Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 

 

7 (68). Sayı /Kasım-Aralık 2013

       "Kitle iletişim araçları sanatı, siyaseti, dini, felsefeyi, ticareti uyumlu bir biçimde ve çoğu zaman el altından birbirine karıştırmakla kalmaz, bu kültür alanlarını aynı zamanda ortak bir duruma, bir ticari biçime indirgemektedir. Gönlümüze seslenen müzik bile ticari bir müziktir. Sadece alışveriş değerleri önemli hale gelmekte, bunun dışında her şey önemini kaybetmektedir."
                                                                                           Marcuse, 1975

       Kentsel dönüşüm projeleri olarak bildiğimiz planlama (asıl adıyla "Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi" hakkındaki yasa) 2012 yılında meclisten geçerek yasalaşmıştır. Şehrin bir bölümünün sistematik bir şekilde olası deprem riskine karşı, uygun görülmeyen yapıların kullanım dışına çıkarılarak yeniden uygun temelli yapıların yapılması ve yaşanabilecek can ve mal kaybının önüne geçmek için hazırlanan kamusal çalışmalardan biri olarak tanımlanmıştır. Bu tanım oldukça insani gibi görünse de, yıkılacak yapıların olduğu kentsel dönüşüm alanlarından birinde yaşıyorsanız bilin ki bu sizin insanca yaşamınızdan önce başkalarının insanlığını kapsıyor.
        "Eskiyen kent dokularının kültürel mirası koruyarak, kullanma dengesini sağlayarak, sosyal donatı alanlarını büyütmek, sağlıklaştırmak, otopark sorununun çözümü, günümüz konforu ve kullanım şartlarını içeren konut, kültür, turizm ve sosyal donatı ağlarını oluşturmak, tarihi ve kültürel dokuyu geleceğe taşımak için restore ederek kullanmak böylelikle kentlerin merkez alanlarının sağlıklı bir şekilde iskan edilerek şehrin güvenliğini tehdit eden denetimsiz bölgeler olmaktan çıkarıp yenileştirmek ve günümüz gereklerine uygun olarak kullanılabilir hale getirmek amacıyla bu alanları 'kentsel dönüşüm ve gelişim alanı' olarak ilan etmek ve bu alanda uygulama yapmaya imkan vermek gerekliliği ortaya çıkmıştır." 2005 yılında başbakan imzalı Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğü'nden çıkmış 1054/896 numaralı yasa tasarısında yer alan bu cümleler Küçükbakkalköy'de kentsel dönüşüm adına mahallelerinden edilen Romanların neden 7 yıldır Sancaktepe'de çadırlar içinde, susuz, elektriksiz, okulsuz yaşamaya çalıştığını özetliyor aslında. Kentsel dönüşüm projeleri mahalleliyi kapsamayan insani değil rantsal değerine bakılan yeniden yapılandırmalardır. Uzun yıllar milliyetçi politikalarla, ağır vergilerle taşınır taşınmaz varlıklarına el konulan, arazileri, manastırları kamulaştırılarak devletin herhangi bir resmi binasına dönüştürülen (ya da Müslümanlar tarafından düşük fiyatlara satın alınan), sürülen, yüzyıllardır yaşadığı sokağına Gençosman, Bozkurt, Ergenekon isimleri verilerek yıpratılan, katledilen, zorla Müslümanlaştırılan, Yorgo iken, Dimitri iken Hasan olan, Hüseyin olan Rumlara, Ermenilere, Yahudilere yapılanın bir benzeridir bu. Şimdi sıra, faşizan yöntemler ve ırkçı bir politika halinde sürdürülen kentsel dönüşümle daha çok ötekileştirilmiş olana, Romanlara, kentteki Kürtlere, transseksüellere ve yoksul, emekçi kesimlere gelmiştir. Sistem ötekileştirdiğini şehir dışına itmektedir. Kültürel miras, tarihi yapıların yeniden inşasıyla mahalle dokusunun insan profilini değiştirirken aynı zamanda medya ile yeni İslamcı modellemeler için bir dayanak noktası da oluşturuyor.
