Beni burda tutan şey şehit olmak
vecdi mi?
Sanmıyorum.(1)
I)
Giriş:
Türkiye
sol ve devrimci hareketi bugün bir hayli karmaşık
bir tabloyu ifade ediyor. Bu karmaşıklık, sadece
bir dizi, irili-ufaklı çevre ve örgütten oluşması,
bunların bileşkesinden oluşmasından kaynaklı değil,
aynı zamanda kendi içinde ayrım çizgileri de şu
ya da bu biçimde zayıflamış olmasından kaynaklanıyor.
Hiç şüphesiz, bunun en önemli nedeni, sol ve devrimci
hareketin kitlelerle ilişkisidir; sınıf mücadelesi
içinde sol ve devrimci hareketin politik özne
olup, sınıf mücadelesinde devrimci bir cephe açmaktaki
zayıflığıdır. Sadece bu değil, bununla birlikte
evrensel ve özgün bir dizi nedeni burada sıralamak
mümkündür. Ama daha iyi anlaşılması için bu tabloyu,
sol ve devrimci hareketin yaşadığı bir kriz olarak
tanımlayabiliriz. Uzun yılları kapsayan bu kriz
süreci bugün de aşılmış değildir.
Bu
tabloyu, ayrıntıları bir kenara bırakarak bir
kaç ana noktada tasnif edebiliriz. Strateji, program,
Kürt sorunu, sosyalizm gibi ana sorunlar ve bunların
alt başlıklarında sol ve devrimci hareket bir
ayrışma içindedir. Ama burada, bu yazımızın ana
ekseni açısından şunu belirlemekte yarar vardır;
sol ve devrimci harekette bir yanda "devrimcilik"
adına, hatta bu devrimciliği samimi bir biçimde
yürütenlerin de içinde olduğu kaba, dogmatik bir
devrimci eğilim varken, öte yanda, bunun karşısında
yer alan liberal-tasfiyeci bir eğilimin var olduğu
açıktır. Bu aynı zamanda devrimci ve reformist
ayrışmasının dışa yansımasıdır. Bu iki kesimin
adeta birbirini beslediği açıktır. Bununla birlikte
sağdan soldan etkilenen melez akım ve yapılar
da hiç az değildir. Ayrıca sol ve devrimci hareket
kriz eşiğini aşamadığı için, farklı etki ve basınçlara
da açıktır. Hem dünyadaki gelişmelerden, hem de
başta Kürdistan olmak üzere bölgedeki gelişmelerden
etkilenen, bunların olumlu ya da olumsuz basıncı
altında kendi varlığını sürdüren sol ve devrimci
hareketten söz edebiliriz. Bu tablo içinde, doğru
devrimci çizgi, doğru devrimci anlayış ve mücadele
bir hayli zorlanmaktadır.
Bununla
birlikte, bir dizi irili ufaklı gelişme ve olgular
bir yana, iki ana olgu ve bunlara dair gelişmeler,
bundan sonrası için önemli olmaktadır. Bunlardan
birisi, Ortadoğu'da önemli bir yer tutan Kürt
özgürlük mücadelesi, ikincisi ise, Haziran halk
direnişidir. Her iki dinamik arasında kopmaz bağ
vardır ve bunlar üzerinden siyasetten tutalım
nasıl bir devrimciliği örgütleyeceğiz gibi ana
konulara kadar her şeyi adeta yeniden kurgulamak,
yeniden üretilmek zorundadır. Önümüzde iki yol
var: ya yenilenme eylemini sürekli kılıp buradan
devrimci sosyalizmi güçlü bir politik eksen düzeyine
taşıyacağız, ya da sol ve devrimci hareketin şu
ya da bu biçimde genlerine bulaşan tutuculuk duvarlarına
çarpacak ve kendimizi tekrar edeceğiz. Biz devrimci
yenilenme eylemini şiar edinmiş bir hareketiz
ve tutuculukla, dogmatizmle, ya da tersinden liberallikle,
legalizmle aramıza mesafe koyarız, onlarla mücadele
ederek devrim ve sosyalizm kavgasında yerimizi
alırız.
Bunun
kavgasını veriyoruz...
Bu
çalışmamızda amaç, bu temelde, sol ve devrimci
harekette görülen bir eğilimi, devrimcilik adına
dogmatizmi, onun bazı biçimlerini ele almak, bu
eğilimle aramıza mesafe koymaktır.
Daha
iyi anlaşılması için bazen basit sorular sormak
anlamlı olur. Basit bir gözlem yaparak, eğer bir
yerde, "neden devrimci mücadele?" sorusuna,
"biz zaten ailecek devrimciyiz, benim babam
senelerce hapis yatmış.", "x mahallesindenim,
bizim buralar çok devrimci çıkarır, bir sürü şehidimiz
var.", "bence devrimciler çok kahraman
insanlar, ben de onlar gibi olmak istiyorum."
gibi ilginç yanıtlar alırsak buradan konumuzla
ilişkili olarak iki şey çıkar. Birincisi, bazen
insanlar şu ya da bu biçimde yaşadığı çevre ve
ilişkilerden etkilenir, başlangıç aşaması açısından
bunu anlamak mümkündür ve bu aşamada bu durum
bir problem değildir. Ama ikinci olarak, başlangıç
aşamasını çoktan geride bırakmış olanlar için
"devrimcilik" ve "sosyalizm"
adına çarpık bir anlayış ve pratik burada dışa
vurmaktadır. Biz her insanın bilimsel sosyalizmi
içselleştirmesini beklemeyiz; ama kendine "devrimci
ve sosyalist" olarak tanımlayan devrimci
bir hareketin, hem siyasetini hem de söz ve davranış
biçimlerini, politik-kültürel yapısını bu temelde
oluşturmasını bekleriz. Eğer bu yoksa, ortada
devrimcilik adına kabalık, hatta aşağıda yer yer
ele alacağımız gibi, halkın tutucu yanlarını "halk"
ve "devrim" adına savunmak gibi bir
gariplik kaçınılmaz olur.
Halbuki,
kapitalizm son sömürücü toplumdur; sınıf mücadelesi
tarihin motorudur ve işçi sınıfı mevcut kapitalist
düzeni yıkacak tek devrimci sınıftır. Bilimsel
sosyalizm, daha önce, kendi öncesi bazı düşünce
akımlarının devrimci eleştirisi üzerinden ortaya
çıktı ve işçi sınıfına yol gösterdi. Bilimsel
sosyalizm, insanı, toplumu, doğayı maddeci bakış
açısıyla, bunlar arasındaki diyalektik ilişkiyle
ele alır, sınıf mücadelesine de bunun üzerinden
müdahil olur. Bu anlamda, bilimsel sosyalizm,
sınıf mücadelesinde, işçi sınıfının kendi için
sınıf olması ve işçi sınıfının iktidar mücadelesinde
bir taraf olurken, felsefi açıdan idealizm ve
metafizikle mücadele eder. Ancak bu mücadele düz
bir hat üzerinden yürümez, çeşitli güncel biçimler
alarak sürer. Sınıf mücadelesinin geriye düştüğü,
devrimci eylemin zayıf düştüğü her yerde felsefi
anlamda idealizm, politik anlamda oportünizm şu
ya da bu biçimde ortaya çıkarak, sosyalizmin bilimsel,
maddeci özünü tahrif etmeye, onu idealist, metafizik
bir mecraya çekmeğe çalışır. Mahir Çayan Yoldaş'ın
da defalarca belirttiği gibi soldaki tüm sapmalar
bir eylem kılavuzu olan sosyalizmin, bilimsel
özünün tahrifinden kaynaklanır.
Felsefi
idealizmin, onun siyasal alanda bir biçimi olan
oportünizmin şu ya da bu biçimde etkin olduğu
dönemlerde, sınıf mücadelesinde, devrimci saflarda
diyalektik yöntem zayıflar, devrimci teori dogmalaştırılır,
iktisadi, sosyal tahliller bir kenara bırakılır,
politik mücadele kuru sloganlar düzeyine indirgenir.
Böylesi bir atmosferde şu ya da bu biçimde, çevreden,
aileden, arkadaş grubundan, ya da çeşitli kitle
hareketlerinden etkilenen, temiz bir mücadele
aşkıyla devrimci saflara katılan genç bir insanı
sorunlu bir devrimcilik bekler. Günlük hayatla
hiçbir bağı olmayan hatıraların sararmış yaprakları
arasına düşen genç insan giderek körelir ve kısa
sürede devrimci ve sosyalist öğreti denilince
aklına yalnızca, bir takım kahramanlık menkıbeleri,
üç beş tane "devrimci" slogan ve birkaç
hüzünlü şarkı gelen biri haline gelir. Burada
devrimci teori önemsizleşir, ideolojik birlik
bir kaç kavramın ezberine dayanır, dar pratikçilik
öne çıkar, devrimci teori ile devrimci pratik
arasında diyalektik bağ zayıflar, yaşanan süreçlerin
dersleri değil, kalıplaşmış sözler politik mücadelede
önem kazanır, devrimcilik ile yiğitlik-kahramanlık
özdeşleşir ya da tersinden devrimcilik sıradanlaşıp
özü boşaltılır.
Oportünizm,
amacına ulaşmak için pek çok yöntem izleyebilir,
pek çok şekle bürünebilir. Bu yöntemlerden biri
de, "katı olan her şeyin buharlaştığı,
kutsal olan her şeyin ayaklar altına alındığı
ve insanların nihayet hayattaki konumlarına, karşılıklı
ilişkilerine soğukkanlı bir gözle bakmaya zorlandığı"(2)
bir iklimde serpilip gelişmiş olan bilimsel sosyalizmi,
büyülü bir kutsallığın kucağına oturtmaktır. Böylece
sonsuz bir oluş içerisinde olması gereken bilimsel
teori, yerini durağan kutsal metinlere; bilimsel
teorinin kılavuzluğunda, somut durumun somut tahlili
ışığında gerçekleştirilmesi gereken devrimci eylem
ve çalışmanın yerini destansı kahramanlıklara;
Leninist ilkeler çerçevesinde, yaşayan birer organizma
olan devrimci parti ilişkileri ise yerini ikonlaştırılan
önderler çevresinde ya da bu ikonların anılarında
oluşturulan anlamsız bir takım ilişkilere bırakır.
