Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 

 

7 (68). Sayı /Kasım-Aralık 2013

Beni burda tutan şey şehit olmak vecdi mi?
Sanmıyorum.(1)

       I) Giriş:
       Türkiye sol ve devrimci hareketi bugün bir hayli karmaşık bir tabloyu ifade ediyor. Bu karmaşıklık, sadece bir dizi, irili-ufaklı çevre ve örgütten oluşması, bunların bileşkesinden oluşmasından kaynaklı değil, aynı zamanda kendi içinde ayrım çizgileri de şu ya da bu biçimde zayıflamış olmasından kaynaklanıyor. Hiç şüphesiz, bunun en önemli nedeni, sol ve devrimci hareketin kitlelerle ilişkisidir; sınıf mücadelesi içinde sol ve devrimci hareketin politik özne olup, sınıf mücadelesinde devrimci bir cephe açmaktaki zayıflığıdır. Sadece bu değil, bununla birlikte evrensel ve özgün bir dizi nedeni burada sıralamak mümkündür. Ama daha iyi anlaşılması için bu tabloyu, sol ve devrimci hareketin yaşadığı bir kriz olarak tanımlayabiliriz. Uzun yılları kapsayan bu kriz süreci bugün de aşılmış değildir.
       Bu tabloyu, ayrıntıları bir kenara bırakarak bir kaç ana noktada tasnif edebiliriz. Strateji, program, Kürt sorunu, sosyalizm gibi ana sorunlar ve bunların alt başlıklarında sol ve devrimci hareket bir ayrışma içindedir. Ama burada, bu yazımızın ana ekseni açısından şunu belirlemekte yarar vardır; sol ve devrimci harekette bir yanda "devrimcilik" adına, hatta bu devrimciliği samimi bir biçimde yürütenlerin de içinde olduğu kaba, dogmatik bir devrimci eğilim varken, öte yanda, bunun karşısında yer alan liberal-tasfiyeci bir eğilimin var olduğu açıktır. Bu aynı zamanda devrimci ve reformist ayrışmasının dışa yansımasıdır. Bu iki kesimin adeta birbirini beslediği açıktır. Bununla birlikte sağdan soldan etkilenen melez akım ve yapılar da hiç az değildir. Ayrıca sol ve devrimci hareket kriz eşiğini aşamadığı için, farklı etki ve basınçlara da açıktır. Hem dünyadaki gelişmelerden, hem de başta Kürdistan olmak üzere bölgedeki gelişmelerden etkilenen, bunların olumlu ya da olumsuz basıncı altında kendi varlığını sürdüren sol ve devrimci hareketten söz edebiliriz. Bu tablo içinde, doğru devrimci çizgi, doğru devrimci anlayış ve mücadele bir hayli zorlanmaktadır.
       Bununla birlikte, bir dizi irili ufaklı gelişme ve olgular bir yana, iki ana olgu ve bunlara dair gelişmeler, bundan sonrası için önemli olmaktadır. Bunlardan birisi, Ortadoğu'da önemli bir yer tutan Kürt özgürlük mücadelesi, ikincisi ise, Haziran halk direnişidir. Her iki dinamik arasında kopmaz bağ vardır ve bunlar üzerinden siyasetten tutalım nasıl bir devrimciliği örgütleyeceğiz gibi ana konulara kadar her şeyi adeta yeniden kurgulamak, yeniden üretilmek zorundadır. Önümüzde iki yol var: ya yenilenme eylemini sürekli kılıp buradan devrimci sosyalizmi güçlü bir politik eksen düzeyine taşıyacağız, ya da sol ve devrimci hareketin şu ya da bu biçimde genlerine bulaşan tutuculuk duvarlarına çarpacak ve kendimizi tekrar edeceğiz. Biz devrimci yenilenme eylemini şiar edinmiş bir hareketiz ve tutuculukla, dogmatizmle, ya da tersinden liberallikle, legalizmle aramıza mesafe koyarız, onlarla mücadele ederek devrim ve sosyalizm kavgasında yerimizi alırız.
       Bunun kavgasını veriyoruz...
       Bu çalışmamızda amaç, bu temelde, sol ve devrimci harekette görülen bir eğilimi, devrimcilik adına dogmatizmi, onun bazı biçimlerini ele almak, bu eğilimle aramıza mesafe koymaktır.