        Elbette ki buradan bakınca bu iki tanım, kentsel dönüşüm ve kültürel miras, birbirinden çok farklı görülüyor; ancak birbirine et ile tırnak gibi bağlı. İstanbul üzerinden örnekleyecek olursak kentsel dönüşüm projeleri tarihi ve kültürel zenginliği olan bölgeler üzerinden sürdürülmektedir. Tarlabaşı, Sulukule, Küçükçekmece, Sarıyer, Fikirtepe vb. gibi semtler tarihi dokusu olan ve mahalle kültürünün yaşamaya devam ettiği alanlardır. Her ne kadar iktidar mahalle ağzı ile konuşsa da burada sürdürülen hayat tarzı iktidar için afetten daha ciddi sosyal risk kapsamındadır; üstelik sahile, merkeze yakın bu semtler ekonomik canlanma için bir gelir bölgesi olacakken. Bir yandan soyut kültürel miras adı altında medya ve eğitim üzerinden, sanat üzerinden yaşatma çabası iktidar tarafından planlanmakta, müfredatta okutulan edebiyatçıların kategorisinden tutun da, Yumurcak TV'de hazırlanmış çocuk programlarına kadar kültürel empoze tam gaz sürdürülmektedir. Muhafazakâr toplumun inşası için kültürel miras içi boşaltılarak kullanılmaktadır.
       
        Soyut Kültürel Mirasın
        Ekonomik ve Siyasal Getirisi:

        Soyut kültürel miras politikasında, UNESCO'nun 17 Ekim 2003 tarihinde 32. Genel Konferansı'nda kabul edilmiş olan Kültürel İfadelerin Korunması ve Geliştirilmesi Sözleşmesi ile görsel sanatlar, TV, basın ve elektronik alan gibi birçok daldaki tek tipleşmeye, uluslararası toplumun küreselleşmesine karşı ulusal kültürlerin endüstri alanında varlık göstermesi ve kültürel çeşitliliğin sağlanması amaçlanmaktadır. Burada amaçlanan yerel kültürlerin korunması mıdır yoksa buradan sağlanacak ekonomik bir döngü müdür, bu tartışma için belirtilmesi gereken ana başlıklar var. 2002 yılında Türkiye'nin ev sahipliğini yaptığı UNESCO Genel Müdürlüğü ile ortaklaşa İstanbul'da düzenlenen Kültürel Çeşitliliğin Aynasında Somut Olmayan Kültürel Miras başlıklı Kültür Bakanları toplantısı bu dönüştürmenin küresel anlamda hukuki ve ekonomik ayağı olması bakımından ilk olarak nitelendirilebilir. 2003 ve 2005'te imzalanan sözleşmelerde, açıkça tek bir merkezden yayılan kitle kültürü ya da popüler kültür ürünlerinin, insanlığın zengin yerel ve geleneksel kültürlerini ve bu kültürlere dayalı yeni üretimlerini tehdit ederek bunların yerini aldığı, genel anlamda toplumda iletişim çağının yarattığı birtakım algılar nedeniyle yeterli bilincin oluşturulamadığı ve böylece insanlığın binlerce yılda ürettiği, kuşaktan kuşağa aktardığı kültürlerin yok olma sürecine girdiği, bunun sonucunda da insanlığın kültürel çeşitliliğini kaybederek tek tipleşmekte olduğuna dair düşünceler satır aralarından okunabilmektedir. Burada asıl endişelenilen şey Batı kaynaklı popüler kültür gibi gelse de, aslında toplumun yeniden inşasında buna karşı bir argüman geliştirme zorunluluğunun iktidar tarafından hissedilmiş olmasıdır. Küresel ekonominin dayattığı kültürel yaşantının önüne geçmeye, bu yozlaşmanın ortadan kaldırılmasına uluslararası piyasa koşulları nedeniyle gücü yetemezken reçete yazarak folklorik öğeler üzerinden farklı bir rant kapısı da aralanmış olmakta, yerel kültürlerin küresel ve yerel anlamda pazarlanması taktiği öne çıkmaktadır. Ulusal TV kanallarında popüler kültürün devamlılığını sağlayan ve tüm dünyada aynı formatta yapılan "O Ses Türkiye" ya da "Yetenek Sizsiniz", "Survivor" gibi yarışmaların cemaate yakınlığı ile bilinen kişilerce hazırlanıyor ve pazarlanıyor oluşu bu planlamanın ne kadar samimiyetsiz olduğunu da gözler önüne sermektedir. Popüler kültüre karşıyız ama rantını da biz yiyelim, büyüyelim mantığıdır bu.
