düşüncesinin kendisi,
insan kişiliğinin mutlak eşitliği bahanesiyle,
burjuvazi tarafından sınıfların ortadan kaldırılmasında
kullanılan bir silaha dönüştürülür." (18)
Görüldüğü
gibi, hukukun temel prensipleri diye allanıp pullanıp
ünümüze konulan söylemler, tıpkı hukukun kendisi
gibi burjuva devletinin ve sömürü düzeninin devamını
sağlamaktan başka bir işe yaramamaktadır.
Sonuç:
Sorunun Marksist-Leninist Kavranışı
Fazlaca
genişlettiğimiz konuyu tekrar terör hukuku bahsine
getirirsek, şunu söylemek mümkündür, emperyalizmin
dönemsel zaferi ve geçici siyasi üstünlüğü sayesinde
işlettiği terör kanunları, sınıf mücadelesinde
burjuva baskı aygıtının, sosyalistlere, devrimcilere
ve tüm muhalif kesimlere karşı en etkin biçimde
kullanılması sonucunu doğurmaktadır.
Kuşkusuz
bu durum, devrimci kurtuluş mücadelesinin örgütlenme
ve çalışma koşulları açısından belirli engeller
teşkil etmektedir.
Şu
halde terör kanunlarının kaldırılmasını sağlamak,
bu demokratik talepler için mücadele etmek devrimci
kurtuluş mücadelesinin daha sağlıklı koşullarda,
daha fazla imkânla yürütülmesi ve tutsak devrimcilerin
tekrar alanda, halkın içinde mücadeleye katılabilmesi
açısından tartışmasız bir kazanım olacaktır.
Ancak
bu sırada dikkat edilmesi gereken birkaç küçük,
ama bir o kadar kritik nokta vardır.
Öncelikle
bilinmesi gerekir ki, kaynağını düşmanın, politik
üstünlüğünden alan terör hukukuna karşı yürütülecek
mücadele kesinlikle sadece "hukuk mücadelesi"
değildir; "hukuk mücadelesi" bu temelde
yürütülen mücadelenin bir parçasıdır, ama asıl
olan buna karşı yürütülen politik mücadeledir.
Politik mücadele, genel olarak ideolojik, ekonomik,
demokratik mücadelelerin ana eksenidir, temel
mücadele biçimidir. Sözünü ettiğimiz "hukuk
mücadelesi" özünde devlete, oligarşiye karşı
mücadeledir; burada politik mücadele temeldir,
"hukuk mücadelesi" ise, bu temel mücadeleyi
tamamlayan demokratik mücadelenin sadece bir biçimidir.
Bu bakımdan tek başına "hukuk mücadelesi"
hiçbir şeydir, politik mücadeleden ayrı, ondan
bağımsız ele alınamaz.
Yine
bu mücadelenin gayesi, "burjuvaziyi kendi
hukukuna uygun davranmaya zorlamak" gibi
"yüce" bir amaç değil, yalnızca devrimci
kurtuluş mücadelesinin sürdürülebilmesi bakımından
kolaylaştırıcı bir takım pratik politik olanakların
elde edilebilmesidir.
Bu
dar hedefi olduğundan biraz daha geniş yorumlamak
devrimci kurtuluş mücadelesi açısından ciddi sorunlar
oluşmasına sebep olabilir.
Bu
noktada İngiliz hukukçu Hugh Collins'in sözlerine
bir göz atalım:
"Marksist
stratejinin köşetaşı olarak almak suretiyle, bazı
hukuki koşulların işçi sınıfı hareketinin birleşmesi
için gerekli olanakları artıracağı açıktır. Kullanışlı
olabilecek hak türleri, siyasi örgütlere katılma,
toplantı ve gösteri düzenleme ve yayın yapma özgürlüğüdür.