       Daha iyi anlaşılması için bazen basit sorular sormak anlamlı olur. Basit bir gözlem yaparak, eğer bir yerde, "neden devrimci mücadele?" sorusuna, "biz zaten ailecek devrimciyiz, benim babam senelerce hapis yatmış.", "x mahallesindenim, bizim buralar çok devrimci çıkarır, bir sürü şehidimiz var.", "bence devrimciler çok kahraman insanlar, ben de onlar gibi olmak istiyorum." gibi ilginç yanıtlar alırsak buradan konumuzla ilişkili olarak iki şey çıkar. Birincisi, bazen insanlar şu ya da bu biçimde yaşadığı çevre ve ilişkilerden etkilenir, başlangıç aşaması açısından bunu anlamak mümkündür ve bu aşamada bu durum bir problem değildir. Ama ikinci olarak, başlangıç aşamasını çoktan geride bırakmış olanlar için "devrimcilik" ve "sosyalizm" adına çarpık bir anlayış ve pratik burada dışa vurmaktadır. Biz her insanın bilimsel sosyalizmi içselleştirmesini beklemeyiz; ama kendine "devrimci ve sosyalist" olarak tanımlayan devrimci bir hareketin, hem siyasetini hem de söz ve davranış biçimlerini, politik-kültürel yapısını bu temelde oluşturmasını bekleriz. Eğer bu yoksa, ortada devrimcilik adına kabalık, hatta aşağıda yer yer ele alacağımız gibi, halkın tutucu yanlarını "halk" ve "devrim" adına savunmak gibi bir gariplik kaçınılmaz olur.
       Halbuki, kapitalizm son sömürücü toplumdur; sınıf mücadelesi tarihin motorudur ve işçi sınıfı mevcut kapitalist düzeni yıkacak tek devrimci sınıftır. Bilimsel sosyalizm, daha önce, kendi öncesi bazı düşünce akımlarının devrimci eleştirisi üzerinden ortaya çıktı ve işçi sınıfına yol gösterdi. Bilimsel sosyalizm, insanı, toplumu, doğayı maddeci bakış açısıyla, bunlar arasındaki diyalektik ilişkiyle ele alır, sınıf mücadelesine de bunun üzerinden müdahil olur. Bu anlamda, bilimsel sosyalizm, sınıf mücadelesinde, işçi sınıfının kendi için sınıf olması ve işçi sınıfının iktidar mücadelesinde bir taraf olurken, felsefi açıdan idealizm ve metafizikle mücadele eder. Ancak bu mücadele düz bir hat üzerinden yürümez, çeşitli güncel biçimler alarak sürer. Sınıf mücadelesinin geriye düştüğü, devrimci eylemin zayıf düştüğü her yerde felsefi anlamda idealizm, politik anlamda oportünizm şu ya da bu biçimde ortaya çıkarak, sosyalizmin bilimsel, maddeci özünü tahrif etmeye, onu idealist, metafizik bir mecraya çekmeğe çalışır. Mahir Çayan Yoldaş'ın da defalarca belirttiği gibi soldaki tüm sapmalar bir eylem kılavuzu olan sosyalizmin, bilimsel özünün tahrifinden kaynaklanır.
       Felsefi idealizmin, onun siyasal alanda bir biçimi olan oportünizmin şu ya da bu biçimde etkin olduğu dönemlerde, sınıf mücadelesinde, devrimci saflarda diyalektik yöntem zayıflar, devrimci teori dogmalaştırılır, iktisadi, sosyal tahliller bir kenara bırakılır, politik mücadele kuru sloganlar düzeyine indirgenir. Böylesi bir atmosferde şu ya da bu biçimde, çevreden, aileden, arkadaş grubundan, ya da çeşitli kitle hareketlerinden etkilenen, temiz bir mücadele aşkıyla devrimci saflara katılan genç bir insanı sorunlu bir devrimcilik bekler. Günlük hayatla hiçbir bağı olmayan hatıraların sararmış yaprakları arasına düşen genç insan giderek körelir ve kısa sürede devrimci ve sosyalist öğreti denilince aklına yalnızca, bir takım kahramanlık menkıbeleri, üç beş tane "devrimci" slogan ve birkaç hüzünlü şarkı gelen biri haline gelir. Burada devrimci teori önemsizleşir, ideolojik birlik bir kaç kavramın ezberine dayanır, dar pratikçilik öne çıkar, devrimci teori ile devrimci pratik arasında diyalektik bağ zayıflar, yaşanan süreçlerin dersleri değil, kalıplaşmış sözler politik mücadelede önem kazanır, devrimcilik ile yiğitlik-kahramanlık özdeşleşir ya da tersinden devrimcilik sıradanlaşıp özü boşaltılır.