Bunlardan hiçbiri eleştirilmez, tartışılmaz; ama
hatıralarına şiirler, şarkılar düzülür.
Konuyu
daha iyi kavramak için bir alıntı yapmakta yarar
vardır. Tarihte oportünizmin etkin olduğu dönemlerden
biri, İkinci Enternasyonal Dönemi olarak bilinen
dönemdir. Stalin, İkinci Enternasyonal oportünizminin
egemen olduğu bu dönemden şu şekilde bahsediyor:
"Tutarlı
bir devrimci teorinin yerini, birbirine karşı
teorik tezler, kitlelerin gerçek devrimci savaşından
kopmuş ve modası geçmiş dogmalar haline gelmiş
teori parçaları almıştı. Görünüşü kurtarmak
için Marx'ın teorisi elbette anılıyordu; ama bu,
marksist teorinin canlı, devrimci ruhunu boşaltmak
için yapılıyordu.
Devrimci
bir politika yerine, zayıf ve cılız küçük-burjuva
oportünizmi, parlamento diplomasisini ve parlamento
kombinezonlarını kollayan siyaset esnaflığı, görünüşü
kurtarmak için 'devrimci' kararlar ve sloganlar
kabul ediliyordu, ama bunlar büro çekmecelerinde
saklanmak içindi.
Parti
eğitimine önem verileceği ve kendi yanılgılarının
derslerinden yararlanarak, partiye, doğru devrimci
taktik öğretileceği yerde, bu cansıkıcı sorunlardan
ustaca kaçınılıyor, bu sorular örtbas ediliyor,
gizleniyordu. Besbelli ki, gene görünüşü kurtarmak
için cansıkıcı bazı sorulara da değinilmesine
razı oluyorlardı; ama bu, nereye çeksen oraya
giden 'esnek' bir karara varmak içindi."
(3)
Hiç
şüphesiz ülkemizde oportünizm yeni sömürge toplumsal
ve siyasal zeminden besleniyor; bir yandan devrimci
anlayış ve değerlerin anlamını yitirdiği söylemini
geliştiriyor, öte yandan "sıkı devrimcilik"
adına içe kapanan, tutuculaşan, muhafazakarlaşan
bir eğilimi yansıtıyor. Bir uçtan diğer uca, bu
skala içinde farkı biçimler alıyor; ideolojik,
politik, örgütsel ve kültürel alanlarda kendini
dışa vuruyor. Buna karşı mücadele ise, devrimci
sosyalizm için zorunludur.
Bu
çalışmamızda, daha çok dogmatik devrimci kesimlerde
görülen bir eğilimi bazı yönleriyle ele alacağız.
Devrimci muhafazakârlık olarak tanımlayacağımız
bu eğilimi, tüm yönleriyle ayrıntılı ele almayacağız,
birkaç başlık altında bazı yanlarını inceleyeceğiz.
Burada özel olarak bir devrimci hareket ele alınmayacak,
devrimci hareketin kendisinde görülen ve birden
fazla devrimci çevrede şu ya da bu biçimde dışa
vuran bir anlayış ve eğilim ele alınacaktır. Bu
anlayış ve eğilim, bu ülkenin toplumsal-kültürel
kodlarından besleniyor, belki bir ya da iki devrimci
çevrede daha yoğun görülse de sol ve devrimci
hareket içinde, farkı çevrelerde varlığını sürdürüyor.
Dahası, iyilik de kötülük de bulaşıcıdır; bazı
devrimci çevrelerde daha açık görülse de, zayıf
ve dış etkilere açık, devrimci ve sosyalist kimliğinde
sorun olan, kendi politik tarz ve kültürünü yeteri
derecede oluşturmayan kesimlere bu yanlış eğilim
bulaşıyor, devrimcilik adına devrimcilik karikatürize
ediliyor.
II)
Mitoloji Yaratmak Değil Tarihin Materyalist Kavranışı
Devrim
ve sosyalizm tarihi şanlı bir tarihtir; bizim,
ideolojik, politik, örgütsel, kültürel açıdan
beslendiğimiz, varlık nedenimizdir. Geleceğin
toplumu da buradan beslenir, bunun üzerinden biçim
alır. Tarih yoksa bugün ve gelecek yoktur. Tarihimiz
geleceğimizdir, bugün dünü içeriyor, yarın bugün
üzerinden yükselecektir. Biz insanlık tarihinin
tüm devrimci birikimine sahip çıkarız; Spartaküs'ten
Şeyh Bedrettin'e, Paris komününden Ekim devrimine,
Çin devriminden Küba devrimine tüm devrimler,
hatta bir dizi yenilgiler bizimdir. Tarihimizle
onur duyuyoruz. Bu tarih içinde kahramanlıklar,
zafer, yenilgi ve geriye düşüş vardır; tersini
düşünmek idealizmdir. Bununla birlikte, tarih
düz bir hatta değil, çeşitli zikzaklarla bugüne
deviniyor, sarmal biçimde ileri sıçrıyor, kendi
içinde olumlu ve olumsuz yanları barındırıyor.
Bu koca tarih içinde bilimsel sosyalizmin tarihi
ise kısa bir dönemi kapsıyor, ama bilimsel sosyalizm
insanlık için büyük bir sıçramayı ifade ediyor.
Komünist Manifesto'dan bu yana, yaklaşık 165 yıllık
bilimsel sosyalizm ve bunun tarihi bizim varlık
kaynağımızdır. Marksizm'de eleştirel yöntem içseldir;
tarihimizi eleştirel yöntemle ele alırız, buradan,
bugünün sınıf dinamikleriyle geleceğin toplumunu
kurgularız.
Mitoloji
kahramanlar yaratır. Bu kahramanlar, eğer tanrı
ve yarı-tanrı değilseler, en azından tanrısal
nitelikte insanlardır. Böylece mitoloji, doğayı
tanrılıkta kişileştirir. Aynı şey olaylar için
de geçerlidir, herhangi bir tarihsel olay, mitolojide
ihtişamlı biçimde, tanrısallaştırılarak aktarılır.
Sözgelimi mitolojik anlatımla Troya Savaşı, tanrıçalar
arasındaki bir sürtüşmeden doğmuştur, savaş alanındakiler
ise ya insan görünümlü tanrı ve yarı tanrılar
ya da tanrısal nitelikte insanlardır. Mitolojik
anlatılar, özellikle ilk çağda savaşçılara moral
veren, gençleri kahramanlığa özendiren bir işlev
görmüşlerdir. Örneğin, mitolojik bir Troya Savaşı
destanı anlatan ozanları dinleyen bir genç savaşçı,
yarı- tanrı Akhileus'a öykünecek, savaş alanında
Akhileus'un sergilediğine benzer kahramanlıklar
sergilemek isteyecektir.
Elbette
Marksist-Leninistler tarihe böyle yaklaşmazlar.
Marksist-Leninistlere göre tarihin özü sınıflar
mücadelesidir, her tarihsel süreç veya olay somut
gerçeklere, bunlar üzerinde biçim alan insan ilişkilerine
dayalıdır. Her bir tarihsel süreç ve olay ile
bir diğeri arasında, yani öncesi ve sonrası arasında
diyalektik bir bağ vardır. Tabii ki burada, herkesçe
"bilinen" ve bilimsel sosyalizmin abecesi
kabul edilen materyalist tarih anlayışının neyin
nesi olduğunu anlatacak değiliz; burada değinmek
istediğimiz konu, şu herkesçe "bilinen"
materyalist tarih ilkelerinin, iş icraata gelince
nasıl olup da birden bire unutulduğu ve tuhaf
biçimde dillere mitolojik şarkıların yerleşiverdiğidir.
Özellikle
son yıllarda, ülkemizde devrimci hareketin tarihine
ve mirasına karşı garip bir huşu içinde bakan
devrimci muhafazakâr eğilim ortaya çıktı
ve kendi içinde bir alan, ilişki biçimi, öykünme
modeli oluşturdu. Bu devrimci muhafazakâr
eğilim, bir yandan tarihi kendi ile başlatırken,
diğer yandan herhangi bir eleştiriyi ise, çoğu
kez "katlanılamaz bir saygısızlık" olarak
algılamış, kendini buna göre konumlandırmıştır.
Tabi, bu tarih çok kez, sınıf ve toplum dinamiklerine
göre değil, mistik bir hava içinde, bireyler ve
kahramanlıklar üzerinde inşa ediliyor. Bu tarihe
bakışta bazen, insanlık tarihi için önemli adım
ve süreçlere sahip çıkılsa da (ki bu yanıyla çok
sorunlu da olmazdı); bu sahip çıkış hem mistik
hem de kuru bir ajitasyon üzerinden olduğundan,
sınıf ve toplumsal dinamiklerden uzak olduğundan,
hatta tarihi kendi ile başlatan idealist, "ben
merkezci" bir tarih anlayışına hizmet ettiğinden
sorunlu bir yerde durmaktadır.
Bununla
birlikte, bu eğilim, güncel politikada yaşanan
herhangi bir olayı değerlendirilirken de mütemadiyen,
sanki tarih tekerrür ediyormuş gibi, geçmişin
"efsaneleri" ile benzerlikler kurmaya
çalışmak; böylece bugünü de, yaşanan tarihsel
süreci de sakatlamaktadır. Bu durum çoğu zaman
güncel politikada atılan adımların geçmişin terimleriyle
açıklanmaya çalışmasını; çıkarılan yeni bir yayına,
oluşturulan yeni bir örgütlülüğe "mitolojik"
yayınların ya da "mitolojik" örgütlerin
isimlerinin verilmeye çalışılmasına kadar uzanmaktadır.
Hatta herhangi bir kitle gösterisi çağrısı yapılırken
dahi söylemlere azıcık "destansı tarih"
kokusu sürme çabasını çoğu zaman görmekteyiz.
Bu,
tarihin anısına değer verme ve onu hak ettiği
biçimde yüceltme değil, aksine etkili politika
üretilemediğinden, devrimciler ve halk üzerinde
saygı uyandıran tarihsel terimleri yerli yersiz
anarak göz boyama tavrıdır. Marksist- Leninistler
için böylesi bir sakat tavır söz konusu olamaz.
