"Kitle
iletişim araçları sanatı, siyaseti, dini, felsefeyi,
ticareti uyumlu bir biçimde ve çoğu zaman el altından
birbirine karıştırmakla kalmaz, bu kültür alanlarını
aynı zamanda ortak bir duruma, bir ticari biçime
indirgemektedir. Gönlümüze seslenen müzik bile
ticari bir müziktir. Sadece alışveriş değerleri
önemli hale gelmekte, bunun dışında her şey önemini
kaybetmektedir."
Marcuse, 1975
Kentsel
dönüşüm projeleri olarak bildiğimiz planlama (asıl
adıyla "Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi"
hakkındaki yasa) 2012 yılında meclisten geçerek
yasalaşmıştır. Şehrin bir bölümünün sistematik
bir şekilde olası deprem riskine karşı, uygun
görülmeyen yapıların kullanım dışına çıkarılarak
yeniden uygun temelli yapıların yapılması ve yaşanabilecek
can ve mal kaybının önüne geçmek için hazırlanan
kamusal çalışmalardan biri olarak tanımlanmıştır.
Bu tanım oldukça insani gibi görünse de, yıkılacak
yapıların olduğu kentsel dönüşüm alanlarından
birinde yaşıyorsanız bilin ki bu sizin insanca
yaşamınızdan önce başkalarının insanlığını kapsıyor.
"Eskiyen kent dokularının kültürel mirası
koruyarak, kullanma dengesini sağlayarak, sosyal
donatı alanlarını büyütmek, sağlıklaştırmak, otopark
sorununun çözümü, günümüz konforu ve kullanım
şartlarını içeren konut, kültür, turizm ve sosyal
donatı ağlarını oluşturmak, tarihi ve kültürel
dokuyu geleceğe taşımak için restore ederek kullanmak
böylelikle kentlerin merkez alanlarının sağlıklı
bir şekilde iskan edilerek şehrin güvenliğini
tehdit eden denetimsiz bölgeler olmaktan çıkarıp
yenileştirmek ve günümüz gereklerine uygun olarak
kullanılabilir hale getirmek amacıyla bu alanları
'kentsel dönüşüm ve gelişim alanı' olarak ilan
etmek ve bu alanda uygulama yapmaya imkan vermek
gerekliliği ortaya çıkmıştır." 2005 yılında
başbakan imzalı Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğü'nden
çıkmış 1054/896 numaralı yasa tasarısında yer
alan bu cümleler Küçükbakkalköy'de kentsel dönüşüm
adına mahallelerinden edilen Romanların neden
7 yıldır Sancaktepe'de çadırlar içinde, susuz,
elektriksiz, okulsuz yaşamaya çalıştığını özetliyor
aslında. Kentsel dönüşüm projeleri mahalleliyi
kapsamayan insani değil rantsal değerine bakılan
yeniden yapılandırmalardır. Uzun yıllar milliyetçi
politikalarla, ağır vergilerle taşınır taşınmaz
varlıklarına el konulan, arazileri, manastırları
kamulaştırılarak devletin herhangi bir resmi binasına
dönüştürülen (ya da Müslümanlar tarafından düşük
fiyatlara satın alınan), sürülen, yüzyıllardır
yaşadığı sokağına Gençosman, Bozkurt, Ergenekon
isimleri verilerek yıpratılan, katledilen, zorla
Müslümanlaştırılan, Yorgo iken, Dimitri iken Hasan
olan, Hüseyin olan Rumlara, Ermenilere, Yahudilere
yapılanın bir benzeridir bu. Şimdi sıra, faşizan
yöntemler ve ırkçı bir politika halinde sürdürülen
kentsel dönüşümle daha çok ötekileştirilmiş olana,
Romanlara, kentteki Kürtlere, transseksüellere
ve yoksul, emekçi kesimlere gelmiştir. Sistem
ötekileştirdiğini şehir dışına itmektedir. Kültürel
miras, tarihi yapıların yeniden inşasıyla mahalle
dokusunun insan profilini değiştirirken aynı zamanda
medya ile yeni İslamcı modellemeler için bir dayanak
noktası da oluşturuyor.