        Kültür Bakanlığı'nın yaptırdığı araştırmalar sonucunda "genç kuşakların kendi mitolojilerinden, tarihlerinden, masallarından, efsanelerinden bihaber oldukları, örneğin Kerem gibi sevmek, Köroğlu gibi zenginden alıp fakire vermek ya da Hızır gibi yetişmek deyimleri artık yaygın ve ortak bir kültür alanı olmaktan çıkmıştır" denilmektedir. "Kendi mitolojilerinden" kasıt Anadolu üzerinde yaşamış ve kaynağını Anadolu'dan almış Antik Yunan mitolojisi değildir elbette. Masallarda da Anadolulu bir efsane olan ve evrensel nitelikteki Troya savaşlarını anlatan İlyada unsuruna rastlayamazsınız. Dede Korkut buraya yerleştirilecek başyapıt olarak yerini almaktadır. TV kanallarından TRT Çocuk ya da Yumurcak TV'yi açtığınızda bu tür çizgi filmle karşılaşabilirsiniz ki bunlar içinde bol padişahlı olanlarını görünce keşke Köroğlu olsaymış diyesiniz gelir. Bu tür programlar içinde 9-12 yaşı hedeflemiş olan bir macera dizisi yer almaktadır ki, babasıyla birlikte Topkapı Saray'ını gezmeye giden Çınar orada karşılaştığı tarih profesörüne Osmanlı Devleti ile ilgili sorular sormaya başlar ve kendini birden Osmanlı'nın kuruluş yıllarında bulur. Padişahlarla tanışır ki bunlar son derece âlim ve hoşgörülü kişilerdir. Yeni arkadaşları olur, Osmanlı hayatını, geleneklerini birebir yaşayarak görür. Savaşlara gider, evet Osmanlı demek savaş demektir o çağlardaki bir çok uygarlık gibi, düşman devletler vardır ve yardım isteyen devletin kralları. Böylece çocukların zihnine savaş olgusu bilinçli ya da bilinçsiz, zerkedilmektedir. Oradaki gayrımüslimin ne malına dokunulur ne de sivillerin canına; zorla Müslüman olunmaz dizide ama bir bakarsın Eleni şahadet getirmiş. Her şey tozpembe hazırlanmış 9-12 yaş çocukları için. Tabii bu diziden TV kanalı, prodüksüyon şirketi, oyuncular pazarın içinde yer bulmuş kendilerine. İslami folklor, Osmanlı tarihi ve kültürü TV yoluyla pazarlanırken buranın en çok kaymağını yiyen İslamofaşist hükümet olmuş, dayanağı da imzaladığı UNESCO'nun bu sözleşmesi. Evet Osmanlı bu coğrafyanın tarihi, kültürü, geleneği içinde önemli yer tutuyor ama sadece Sünni Osmanlı mı? Devletin çocuk kanalına yaptırdığı dizi için bir başka seçenek daha olamaz mıydı peki? Mesela Çınar Marmaray kazılarına gitseydi, hadi onu da geçtim Topkapı yerine İstanbul Arkeoloji Müzeleri'ne gitseydi de, İstanbul'un geniş tarihine Osmanlı'da dahil Bizans, Roma dönemlerine tam bir tarihe yolculuk etseydi. Marmaray'ın bulunduğu Yenikapı'nın aslında Bizans ve Roma dönemlerinde bir liman olduğunu ve hatta günümüzden yaklaşık 8.000 yıl öncesinde Marmara Denizi'nin daha içeride olduğunu ve dünyada sayılı olan burada bulunmuş yaklaşık 2.000 küsür sayıda ayak izlerinin ışığında Neolitik dönemlere kadar gitseydi, İstanbul'un neolitik köy yaşamına inseydi… Burada yapılan yeni neslin tek tipleştirilmesi değil de nedir?