(…)
Elbette burada radikal için bir tehlike vardır,
bu temel özgürlükler burjuva toplumunu dönüştürme
ileri hedefinin araçları olmaktan çok, kendi içinde
bir sonuç olarak algılanır. Bir başka deyişle,
siyasi oluşumlara katılma ve etkili kampanyalar
yürütme özgürlüğünün varlığı, eşit bir güç dağılımı
ve gerçek bir özgürlük olarak algılanabilir. (…)
Bir radikal için burjuva özgürlüklerin sağladığı
özgür siyasi ajitasyon güvenceleri siyasetin amacı
değildir. Komünist bir üretim tarzına dayalı gerçek
bir demokrasiye doğru sıçrama tahtasıdır."(19)
Gerçekten
de bu tür pratik politik olanak mücadelelerinde,
Collins'in de değindiği gibi kendi içinde bir
tehlike vardır. Eğer bir Marksist- Leninist, mücadele
sırasında bilimsel sosyalizmin yöntemlerini bir
an için esnetirse şirazesini şaşırabilir ve bir
anda ne için mücadele ettiğini unutarak kendini
"hukukun evrensel ilkelerini" savunurken
bulabilir. Bu çok ciddi bir taktiksel hata olacaktır.
Mücadele perspektifi bir önceki bölümde söz ettiğimiz,
"hukuk prensiplerini", "insan haklarını",
"uluslararası sözleşmelerce tanınmış olan
ifade özgürlüğünü" vesaire savunma noktasında
seyrederse, özellikle ülkemiz gibi sürekli faşizmin
olduğu ülkelerde, burjuva iktidarını tahkim etmekten,
hayali "burjuva demokrasi" arayışlarından
başka işe yaramaz.
Yine
böyle zamanlarda, sağlam bir politik hatta sahip
olmayan, kafası karışık devrimci, kendini bir
anda burjuva/küçük burjuva liberalleriyle aynı
söylemleri paylaşırken bulur.
Burada
samimi Marksist-Leninist'i yanılgıya düşürecek
birden fazla etken vardır. Kuşkusuz reformizm
ve oportünizm bunlardan en tehlikelisidir. Politik
hattını güçlü ve doğru istikamette oturtmamış
olan devrimci, içine düşeceği söylem keşmekeşinde,
kendine biçimsel olarak en doğru görünen söylemleri
samimi biçimde savunur. Oysa çoğu zaman biçimsel
olarak doğru olan bu söylemler, sınıf mücadelesinin
üzerinin örtülmesinde kullanılmaktadır.
Bir
örnekle ne anlatmak istediğimizi açıklayalım.
Hatırlanacağı üzere, yakın bir dönemde, ülkemizde,
"üstünlerin hukuku değil, hukukun üstünlüğü"
biçimindeki zırva ifade her köşebaşında karşımıza
çıkmaktaydı. Bu, zırva bir ifadedir çünkü "hukukun
üstünlüğü" ile "üstünlerin hukuku"
aynı şeydir.
Bu
konuda, ülkemiz reformist yayınlarından birinde
şu ifadelere yer veriliyordu:
"Bir
ülkede düşünsel ortama egemen olan sıradanlığın
ve kısırlığın, birbirine zıt gibi görünen iki
şaşmaz göstergesi vardır.
Birinci
gösterge: Aslında aklıyla zoru olmadıkça hiç kimsenin
itiraz edemeyeceği bir deyiş, ha bire yineleniyorsa
ortada bir sorun var demektir.
(…) Birinci göstergenin örneği 'üstünlerin hukuku
değil, hukukun üstünlüğü' lafıdır.
Herhangi birinin buna karşı çıkıp, 'yok arkadaş,
ben üstünlerin hukukundan yanayım' demesi mümkün
müdür?
Aslında
kapitalist toplumlarda hukukun daha en başından
'üstünleri' gözetecek şekilde, yani üstünlerin
hukuku olarak kurulduğu gerçeğini bir yana bırakalım.