Elbette ki buradan bakınca bu iki tanım, kentsel
dönüşüm ve kültürel miras, birbirinden çok farklı
görülüyor; ancak birbirine et ile tırnak gibi
bağlı. İstanbul üzerinden örnekleyecek olursak
kentsel dönüşüm projeleri tarihi ve kültürel zenginliği
olan bölgeler üzerinden sürdürülmektedir. Tarlabaşı,
Sulukule, Küçükçekmece, Sarıyer, Fikirtepe vb.
gibi semtler tarihi dokusu olan ve mahalle kültürünün
yaşamaya devam ettiği alanlardır. Her ne kadar
iktidar mahalle ağzı ile konuşsa da burada sürdürülen
hayat tarzı iktidar için afetten daha ciddi sosyal
risk kapsamındadır; üstelik sahile, merkeze yakın
bu semtler ekonomik canlanma için bir gelir bölgesi
olacakken. Bir yandan soyut kültürel miras adı
altında medya ve eğitim üzerinden, sanat üzerinden
yaşatma çabası iktidar tarafından planlanmakta,
müfredatta okutulan edebiyatçıların kategorisinden
tutun da, Yumurcak TV'de hazırlanmış çocuk programlarına
kadar kültürel empoze tam gaz sürdürülmektedir.
Muhafazakâr toplumun inşası için kültürel miras
içi boşaltılarak kullanılmaktadır.
Soyut Kültürel
Mirasın
Ekonomik ve Siyasal
Getirisi:
Soyut kültürel miras politikasında, UNESCO'nun
17 Ekim 2003 tarihinde 32. Genel Konferansı'nda
kabul edilmiş olan Kültürel İfadelerin Korunması
ve Geliştirilmesi Sözleşmesi ile görsel sanatlar,
TV, basın ve elektronik alan gibi birçok daldaki
tek tipleşmeye, uluslararası toplumun küreselleşmesine
karşı ulusal kültürlerin endüstri alanında varlık
göstermesi ve kültürel çeşitliliğin sağlanması
amaçlanmaktadır. Burada amaçlanan yerel kültürlerin
korunması mıdır yoksa buradan sağlanacak ekonomik
bir döngü müdür, bu tartışma için belirtilmesi
gereken ana başlıklar var. 2002 yılında Türkiye'nin
ev sahipliğini yaptığı UNESCO Genel Müdürlüğü
ile ortaklaşa İstanbul'da düzenlenen Kültürel
Çeşitliliğin Aynasında Somut Olmayan Kültürel
Miras başlıklı Kültür Bakanları toplantısı bu
dönüştürmenin küresel anlamda hukuki ve ekonomik
ayağı olması bakımından ilk olarak nitelendirilebilir.
2003 ve 2005'te imzalanan sözleşmelerde, açıkça
tek bir merkezden yayılan kitle kültürü ya da
popüler kültür ürünlerinin, insanlığın zengin
yerel ve geleneksel kültürlerini ve bu kültürlere
dayalı yeni üretimlerini tehdit ederek bunların
yerini aldığı, genel anlamda toplumda iletişim
çağının yarattığı birtakım algılar nedeniyle yeterli
bilincin oluşturulamadığı ve böylece insanlığın
binlerce yılda ürettiği, kuşaktan kuşağa aktardığı
kültürlerin yok olma sürecine girdiği, bunun sonucunda
da insanlığın kültürel çeşitliliğini kaybederek
tek tipleşmekte olduğuna dair düşünceler satır
aralarından okunabilmektedir. Burada asıl endişelenilen
şey Batı kaynaklı popüler kültür gibi gelse de,
aslında toplumun yeniden inşasında buna karşı
bir argüman geliştirme zorunluluğunun iktidar
tarafından hissedilmiş olmasıdır. Küresel ekonominin
dayattığı kültürel yaşantının önüne geçmeye, bu
yozlaşmanın ortadan kaldırılmasına uluslararası
piyasa koşulları nedeniyle gücü yetemezken reçete
yazarak folklorik öğeler üzerinden farklı bir
rant kapısı da aralanmış olmakta, yerel kültürlerin
küresel ve yerel anlamda pazarlanması taktiği
öne çıkmaktadır. Ulusal TV kanallarında popüler
kültürün devamlılığını sağlayan ve tüm dünyada
aynı formatta yapılan "O Ses Türkiye"
ya da "Yetenek Sizsiniz", "Survivor"
gibi yarışmaların cemaate yakınlığı ile bilinen
kişilerce hazırlanıyor ve pazarlanıyor oluşu bu
planlamanın ne kadar samimiyetsiz olduğunu da
gözler önüne sermektedir. Popüler kültüre karşıyız
ama rantını da biz yiyelim, büyüyelim mantığıdır
bu.