       Oportünizm, amacına ulaşmak için pek çok yöntem izleyebilir, pek çok şekle bürünebilir. Bu yöntemlerden biri de, "katı olan her şeyin buharlaştığı, kutsal olan her şeyin ayaklar altına alındığı ve insanların nihayet hayattaki konumlarına, karşılıklı ilişkilerine soğukkanlı bir gözle bakmaya zorlandığı"(2) bir iklimde serpilip gelişmiş olan bilimsel sosyalizmi, büyülü bir kutsallığın kucağına oturtmaktır. Böylece sonsuz bir oluş içerisinde olması gereken bilimsel teori, yerini durağan kutsal metinlere; bilimsel teorinin kılavuzluğunda, somut durumun somut tahlili ışığında gerçekleştirilmesi gereken devrimci eylem ve çalışmanın yerini destansı kahramanlıklara; Leninist ilkeler çerçevesinde, yaşayan birer organizma olan devrimci parti ilişkileri ise yerini ikonlaştırılan önderler çevresinde ya da bu ikonların anılarında oluşturulan anlamsız bir takım ilişkilere bırakır. Bunlardan hiçbiri eleştirilmez, tartışılmaz; ama hatıralarına şiirler, şarkılar düzülür.
       Konuyu daha iyi kavramak için bir alıntı yapmakta yarar vardır. Tarihte oportünizmin etkin olduğu dönemlerden biri, İkinci Enternasyonal Dönemi olarak bilinen dönemdir. Stalin, İkinci Enternasyonal oportünizminin egemen olduğu bu dönemden şu şekilde bahsediyor:
       "Tutarlı bir devrimci teorinin yerini, birbirine karşı teorik tezler, kitlelerin gerçek devrimci savaşından kopmuş ve modası geçmiş dogmalar haline gelmiş teori parçaları almıştı. Görünüşü kurtarmak için Marx'ın teorisi elbette anılıyordu; ama bu, marksist teorinin canlı, devrimci ruhunu boşaltmak için yapılıyordu.
       Devrimci bir politika yerine, zayıf ve cılız küçük-burjuva oportünizmi, parlamento diplomasisini ve parlamento kombinezonlarını kollayan siyaset esnaflığı, görünüşü kurtarmak için 'devrimci' kararlar ve sloganlar kabul ediliyordu, ama bunlar büro çekmecelerinde saklanmak içindi.
       Parti eğitimine önem verileceği ve kendi yanılgılarının derslerinden yararlanarak, partiye, doğru devrimci taktik öğretileceği yerde, bu cansıkıcı sorunlardan ustaca kaçınılıyor, bu sorular örtbas ediliyor, gizleniyordu. Besbelli ki, gene görünüşü kurtarmak için cansıkıcı bazı sorulara da değinilmesine razı oluyorlardı; ama bu, nereye çeksen oraya giden 'esnek' bir karara varmak içindi."
(3)
       Hiç şüphesiz ülkemizde oportünizm yeni sömürge toplumsal ve siyasal zeminden besleniyor; bir yandan devrimci anlayış ve değerlerin anlamını yitirdiği söylemini geliştiriyor, öte yandan "sıkı devrimcilik" adına içe kapanan, tutuculaşan, muhafazakarlaşan bir eğilimi yansıtıyor. Bir uçtan diğer uca, bu skala içinde farkı biçimler alıyor; ideolojik, politik, örgütsel ve kültürel alanlarda kendini dışa vuruyor. Buna karşı mücadele ise, devrimci sosyalizm için zorunludur.
       Bu çalışmamızda, daha çok dogmatik devrimci kesimlerde görülen bir eğilimi bazı yönleriyle ele alacağız. Devrimci muhafazakârlık olarak tanımlayacağımız bu eğilimi, tüm yönleriyle ayrıntılı ele almayacağız, birkaç başlık altında bazı yanlarını inceleyeceğiz. Burada özel olarak bir devrimci hareket ele alınmayacak, devrimci hareketin kendisinde görülen ve birden fazla devrimci çevrede şu ya da bu biçimde dışa vuran bir anlayış ve eğilim ele alınacaktır. Bu anlayış ve eğilim, bu ülkenin toplumsal-kültürel kodlarından besleniyor, belki bir ya da iki devrimci çevrede daha yoğun görülse de sol ve devrimci hareket içinde, farkı çevrelerde varlığını sürdürüyor. Dahası, iyilik de kötülük de bulaşıcıdır; bazı devrimci çevrelerde daha açık görülse de, zayıf ve dış etkilere açık, devrimci ve sosyalist kimliğinde sorun olan, kendi politik tarz ve kültürünü yeteri derecede oluşturmayan kesimlere bu yanlış eğilim bulaşıyor, devrimcilik adına devrimcilik karikatürize ediliyor.