Lenin bu türlü tavrı "devrimci lafebeliği"(4)
olarak tanımlıyor ve "devrimci düşünce
konusundaki kafa karışıklığı"(5)ndan
kaynaklandığını belirterek şöyle diyor:
"Marx,
işi bitmiş geçmişin 'çekici' terimlerini taşıyan
bu türden lafebeliklerinin geleceğin görevlerini
gizlemek amacıyla kullanılmasını sık sık suçlamıştır.
Böyle durumlarda, daha önce tarihte görevini yapmış
olan bir terimin çekiciliği, yanıltıcı ve zararlı
bir yaldız olmaktadır."(6)
Konunun
daha iyi anlaşılması için ikinci bir alıntı yapalım.
Lenin, Paris Komününün "ihtişamlı anısının"
koruyucu kanatları altına sığınarak "Devrimci
Komünler" kurulması gerektiğini söyleyen
Yeni-İskra konferansçılarına değinerek şöyle diyor:
"1871
Paris Komünü'nün anısını ne denli yüceltirsek,
onun yanlışlarını ve içinde yer aldığı koşulları
tahlil etmeksizin ona gelişigüzel değinmek de
o denli hoşgörülemez. Böyle yapmak -Engels'in
alay ettiği- Komünün her hareketi önünde eğilen
blankicilerin saçma örneğini yinelemek olur. Bu
"devrimci komün" konusunda, kararda
değinilmiş bulunan komün konusunda, soru soran
işçiye konferansçının yanıtı ne olacaktır? Söyleyebileceği
tek şey, bunun tarihte bu adla bilinen belli bir
işçi hükümeti olduğu, o sırada demokratik bir
devrimle sosyalist bir devrimini öğelerini birbirinden
ayırma yeteneğinde olmayan ve ayıramamış bir hükümet
olduğu, bir cumhuriyet uğruna savaşma görevini
sosyalizm uğruna savaşma görevi ile birbirine
karıştırmış, Versay'a karşı etkili bir saldırı
düzenleyememiş, Fransız Bankasına elkoymamakla
bir hata işlemiş vb. bir hükümet olduğudur.
Kısacası ister Paris Komününe, ister bir başka
komüne değiniyor olun, yanıtınız şu olacaktır:
bizimkinin öyle olmaması gereken bir hükümetti.
Hoş bir yanıt gerçekten de! Bir karar, partinin
taktik programı konusunda hiçbir şey söylemediği
ve yersiz bir biçimde tarihten dersler vermeye
başladığında, bu, bir devrimcinin ukalaca ahlâk
dersi vermeye kalkışmış olmasını ve yetersizliğini
tanıtlamaz mı?"(7)
Lenin'in
cümleleri sanırız sorunu net biçimde ortaya koyuyor.
Ancak
dikkat etmemiz gereken esas nokta devrimci
muhafazakâr anlayışın, tarihsel olayları anlamsız
biçimde idealize etmesi ve mitolojik anlamlar
yüklemesinden öte, arkası boş ve idealist tarih
anlayışının pompalanması ve insanlığın kazanımlarını
suistimal etmesidir.
Burada
şunu hatırlatmakta yarar var, Lenin, Menşevikleri
eleştirip, Paris Komününü değerlendirirken kullandığı
hassas kantarını, devrimci muhafazakârların
yanında kullansaydı ve ülkemiz devrimci hareketinin
tarihindeki "destansı" bir olayı bu
kantara vursaydı, büyük bir olasılıkla "devrimci
hareketin tarihine hakaret etmekle" suçlanırdı.
Oportünizm,
devrimci muhafazakârlığın durgun mantığını
gayet iyi biçimde kullanır ve bu şekilde politikasızlığının,
eylemsizliğinin, kuyrukçu siyasetinin üzerini
örter. Oportünizmin dayattığı politikasızlığı,
eylemsizliği ya da Lenin'in deyişiyle devrimci
lafebeliğini eleştirecek olan Marksist-Leninist
ise, "devrimci hareketin tarihine hakaret
etme" suçlamasıyla karşı karşıya kalıverir.
Marksist-Leninistler
bu suçlamalarla karşılaşmaktan çekinmemelidir.
Biz doğru bildiğimiz yoldan yürüyeceğiz; tarihe
bakışımıza da tarihsel materyalizm yön veriyor,
verecektir. Doğru yolda yürüyeceğiz, idealist,
"benmerkezci tarih" anlayışlarıyla hesaplaşarak,
bunlarla aramıza mesafe koyacağız.
Marksist-Leninistler
için ülkemiz ya da dünya devrimci hareketinin
tarihindeki herhangi bir süreç ya da olay, tıpkı
tüm diğer tarihsel süreç ve olaylar gibi somut
durum içerisinde, her tarihsel süreç ve olayı
kendi nesnel-öznel koşulları içinde ele almak;
buradan bir dizi dersler çıkarmak ana yöntemdir.
Ayrıca ülkemiz devrimci hareketinin tarihinin
bütününde, stratejik başarısızlıkların (burada
"stratejik" kavramına yüklediğimiz anlam
"strateji" değil, tüm tarihimizde önemli
adım ve süreçlerde sık sık başarısızlıkla karşı
karşıya gelmektir) taktik başarılardan daha fazla
olduğu gerçeğini de göz önüne alırsak, Marksist-Leninist'lerin
ödevi, kesinlikle "destansı direniş"
hikayelerini huşu içinde dinlemek ve "tarihlerine
laf söyletmeyen" muhafızlar olarak, tarihsel
tanımlama ve olayları yerli yersiz yinelemek değil;
her tarihsel olayı en detaycı ve keskin bir eleştirel
bakışla ele almak, mücadele için işe yarar sonuçlar
çıkarmak olmalıdır. Tarihsel mirasımız ancak bu
şekilde hak ettiği konuma yerleşmiş olur. Çünkü
Marksist-Leninstlerin iddiası asla geçmişin muhafızı
olmak değil, ama kesinlikle geleceğin üreticisi
olmaktır.
"Devrimciler
hiçbir zaman hiçbir şeye karşı kendilerini koşullandıramazlar.
Biz
nesne, olay ve süreçlere Marksist yöntemi esas
alarak; kendimizi eylemimiz ve düşüncemizi yaptırım
altına sokmadan ayakta durduk. Dolayısıyla eleştirelliğimizde
de yargılarımızda da tek kıstasımız bilimsellik
temelinde halkın ve devrimini çıkarları oldu.
Sosyalizme, geleceğe sarsılmaz şekilde inandığımız
için, tarihe doğru bakmak sorumluluğunu hiçbir
şeye tercih edemeyiz. Ve ona bu bağlamda sahip
çıkarız. Sosyalizm anlayışımız budur."
(8)
III)
Devrimciler Ölür, Devrimler Durmaz Sürer
"Biz
bu yolda ölümü göze aldık, yolumuz şehitlerimizin
yoludur!"
Bilindiği
gibi bu, pek çok devrimci ajitasyonda rastladığımız
bir cümledir. Ve kesinlikle her devrimcinin hemfikir
olması gereken bir cümledir. Elbette ölüm bir
devrimciyi durduramaz, ölümü düşünüp bunun basıncı
altında, buna teslim olan devrimcilik yapamaz.
Devrimci, devrim yolunda ölümü göze alan bireydir;
ölümü göze alamayan hiç bir devrim başarı kazanamaz.
Hatta bugün için, bugünün Türkiye'sinde ölüm göze
alınmadan taktik başarılar bile elde etmek mümkün
değildir. Ve evet, kesinlikle yolumuz şehitlerimizin
yoludur. Ya da bir diğer ifadeyle "yolumuz,
devrim yolunda düşenlerin yoludur". Bu ifadeden
de basitçe anlaşılabileceği gibi asıl itibariyle
yolumuz, "devrim yoludur"!
Devrimci
muhafazakârlık, her zamanki gibi burada da
durgun mantığını konuşturur ve yine Marksizm-Leninizm
ile hiçbir ilgisi olmayan, adeta Aristocu bir
bakışla şu sonuca varır: "yolumuz şehitlerimizin
yolu olduğuna göre, hepimiz şehit olmalıyız"
ya da "yolumuz devrim yolunda düşenlerin
yolu" olduğuna göre, "hepimiz devrim
yolunda kendimizi feda etmeliyiz." Burada
devrim ya da devrimcilik adeta ölüm ve şehitlikle
özdeşleştirilir.
Yine
bu anlayışa atfen, bazı filmlerde karikatürize
edilen devrimci tipleri, "devrimciler
ölümle nişanlıdır." (ki bu doğru sözün
"nedense" pek anımsatılmayan ilk bölümü
"yaşamla sözlü"dür) gibi söylemlerle
topluma sunulmakta, devrimcilik ilkel, kaba bir
düzeye indirgenmektedir. Egemen medya tarafından
karikatürize edilerek sunulan bu "devrimci"
tiplemesi, başka şeyler için kıyameti koparan
devrimci muhafazakarlık tarafından pek fazla eleştiri
konusu edilmemektedir.
Hiç
şüphesiz bu gibi konularda, devrimci muhafazakâr
anlayışın, sık sık mistik, dinsel ya da yarı dinsel
kavramlar kullandığı da bilinmektedir.
Bu
yarı mistik anlayış, bilimsel sosyalizmle birlikte
yan yana duramaz. Marksist-Leninistler için, devrimci
sosyalistler için devrim için dövüşmek, bu yolda
ölümü göze almak tartışılamaz; ölünecek yerde
ölümü yenmek, düşmana teslim olmamak, her koşulda
direnmek devrimciliğin bir biçimidir ama devrimcilik
bunları içererek aşan bir yaşam biçimidir. Ama
biz bir yola giderken, devrimci eyleme ve çalışmayı
örgütlerken "ölümsüzleşmek" için, "şehit
olmak" için, "kendini feda" için
çıkmayız. Bizim için, her şeyden önce politik
bakış, hedef, bunların yaşamla bağı çok daha ön
plandadır; bu uğurda ölüm kaçılınmaz bir duraksa,
ölümü yenmek de görevimizdir. Biz ölümü değil
yaşamı öne alırız, ölüm ile yaşam arasında diyalektik
bağı buradan kurarız.