Kültür Bakanlığı'nın yaptırdığı araştırmalar sonucunda
"genç kuşakların kendi mitolojilerinden,
tarihlerinden, masallarından, efsanelerinden bihaber
oldukları, örneğin Kerem gibi sevmek, Köroğlu
gibi zenginden alıp fakire vermek ya da Hızır
gibi yetişmek deyimleri artık yaygın ve ortak
bir kültür alanı olmaktan çıkmıştır" denilmektedir.
"Kendi mitolojilerinden" kasıt Anadolu
üzerinde yaşamış ve kaynağını Anadolu'dan almış
Antik Yunan mitolojisi değildir elbette. Masallarda
da Anadolulu bir efsane olan ve evrensel nitelikteki
Troya savaşlarını anlatan İlyada unsuruna rastlayamazsınız.
Dede Korkut buraya yerleştirilecek başyapıt olarak
yerini almaktadır. TV kanallarından TRT Çocuk
ya da Yumurcak TV'yi açtığınızda bu tür çizgi
filmle karşılaşabilirsiniz ki bunlar içinde bol
padişahlı olanlarını görünce keşke Köroğlu olsaymış
diyesiniz gelir. Bu tür programlar içinde 9-12
yaşı hedeflemiş olan bir macera dizisi yer almaktadır
ki, babasıyla birlikte Topkapı Saray'ını gezmeye
giden Çınar orada karşılaştığı tarih profesörüne
Osmanlı Devleti ile ilgili sorular sormaya başlar
ve kendini birden Osmanlı'nın kuruluş yıllarında
bulur. Padişahlarla tanışır ki bunlar son derece
âlim ve hoşgörülü kişilerdir. Yeni arkadaşları
olur, Osmanlı hayatını, geleneklerini birebir
yaşayarak görür. Savaşlara gider, evet Osmanlı
demek savaş demektir o çağlardaki bir çok uygarlık
gibi, düşman devletler vardır ve yardım isteyen
devletin kralları. Böylece çocukların zihnine
savaş olgusu bilinçli ya da bilinçsiz, zerkedilmektedir.
Oradaki gayrımüslimin ne malına dokunulur ne de
sivillerin canına; zorla Müslüman olunmaz dizide
ama bir bakarsın Eleni şahadet getirmiş. Her şey
tozpembe hazırlanmış 9-12 yaş çocukları için.
Tabii bu diziden TV kanalı, prodüksüyon şirketi,
oyuncular pazarın içinde yer bulmuş kendilerine.
İslami folklor, Osmanlı tarihi ve kültürü TV yoluyla
pazarlanırken buranın en çok kaymağını yiyen İslamofaşist
hükümet olmuş, dayanağı da imzaladığı UNESCO'nun
bu sözleşmesi. Evet Osmanlı bu coğrafyanın tarihi,
kültürü, geleneği içinde önemli yer tutuyor ama
sadece Sünni Osmanlı mı? Devletin çocuk kanalına
yaptırdığı dizi için bir başka seçenek daha olamaz
mıydı peki? Mesela Çınar Marmaray kazılarına gitseydi,
hadi onu da geçtim Topkapı yerine İstanbul Arkeoloji
Müzeleri'ne gitseydi de, İstanbul'un geniş tarihine
Osmanlı'da dahil Bizans, Roma dönemlerine tam
bir tarihe yolculuk etseydi. Marmaray'ın bulunduğu
Yenikapı'nın aslında Bizans ve Roma dönemlerinde
bir liman olduğunu ve hatta günümüzden yaklaşık
8.000 yıl öncesinde Marmara Denizi'nin daha içeride
olduğunu ve dünyada sayılı olan burada bulunmuş
yaklaşık 2.000 küsür sayıda ayak izlerinin ışığında
Neolitik dönemlere kadar gitseydi, İstanbul'un
neolitik köy yaşamına inseydi… Burada yapılan
yeni neslin tek tipleştirilmesi değil de nedir?