       II) Mitoloji Yaratmak Değil Tarihin Materyalist Kavranışı
       Devrim ve sosyalizm tarihi şanlı bir tarihtir; bizim, ideolojik, politik, örgütsel, kültürel açıdan beslendiğimiz, varlık nedenimizdir. Geleceğin toplumu da buradan beslenir, bunun üzerinden biçim alır. Tarih yoksa bugün ve gelecek yoktur. Tarihimiz geleceğimizdir, bugün dünü içeriyor, yarın bugün üzerinden yükselecektir. Biz insanlık tarihinin tüm devrimci birikimine sahip çıkarız; Spartaküs'ten Şeyh Bedrettin'e, Paris komününden Ekim devrimine, Çin devriminden Küba devrimine tüm devrimler, hatta bir dizi yenilgiler bizimdir. Tarihimizle onur duyuyoruz. Bu tarih içinde kahramanlıklar, zafer, yenilgi ve geriye düşüş vardır; tersini düşünmek idealizmdir. Bununla birlikte, tarih düz bir hatta değil, çeşitli zikzaklarla bugüne deviniyor, sarmal biçimde ileri sıçrıyor, kendi içinde olumlu ve olumsuz yanları barındırıyor. Bu koca tarih içinde bilimsel sosyalizmin tarihi ise kısa bir dönemi kapsıyor, ama bilimsel sosyalizm insanlık için büyük bir sıçramayı ifade ediyor. Komünist Manifesto'dan bu yana, yaklaşık 165 yıllık bilimsel sosyalizm ve bunun tarihi bizim varlık kaynağımızdır. Marksizm'de eleştirel yöntem içseldir; tarihimizi eleştirel yöntemle ele alırız, buradan, bugünün sınıf dinamikleriyle geleceğin toplumunu kurgularız.
       Mitoloji kahramanlar yaratır. Bu kahramanlar, eğer tanrı ve yarı-tanrı değilseler, en azından tanrısal nitelikte insanlardır. Böylece mitoloji, doğayı tanrılıkta kişileştirir. Aynı şey olaylar için de geçerlidir, herhangi bir tarihsel olay, mitolojide ihtişamlı biçimde, tanrısallaştırılarak aktarılır. Sözgelimi mitolojik anlatımla Troya Savaşı, tanrıçalar arasındaki bir sürtüşmeden doğmuştur, savaş alanındakiler ise ya insan görünümlü tanrı ve yarı tanrılar ya da tanrısal nitelikte insanlardır. Mitolojik anlatılar, özellikle ilk çağda savaşçılara moral veren, gençleri kahramanlığa özendiren bir işlev görmüşlerdir. Örneğin, mitolojik bir Troya Savaşı destanı anlatan ozanları dinleyen bir genç savaşçı, yarı- tanrı Akhileus'a öykünecek, savaş alanında Akhileus'un sergilediğine benzer kahramanlıklar sergilemek isteyecektir.
       Elbette Marksist-Leninistler tarihe böyle yaklaşmazlar. Marksist-Leninistlere göre tarihin özü sınıflar mücadelesidir, her tarihsel süreç veya olay somut gerçeklere, bunlar üzerinde biçim alan insan ilişkilerine dayalıdır. Her bir tarihsel süreç ve olay ile bir diğeri arasında, yani öncesi ve sonrası arasında diyalektik bir bağ vardır. Tabii ki burada, herkesçe "bilinen" ve bilimsel sosyalizmin abecesi kabul edilen materyalist tarih anlayışının neyin nesi olduğunu anlatacak değiliz; burada değinmek istediğimiz konu, şu herkesçe "bilinen" materyalist tarih ilkelerinin, iş icraata gelince nasıl olup da birden bire unutulduğu ve tuhaf biçimde dillere mitolojik şarkıların yerleşiverdiğidir.
       Özellikle son yıllarda, ülkemizde devrimci hareketin tarihine ve mirasına karşı garip bir huşu içinde bakan devrimci muhafazakâr eğilim ortaya çıktı ve kendi içinde bir alan, ilişki biçimi, öykünme modeli oluşturdu. Bu devrimci muhafazakâr eğilim, bir yandan tarihi kendi ile başlatırken, diğer yandan herhangi bir eleştiriyi ise, çoğu kez "katlanılamaz bir saygısızlık" olarak algılamış, kendini buna göre konumlandırmıştır. Tabi, bu tarih çok kez, sınıf ve toplum dinamiklerine göre değil, mistik bir hava içinde, bireyler ve kahramanlıklar üzerinde inşa ediliyor. Bu tarihe bakışta bazen, insanlık tarihi için önemli adım ve süreçlere sahip çıkılsa da (ki bu yanıyla çok sorunlu da olmazdı); bu sahip çıkış hem mistik hem de kuru bir ajitasyon üzerinden olduğundan, sınıf ve toplumsal dinamiklerden uzak olduğundan, hatta tarihi kendi ile başlatan idealist, "ben merkezci" bir tarih anlayışına hizmet ettiğinden sorunlu bir yerde durmaktadır.