İnsan
türü ilk çağlardan beri, ölüm olgusunu kavramakta
güçlük çekmiştir. Konuşan hareket eden, duyguları,
davranışları olan canlı bir organizmanın öylece
ölüp gitmesi insan türü için tarihsel bir "anlaşılmazlık"
olarak kabul edilebilir. Bu anlaşılmazlık başlı
başına bir korku kaynağıdır. İnsan türü, bu korkuyu
aşmak için tarih boyu ölüme bir takım anlamlar
yüklemiş, kimileyin ölülerin mistik dünyalara
gittiğine, kimileyin ölülerin yeniden doğarak
(reenkarnasyon), farklı suretlerde tekrar yeryüzünde
dolaşmaya başlayacağına inanarak ölümü aşma gayretine
girmiştir. Bu amaçla insan türü, tarihler boyu
ritüleller, semboller yaratmış, bunların ardı
sıra gitmiştir. Ve bedenin çürüyüp gitmesinde,
üç gün önce konuşan, gülen ağlayan insanın, üç
gün sonra donuk gözleriyle, katı ve çürümekte
olan bir nesneye dönüşmesinde bulduğu anlamsızlığı,
nihayet yarattığı bu sembollerle ruhun ölümsüzlüğüne
inanarak aşma yoluna gitmiştir.
Amerikalı
antropolog Ernest Becker bu durumu şöyle açıklıyor:
"Sayısız
evrimsel süreçler boyunca, organizma kendi bütünlüğünü
korumalıydı; kendine ait bir fizyokimyasal kimliği
vardı ve bunu sakınmakla yükümlüydü. Bu organ
transplantasyonunun da temel problemidir: organizma
kendini yabancı maddelere karşı korur, bu onun
hayatta kalmasını sağlayacak yeni bir kalp dahi
olsa. Protoplazma, bütünlüğünü bozacak çevresel
etkilere karşı kendini muhafaza eder.
(…)
Fakat insan, yalnızca durmadan çalışan kör bir
protoplazma küresinden ibaret değildir; o, semboller,
düşler ve maddi olmayan şeylerle dolu bir dünyası
ve ismi olan bir yaratıktır. Kendine verdiği değer,
sembollerle oluşur, özsevisi sembollerden ve soyut
bir ideadan beslenir; bu, havada, akılda ve kağıt
üzerinde bulunan seslerden, kelimelerden ve imgelerden
oluşan bir ideadır. Ve bu demektir ki, insanın
organizma aktivitesine olan doğal özlemi, katılım
ve genişleme sevinci, sembollerin dünyasında sınırsızca
beslenebilir ve böylece ölümsüzlüğe ulaşır. Böylece,
tekil organizma, dünyanın boyutlarının ve fiziksel
bir uzvun hareket etmediği zamanların içerisine
genişleyebilir ve ölse dahi sonsuzluğu elde edebilir."
(9)
Ölümün
bir takım sembollerle yüceleştirilmesi ve özendirilmesi,
insan türünün, ölümün ve ölüm korkusunun aşılmasında
kullandığı en eski ve etkili yöntem olarak kabul
edilebilir. Öyle ki, ulvi bir amaç uğruna ölüm,
ölümsüzlüğü de içinde barındırır. Bütün dini anlayışlar,
ulvi amaçlar uğruna ölümü yüceleştirir, ölümün
bu türlüsünü "şahadet" diye anarak ölen
kişinin ölümsüz ruhunun mükafatlandırılacağını
öne sürerler.
İspanya
iç savaşındaki faşist Franko falanjistlerinin
"Yaşasın Ölüm!" sloganında ifadesini
bulan ölüm güzellemesi de buradan beslenmekle
birlikte, bundan biraz daha fazlasını da içerir.
Burada yüceleştirilen ölümle birlikte, yalnızca
ölünün ruhu değil; ama aynı zamanda tüm yaşamı
da mükafatlandırılmış olur. Savaşta ölen falanjist,
bir ulvi amaç uğruna ölecek ve böylece yaşamış
olduğu tüm hayat da ulvi bir amaçla yaşanmış,
saygı duyulası bir hayat olacaktır. Böylece ölümün
korku duyulan anlaşılmazlığı yalnızca ölüme değil,
ölümle birlikte yaşama da bir anlam kazandırarak
aşılmış olacaktır. Bu şekilde, savaşan falanjist
ölüm korkusunu aşacak ve bugün ölse de yarın dillerde
türkü olacağını bilmenin kazandırdığı motivasyonla
"Yaşasın Ölüm!" diye haykırabilecektir.
Ernest
Becker bunu, "yaşam ve ölüm korkusu olmayan
itikat şövalyesi" ideası olarak tanımlıyor
ve ekliyor: "Şüphesiz ki itikat şövalyesi,
insanın ortaya attığı en güzel ve büyüleyici ideallerdendir."
(10)
Eğer
falanjistlerin hangi amaçla savaştığını düşünürsek,
bu söylemlerin onlar için ne denli gerekli olduğunu
anlarız. Bir avuç halk düşmanının çıkarları uğruna
dövüşen yığınları düşünelim, ideal ülkülerin,
anlamsız ritüellerin cezbediciliği olmasaydı,
faşistler hesabına dövüşüp kardeşlerini katleden
yoksullar, ölürlerken kendilerine bu "anlamsız"
durumu nasıl açıklarlardı?
Marksist-Leninistler
ise doğayı olanca nesnelliğiyle kavramaya çalışan,
yaşam ve ölüm arasında diyalektik bir bağ kuran
bilimsel sosyalizm öğretisini eylem kılavuzu kabul
edenlerdir. Onlar için esas anlamsız olan "ölümün
anlaşılmazlığı", "hayatın anlamsızlığı"
gibi kavramlardır.
Burada
en önemli nokta şudur: Marksist- Leninistlerin
kavgası, yaşamak kavgasıdır. İşte tam da bu yüzden,
ölüm korkusunu aşmak için hiçbir sembole, hiçbir
ritüele ihtiyaç duymazlar. Marksist-Leninistleri
mücadeleye iten, allı pullu cümleler değil, yaşamın
içinde her an karşı karşıya oldukları sınıf çelişkisidir.
Onların isyanı, ölüme karşıdır. Zulme, adaletsizliğe,
eşitsizliğe, açlığa, yoksulluğa karşı bir isyandır,
"insanca yaşam" kavgasıdır. Dolayısıyla
Marksist-Leninistler hiçbir biçimiyle ölüm güzellemesi
yapmaz, "şanlı bir ölümle" dillerde
türkü olmak beklentisine girmezler.
Elbette
kavgada her an ölümle burun buruna olma hali vardır.
Ama bu, tabiattaki her canlının her gün ölümle
burun buruna oluşundan daha ilginç, daha iddialı
değildir. Nasıl ki bir serçenin, yavrularına yiyecek
bulmaya her gidişinde atmacalarca avlanabilme
ihtimali bulunuyorsa ve nasıl ki yırtıcılar dahi,
örneğin aslanlar dahi, bizonlara her saldırışlarında
onların kılıç gibi boynuzlarında can verebilme
ihtimalini biliyorlarsa, Marksist-Leninistlerin
ölümü bilmesi de bundan fazla değildir. Bilinçli
olarak saf tutulan sınıf mücadelesinin doğal akışı
içerisinde ortaya çıkabilecek durumlardan sadece
biridir.
Besin
zincirinin alt basamağındaki küçük serçeden, en
üstteki yırtıcı aslana kadar tüm tabiat her gün
yaşar dövüşür, ölür ve tekrar doğar. Canlıların
hepsi ölümün varlığını her dakika hissederler.
Buna rağmen küçük serçe her gün yuvasından yemek
bulmak için ayrılır ve aslan da her gün bizon
sürülerinin ardı sıra koşar. Ölüm, yaşamın bir
parçasıdır, onun doğal sonudur. İnsan ve onun
en gelişmiş biçimi olan devrimciler için, ölüm
her an karşılaşılabilecek bir andır, ama baskın
gelen yaşamak arzusudur. Diğer yandan bazı anlar
vardır ki, tüm canlılar türün devamı için ölümü
kabullenebilirler. Bunda da aslında "destansı"
bir yan yoktur. Yumurtalarının üzerinde günlerce
aç bekleyip, yavruları yumurtaları kırdığında
ölen, ahtapot ya da yılan türleri buna örnek verilebilir.
Burada insan türünün topluluklar halinde yaşayan
bir tür olduğunu atlamamak gerekir. Yani bu topluluğun
çocukları, tıpkı diğer topluluk halinde yaşayan
canlılarınki gibi, tüm topluluğa aittir. Şu halde
kendi çocuğu olmasa dahi devrimci, hiç görmeyeceği
sonraki nesillerin özgür bir ülkede, insanca yaşayabilmesi
için dövüşür ve bu sırada hayatını yitirebilir.
İşte devrimcinin ölümü de böylesine tabii, doğaldır.
Devrimciyi ölüm, yaşamak kavgası verirken, yeni
bir toplum için dövüşürken bulur.
Bu
noktada Kızıldere'de "Biz buraya dönmeye
değil, ölmeye geldik" diye haykıran Mahir
Çayan Yoldaşı anmakta yarar var.
Diyalektik
mantıkla bir türlü barışamayan devrimci muhafazakârlığın
durgun mantığı, bu cümleden şu sonucu çıkarıyor:
"On'lar Kızıldere'de kendilerini feda ettiler".
On'ların Kızıldere'ye ne amaçla gittiği herkesçe
bilinir. On'lar, Kızıldere'ye, gayet somut, bilimsel
sosyalizmin ışığıyla düşünülmüş, devrimci bir
program doğrultusunda gittiler; yoksa kahramanca
dövüşüp şehit olmaya, ölümsüz birer kahraman olmaya
değil. Ancak çatışma kaçınılmaz olduğunda da,
hiçbir karamsarlığa düşmeden kesin bir kararlılıkla
dövüştüler. Onlar devrimciliği bir yaşam biçimi
olarak kavradılar; bunun için Türkiye devriminin
sorunlarıyla ilgilendiler, bir dizi tartışma ve
ayrışma içinde kendi yollarını çizdiler, burada
durmadılar, bunun pratiğini örgütlediler ve Kızıldere
bunun bir sonucu oldu, orada ölüm de bundan yenildi.