Somut Kültürel
Mirasın
Ekonomik ve Siyasal
Getirisi:
Tarihi bölgelerin turizm için gelir kaynağı olarak
kullanılıyor olması tarihi eserlerin metalaşması
sorununu doğurur. Tarihi bir kentin girişine koyduğunuz
memurun bilet kesmesi bunun en alışılmış örneği
ama aslında sancı daha da büyük. Oysaki kültürel
miras bir milletin, ülkenin malı değil insanlığın
ortak paydasıdır. Eğitim gibi, sağlık gibi, ulaşım
gibi kültür de satılmamalıdır.
İstanbul Aksaray'da Marmaray'a yakın Langa Caddesi
şu anda belediyenin yıkımıyla karşı karşıya olan
tarihi Osmanlı bostanlarının bulunduğu Yedikule
Bostanları ile birleşmekteydi. Bu tarihi tarım
arazisi işleme yöntemiyle de dünya üzerinde kalmış
olan sayılı kültür mirasından biriydi. Aynı şekilde
insanlığın ortak kültür mirası olan Anadolu'nun
birçok yerindeki ormanlarımızın da HES, termik,
nükleer santraller ya da yollar ile yok edilmesi
gibi bu kent bostanları da modernizasyon adına
bu talandan ilk önce nasibini almıştır.
Eğer ki Marmaray gibi bir proje kapsamında yapılan
kazı Avrupa'nın herhangi bir ülkesinde olsaydı
bu gerçekten onu asrın projesi yapabilirdi; suyun
altından tren yürütmekle değil belki ama bulunduğu
şehrin tarihini 6.000 yıl daha geriye çekmekle,
dünyanın tarihine katkı sağlamakla. Kabul etmek
gerekir ki Batı kültür endüstrisini iktidarını
ve sistemini ayakta tutabilmek için oldukça güzel
kullanıyor. Yıllarca dışarıya kapalı kapılar ardında
yapılan kazılardan çıkan eserleri sergileseniz
de bu size yeterince getiri sağlamaz, bütünlükçü
bir kültür politikası oluşturmadığınız sürece.
Bu yüzden proje mimari açıdan başarılı olsun ya
da olmasın bu açıdan yerlerde sürünmeye mahkûmdur.
Bunun kültürel, turistik rantını istediğiniz ölçüde
yiyemezsiniz. "Marmaray kazıları modern hayatın
önüne geçti, arkeologlar asrın projesini engelliyor
üç-beş çanak çömlek için" diye konuşup daha
sonra buraya açılması planlanan müze ile rant
beklemek pek mantıklı görünmüyor. İstasyonun girişine
yapılan sergi panolarına baktığımda bir arkeolog
olarak içim acıdı. Gerek sergide yer alan tarihi
eserlerin replikalarındaki başarısızlık (özellikle
sikkelerde ve batık gemide), gerekse hiçbir açıklama
yazısının yer almayışından. Emeği geçenlere teşekkürü
saymıyorum bile. Sanatçı mı, tarihçi mi, teknik
eleman mı olduğu dahi tam oturtulmamış olan arkeologluk
mesleğinin bir odasının olmayışı, örgütsüz oluşu,
üniversite ya da müze kadrolarında yer almadığı
sürece projelerde "serbest arkeolog"
tanımıyla ucuz işgücü ile taşeron firmalarda ya
da mevsimlik kazılarda çalışıp kışın garsonluk
vb. yaparak geçimini sağladığına bakılacak olursa,
Marmaray'da açılan serginin acemiliği için buna
sessiz kalan arkeologların olması kazçınılmazdır.
Yıllarca medyada çıkan haberler bu kazılara dair
çok ufak bilgi kırıntıları içerdi, haberlerin
ulaştığı kitle çok sınırlıydı. Bu gün Marmaray'a
akın eden kitlenin merak ve şaşkınlıkla izlediği
bu acınası sergi mekânı ülkemizdeki kültür politikalarının
da halini gözler önüne koyuyor. Bu sorunda sadece
devletin erk mekanizmasını suçlamak çok yetersiz
kalır.