       Bununla birlikte, bu eğilim, güncel politikada yaşanan herhangi bir olayı değerlendirilirken de mütemadiyen, sanki tarih tekerrür ediyormuş gibi, geçmişin "efsaneleri" ile benzerlikler kurmaya çalışmak; böylece bugünü de, yaşanan tarihsel süreci de sakatlamaktadır. Bu durum çoğu zaman güncel politikada atılan adımların geçmişin terimleriyle açıklanmaya çalışmasını; çıkarılan yeni bir yayına, oluşturulan yeni bir örgütlülüğe "mitolojik" yayınların ya da "mitolojik" örgütlerin isimlerinin verilmeye çalışılmasına kadar uzanmaktadır. Hatta herhangi bir kitle gösterisi çağrısı yapılırken dahi söylemlere azıcık "destansı tarih" kokusu sürme çabasını çoğu zaman görmekteyiz.
       Bu, tarihin anısına değer verme ve onu hak ettiği biçimde yüceltme değil, aksine etkili politika üretilemediğinden, devrimciler ve halk üzerinde saygı uyandıran tarihsel terimleri yerli yersiz anarak göz boyama tavrıdır. Marksist- Leninistler için böylesi bir sakat tavır söz konusu olamaz. Lenin bu türlü tavrı "devrimci lafebeliği"(4) olarak tanımlıyor ve "devrimci düşünce konusundaki kafa karışıklığı"(5)ndan kaynaklandığını belirterek şöyle diyor:
       "Marx, işi bitmiş geçmişin 'çekici' terimlerini taşıyan bu türden lafebeliklerinin geleceğin görevlerini gizlemek amacıyla kullanılmasını sık sık suçlamıştır. Böyle durumlarda, daha önce tarihte görevini yapmış olan bir terimin çekiciliği, yanıltıcı ve zararlı bir yaldız olmaktadır."(6)
       Konunun daha iyi anlaşılması için ikinci bir alıntı yapalım. Lenin, Paris Komününün "ihtişamlı anısının" koruyucu kanatları altına sığınarak "Devrimci Komünler" kurulması gerektiğini söyleyen Yeni-İskra konferansçılarına değinerek şöyle diyor:
       "1871 Paris Komünü'nün anısını ne denli yüceltirsek, onun yanlışlarını ve içinde yer aldığı koşulları tahlil etmeksizin ona gelişigüzel değinmek de o denli hoşgörülemez. Böyle yapmak -Engels'in alay ettiği- Komünün her hareketi önünde eğilen blankicilerin saçma örneğini yinelemek olur. Bu "devrimci komün" konusunda, kararda değinilmiş bulunan komün konusunda, soru soran işçiye konferansçının yanıtı ne olacaktır? Söyleyebileceği tek şey, bunun tarihte bu adla bilinen belli bir işçi hükümeti olduğu, o sırada demokratik bir devrimle sosyalist bir devrimini öğelerini birbirinden ayırma yeteneğinde olmayan ve ayıramamış bir hükümet olduğu, bir cumhuriyet uğruna savaşma görevini sosyalizm uğruna savaşma görevi ile birbirine karıştırmış, Versay'a karşı etkili bir saldırı düzenleyememiş, Fransız Bankasına elkoymamakla bir hata işlemiş vb. bir hükümet olduğudur. Kısacası ister Paris Komününe, ister bir başka komüne değiniyor olun, yanıtınız şu olacaktır: bizimkinin öyle olmaması gereken bir hükümetti. Hoş bir yanıt gerçekten de! Bir karar, partinin taktik programı konusunda hiçbir şey söylemediği ve yersiz bir biçimde tarihten dersler vermeye başladığında, bu, bir devrimcinin ukalaca ahlâk dersi vermeye kalkışmış olmasını ve yetersizliğini tanıtlamaz mı?"(7)
       Lenin'in cümleleri sanırız sorunu net biçimde ortaya koyuyor.
       Ancak dikkat etmemiz gereken esas nokta devrimci muhafazakâr anlayışın, tarihsel olayları anlamsız biçimde idealize etmesi ve mitolojik anlamlar yüklemesinden öte, arkası boş ve idealist tarih anlayışının pompalanması ve insanlığın kazanımlarını suistimal etmesidir.
       Burada şunu hatırlatmakta yarar var, Lenin, Menşevikleri eleştirip, Paris Komününü değerlendirirken kullandığı hassas kantarını, devrimci muhafazakârların yanında kullansaydı ve ülkemiz devrimci hareketinin tarihindeki "destansı" bir olayı bu kantara vursaydı, büyük bir olasılıkla "devrimci hareketin tarihine hakaret etmekle" suçlanırdı.