Che
Guavera şöyle diyor:
"Gerilla
gerektiği her anda hayatını tehlikeye atabilmeli,
istenen anda en küçük bir duraksamaya düşmeden
bu hayatı vermeye hazır olmalıdır; bununla birlikte
tedbirli olmalı gerekmediği yerde kendini tehlikeye
atmamalıdır. Aleyhte bir sonu ve yokoluşu önlemek
için olanaklar elverdiğince her önlem alınmalıdır."
(11)
Devrimcilerin
bir kuşatmada, düşmanla açık çatışmada asıl politikası
ve duruşu direniştir; "yaşama" adı altında
"teslim olmak" ise devrimci bir tavır
değildir. Bu konuda, adeta birbirine eklenen halkalar
gibi oluşan devrimci bir gelenekten söz edilebilir;
Maltepe ve Kızıldere'de Mahir Çayan ve yoldaşlarımızın
bu direnişi örnektir, bu yolda hem devrimci sosyalizmin
hem de diğer devrimci kesimlerin onlarca direnişi
ve örneği vardır. Bu örneklere ve oluşan devrimci
geleneğe rağmen, hiç bir devrimci ve sosyalist
ölümü kutsamamıştır, örneğin On'lar Kızıldere'ye
"ölmeye" gitmemiştir.
Devrimciler
ölür, devrimler durmaz sürer...
Yazımızın
bu bölümünü ünlü şair Paul Eluard'ın, Alman faşistleri
tarafından kurşuna dizilen Fransız komünist Gabriel
Peri'nin ardından yazdığı şiirden bir alıntıyla
bitirelim:
"Bir insan öldü başka silah bilmeden
Hayata açılmış kollardan gayrı
Bir insan öldü başka yol bilmeden
Mavzerlerin kıpraştığı yoldan gayrı
Bir insan öldü vazgeçmez hâlâ döğüşten
Ölüme karşı karanlığa karşı
Madem onun istediği şeyleri
Biz de istiyoruz
Esenlik diyoruz ışısın bir
Gözlerin gönüllerin derininde
Adalet diyoruz ışısın yeryüzünde
İnsanı yaşatan kelimeler vardır
Hani yunmuş arınmış sözler
Sıcaklık diyelim güven diyelim
Meselâ aşk adalet hürriyet kelimesi
Çocuk kelimesi insanlık kelimesi gibi
Ve bazı çiçeklerin ülkelerin ismi
Meselâ yiğitlik kardeşlik arkadaşlık
Çalışma kelimesi gibi
Sonra bazı kadınların bazı dostların ismi
Bizim Peri de onların arasında
Bizim dediysem boşuna değildi vurulduğu
Peri öldüyse bu hayat yaşamaya değsin diyeydi
Ondan öğrendik gücümüzün nelere yeteceğini
Biz diyorsam onun umudu hâlâ harlı diyedir"(12)
IV)
Geleneksel Fikirler Değil Geleneksel Fikirlerden
Kopuş
Marksist-Leninistler
neyi savunmalı? Marksist-Leninistler için her
dönem savunulan ve değişmez anlayış ve tezler
var mı? Devrimci değer nedir ve devrimci değerler
bozulmadan kuşaktan kuşağa akar mı? Biz neyi savunacağız,
halkımızın kadim gelenek ve değerlerini mi yoksa
sosyalizmi mi? Peki bunları kime karşı ve nasıl
savunmalıyız? İyi de bu Marksist- Leninistler
"yıkıcı" değil miydi? Savunma da nereden
çıktı şimdi?
Doğrusu
özellikle son yıllarda, ülkemizde, bir takım ahlaki
kıstaslarla donanmış, varını yoğunu "halkın
değer ve geleneklerini" "devrimci değerler"
olarak "savunmaya" adamış bir devrimci
tipi ortaya çıktı. Bu devrimci tipi her yerde,
katı ve adeta bir din okulu öğrencisini andıran
dogmatik tavırlarıyla öne çıkmaktadır. Bu devrimci
tip, liberal, "özgürlükçü", önemli ölçüde
omurgasız bir başka tip karşısında konumlanıyor,
bu tipe tepki ile varlığını sürdürüyor. Bu devrimci
muhafazakar tip, katı gelenekçiliği ve dogmalarıyla,
adeta bir karikatür haline gelmiştir ve yer yer
sol çevrelerde, özellikle küçük burjuva aydın
çevrelerde alay konusu edilmektedir.
Peki,
bu noktaya gelinmesinde sebep nedir?
Birinci
olarak, bilimsel sosyalizm elbette işçi sınıfı
ve halklara yol gösteriyor; ancak, reel sosyalizm
pratiğinde, sosyalizm büyük bir geriye düşüş yaşamıştır.
Yaşanan sosyalizm, kapitalizme karşı devrimci
bir rol oynadı ve dünyanın 1/3'de zafer kazandı;
bu sınıf mücadelesi ve insanlık için büyük bir
kazanımdır. Ama sosyalizm kendini koruma refleksi
içinde (bunun teorik-politik dayanağı "tek
ülkede sosyalizm"dir. Tek ülkede, Rusya'da,
1925'lerde sosyalizmi inşa etmek zorunludur. Ancak
bu aynı zamanda koruma refleksi ve çizgisidir.
Daha sonra, bu teori "tek ülkede komünizmin
kurulacağı" gibi bir noktaya ulaşmış; bu
sadece teorik-politik bir yanlışı ifade etmekte
kalmamış, aynı zamanda büyük devlet şovenizmin
temeli olmuştur. Teorik durgunluk ve giderek muhafazakarlık
eğiliminin kaynakları buralarda vardır) giderek
tutucu bir yere sürüklendi, donuklaştı ve geriledi.
Uluslararası sosyalist hareket içinde revizyonizm
gökten düşmedi, bu zeminde ortaya çıktı ve kapitalist
restorasyonun önünü açtı. Hiç şüphesiz, daha önce
çeşitli biçimde ele aldığımız bu süreç ve olgunun
bir dizi ideolojik, politik, örgütsel ve kültürel
kaynakları var; bu kaynaklar ayrıca bir dizi sorun
da üretti, sosyalizm için bu sorunlar hala bir
iz, lekedir.
Bugünün,
4. bunalım döneminin ana özelliklerinden biri,
3. bunalım dönemin ana olgulardan biri olan sosyalizmin
dünya ölçeğindeki gücü ve prestijinin olmamasıdır.
Bugün sosyalizm, reel sosyalizmin yıkıntısı içinde,
bir ya da birkaç ülkede, savunma zeminde varlığını
sürdürüyor. Hatta, sosyalizm tarihi içinde büyük
bir parantez açarsak, sosyalizmin inşası ve dünya
ölçüsünde güç olması, bu dönemde oluşan sosyalizm
anlayışı ve pratiği kapanmıştır. Reel sosyalizmin
çözülüşü bir dönemi kapadı sosyalizm için yeni
bir dönemin kapısını açtı. Sosyalizm bu dönemde,
bilimsel sosyalizme bağlı olarak, 150 yılı aşkın
tarihsel deney ve birikim üzerinden yeniden kurulmalıdır,
kurulacaktır. Bu yönde emek ve çaba vardır; ama
bu bir süreç ve birikim işidir, bu süreç devam
ediyor. Hala sol ve devrimci hareketin, hem dünya
ölçeğinde hem de ülkemizde devrimci temelde, ideolojik,
politik, örgütsel ve kültürel düzeyde bu yönde
yeniden inşa edildiği söylenemez.
Nitekim
buradan ulaştığımız sonuç şudur: bugünkü sol ve
devrimci hareketin hala önemli ölçüde 3. Enternasyolin
çizgisinde olduğunu düşünürsek, tutuculuk ve muhafazakarlığın
önemli bir kaynağını anlamış oluruz.
İkinci
olarak, bugünkü sol ve devrimci hareketi, kendi
içinde birden çok tarihsel sürece ayırsak da,
asıl olarak iki ana aşamada toplamak mümkündür.
Birincisi, ütopik sosyalizm, hatta ulusalcı sosyalizmin
yoğun etkisiyle (Mustafa Suphi'nin yaşamı bu konuda
öğreticidir), bu zeminden çıkan TKP dönemidir.
TKP, 1920'de Bakü'de kuruldu, Karadeniz'de imha
oldu. Bu kuruluş iradesi son derece önemlidir,
değerlidir. TKP, Karadeniz'de önder yapısını kaybetse
de 1951 yılına kadar örgütsel yapısını şu ya da
bu biçimde sürdürdü. TKP için 1951 tutuklamaları
dönüm noktasıdır ve özünde bu aynı zamanda içi
boş bir efsanenin başlangıcıdır. TKP bir devrimci
tipi üretti; dışa bağımlı, yönü dışta Sovyetler
Birliği'ne, içte Kemalizm'e dönük, kendi gücüne
güvenemeyen, daha çok Kemalist güçlere bel bağlayan,
parlamenter, legalist bir sosyalist tipi. Aydın
özelikleri olan, işçici ama işçi sınıfı ve halktan
kopuk bir tip. İkincisi ise, 1960 sonrası biçim
alan, TİP, YÖN, MDD gibi akımlardan etkilenen
ama adım adım buradan kopan ve 71 devrimciliğinde
somut biçim alan dönem ve devrimci tipidir. Burada
süreklilik ve kopuş var, özgüce dayanma, halka
açılma, teoriyi ve devrimci pratiği yeniden kurma
var. Bugünkü sol ve devrimci hareket önemli ölçüde,
71 devrimciliği sonrası oluştu; politik refleksleri,
dünyaya bakışı, davranış biçimleri önemli ölçüde
son 40 yıl içinde biçim aldı.