Ne yazık ki arkeoloji müzelerinin birer belge
deposu olarak görülmesi alışkanlığı, mesleğin
ilgilendiği tarihsel toplumların insan figüründen
uzaklaşılması gibi -salt Bizans seramiği, Osmanlı
sikkesi vb.- modern toplumdan uzaklaştırılarak
duvar örülmesi durumu da var. Kazıların etrafına
alüminyum sac örülmesi, dikenli teller çekilmesi
halkı uzaklaştırmaktan başka bir şey değil. Ne
yazık ki tarihi eserin meta olarak algılandığı,
her köyde definecilerin, her kentte de defineci
mantığın yaşadığı düşünülürse duvar örmek normal
gibi gelebilir. Üstelik definecilik mantığının
yaşıyor oluşu da bunun kanunlar çerçevesinde düzenlenmiş
olmasından gelmektedir. Define aramak için 2863
sayılı kanuna atfen yönetmelik çıkarılmıştır (R-6-27
Ocak 1984 sayı-18294). Bulunan definenin Maliye
ve Gümrük Bakanlığı'nca geçer akçe olarak değeri
tespit edilir. Define hazineye ait arazide bulunmuşsa
%50'si arayıcıya, özel ya da tüzel kişilere ait
yerde bulunmuşsa %40'ı arayıcıya, %10'nu ise mülk
sahibine verilir. Böylece tarihi eser, sanat eseri
metalaştırılmış olur. Herhangi bir internet arama
motorunda "define" yazıp arayın bu sitelerde
karşınıza şu cümle çıkacaktır: "En güzel
alıcılar müzelerdir." Oysa ki bir arkeolog
olarak bırakın 4 yıllık lisans eğitimi almış olmayı
kazı izni alabilmek için en az Yrd. Doçent olmanız
ve bir kuruma bağlı bulunmanız gerekmektedir.
"Müze ile mozole arasında fonetik olmanın
ötesine geçen bir bağ vardır. Müzeler sanat eserlerinin
mezarlıkları gibidir. Kültürün notralizasyonuna
şahitlik ederler. Sanat eserleri orada defnedilmiştir.
Pazar değeri bunlara bakmanın saadetini bastırır"
bir anlamda. "Bütün eserleri yerinden edip
döküntüleri toparlamak, arkasından onlara metodik
bir nizam vermek, sonra da bundan, modern kronoloji
dersi çıkarmak, kendimizi ölü bir ulus olarak
inşa etmek demektir. Daha canlıyken cenaze törenimize
katılmak, tarihini yazmak için sanatı öldürmek
demektir. Sanatı öldürülerek yazılan tarih de
olsa olsa onun mezar taşıdır," diye özetler
durumu Adorno. Yaşadığı dönemden bu yana Avrupa
müzelerinde kısmen değişimler olsa da bu durum
hâlâ geçerlidir.
Çok medeniyetli bir coğrafyanın üzerinde yaşadığımız
düşünülürse uygarlık tarihine ilişkin okul müfredatlarında
herhangi bir konunun bulunmuyor oluşu ile şekillenen
toplumun neden bu kadar uzak tutulduğuna dair
söz söylemek kolaylaşabilir. Elbette bu durum
AKP iktidarıyla oluşturulmuş bir durum değil.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında ulusçu devlet
politikaları içinde başlıca yeri alan arkeoloji
bilimi Türklerin atasının Eti'ler olduğu, Sümercenin
Türkçe ile bağından tutun da Türkleştirme politikaları
içinde Anadolulu olmayı yüzyıllarca süren coğrafi
insan odaklı sirkülasyonu dışarıda tutarak köken
arama ihtiyacı ile birleştirildiğinde başlamıştır
hiç kuşkusuz. Kemalist ideoloji Osmanlı tarihi
ve kültürel mirasını ötelediği gibi Osmanlı eserlerini
de neredeyse yok saymış, elitist bir bakış açısıyla
Osmanlı öncesi Anadolu uygarlıklarını öne çıkararak
kültürel empozesini ayakta tutmuştur. Yiyecek
ekmeği karneye bağlanmış olan adama fesini çıkar
şapka tak demek gibi tepeden inme, içinden geldiği
toplumun kültürünü yok sayan bir siyasetin parçasıdır.