       Oportünizm, devrimci muhafazakârlığın durgun mantığını gayet iyi biçimde kullanır ve bu şekilde politikasızlığının, eylemsizliğinin, kuyrukçu siyasetinin üzerini örter. Oportünizmin dayattığı politikasızlığı, eylemsizliği ya da Lenin'in deyişiyle devrimci lafebeliğini eleştirecek olan Marksist-Leninist ise, "devrimci hareketin tarihine hakaret etme" suçlamasıyla karşı karşıya kalıverir.
       Marksist-Leninistler bu suçlamalarla karşılaşmaktan çekinmemelidir. Biz doğru bildiğimiz yoldan yürüyeceğiz; tarihe bakışımıza da tarihsel materyalizm yön veriyor, verecektir. Doğru yolda yürüyeceğiz, idealist, "benmerkezci tarih" anlayışlarıyla hesaplaşarak, bunlarla aramıza mesafe koyacağız.
       Marksist-Leninistler için ülkemiz ya da dünya devrimci hareketinin tarihindeki herhangi bir süreç ya da olay, tıpkı tüm diğer tarihsel süreç ve olaylar gibi somut durum içerisinde, her tarihsel süreç ve olayı kendi nesnel-öznel koşulları içinde ele almak; buradan bir dizi dersler çıkarmak ana yöntemdir. Ayrıca ülkemiz devrimci hareketinin tarihinin bütününde, stratejik başarısızlıkların (burada "stratejik" kavramına yüklediğimiz anlam "strateji" değil, tüm tarihimizde önemli adım ve süreçlerde sık sık başarısızlıkla karşı karşıya gelmektir) taktik başarılardan daha fazla olduğu gerçeğini de göz önüne alırsak, Marksist-Leninist'lerin ödevi, kesinlikle "destansı direniş" hikayelerini huşu içinde dinlemek ve "tarihlerine laf söyletmeyen" muhafızlar olarak, tarihsel tanımlama ve olayları yerli yersiz yinelemek değil; her tarihsel olayı en detaycı ve keskin bir eleştirel bakışla ele almak, mücadele için işe yarar sonuçlar çıkarmak olmalıdır. Tarihsel mirasımız ancak bu şekilde hak ettiği konuma yerleşmiş olur. Çünkü Marksist-Leninstlerin iddiası asla geçmişin muhafızı olmak değil, ama kesinlikle geleceğin üreticisi olmaktır.
       "Devrimciler hiçbir zaman hiçbir şeye karşı kendilerini koşullandıramazlar.
       Biz nesne, olay ve süreçlere Marksist yöntemi esas alarak; kendimizi eylemimiz ve düşüncemizi yaptırım altına sokmadan ayakta durduk. Dolayısıyla eleştirelliğimizde de yargılarımızda da tek kıstasımız bilimsellik temelinde halkın ve devrimini çıkarları oldu. Sosyalizme, geleceğe sarsılmaz şekilde inandığımız için, tarihe doğru bakmak sorumluluğunu hiçbir şeye tercih edemeyiz. Ve ona bu bağlamda sahip çıkarız. Sosyalizm anlayışımız budur.
" (8)

       III) Devrimciler Ölür, Devrimler Durmaz Sürer
       "Biz bu yolda ölümü göze aldık, yolumuz şehitlerimizin yoludur!"
       Bilindiği gibi bu, pek çok devrimci ajitasyonda rastladığımız bir cümledir. Ve kesinlikle her devrimcinin hemfikir olması gereken bir cümledir. Elbette ölüm bir devrimciyi durduramaz, ölümü düşünüp bunun basıncı altında, buna teslim olan devrimcilik yapamaz. Devrimci, devrim yolunda ölümü göze alan bireydir; ölümü göze alamayan hiç bir devrim başarı kazanamaz. Hatta bugün için, bugünün Türkiye'sinde ölüm göze alınmadan taktik başarılar bile elde etmek mümkün değildir. Ve evet, kesinlikle yolumuz şehitlerimizin yoludur. Ya da bir diğer ifadeyle "yolumuz, devrim yolunda düşenlerin yoludur". Bu ifadeden de basitçe anlaşılabileceği gibi asıl itibariyle yolumuz, "devrim yoludur"!
       Devrimci muhafazakârlık, her zamanki gibi burada da durgun mantığını konuşturur ve yine Marksizm-Leninizm ile hiçbir ilgisi olmayan, adeta Aristocu bir bakışla şu sonuca varır: "yolumuz şehitlerimizin yolu olduğuna göre, hepimiz şehit olmalıyız" ya da "yolumuz devrim yolunda düşenlerin yolu" olduğuna göre, "hepimiz devrim yolunda kendimizi feda etmeliyiz." Burada devrim ya da devrimcilik adeta ölüm ve şehitlikle özdeşleştirilir.