Bu
sol ve devrimci hareket için, özünde 12 Eylül
yenilgisi, bunun üzerinden gelişen reel sosyalizmin
yenilgisi yeni bir dönemi işaret eder. Dünya ve
ülke koşulları önemli değişim yaşamış, yeni bir
dönem ortaya çıkmış ve burada devrimci ve sosyalist
mücadele teorik alandan pratik alana kadar yeniden
kurulmak zorundadır. Bu, yenilgi yıkıntıları içinde
ne kadar bilince çıktı, tartışılır. Ama somut
bir ihtiyaçtır ve bu yönde çaba da vardır. Ancak
buna rağmen sol ve devrimci hareket içinde tutuculuk,
dogmatizm hiç de zayıf bir yerde durmaz, durmuyor.
Sadece devrimci kesimde değil reformist kesimde
de bu eğilim vardır; tüm siyasal yaşamını reformist
çizgide sürdüren ama gelinen yerde hiç bir değişimi
görmeyerek, keskin "işçici", keskin
"sosyalist" tipler bunun ifadesidir.
12 Eylül yenilgisi, sadece 12 Eylül ile sınırlı
değildir, yenilgi süreci uzun yılları kapsamıştır.
Hem bu, hem de oligarşinin kapsamlı saldırıları
karşısında sol ve devrimci hareket savunma zeminini
bir türlü aşamadı; bu zemin birazda tersten tutuculuğu
ve muhafazakarlığı güçlendirmiştir.
Böyle
olunca, iki farklı uç, bu dönemde karşımızdadır.
Bir yanda, değişimi gören ama bilimsel sosyalizmden
adım adım kopan, reformist, legalist bir yerde
duran, "özgürlükçü, doğrudan demokrasici",
hatta yarı anarşist tezlerle kendine ideolojik
dayanak arayan kesimler. Diğer yanda ise, devrimci
ama tutucu, dogmatik bir devrimcilikte ısrar edenler.
Hiç şüphesiz, devrimci sosyalizm ve bazı akımlar
bunun dışındadır; her iki yanlışa karşı duran
kesimler de vardır.
İşte
bu devrimci muhafazakârlık, her şeyden önce ideolojik-teorik
zeminde tutucudur. Bunlara göre, son 40 yılda
bir değişim yoktur; aslında her şey örneğin 40
yıl önce söylenmiştir. 71 devrimciliğin üç ana
örgütü vardır; Denizlerin THKO'su, PDA'dan kopan
İ. Kaypakkaya önderliğinde kurulan TKP/ML ve bu
ülkede devrimci sosyalizmi temsil eden, öncümüz
Mahir ve THKP-C'sidir. 71 sonrası devrimciliğinin,
hem uluslararası sosyalist hareketin yaşadığı
kriz ve saflaşma, hem de 71 silahlı devrimci hareketin
değerlendirmesi üzerinden biçim aldığı söylenebilir.
Bir dizi tartışma vardır; devrimin yolu için arayışlar
vardır. İbrahim, daha çok 1949 Çin devrimini model
almıştır; ülke değerlendirmesi, strateji, taktik
buna göre ortaya çıkmıştır. Bu çıkarımlar 1970
Türkiye'si içinde yanlıştır. Ama burada bir kez
daha İbrahim'in hakkını verelim; 1970 Türkiye'sinde
Kemalizm eleştirisi (ki Şrunorov'un görüşlerinin
tekrarıdır) ve Kürt sorununu, "ezilen ulus,
aynı örgütlenme, UKKTH" noktalarından ele
alması ileri bir adımdır. THKO'nun devrimci teori
adına ciddi bir şey üretmediği, H. İnan'ın savunmasını
içeren "Türkiye Devriminin Yolu" broşürü
dışında hiç bir şey üretmediği söylenebilir. Mahir
ve öncülerimiz TİP, MDD süreçlerinden koparak
devrimin yolunu netleştirmişler, Marksizm- Leninizm
ile ülke koşullarını sentezlemişlerdir. Kesintisiz
Devrim I-II-III'de ifadesini bulan bu teorik-ideolojik-politik
çerçeve devrimci sosyalizmin somut biçim almasıdır.
Biz
bu yol üzerinden yürüdük ve bugüne geldik, yürüyüşümüz
devam ediyor...
Burada
soru şudur: 71 devrimciliğin oluşturduğu ideolojik-politik-teorik
çerçeve bugünü açıklar mı? Bugünün ipuçları burada
var, bunu yadsımak, inkar etmek mümkün değil.
Ama ne adına olursa olsun, ister Mahir ister İbrahim'in
adına olsun (ki bu iki devrimci akım bugüne çok
şey katmıştır, bugünün tablosunda önemli yer tutarlar)
bu çerçeve bugünü açıklamaz. Dünya değişti, dünya
ve sosyalist hareket bir başka yere gitti. İnsan
ve toplum değişti; sol ve devrimci hareket değişti.
Eğer bugün Marksizm-Leninizm'in yeniden kuruluşundan"
ya da "yeniden üretiminden" söz ediyorsak,
teori-ideoloji-politikayı 1970 hatta 1980-90 yıllarında
donduramayız. Bu çıkarımımızın gerekçesi için
şu an burada onlarca olgudan söz edebiliriz; bu
yazımızın amacını aşar.
Ama
burada şunu yeniden ifade edelim; devrimci muhazafakarlık
teori-ideoloji-politikayı donduruyor. O yenilenmeye
kapalıdır. Biri çıkıp "Mahir'in her sözü
doğrudur ve bugün geçerlidir" der; bir başkası
"yarı-feodal yarı-sömürge Türkiye'de, kırlar
ve köylülük temel güç, asıl çelişki feodal ağalar
ile geniş köylü yığınlar arasında" der. Kürt
sorunu bugün devasa bir sorundur ve hala "pazar
sorunu" demek sadece devrimci teoriden habersizlik
değil, sorunu da görmemektir. 1970'lerin birazda
"ulusal sosyalizm" ve Kemalizm'in etkisiyle
ortaya çıkan "aynı örgütlenme" anlayışını
bugünde savunmak, Kürt sorununda son 40 yılı hiç
anlamamaktır. "Kürtleri de biz kurtaracağız"
diyen bir dogmatik Rojava'yı anlayamaz, Kürt özgürlük
mücadelesinin kazanımlarını görmez, hatta özellikle
arasına mesafe koyar, Kürt özgürlük hareketiyle
ittifaktan kaçar. Kemalist, resmi ideoloji, hep
"dış güce" sarılır; dogmatik devrimcilerde
bunun soldaki izlerini sürer, hep Kürt ulusunun,
Kürt özgürlük mücadelesinin arkasında emperyalizmi
arar. Emperyalizme karşı sesini yükseltir, ama
Kürt ulusunun demokratik haklarını görmez, hatta
bu "demokratik haklar" onun için devrim
sonrası verilecek şeylerdir. Zaten dogmatik, muhafazakar
devrimci programda, MDD gibi bir yerde durur,
demokratik devrim ile sosyalist devrim arasına
"ara aşama" koyar, işçi sınıfının rolünü
kavramaz, sosyalizmle mesafeli bir yerde durur.
Emperyalizmi, önemli ölçüde "içsel olgu"
ile açıklamaz, sadece işgal olarak görür, emperyalizme
karşı mücadele ile kapitalizme karşı mücadele
arasındaki kopmaz bağı görmez; anti-emperyalist
mücadeleden bahseder, ama o ya içteki kapitalizmin
üstünden atlar ya da "komprodor kapitalizme
karşı demokratik kapitalizmi" savunur. İşçi
sınıfını ve sosyalizmi önemsemeyen "yaşasın
sosyalizm" demeyi sosyalist devrimi savunmak
olarak algılayan, halkı her şeyin başına koyan
bir devrimcilik var karşımızda.
İdeolojik-teorik
zemini daha ayrıntılı ele almak bu yazının konusu
değil. Ama bu ideolojik-teorik zemin üzerinde
oluşan örgüt de sorunludur. Katı merkeziyetçiliği
öne alan, ülke ve dünyada yaşanan deney ve süreçlere
gözünü kapayan ve demokrasiyi "özerklik ve
örgütsüzlük" sanan, direnen ama direnişi
kutsayan, ölen ama ölümü kutsayan bir örgüt kültürü
bu ideolojik-politik zemin üzerinde biçim almaktadır.
Onlar için parti bazı ilkelerin sıkı uygulanması,
oluşan ya da oluşturulan yarı mistik atmosferde
bir tür cemaatçiliktir. Parti, nasıl bir toplum
hedefliyorsak ona göre, sosyalizme göre biçim
alan, eşit ve özgür ilişkiler bütünü değil, bilimsel
sosyalizmin kriterlerine göre oluşmamış bir tür
ast-üst hiyerarşisi içinde, feodal toplumlara
özgü bir tür "öndere" soyut bir bağlılık,
kişi kültüdür.
Teoride
tutuculuk, örgütte, davranışta, kültürde tutuculuğa
yol açıyor ve bu 1990 sonrası giderek bir çizgiye
dönüşüyor. Dünya, ülke, sınıf mücadelesi bir başka
yöne deviniyor, ama buna karşı muhafazakarlık
içe dönüyor, savunma zemininde sosyalizmin kalıntılarını
savunuyor, taktik başarıyı devasa bir şeye dönüştürüyor,
ölümü kutsuyor, biçime önem veriyor, bir takım
sembolerle yeni bir gelenek yaratmaya çalışıyor.
Durum
bu olunca, ülkemiz devrimci mücadelesinin son
kırk yılına bakarsak, yeni kavramların da ortaya
çıktığını görüyoruz: "gelenek oluşturma",
"devrimci gelenekler", "halkımızın
gelenekleri", "halk kültürü" gibi.
Burada eskiye öykünme, tarihsel süreçlerde oluşan
ve çok kez içinde sınıflı toplumun izlerini taşıyan,
sorunlu yanlar, "ahlak, gelenek" adına
savunulmaktadır. Bu kesimlerin önemli ölçüde Alevi
kesime dayanması, bu kültürü örgütsel çalışmalarda
bir unsur olarak ele alması da özünde budur.