       
        Somut Kültürel Mirasın
        Ekonomik ve Siyasal Getirisi:

        Tarihi bölgelerin turizm için gelir kaynağı olarak kullanılıyor olması tarihi eserlerin metalaşması sorununu doğurur. Tarihi bir kentin girişine koyduğunuz memurun bilet kesmesi bunun en alışılmış örneği ama aslında sancı daha da büyük. Oysaki kültürel miras bir milletin, ülkenin malı değil insanlığın ortak paydasıdır. Eğitim gibi, sağlık gibi, ulaşım gibi kültür de satılmamalıdır.
        İstanbul Aksaray'da Marmaray'a yakın Langa Caddesi şu anda belediyenin yıkımıyla karşı karşıya olan tarihi Osmanlı bostanlarının bulunduğu Yedikule Bostanları ile birleşmekteydi. Bu tarihi tarım arazisi işleme yöntemiyle de dünya üzerinde kalmış olan sayılı kültür mirasından biriydi. Aynı şekilde insanlığın ortak kültür mirası olan Anadolu'nun birçok yerindeki ormanlarımızın da HES, termik, nükleer santraller ya da yollar ile yok edilmesi gibi bu kent bostanları da modernizasyon adına bu talandan ilk önce nasibini almıştır.
        Eğer ki Marmaray gibi bir proje kapsamında yapılan kazı Avrupa'nın herhangi bir ülkesinde olsaydı bu gerçekten onu asrın projesi yapabilirdi; suyun altından tren yürütmekle değil belki ama bulunduğu şehrin tarihini 6.000 yıl daha geriye çekmekle, dünyanın tarihine katkı sağlamakla. Kabul etmek gerekir ki Batı kültür endüstrisini iktidarını ve sistemini ayakta tutabilmek için oldukça güzel kullanıyor. Yıllarca dışarıya kapalı kapılar ardında yapılan kazılardan çıkan eserleri sergileseniz de bu size yeterince getiri sağlamaz, bütünlükçü bir kültür politikası oluşturmadığınız sürece. Bu yüzden proje mimari açıdan başarılı olsun ya da olmasın bu açıdan yerlerde sürünmeye mahkûmdur. Bunun kültürel, turistik rantını istediğiniz ölçüde yiyemezsiniz. "Marmaray kazıları modern hayatın önüne geçti, arkeologlar asrın projesini engelliyor üç-beş çanak çömlek için" diye konuşup daha sonra buraya açılması planlanan müze ile rant beklemek pek mantıklı görünmüyor. İstasyonun girişine yapılan sergi panolarına baktığımda bir arkeolog olarak içim acıdı. Gerek sergide yer alan tarihi eserlerin replikalarındaki başarısızlık (özellikle sikkelerde ve batık gemide), gerekse hiçbir açıklama yazısının yer almayışından. Emeği geçenlere teşekkürü saymıyorum bile. Sanatçı mı, tarihçi mi, teknik eleman mı olduğu dahi tam oturtulmamış olan arkeologluk mesleğinin bir odasının olmayışı, örgütsüz oluşu, üniversite ya da müze kadrolarında yer almadığı sürece projelerde "serbest arkeolog" tanımıyla ucuz işgücü ile taşeron firmalarda ya da mevsimlik kazılarda çalışıp kışın garsonluk vb. yaparak geçimini sağladığına bakılacak olursa, Marmaray'da açılan serginin acemiliği için buna sessiz kalan arkeologların olması kazçınılmazdır. Yıllarca medyada çıkan haberler bu kazılara dair çok ufak bilgi kırıntıları içerdi, haberlerin ulaştığı kitle çok sınırlıydı. Bu gün Marmaray'a akın eden kitlenin merak ve şaşkınlıkla izlediği bu acınası sergi mekânı ülkemizdeki kültür politikalarının da halini gözler önüne koyuyor. Bu sorunda sadece devletin erk mekanizmasını suçlamak çok yetersiz kalır.