       Yine bu anlayışa atfen, bazı filmlerde karikatürize edilen devrimci tipleri, "devrimciler ölümle nişanlıdır." (ki bu doğru sözün "nedense" pek anımsatılmayan ilk bölümü "yaşamla sözlü"dür) gibi söylemlerle topluma sunulmakta, devrimcilik ilkel, kaba bir düzeye indirgenmektedir. Egemen medya tarafından karikatürize edilerek sunulan bu "devrimci" tiplemesi, başka şeyler için kıyameti koparan devrimci muhafazakarlık tarafından pek fazla eleştiri konusu edilmemektedir.
       Hiç şüphesiz bu gibi konularda, devrimci muhafazakâr anlayışın, sık sık mistik, dinsel ya da yarı dinsel kavramlar kullandığı da bilinmektedir.
       Bu yarı mistik anlayış, bilimsel sosyalizmle birlikte yan yana duramaz. Marksist-Leninistler için, devrimci sosyalistler için devrim için dövüşmek, bu yolda ölümü göze almak tartışılamaz; ölünecek yerde ölümü yenmek, düşmana teslim olmamak, her koşulda direnmek devrimciliğin bir biçimidir ama devrimcilik bunları içererek aşan bir yaşam biçimidir. Ama biz bir yola giderken, devrimci eyleme ve çalışmayı örgütlerken "ölümsüzleşmek" için, "şehit olmak" için, "kendini feda" için çıkmayız. Bizim için, her şeyden önce politik bakış, hedef, bunların yaşamla bağı çok daha ön plandadır; bu uğurda ölüm kaçılınmaz bir duraksa, ölümü yenmek de görevimizdir. Biz ölümü değil yaşamı öne alırız, ölüm ile yaşam arasında diyalektik bağı buradan kurarız.
       İnsan türü ilk çağlardan beri, ölüm olgusunu kavramakta güçlük çekmiştir. Konuşan hareket eden, duyguları, davranışları olan canlı bir organizmanın öylece ölüp gitmesi insan türü için tarihsel bir "anlaşılmazlık" olarak kabul edilebilir. Bu anlaşılmazlık başlı başına bir korku kaynağıdır. İnsan türü, bu korkuyu aşmak için tarih boyu ölüme bir takım anlamlar yüklemiş, kimileyin ölülerin mistik dünyalara gittiğine, kimileyin ölülerin yeniden doğarak (reenkarnasyon), farklı suretlerde tekrar yeryüzünde dolaşmaya başlayacağına inanarak ölümü aşma gayretine girmiştir. Bu amaçla insan türü, tarihler boyu ritüleller, semboller yaratmış, bunların ardı sıra gitmiştir. Ve bedenin çürüyüp gitmesinde, üç gün önce konuşan, gülen ağlayan insanın, üç gün sonra donuk gözleriyle, katı ve çürümekte olan bir nesneye dönüşmesinde bulduğu anlamsızlığı, nihayet yarattığı bu sembollerle ruhun ölümsüzlüğüne inanarak aşma yoluna gitmiştir.
       Amerikalı antropolog Ernest Becker bu durumu şöyle açıklıyor:
       "Sayısız evrimsel süreçler boyunca, organizma kendi bütünlüğünü korumalıydı; kendine ait bir fizyokimyasal kimliği vardı ve bunu sakınmakla yükümlüydü. Bu organ transplantasyonunun da temel problemidir: organizma kendini yabancı maddelere karşı korur, bu onun hayatta kalmasını sağlayacak yeni bir kalp dahi olsa. Protoplazma, bütünlüğünü bozacak çevresel etkilere karşı kendini muhafaza eder.
       (…) Fakat insan, yalnızca durmadan çalışan kör bir protoplazma küresinden ibaret değildir; o, semboller, düşler ve maddi olmayan şeylerle dolu bir dünyası ve ismi olan bir yaratıktır. Kendine verdiği değer, sembollerle oluşur, özsevisi sembollerden ve soyut bir ideadan beslenir; bu, havada, akılda ve kağıt üzerinde bulunan seslerden, kelimelerden ve imgelerden oluşan bir ideadır. Ve bu demektir ki, insanın organizma aktivitesine olan doğal özlemi, katılım ve genişleme sevinci, sembollerin dünyasında sınırsızca beslenebilir ve böylece ölümsüzlüğe ulaşır. Böylece, tekil organizma, dünyanın boyutlarının ve fiziksel bir uzvun hareket etmediği zamanların içerisine genişleyebilir ve ölse dahi sonsuzluğu elde edebilir."