TV ile tanıştığımız günlerden çok kanallı 90'lara
kadar süregiden Pazar konserleri ile Batılı klasik
müziğin ya da western filmleri ile aynı tattadır
arkeoloji müzeleri.
Müzelerin aslında bir araştırma merkezi, enstitü
gibi de çalışması gerekir, ancak yakın bir zamanda
düzenlenen yasa ile ziyaretçi kafesinden tutun
da sergi salonlarının düzenlenmesi bile ihale
yolu ile TÜRSAB adlı şirkete verilmiş olup, kapıda
kesilen biletlerin üzerinden daha çok kâr payı
hedeflenmektedir. ... Ne yazık ki yanlış olan
sadece politikacıların durduğu yer değil, ticari
girişimcilerin modernizasyon algısı, bazı bilim
insanlarının basiretsizliğidir de. İstanbul Arkeoloji
Müzesi'nin 1880'lerden, Osman Hamdi'den kalma
sergi panolarının, camlarının kaldırılmasında
duymadığı hassasiyettir. Bu tarihi eserlerin sergilendiği
panolar yerine modern dizaynlar yapılmakta, ancak
kendisi tarihi eser niteliği taşıyan pano ve camların
akıbeti henüz bilinmemektedir.
Benzer durum tüm Anadolu antik kentlerinde yaşanmaktadır.
Efes antik kenti içinde açılacak su satış noktaları
ileride buralara yapılmak istenen restoranların,
hediyelik eşya dükkânlarının da önünü açmaktadır.
Aydın ili Söke ilçesinde bulunan Priene antik
kentinin nekropol alanının ve Büyük Menderes Milli
Parkı'nın sınırında 1.200 kişilik T tipi cezaevi
projesinin inşasına kurul izin vermiştir. Kurullar
kadrolaştırılmış ve sayısı arttırılmış olup ne
yazık ki bilim-iktidar ilişkisini gözler önüne
seren kurumlardır. Cezaevinin yapılacağı Boynak
köyü ise yeraltı su kaynaklarıyla ünlü bir yerdir.
Bu köyde kanalizasyon dahi yokken cezaeviyle beraber
köy nüfusu artıp burası bir köy olmaktan çıkacak,
yeraltı su kaynakları kirlenecektir. Yüzey araştırması
yapan arkeologlar doğuda Priene ile batıda Thebai
kenti arasında çeşitli yapı grupları olabileceğini
de ispatlamıştır. Devlet bir yandan yüksek kapasiteli
inşa edeceği cezaevleriyle terörüne devam etmekte,
bunu TOKİ yoluyla yapacağı için rant kapısını
aralamakta ve bir yandan da doğal ve tarihi sit
alanlarının tahribatı ile modern insan yaşamının
dezenformasyonuna neden olmaktadır.