        Ne yazık ki arkeoloji müzelerinin birer belge deposu olarak görülmesi alışkanlığı, mesleğin ilgilendiği tarihsel toplumların insan figüründen uzaklaşılması gibi -salt Bizans seramiği, Osmanlı sikkesi vb.- modern toplumdan uzaklaştırılarak duvar örülmesi durumu da var. Kazıların etrafına alüminyum sac örülmesi, dikenli teller çekilmesi halkı uzaklaştırmaktan başka bir şey değil. Ne yazık ki tarihi eserin meta olarak algılandığı, her köyde definecilerin, her kentte de defineci mantığın yaşadığı düşünülürse duvar örmek normal gibi gelebilir. Üstelik definecilik mantığının yaşıyor oluşu da bunun kanunlar çerçevesinde düzenlenmiş olmasından gelmektedir. Define aramak için 2863 sayılı kanuna atfen yönetmelik çıkarılmıştır (R-6-27 Ocak 1984 sayı-18294). Bulunan definenin Maliye ve Gümrük Bakanlığı'nca geçer akçe olarak değeri tespit edilir. Define hazineye ait arazide bulunmuşsa %50'si arayıcıya, özel ya da tüzel kişilere ait yerde bulunmuşsa %40'ı arayıcıya, %10'nu ise mülk sahibine verilir. Böylece tarihi eser, sanat eseri metalaştırılmış olur. Herhangi bir internet arama motorunda "define" yazıp arayın bu sitelerde karşınıza şu cümle çıkacaktır: "En güzel alıcılar müzelerdir." Oysa ki bir arkeolog olarak bırakın 4 yıllık lisans eğitimi almış olmayı kazı izni alabilmek için en az Yrd. Doçent olmanız ve bir kuruma bağlı bulunmanız gerekmektedir.
        "Müze ile mozole arasında fonetik olmanın ötesine geçen bir bağ vardır. Müzeler sanat eserlerinin mezarlıkları gibidir. Kültürün notralizasyonuna şahitlik ederler. Sanat eserleri orada defnedilmiştir. Pazar değeri bunlara bakmanın saadetini bastırır" bir anlamda. "Bütün eserleri yerinden edip döküntüleri toparlamak, arkasından onlara metodik bir nizam vermek, sonra da bundan, modern kronoloji dersi çıkarmak, kendimizi ölü bir ulus olarak inşa etmek demektir. Daha canlıyken cenaze törenimize katılmak, tarihini yazmak için sanatı öldürmek demektir. Sanatı öldürülerek yazılan tarih de olsa olsa onun mezar taşıdır," diye özetler durumu Adorno. Yaşadığı dönemden bu yana Avrupa müzelerinde kısmen değişimler olsa da bu durum hâlâ geçerlidir.
        Çok medeniyetli bir coğrafyanın üzerinde yaşadığımız düşünülürse uygarlık tarihine ilişkin okul müfredatlarında herhangi bir konunun bulunmuyor oluşu ile şekillenen toplumun neden bu kadar uzak tutulduğuna dair söz söylemek kolaylaşabilir. Elbette bu durum AKP iktidarıyla oluşturulmuş bir durum değil. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında ulusçu devlet politikaları içinde başlıca yeri alan arkeoloji bilimi Türklerin atasının Eti'ler olduğu, Sümercenin Türkçe ile bağından tutun da Türkleştirme politikaları içinde Anadolulu olmayı yüzyıllarca süren coğrafi insan odaklı sirkülasyonu dışarıda tutarak köken arama ihtiyacı ile birleştirildiğinde başlamıştır hiç kuşkusuz. Kemalist ideoloji Osmanlı tarihi ve kültürel mirasını ötelediği gibi Osmanlı eserlerini de neredeyse yok saymış, elitist bir bakış açısıyla Osmanlı öncesi Anadolu uygarlıklarını öne çıkararak kültürel empozesini ayakta tutmuştur. Yiyecek ekmeği karneye bağlanmış olan adama fesini çıkar şapka tak demek gibi tepeden inme, içinden geldiği toplumun kültürünü yok sayan bir siyasetin parçasıdır. TV ile tanıştığımız günlerden çok kanallı 90'lara kadar süregiden Pazar konserleri ile Batılı klasik müziğin ya da western filmleri ile aynı tattadır arkeoloji müzeleri.