Diyelim, hiç olmazsa mevcut hukuk sistemi içinde
yargılamalar adil yapılsın, kararlar adil verilsin
isteniyor. İyi, ama sıradan hırsızlık, cinayet,
yolsuzluk vb. vakalarını bir yana bıraktığımızda
siz şimdiye kadar dünyada olsun Türkiye'de olsun
önemli siyasal olaylarda üstünlerin değil de hukukun
üstün geldiği kaç örnek verebilirsiniz?
Böyle
olaylarda hukukun üstünlüğünden söz etmek saçmadır,
başat olan, o uğrağın üstünleri her kimse, de
facto onların hukukudur." (20)
"Aklıyla
zoru olmadıkça hiç kimsenin itiraz edemeyeceği"
bu deyişe biz itiraz ediyoruz. Üstelik bunu yazının
devamında belirtildiği gibi, "zaten 'de facto'
üstünlerin hukuku var", gibi dolaylı söylemlerle
değil doğrudan söylemin mantığına dönük olarak
yapıyoruz.
Bu
tavrımız, kaynağını, III. bölümde aktardığımız,
bilimsel sosyalizmin ustalarının saptamalarından
ve üretim ilişkilerini nesnel gerçekliğinden almaktadır.
Devamla
yazar, "aslında kapitalist toplumlarda hukukun
daha en başından 'üstünleri' gözetecek şekilde,
yani üstünlerin hukuku olarak kurulduğu gerçeği"ne
-hemen bir yana bırakıvermesine rağmen- değiniyor.
Merak ediyoruz hangi toplumda "hukuk",
"üstünleri gözetmeyecek şekilde" kuruluyormuş?
Proletaryanın devrimci diktatörlüğünde denirse
bu doğru değildir, zira biz proletaryanın devrimci
diktatörlüğüne bir geçiş dönemi olarak ve Engels'in
de tabiriyle "hasımlarımızı alt etmek için"
ihtiyaç duyuyoruz ve geçiş döneminde hala burjuva
hukuk tümden aşılmamıştır. Lenin'in de belirttiği
gibi,
"Komünist
toplumun (genellikle sosyalizm adı verilen) ilk
evresinde, "burjuva hukuk" tamamen değil,
ancak ekonomik devrimin yapıldığı ölçüde, yani
ancak üretim araçlarıyla ilgili yürürlükten kaldırılmıştır."
(21)
Ancak
komünist toplumun üst evresinde herhangi bir biçimde
"üstünleri gözetecek hukuktan" söz edilemez,
çünkü en başta bu toplumda "üstünler"
yoktur. Ancak
bir detay daha var ki, bu toplumda hukuk da yoktur.
Kendisi devletle birlikte "sönmüştür."
Neyin
ne olduğunu kendisi de gayet iyi bilen yazarın,
tamamen karmaşanın egemen olduğu, her konuya şöyle
değinip, hemen bir yana bırakıverdiği yazısında,
aslında tek yaptığı ortalığı bulandırıp kavramları
birbirine karıştırma yoluyla "hukuk"la
uzlaşarak, kendi reformist amaçlarının yolunu
yapmaya çalışmaktır.
İşte reformist oportünist çarptırmalar derken
bu gibi halleri kastediyoruz.
Devrimci
kurtuluş mücadelesinde, işlevli araçlardan etkin
biçimde yararlanmak adına terör hukukuna karşı
yürütülen mücadele, asla "doğal hukuk"
ya da "hukukun üstünlüğü" gibi kavramlarla
uzlaşmayı içinde barındırmaz. Bu mücadele süresince,
terör mahkemelerindeki adaletsizliğin teşhirini,
kesinlikle burjuvaziyi "hukuka ve yasalara
uygun davranmaya davet ederek" burjuva hukukla
uzlaşmak yoluyla değil, ama tam tersine hukukun
ne olduğunu, en genel ve anlaşılır biçimiyle işçi
sınıfına ve tüm devrimci sınıflara kavratarak
gerçekleştirmelidir. Bunun dışındaki yöntemler,
devrimci sınıf bilincinin oluşmasını geciktirerek
tarihsel bir hataya yol açabilir.