AKP, dayanak noktası olarak gösterdiği Menderes
hükümeti gibi aynı tür kültürel endüstrisi politikası
içinde yolunu tam olarak çizemese de kısmen ondan
başarılıdır. Örneğin kuruluşundan itibaren imar
ve değişim hamlelerine sahne olan Saraçhane semtinde
bugün varlığı tespit edilebilen 11 cami-mescid,
1 çarşı, 2 su terazisi, 3 sebil, 5 medrese, 3
hamam, 1 karakol binası ve 8 çeşmeden geriye sadece
2 cami-mescid, 3 sıbyan mektebi, 4 medrese, 1
sebil ile 3 çeşme günümüze ulaşabilmiştir. Adından
başka geriye hiçbir şey ulaşamamış olan Tetrapilon
ve Sintetos Khion anıtlarının da burada olduğunu
tarihi kaynaklardan biliyoruz. Üstelik bu yok
edilişte sadece binalar değil semtin soyut kültürel
dokusu da hedef olmuştur. Bu semt sadece geceleri
tiyatro, meddah, karagöz seyretmeye gelen halkın
rağbet ettiği bir eğlence merkezi değil, aynı
zamanda dönemin entelektüel kesiminin Beyoğlu
haricinde kalbinin attığı yerlerden biriydi. Günümüzdeki
Vezneciler Caddesi'nin başı ile Şehzadebaşı Camisi
arasında kalan Direklerarası, ismini, caddenin
sağındaki Damat İbrahim Paşa Külliyesi'ne gelir
sağlamak amacıyla inşa ettirilen dükkânların önündeki
mermer sütunlu revaklardan alır. Bizans döneminde
de büyük caddelerin kesiştiği yer olması bakımından
sur içi İstanbul'unun önemli merkeziydi. Ayasofya'nın
önlerinden başlayıp Şehzadebaşı'na gelen "Meşe"
adlı önemli bir yol burada biri Edirnekapı'ya,
öteki Altın Kapı'ya uzanan iki ayrı cadde halinde
uzayıp giderdi. Bu önemli kavşak noktasının adı
Philadelphion'du. Bunlardan da geriye ancak isimleri
ve seyyahların çizimleri kalmıştır. Bu semtin
fiilen yerle bir olması ise 1958 ramazanının ilk
günlerine rastlar. Menderes iktidardadır ve İstanbul'da
"istimlak günleri" yaşanmaktadır. Büyük
bulvarlar açılır, büyük meydanlar yapılır. Bu
arada Direklerarası yok olur. Oysaki Menderes
Osmanlı'ya methiyeler düzmekte idi. Bu örnekte
kültürel endüstri kullanılmamış doğrudan müteahhitlik,
rant koşulunda hesaplamalar yapılmıştır.
Kentsel dönüşüm projeleri kapsamında yaklaşık
400 yıldır Sulukule'de yaşayan Romanlar buradan
çeşitli tahliye dalavereleriyle çıkarılmakta aynı
zamanda kültürleri de yok edilmektedir. Burada
yapılan yeni konutların dış cephesine ise basit
formlu Osmanlı giydirilmiştir. Bir yandan Tarihi
Yarımada'nın surları cumhuriyetin ilk yıllarından
itibaren açılan Millet ve Vatan caddeleri uğruna
tahrip edilmiş, Yedikule zindanları bir konser
için şirketlere kiralanarak tahribatına göz yumulmuşken,
AKP'li belediye Sarayburnu'na doğru, şaka değil
tam da sur duvarının üzerine "alkolsüz kafe"
inşa etmekten çekinmemiştir. Bir yandan tarihi
sivil mimariyi olduğu gibi bırakarak koruma anlayışı
cumhuriyetin ilk yıllarında çıkan sit kanunlarına
dayandırılarak sahiplerine tadilat izni bile vermeyerek
çürümeye terk edilmesine neden olmuş, insanlar
tarihi alanlardan yaka silker hale gelmiş, bir
yandan buralar kaza süsü verilerek yakılıp yeni
imar alanları yaratılmış, estetik mimariden yoksun
betonarme mütahit binaları ile doldurulmuştur.
Şimdi bu Osmanlı sivil mimari örnekleri olan köhne
evler varsa sahibinden kelepir fiyatına alınmakta
ya restore edilerek çok yüksek fiyatlara satılmakta
ya da üniversitelerden sonra öncelikle vakıflara
çok cüzi fiyatlarla uzun yıllara kiralanarak peşkeş
çekilmektedir. Bu yapıların sözde restorasyonu
da ayrı bir tartışma konusudur. Böylece semtin
tarihi dokusu tarihi binanın dış cephesinde var
olmaya mahkum edilmekte, buradaki asıl tarihi
kültürel yaşamıyla oluşturan insan unsuru ortadan
kaldırılmış olmaktadır.
Tarihi Şeyleştirerek
Pazarlamak:
Osmanlı kabuğunun ardında burada sürdürülecek
olan yeni kültür inşasında hedef kitle için, yeşil
burjuvaziye yeni yaşam alanları, yeni yollar,
yeni olanaklar sunulmaktadır. Bu noktadan hareketle,
"O yol yapılacak dedimse yapılacak, gerekirse
önümüze cami bile çıksa yıkar, başka yere yenisini
yaparız," sözü anlamını bulmuş olmaktadır.