        Müzelerin aslında bir araştırma merkezi, enstitü gibi de çalışması gerekir, ancak yakın bir zamanda düzenlenen yasa ile ziyaretçi kafesinden tutun da sergi salonlarının düzenlenmesi bile ihale yolu ile TÜRSAB adlı şirkete verilmiş olup, kapıda kesilen biletlerin üzerinden daha çok kâr payı hedeflenmektedir. ... Ne yazık ki yanlış olan sadece politikacıların durduğu yer değil, ticari girişimcilerin modernizasyon algısı, bazı bilim insanlarının basiretsizliğidir de. İstanbul Arkeoloji Müzesi'nin 1880'lerden, Osman Hamdi'den kalma sergi panolarının, camlarının kaldırılmasında duymadığı hassasiyettir. Bu tarihi eserlerin sergilendiği panolar yerine modern dizaynlar yapılmakta, ancak kendisi tarihi eser niteliği taşıyan pano ve camların akıbeti henüz bilinmemektedir.
        Benzer durum tüm Anadolu antik kentlerinde yaşanmaktadır. Efes antik kenti içinde açılacak su satış noktaları ileride buralara yapılmak istenen restoranların, hediyelik eşya dükkânlarının da önünü açmaktadır. Aydın ili Söke ilçesinde bulunan Priene antik kentinin nekropol alanının ve Büyük Menderes Milli Parkı'nın sınırında 1.200 kişilik T tipi cezaevi projesinin inşasına kurul izin vermiştir. Kurullar kadrolaştırılmış ve sayısı arttırılmış olup ne yazık ki bilim-iktidar ilişkisini gözler önüne seren kurumlardır. Cezaevinin yapılacağı Boynak köyü ise yeraltı su kaynaklarıyla ünlü bir yerdir. Bu köyde kanalizasyon dahi yokken cezaeviyle beraber köy nüfusu artıp burası bir köy olmaktan çıkacak, yeraltı su kaynakları kirlenecektir. Yüzey araştırması yapan arkeologlar doğuda Priene ile batıda Thebai kenti arasında çeşitli yapı grupları olabileceğini de ispatlamıştır. Devlet bir yandan yüksek kapasiteli inşa edeceği cezaevleriyle terörüne devam etmekte, bunu TOKİ yoluyla yapacağı için rant kapısını aralamakta ve bir yandan da doğal ve tarihi sit alanlarının tahribatı ile modern insan yaşamının dezenformasyonuna neden olmaktadır.
        AKP, dayanak noktası olarak gösterdiği Menderes hükümeti gibi aynı tür kültürel endüstrisi politikası içinde yolunu tam olarak çizemese de kısmen ondan başarılıdır. Örneğin kuruluşundan itibaren imar ve değişim hamlelerine sahne olan Saraçhane semtinde bugün varlığı tespit edilebilen 11 cami-mescid, 1 çarşı, 2 su terazisi, 3 sebil, 5 medrese, 3 hamam, 1 karakol binası ve 8 çeşmeden geriye sadece 2 cami-mescid, 3 sıbyan mektebi, 4 medrese, 1 sebil ile 3 çeşme günümüze ulaşabilmiştir. Adından başka geriye hiçbir şey ulaşamamış olan Tetrapilon ve Sintetos Khion anıtlarının da burada olduğunu tarihi kaynaklardan biliyoruz. Üstelik bu yok edilişte sadece binalar değil semtin soyut kültürel dokusu da hedef olmuştur. Bu semt sadece geceleri tiyatro, meddah, karagöz seyretmeye gelen halkın rağbet