Gelenek
durağandır. Marksizm-Leninizm, diyalektik ve tarihsel
materyalizmi yöntem olarak benimser. Marksist-Leninist
öğreti sonsuz bir oluş içerisindedir ve verilerini
sadece bilimden ve somut koşullardan alır. Marksizm-
Leninizm'in içine yanlış biçimde, yerli yersiz
"gelenek-ahlak" sokuşturmak, hangi niyetle
yapılırsa yapılsın sorunludur. Oportünizmin bilimsel
sosyalizmi saptırmada temel metodunun onun bilimsel,
diyalektik özünü yok ederek, durağan, statik bir
perspektife oturtmak olduğunu söylemiştik. Devrimci
muhafazakârlığın durağan gelenekleri, oportünizmi
zahmetten kurtarır ve zaferi ona altın tepsi içinde
sunar.
Bu gibi sapma anlayışların, sağdan ve soldan beslenen
sapmaların kaynağı ne olursa olsun, ilacı Marksist-Leninist
ideolojik mücadeledir. Fazla uzağa gitmeden, hemen
Manifesto'yu açıp bakalım:
"Proletaryanın
yaşadığı koşullarda eski toplumun yaşam koşulları
şimdiden yok olmuştur." (13)
"Proleterin
karısı ve çocuklarıyla olan ilişkisinin burjuva
aile ilişkisiyle hiçbir ortak yanı kalmamıştır."
(14)
"Proleterin
gözünde yasalar da ahlak da din de ardında bir
sürü burjuva çıkarının pusuya yattığı bir sürü
burjuva önyargısından başka bir şey değildir."
(15)
"Günümüz
toplumunun en alt tabakası olan proletarya resmi
toplumu oluşturan tabakaların üst yapısı tümüyle
havaya uçurulmadan ayağa kalkıp doğrulamaz."
(16)
"Komünist
devrimin gelişim seyrinin geleneksel fikirlerden
en köklü kopuşu beraberinde getireceğine şaşmamak
gerekir." (17)
Engels'in
aile ilişkileri üzerine söylediklerini tüm bir
toplum ilişkilerine, yaymak sanırız yanlış olmaz:
"Öyleyse
süpürülmesi yakın görünen kapitalist üretimden
sonra, cinsel ilişkilerin düzenlenme biçimi üzerine
bugünden düşünülebilecek şey, özellikle olumsuz
bir nitelik taşır ve öz bakımından, ortadan kalkacak
olanla yetinir. Ama bu işe hangi yeni öğeler katılacak?
Bu, yeni bir kuşak yetişince belli olacak: yaşamlarında
bir kadını asla parayla ya da başka bir toplumsal
güç aracıyla satın almamış olacak yeni bir erkekler
kuşağı; kendini, gerçek aşktan başka hiçbir nedenle
bir erkeğe vermeyecek, ya da bunun iktisadi sonuçlarından
korkarak kendini sevdiği kimseye vermekten vazgeçmeyecek
olan yeni bir kadınlar kuşağı. İşte bu insanlar
dünyaya geldikleri zaman, bugün onların nasıl
davranmaları gerektiği üzerine düşünülen şeylere
hiç kulak asmayacaklar; kendi pratiklerini ve
herkesin davranışını yargılayacakları kamuoyunu
kendileri yaratacaklardır - bir nokta, işte bu
kadar." (18)
Özcesi,
Marksist-Leninistler, toplumsal kurallar, gelenekler,
ahlaki yargılar yaratmakta aceleci olmak yerine,
her an, her dakika, burjuva devlet aygıtını nasıl
parçalayacaklarını, burjuva üretim ilişkilerini
nasıl yerle bir edeceklerini ve bunun yerine nasıl
bir toplum inşa edeceklerine yoğunlaşmalıdır.
Bir toplumun davranışlarını, üretim ilişkileri
belirler. Yeni bir toplum, burjuva üretim ilişkilerinin
ve emperyalist sömürü düzeninin egemen olduğu
ülkenin, şu ya da bu mahallesinde, şu ya da bu
mezhepsel grubun fertleri arasında inşa edilmez.
Ancak mevcut kapitalist üretim ilişkileri yok
edilir ve yerine yepyeni ve insanca olanı, insanın
özgür gelişmesine hizmet eden sosyalizm tesis
edilirse yeni bir toplumun inşasından söz edilebilir.
Bizim görevimiz mevcut düzeni tüm yapılarıyla
yok etmek, parçalamaktır; sadece bu değil, bunun
yerine yeni olanı inşa etmektir. Devrim, bir yandan
yıkma eylemi diğer yandan yapma eylemidir. Biz
bu kavgada, elbette devrimci ve sosyalist bir
çizgide yürüyeceğiz; bu kavgada sosyalizm ekseninde
yeni bir insanı, bu insanların siyasal örgütlerini
inşa edeceğiz. Bu kavga sadece kendi ideolojisini
yaratmaz, aynı zamanda kendi politikasını, politik
kültürünü de yaratır. Tüm bunların temelini de
"halk, ahlak, gelenek" gibi sorunlu
kavramlar değil, tümden nereden baktığımıza, hangi
sınıflar için ele aldığımıza bağlı kavramlar değil,
sosyalizm oluşturur.
İşte
o yeni toplum, sosyalizm inşa edildiğinde, üretim
güçleri önündeki tüm burjuva engeller ortadan
kalkar, emek özgürleşir, "herkesin emeğine
ve herkesin ihtiyacına göre" ilkesi toplum
ve toplumsal ilişkilerde hakim olur. Devrimci
muhafazakârlığın bugünkü "halk" adına
savunduğu "gelenekler" ise, bu toplumsal
ilişki içinde çok anlam ifade etmeyecektir. Engels'in
dediği gibi "kendi pratiklerini ve herkesin
davranışını yargılayacakları kamuoyunu kendileri
yaratacaklardır".
V)
Geleneksel "İlkeler" Mi? Diyalektik
Yöntem Mi?
Devrimci
muhafazakârlığın tarihe ve olaylara nasıl
mitolojik, durağan ve gelenekçi bir bakışla baktığını
belirttik. Aynı tavrı devrimci ilkeler konusunda
da gösterir. Devrimci muhafazakârlık için ilkeler,
dinin şartları gibidir. İlkeleri, zamana göre
istenen yöne çekiştirmek, kitlenin eğilimine göre
yorumlayıp, istendiğinde kaldırıp atabilmek konusunda
pek yetenekli olan ve öz itibariyle "ilke"
diye birkaç gevelemeden fazlasına sahip olmayan
reformistler gibi "ilkesizliği ilke edinmek"
ne kadar yanlışsa, olmadık yerden "ilke"
uydurmak, nereden geldiği belirsiz dogmalara "ilke"
diye sarılmak da o kadar yanlıştır.
Ülkemizde
devrimci muhafazakârlık, genellikle devrimci
önderlerin koşullara bağlı olarak söylediği her
sözü, ya da bir politik tavrı peygamberin sünnetiymişçesine
algılayıp "ilke" diye sahiplenir. Hatta
o kadar ki, bu devrimci önderlerin, zamana bağlı
olarak benimsedikleri, somut durumun somut tahliline
dayanan taktiksel eylem biçimlerinin dahi "ilkesel",
her dönem için geçerli olduğu kabul edilir. Daha
sonra bu eylem biçimleri, adeta bir futbol takımını
tutarcasına, uygulanmasa dahi her alanda savunulur.
Devrimci muhafazakâr için ittifak politikasından,
taktiksel eylemlere, zamanın birinde yapılmış
güncel bir tahlilden, konuşurken seçilen kelimelere
kadar her şey bir "ilkedir".
Ve
bunca "ilkenin" arasında diyalektiğin
dört temel ilkesi doğal olarak kendine yer bulamaz.
Ancak devrimci muhafazakâr durgun şeyleri
"savunmakla" çok meşgul olduğundan bu
dört temel ilkenin içselleştirilmesini sorun etmez,
laf oraya geldiğinde bir çırpıda bu ilkeleri de
"savunuverir". Dediğimiz gibi devrimci
muhafazakârlığın temel ödevi "savunmak"tır.
"Savunduğu" şeyi kavrayıp kavramaması,
içselleştirmiş olup olmaması çok da önemli değildir.
Oysa
işin aslı, devrimci muhafazakârın canla
başla "savunduğu" devrimci önderlerin
söyledikleri içinde cımbızla çekip aldığı vecizeler
yerine, tüm eylemlerini, tüm söylemlerini bir
arada ele almış olsaydı, yani Marksist-Leninist
öğretiyi ve bilimsel sosyalizmin ustalarının eserlerini
azıcık tanısaydı, bu türlü tavrın ne denli yersiz
olduğunu kavrayacaktı. Ancak, bu noktada da devrimci
muhafazakârlığın karşısına yine, yıldızının
bir türlü barışamadığı diyalektiğin, bütünsellik
ilkesi çıkıyor. Devrimci muhafazakârlık
doğal olarak "bütünsellik" ilkesini
de kavrayamıyor ve ustaların "vecizelerini"
"savunmakla" kalıyor.
Manifesto'da
Marx ve Engels komünistlerden şöyle bahsediyor:
"Komünistler
proletarya hareketini kalıba dökmek üzere hiçbir
özel ilke koymazlar" (19)
"Komünistlerin
teorik önermeleri asla şu ya da bu nizam-ı âlemci
tarafından icat edilen ya da keşfedilen düşüncelere,
ilkelere dayanmaz."(20)
Devrimci
muhafazakârlığın örneğin siyasal ittifaklar
noktasında dahi "ilkesel" bakışa sahip
olduğu söylenebilir. Devrimci sosyal-demokratların,
ittifaklarını eleştiren "çok katı görüşlü
kimselere" yönelik Lenin şöyle diyor:
"Güvenilmez
kimselerle bile olsa, geçici ittifaklara girmekten
korkanlar, ancak kendisine güvenmeyenlerdir."
(21)
Yine
"ilkesel" eylem biçimlerini savunmaya
pek meraklı olan devrimci muhafazakârlık için:
"Sosyal-demokrasi
kendi elini-kolunu bağlamaz, eylemlerini daha
önceden tasarlanmış herhangi bir planla ya da
siyasal savaşım yöntemiyle sınırlandırmaz; partinin
elinde bulunan güçlere denk düştüğü sürece bütün
savaşım araçlarını benimser." (22)
Örnekleri
çoğaltmak mümkündür, biz burada bu kadarla sınırlı
tutacağız; fazlasına şu an gerek yok.