Para ve iktidar, tarih ya da din dinlemez, ancak
kullanabileceği yerde onu ön plana çıkarır. Birincil
koşul yoldur, AVM'dir, yeni konaklardır; ikinci
koşul bunların mimarisinin Osmanlı ve Selçuklu
olmasıdır. Osmanlı algısı Sünni politika içinde
bir kabuktur. Bu Osmanlı'nın haremi, oğlancılığı,
devşirmesi, kardeş katli fermanları yoktur. Tarih
dejenere edilerek yeniden yazılmakta ve topluma
nüfuz etmesine çalışılmaktadır. Bu yüzden dayatılan
Osmanlı olgusu pazar günleri TV'de yayınlanan
Pazar konserleri gibidir, tepeden inmedir, içi
boştur; bir kesim hariç kabul görecek altyapısı
yoktur. İslamofaşist hükümet baskı araçlarının
kullanımında olduğu gibi kültür politikalarının
yönetiminde de tepeden inmeci Kemalist yöntemleri
yeğlemektedir. Tarihin iktidar tarafından bir
pazarlama stratejisi, ideolojik aygıt olarak kullanılması
yolunda resmi kimliğine yeni unsurlar eklenmektedir;
ancak nesnel olmayan, gerçek olmayan ve şeyleştirilmeye
devam edilerek. Bu yüzden 3. Köprü'nün adı Yavuz
da olur, başbakan torununa Ali ismini de koyar…
Bir yandan kültürel ürünler sıradanlaştırılırken,
öte yandan farklılıklar marjinalleştirilmektedir.
Kültürel ürünlerin ortaya çıkışı, dahası ürünün
bir kültürellik dolayımında ortaya çıkışı, tanıtılması,
dağıtımı ve dolaşıma sokulması süreçlerinin sistemli
bir endüstrileşme mantığına bağlı olmasına işaret
eder. Kapitalist sistem böylece verili durumu
bir zihin yapısı olarak da kitlelere benimsetmenin
ve bu zihniyeti süreklileştirmenin bir yolunu
bulmuş olur. Kültür endüstrisi, kitlelere uyum
sağlamadan var olamayacaktır elbette, ancak bu
sorunu kitleleri kendine uydurarak çözer. Kültürel
metaların getirisinden yararlanarak yerel aktörler
tarafından neoliberal kentleşmenin önünü açmaktadır.
Sistem kendini de kısmen dönüştürerek devamlılığı
için şimdilik bir kapı aralamıştır.
Ben bu yazıyı yazarken Bülent Arınç, "Ayasofya
müze olmaktan çıkarılıp cami olarak ibadete açılmalıdır,"
diyerek eski bir tartışmayı yeni bir gündem malzemesi
haline getirerek daha çok kendi vizyonunu düzeltmek
ve AKP'nin ustalık dönemi icraatında toplum mühendisliğine
yeni bir yol göstererek din ve tarih ile sözünü
ettiğimiz pazarlama stratejisini kullanmıştır.
Bu kez de kişisel ve siyasi çıkar uğruna, ama
elbette amaçlardan biri de özetle Beyoğlu gibi
Sultanahmet'in de kültürel demografik yapısının
değiştirilmesidir. Ayasofya gibi İstanbul'da yaklaşık
20 kilise Osmanlı'nın çeşitli dönemlerinde camiye
dönüştürülmüş olup, bunlardan Kariye 1948'de,
Ayasofya ise 1935'te müzeye çevrilmiştir. Ayasofya
Fatih'in İstanbul'u fethinden hemen sonra camileştirilmiş
olmasından ve mimari planında bazilika planı ile
merkezi planı birleştiren, kubbeli bazilika tipinde
bir yapı olup kubbe geçişi ve taşıyıcı sistem
özellikleriyle mimarlık tarihinde önemli bir dönüm
noktası olarak ele alınır. Dünyanın en eski ve
en uzun süre hizmet vermiş olan katedrali aynı
zamanda Doğu Ortodoks Kilisesi'nin merkezidir.
Dünya halkları için önemli ve manevi bir kültürel
miras örneğidir. Bu yüzden bu tartışma, hesaplaşma,
sözün gitmesinin istendiği yerler belli ve hedef
derindir. Bu durum ancak başka bir yazıya konu
olur...
|