ettiği bir eğlence merkezi değil, aynı zamanda dönemin entelektüel kesiminin Beyoğlu haricinde kalbinin attığı yerlerden biriydi. Günümüzdeki Vezneciler Caddesi'nin başı ile Şehzadebaşı Camisi arasında kalan Direklerarası, ismini, caddenin sağındaki Damat İbrahim Paşa Külliyesi'ne gelir sağlamak amacıyla inşa ettirilen dükkânların önündeki mermer sütunlu revaklardan alır. Bizans döneminde de büyük caddelerin kesiştiği yer olması bakımından sur içi İstanbul'unun önemli merkeziydi. Ayasofya'nın önlerinden başlayıp Şehzadebaşı'na gelen "Meşe" adlı önemli bir yol burada biri Edirnekapı'ya, öteki Altın Kapı'ya uzanan iki ayrı cadde halinde uzayıp giderdi. Bu önemli kavşak noktasının adı Philadelphion'du. Bunlardan da geriye ancak isimleri ve seyyahların çizimleri kalmıştır. Bu semtin fiilen yerle bir olması ise 1958 ramazanının ilk günlerine rastlar. Menderes iktidardadır ve İstanbul'da "istimlak günleri" yaşanmaktadır. Büyük bulvarlar açılır, büyük meydanlar yapılır. Bu arada Direklerarası yok olur. Oysaki Menderes Osmanlı'ya methiyeler düzmekte idi. Bu örnekte kültürel endüstri kullanılmamış doğrudan müteahhitlik, rant koşulunda hesaplamalar yapılmıştır.
        Kentsel dönüşüm projeleri kapsamında yaklaşık 400 yıldır Sulukule'de yaşayan Romanlar buradan çeşitli tahliye dalavereleriyle çıkarılmakta aynı zamanda kültürleri de yok edilmektedir. Burada yapılan yeni konutların dış cephesine ise basit formlu Osmanlı giydirilmiştir. Bir yandan Tarihi Yarımada'nın surları cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren açılan Millet ve Vatan caddeleri uğruna tahrip edilmiş, Yedikule zindanları bir konser için şirketlere kiralanarak tahribatına göz yumulmuşken, AKP'li belediye Sarayburnu'na doğru, şaka değil tam da sur duvarının üzerine "alkolsüz kafe" inşa etmekten çekinmemiştir. Bir yandan tarihi sivil mimariyi olduğu gibi bırakarak koruma anlayışı cumhuriyetin ilk yıllarında çıkan sit kanunlarına dayandırılarak sahiplerine tadilat izni bile vermeyerek çürümeye terk edilmesine neden olmuş, insanlar tarihi alanlardan yaka silker hale gelmiş, bir yandan buralar kaza süsü verilerek yakılıp yeni imar alanları yaratılmış, estetik mimariden yoksun betonarme mütahit binaları ile doldurulmuştur. Şimdi bu Osmanlı sivil mimari örnekleri olan köhne evler varsa sahibinden kelepir fiyatına alınmakta ya restore edilerek çok yüksek fiyatlara satılmakta ya da üniversitelerden sonra öncelikle vakıflara çok cüzi fiyatlarla uzun yıllara kiralanarak peşkeş çekilmektedir. Bu yapıların sözde restorasyonu da ayrı bir tartışma konusudur. Böylece semtin tarihi dokusu tarihi binanın dış cephesinde var olmaya mahkum edilmekte, buradaki asıl tarihi kültürel yaşamıyla oluşturan insan unsuru ortadan kaldırılmış olmaktadır.