VI)
Sonuç
Bu
çalışmayı toparlamak için kısa bir özet yapmakta
yarar vardır.
Birinci
olarak: Marx ve Engels, Manifesto'da şöyle diyor:
"Orta zümreler, küçük sanayici, küçük
tüccar zanaatkâr, bütün bunlar orta zümre olarak
varlıklarını sürdürebilmek için burjuvaziye karşı
mücadele ederler. Şu hâlde bunlar devrimci değil
muhafazakârdır." (23)
Devrimci
muhafazakârlığın beslendiği toplumsal-sınıfsal
zemin işte bu küçük burjuva zemindir. Devrimci
muhafazakarlık bu zeminden beslenir ve her alanda
tutucu bir çizgi izler.
İkinci
olarak, elbette burjuvaziye karşı sadece işçi
sınıfı mücadele etmez, işçi sınıfı kapitalizmin
temel ve en devrimci sınıfıdır. Ancak, işçi sınıfı
en devrimci sınıfken, burjuvaziye karşı mücadele
eden "tek sınıf" değildir; kapitalizmden
zarar gören tüm sınıf ve kesimler şu ya da bu
biçimde kapitalizme ve onun sınıf iktidarına karşı
tepki üretir, mücadele eder. İşçi sınıfı, kendi
hedefi için, kapitalizmi yıkmak ve sosyalizm kurmak
için mücadele eder; ama bu mücadelede işçi sınıfı,
kapitalizmden zarar gören tüm sınıf ve kesimleri
kendi çatısı altına alır, onlarla çeşitli ittifak
siyaseti içinde olur. Tek başına işçi sınıfı,
ne demokrasi mücadelesini kazanabilir ne de kendi
devrimini, yani sosyalist devrimi yapabilir.
Devrimci
sosyalizm, işçi sınıfının dışında bir başka sınıfın
devrimciliğini savunmaz, devrimci sosyalizmin
işçi sınıfının dışında özel bir çıkarı, hesabı
yoktur. Bundan dolayı, devrimci programını işçi
sınıfının çıkarlarına göre, onun bakış açısıyla
hazırlar, dost ve düşmana ilan eder.
Halk
devrimi proramımız budur!
Üçüncü
olarak, bugün sol ve devrimci hareket içinde iki
eğilim, hem liberal-oportünist eğilim, hem de
tutucu-dogmatik yani devrimci ama muhafazakar
eğilim yan yanadır. Devrimci sosyalizmin güçlü
bir politik hareket, sınıf mücadeelsinde ana eksen
olmadığı bu süreçte, bu iki yanlış eğilim adeta
birbirini besliyor, işçi sınıfı ve halkın mücadelesinin
önünü karartıyor. Liberal-oportünist eğilim, değişimi
görüyor, kendini yenileme ihtiyacı duyuyor, ama
bu yenilenme devrimci değil, liberal ve düzen
içi bir eksende oluyor. Öte yandan devrimci
muhafazakar eğilim ise teoriden siyasete her
alanda her şeyi dondurmaya, hatta kaba bir halkçılıkla,
sözde yeni gelenekler yaratmaya çalışıyor. Devrimci
muhafazakarlığın uğraşmaya değer görmediği
konulara büyük bir özenle liberal-oportünist eğilim
eğiliyor ve devrimci muhafazakârlık bir takım
ilkeleri "savunmakla" meşgul olurken,
bilimsel sosyalizmin devrimci özünü "güncelleyerek"
onu pasifist-reformist, formülasyonlarla değiştiriyor.
Devrimci
sosyalizm her iki eğilimin dışındadır. Devrimci
sosyalizm, ne bilimsel sosyalizmi ucuz metotlarla
saptırarak "filozof" olmak, "dünyayı
sadece yorumlamak"; ne de birtakım "ilkeleri"
canla başla "savunmak", kahraman olmak,
tarihe adlarını yazdırmak, sosyalizmi kaba savunmak
için mücadele ediyor. Devrimci sosyalizm, 150
yılı aşkın Marksist-Leninist birikime yaslanıyor,
devrimci yenilenme eylemini şiar ediniyor, bunu
sadece teoride değil, politika, örgüt, kültür
tüm alanlarda inşa ediyor, bunun kavgasını veriyor.
Dördüncü
olarak; ülkemiz, emperyalizme yeni sömürgecilikle
bağlı, kapitalizmin egemen olduğu, faşizmin süreklilik
gösterdiği bir ülkedir. Türkiye toplumu devrime
gebedir; devrim günceldir. Anti-emperyalist, anti-oligarşik
halk devrimi zorunlu bir duraktır. Halk devrimi,
demokratik ve sosyalist görevleri iç içe ele alan,
demokratik devrimle sosyalizm arasına hiç bir
"ara aşama" koymayan bir devrimdir.
Her
devrimin temel hedefi iktidardır. Halk devrimi
işçi sınıfı önderliğinde halkın iktidarını hedefler.
Halk iktidarı, proletarya diktatörlüğünün özgün
biçimidir ve iktidarın ertesi günü yukarıdan aşağı
sosyalizmi inşa eder, ta ki komünizme kadar...
Beşinci
olarak, bu devrime ulaşmanın yolu, uzun süreli
halk savaşı yani politikleşmiş askeri savaştır.
Bu uzun savaş, öncü savaşı gibi ana bir aşamadan
geçecek, giderek işçi sınıfı ve halkın fiili mücadelesini
içeren yeni ve iktidarı almak için stratejik bir
düzeye sıçrayacaktır.
Bu
devrimci savaşa, devrimci parti, işçi sınıfının
partisi öncülük edecektir. Devrimci parti tek
başına değil, anti-emperyalist anti-oligarşik
mücadelede, halk devriminden çıkarı olan tüm sınıf
ve katmanlarla, onların politik temsilcileriyle
birlikte mücadele edecektir. Yine bu mücadele,
uzun süreli devrimci savaş sonunda elde edilen
halk iktidarına da bu sınıf ve katmanlar ortak
olacaktır.
İşte
bu devrimci savaşımda, devrimci muhafazakarlar
dahil tüm akım ve politik güçler yerini alacaktır.
Altıncı
olarak; hiç şüphesiz bu mücadele ve ittifak biçimleri
her somut durumda yeni biçimler alacaktır. Biz,
tüm sınıf dışı akım ve politik güçlerle aramıza
ideolojik mesafe koyarız, bunlara karşı ideolojik
mücadele veririz. Kaba "ilke"lerle,
bilimsel sosyalizm dışında mekanik ve idealist
yöntemlerle, sınıf indirgemeciliği ya da halkçılıkla
ilgimiz yoktur. Biz, bir yandan bu sınıf dışı
akımlarla mücadele ederken, diğer yandan hedefimiz
olan emperyalizm ve oligarşiye karşı, bu güçlerle
çeşitli ilişkiler kurarız. Burada yöntemimiz birlik
ve eleştiridir.
Yedinci
ve son söz olarak; bu hedefler için, yeni bir
tarz devrimcilik zorunludur. Biz, sınıf mücadelesinin
her sorununa her hangi bir açıdan değil, devrimci
sosyalist açıdan bakıyor ve ele alıyoruz. Yeni
bir devrimcilik ise, tarihimizden besleniyor ve
bunu adım adım inşa etmek görevimizdir. Her alanda
devrimcilik, her alanda yenilenme, her alanda
yeniden inşa; işte "emek" ve "örgütle"
bunları inşa edeceğiz. Günün görevi budur!
KASIM
2013
Dipnotlar:
1) Kurtuluş Savaşı Destanı, Nazım Hikmet, Sekizinci
Bap: 26 Ağustos Gecesinde Saatlar İki Otuzdan
Beş Otuza Kadar ve İzmir Rıhtımından Akdeniz'e
Bakan Nefer
2) Komünist Manifesto, Karl Marx, Friedrich Engels,
I. Burjuvalar ve Proleterler
3) Leninizmin İlkeleri, J. Stalin, II. Yöntem
(Altını biz çizdik.)
4) Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki
Taktiği, V.I. Lenin, 10. "Devrimci Komünler"
ve Proletaryanın ve Köylülüğün Devrimci-Demokratik
Diktatörlüğü,
5) a.g.y.
6) a.g.y.
7) a.g.y. (Altını biz çizdik)
8) Şafak Yargılanamaz - Türkiye Halk Kurtuluş
Partisi-Cephesi (THKP-C) Marksist Leninist Silahlı
Propaganda Birliği (MLSPB)'nin Emperyalizme, Oligarşiye
ve Faşizme Yönelik İddianamesi ve Gerekçeli Hükmüdür,
Der. Hasan Şensoy, 1 Cilt, IV. B. Sonuç
9) The Denial of Death, Ernest Becker, Chapter
One, Introduction: Human Nature and the Heroic
10) The Denial of Death, Ernest Becker, Part III,
Chapter Eleven, Phsycology and Religion: What
Is the Heroic Individual
11) Gerilla savaşı, Che Guavera, 2. Gerilla Birliği,
II. Savaşçı Gerillacı
12) Gabriel Peri, Paul Eluard, Çev. Can Yücel
13) Komünist Manifesto, Karl Marx, Friedrich Engels,
I. Burjuvalar ve Proleterler
14) a.g.y.
15) a.g.y.
16) a.g.y.
17) Komünist Manifesto, Karl Marx, Friedrich Engels,
II. Proleterler ve Komünistler
18) Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni,
Friedrich Engels, II. Aile
19) Komünist Manifesto, Karl Marx, Friedrich Engels,
II. Proleterler ve Komünistler
20) a.g.y.
21) Ne Yapmalı?, V.I. Lenin, I. C. Rusya'da Eleştiri
22) Ne Yapmalı?, V.I. Lenin, II. B. Kendiliğindenlik
Önünde Eğilme Raboçaya Mysıl
23) Komünist Manifesto, Karl Marx, Friedrich Engels,
I. Burjuvalar ve Proleterler
|