Ayrıca,
devrimci sınıf bilincini yükseltme ve hukukun
kapsamlı teşhirine girme görevini üstlenmeden
terör hukukuna karşı yürütülecek mücadelede, hukuk
prensipleriyle yapılacak sözümona pragmatik uzlaşmaların
yaratacağı ciddi pratik zafiyetler de mevcuttur.
Örnek
verecek olursak, mevcut terör kanunlarına göre,
bir "terör örgütünün" yöneticisi, örgütün
diğer bileşenlerince "işlenen suçların"
her birinden, ayrı ayrı sorumlu tutulmaktadır.
Benzer şekilde, basın yoluyla propagandayı düzenleyen
kanun maddesiyle de, "basın özgürlüğü"
kapsamında bir "terör örgütü" ile ilgili
haber yapan gazeteciye, bir ilişkisi olmayan "terör
örgütünün" haberini yaptığı eyleminden dolayı
ceza sorumluluğu yüklenebilmektedir.
Bunlar
daha kanunun yürürlüğe ilk konduğu zamanda da,
küçük burjuva liberal hukukçuların aydın bir kesimi
tarafından, hem suç ve cezanın şahsiliği prensibine,
hem de TCK'nın 20. maddesindeki ceza sorumluluğunun
şahsiliği tanımına aykırı bulunmuş ve itirazlara
yol açmıştı.
Küçük
burjuva liberal aydınlarının itirazları, bilimsel
olmamakla birlikte kendi sınıfsal bakışı açısından
yerinde ve tutarlıdır. Ancak Marksist-Leninistler
itiraz noktasını onlardan kopya eder ve teşhiri
bu biçimde gerçekleştirirlerse, bu devrimci kurtuluş
mücadelesi açısından ciddi anlamda sorunlu bir
tavır olur.
Yazımızın
II. Bölümünde burjuvazinin toplumsal sorunları
"bireysel suç" kategorisine indirgeyerek
kendini temize çıkardığını görmüştük. Burjuvazi
bu indirgemeci prensibini, düzenin siyasal muhalifleri
için, doğrudan toplumsal eylemi bireysel "suç"
görüntüsüyle yansıtma biçiminde tecrit etme amacıyla
uygular. Böylece sınıf mücadelesinin, sanki tek
tek devrimcilerle, hukukun üstünlüğünün egemen
olduğu tarafsız devlet iktidarı arasında bir kapışmaymış
gibi bir görüntü alması amaçlanmaktadır.
Benzer
şekilde, gündelik siyasette, dar pragmatik kazançlar
elde etmek uğruna, örneğin işkenceci bir polisin
üç beş yıl ceza almasıyla, halka "gördünüz
mü bakın, işte bu ülkede işkence var" diyebilmek
uğruna, "yasalar önünde eşitlik" ilkesini
savunma gafletine düşen kişi ya da anlayış, aslında
sömürücülerle eşit koşullarda "hukuk"
mücadelesi vermeyi kabul etmiş olur.
Marksist-
Leninistler mücadele biçimlerini seçerken, liberalizmin
ya da reformizin bilim dışı lafızlarına kapılmamaya,
kendilerini "burjuva hukukunun dar ufkuna"
sıkıştırmamaya özen göstermelidirler.
Bunun
tek yolu politik düzeyi yüksek tutmak, hiçbir
koşulda bilimsellikten sapmamak, ve her zaman,
her sorunu bilimsel sosyalist, maddeci metotlarla
tahlil etmektir.
Terör
Hukukuna karşı mücadelede, Marksist-Leninistlerin
neler kazanabileceği açıkça bellidir. Bu talepler
uğruna mücadele demokratik kazanımları sağlar
ama bunlar nihai kazanımlar değildir.