       
        Tarihi Şeyleştirerek Pazarlamak:

        Osmanlı kabuğunun ardında burada sürdürülecek olan yeni kültür inşasında hedef kitle için, yeşil burjuvaziye yeni yaşam alanları, yeni yollar, yeni olanaklar sunulmaktadır. Bu noktadan hareketle, "O yol yapılacak dedimse yapılacak, gerekirse önümüze cami bile çıksa yıkar, başka yere yenisini yaparız," sözü anlamını bulmuş olmaktadır. Para ve iktidar, tarih ya da din dinlemez, ancak kullanabileceği yerde onu ön plana çıkarır. Birincil koşul yoldur, AVM'dir, yeni konaklardır; ikinci koşul bunların mimarisinin Osmanlı ve Selçuklu olmasıdır. Osmanlı algısı Sünni politika içinde bir kabuktur. Bu Osmanlı'nın haremi, oğlancılığı, devşirmesi, kardeş katli fermanları yoktur. Tarih dejenere edilerek yeniden yazılmakta ve topluma nüfuz etmesine çalışılmaktadır. Bu yüzden dayatılan Osmanlı olgusu pazar günleri TV'de yayınlanan Pazar konserleri gibidir, tepeden inmedir, içi boştur; bir kesim hariç kabul görecek altyapısı yoktur. İslamofaşist hükümet baskı araçlarının kullanımında olduğu gibi kültür politikalarının yönetiminde de tepeden inmeci Kemalist yöntemleri yeğlemektedir. Tarihin iktidar tarafından bir pazarlama stratejisi, ideolojik aygıt olarak kullanılması yolunda resmi kimliğine yeni unsurlar eklenmektedir; ancak nesnel olmayan, gerçek olmayan ve şeyleştirilmeye devam edilerek. Bu yüzden 3. Köprü'nün adı Yavuz da olur, başbakan torununa Ali ismini de koyar…
        Bir yandan kültürel ürünler sıradanlaştırılırken, öte yandan farklılıklar marjinalleştirilmektedir. Kültürel ürünlerin ortaya çıkışı, dahası ürünün bir kültürellik dolayımında ortaya çıkışı, tanıtılması, dağıtımı ve dolaşıma sokulması süreçlerinin sistemli bir endüstrileşme mantığına bağlı olmasına işaret eder. Kapitalist sistem böylece verili durumu bir zihin yapısı olarak da kitlelere benimsetmenin ve bu zihniyeti süreklileştirmenin bir yolunu bulmuş olur. Kültür endüstrisi, kitlelere uyum sağlamadan var olamayacaktır elbette, ancak bu sorunu kitleleri kendine uydurarak çözer. Kültürel metaların getirisinden yararlanarak yerel aktörler tarafından neoliberal kentleşmenin önünü açmaktadır. Sistem kendini de kısmen dönüştürerek devamlılığı için şimdilik bir kapı aralamıştır.
        Ben bu yazıyı yazarken Bülent Arınç, "Ayasofya müze olmaktan çıkarılıp cami olarak ibadete açılmalıdır," diyerek eski bir tartışmayı yeni bir gündem malzemesi haline getirerek daha çok kendi vizyonunu düzeltmek ve AKP'nin ustalık dönemi icraatında toplum mühendisliğine yeni bir yol göstererek din ve tarih ile sözünü ettiğimiz pazarlama stratejisini kullanmıştır. Bu kez de kişisel ve siyasi çıkar uğruna, ama elbette amaçlardan biri de özetle Beyoğlu gibi Sultanahmet'in de kültürel demografik yapısının değiştirilmesidir. Ayasofya gibi İstanbul'da yaklaşık 20 kilise Osmanlı'nın çeşitli dönemlerinde camiye dönüştürülmüş olup, bunlardan Kariye 1948'de, Ayasofya ise 1935'te müzeye çevrilmiştir. Ayasofya Fatih'in İstanbul'u fethinden hemen sonra camileştirilmiş olmasından ve mimari planında bazilika planı ile merkezi planı birleştiren, kubbeli bazilika tipinde bir yapı olup kubbe geçişi ve taşıyıcı sistem özellikleriyle mimarlık tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak ele alınır. Dünyanın en eski ve en uzun süre hizmet vermiş olan katedrali aynı zamanda Doğu Ortodoks Kilisesi'nin merkezidir. Dünya halkları için önemli ve manevi bir kültürel miras örneğidir. Bu yüzden bu tartışma, hesaplaşma, sözün gitmesinin istendiği yerler belli ve hedef derindir. Bu durum ancak başka bir yazıya konu olur...

 

 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
YönetimYeri: Şehit Muhtar Mah. Yoğurtçu Faik Sokak No: 12-14 Kat: 4
Beyoğlu/İSTANBUL