Bu
noktada, Marksist-Leninistler terör kanunlarının
kaldırılması, engellenen mücadele alanlarının
açılması ve tutsak devrimcilerin halkın içinde
mücadeleye dönmesi için, bu mücadelede diretmelidirler.
Ama bunu kurulu düzene "burjuva hukuk"
kazanımları kazandırmak değil, sürekli faşizmin,
onun hukukunun topyekün teşhirini gerçekleştirerek
ve proletarya ile birlikte tüm devrimci sınıfların,
burjuvaziye ve onun hukuk düzenine karşı devrimci
sınıf bilincini yükselterek yapmalıdırlar. Unutmayalım,
biz "hukuk toplumu" değil, komünist
toplum istiyoruz.
KASIM 2013
Dipnotlar:
1) Terör Hukuku Avrupa Birliği Demokrasisi, Veli
Yılmaz, Hak Sınırlama Hakkının Evrensel Ölçütleri
2) Onlar İfadeye Çağırdı Biz Dergi Çıkarıyoruz,
İstanbul Barosu Başkanı Av. Turgut Kazan, İstanbul
Barosu Dergisi Anti Terör Yasası Özel Sayısı,
Nisan-Mayıs-Haziran 1991
3) a.g.y.
4) Son aylarda hep birlikte görmekte olduğumuz
"çevreci terör"e karşı devlet, TMK'yı
işleterek, 1991 yılında Terör Kanunu oluşturulurken
yapılan öngörüleri doğrulamıştır.
5) 3713 Sayılı Terörle Mücadele Kanunu
6) Terör Hukuku Avrupa Birliği Demokrasisi, Veli
Yılmaz, İç-Savaş Hukuku
7) Devlet Güvenlik Mahkemeleri Hakkında TBB Yönetim
Kurulu Raporu, 1976
8) Burada bir noktayı atlamamakta fayda var, küçük
burjuva reformistlerimizin esas itirazı ikinci
noktada gözlenir. Burjuva demokrasisinin evrensel
ilkelerine sıkıca bağlı olan bu kimseler, "cebir
ve şiddet kullanılarak rejimin değiştirilmeye
çalışılmasının" siyasi suç tasnifi içerisinde
yer almasına itiraz etmezler. Onları asıl endişelendiren
tüm diğer suçların "bu amaçla işlenebileceği"
ve bu takdirde hepsinin siyasi suç tasnifi içerisinde
yer alacağı hükmüdür. Böylece düşünce özgürlüğü,
kişi hak ve özgürlükleri gibi "evrensel değerler"
tehdit altına girecektir.
9) Gotha Programının Eleştirisi, Karl Marx, Alman
İşçi partisi Programının Kenar Notları, I. Bölüm
10) a.g.y.
11) Devlet ve İhtilal, V.I. Lenin, Bölüm V. Devletin
Sönmesinin Ekonomik Temelleri, 4. Komünist Toplumun
Üst Evresi
12) Devlet ve İhtilal, V.I. Lenin, Bölüm V. Devletin
Sönmesinin Ekonomik Temelleri, 3. Komünist Toplumun
Birinci Evresi
13) A. Bebel'e Mektup, Friedrich Engels
14) Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi
15) a.g.y.
16) a.g.y.
17) a.g.y.
18) Lenin'den aktaran: Evgeny Pashukanis, Lenin
ve Hukuksal Sorunlar, Çağımızda Hukuk ve Toplum,
Yaz 2008
19) Marksizm ve Hukuk, Hugh Collins, 6. Sınıflar
Mücadelesi ve Hukukun Üstünlüğü, Hukukun Biçimi
20) Saf Olmak Zorunda mıyız?, Metin Çulhaoğlu,
Sol, 13 Ekim 2013
21) Devlet ve İhtilal, V.I. Lenin, Bölüm V. Devletin
Sönmesinin Ekonomik Temelleri, 3. Komünist Toplumun
Birinci Evresi
|