(9)
       Ölümün bir takım sembollerle yüceleştirilmesi ve özendirilmesi, insan türünün, ölümün ve ölüm korkusunun aşılmasında kullandığı en eski ve etkili yöntem olarak kabul edilebilir. Öyle ki, ulvi bir amaç uğruna ölüm, ölümsüzlüğü de içinde barındırır. Bütün dini anlayışlar, ulvi amaçlar uğruna ölümü yüceleştirir, ölümün bu türlüsünü "şahadet" diye anarak ölen kişinin ölümsüz ruhunun mükafatlandırılacağını öne sürerler.
       İspanya iç savaşındaki faşist Franko falanjistlerinin "Yaşasın Ölüm!" sloganında ifadesini bulan ölüm güzellemesi de buradan beslenmekle birlikte, bundan biraz daha fazlasını da içerir. Burada yüceleştirilen ölümle birlikte, yalnızca ölünün ruhu değil; ama aynı zamanda tüm yaşamı da mükafatlandırılmış olur. Savaşta ölen falanjist, bir ulvi amaç uğruna ölecek ve böylece yaşamış olduğu tüm hayat da ulvi bir amaçla yaşanmış, saygı duyulası bir hayat olacaktır. Böylece ölümün korku duyulan anlaşılmazlığı yalnızca ölüme değil, ölümle birlikte yaşama da bir anlam kazandırarak aşılmış olacaktır. Bu şekilde, savaşan falanjist ölüm korkusunu aşacak ve bugün ölse de yarın dillerde türkü olacağını bilmenin kazandırdığı motivasyonla "Yaşasın Ölüm!" diye haykırabilecektir.
       Ernest Becker bunu, "yaşam ve ölüm korkusu olmayan itikat şövalyesi" ideası olarak tanımlıyor ve ekliyor: "Şüphesiz ki itikat şövalyesi, insanın ortaya attığı en güzel ve büyüleyici ideallerdendir." (10)
       Eğer falanjistlerin hangi amaçla savaştığını düşünürsek, bu söylemlerin onlar için ne denli gerekli olduğunu anlarız. Bir avuç halk düşmanının çıkarları uğruna dövüşen yığınları düşünelim, ideal ülkülerin, anlamsız ritüellerin cezbediciliği olmasaydı, faşistler hesabına dövüşüp kardeşlerini katleden yoksullar, ölürlerken kendilerine bu "anlamsız" durumu nasıl açıklarlardı?
       Marksist-Leninistler ise doğayı olanca nesnelliğiyle kavramaya çalışan, yaşam ve ölüm arasında diyalektik bir bağ kuran bilimsel sosyalizm öğretisini eylem kılavuzu kabul edenlerdir. Onlar için esas anlamsız olan "ölümün anlaşılmazlığı", "hayatın anlamsızlığı" gibi kavramlardır.
       Burada en önemli nokta şudur: Marksist- Leninistlerin kavgası, yaşamak kavgasıdır. İşte tam da bu yüzden, ölüm korkusunu aşmak için hiçbir sembole, hiçbir ritüele ihtiyaç duymazlar. Marksist-Leninistleri mücadeleye iten, allı pullu cümleler değil, yaşamın içinde her an karşı karşıya oldukları sınıf çelişkisidir. Onların isyanı, ölüme karşıdır. Zulme, adaletsizliğe, eşitsizliğe, açlığa, yoksulluğa karşı bir isyandır, "insanca yaşam" kavgasıdır. Dolayısıyla Marksist-Leninistler hiçbir biçimiyle ölüm güzellemesi yapmaz, "şanlı bir ölümle" dillerde türkü olmak beklentisine girmezler.
       Elbette kavgada her an ölümle burun buruna olma hali vardır. Ama bu, tabiattaki her canlının her gün ölümle burun buruna oluşundan daha ilginç, daha iddialı değildir. Nasıl ki bir serçenin, yavrularına yiyecek bulmaya her gidişinde atmacalarca avlanabilme ihtimali bulunuyorsa ve nasıl ki yırtıcılar dahi, örneğin aslanlar dahi, bizonlara her saldırışlarında onların kılıç gibi boynuzlarında can verebilme ihtimalini biliyorlarsa, Marksist-Leninistlerin ölümü bilmesi de bundan fazla değildir. Bilinçli olarak saf tutulan sınıf mücadelesinin doğal akışı içerisinde ortaya çıkabilecek durumlardan sadece biridir.
       Besin zincirinin alt basamağındaki küçük serçeden, en üstteki yırtıcı aslana kadar tüm tabiat her gün yaşar dövüşür, ölür ve tekrar doğar. Canlıların hepsi ölümün varlığını her dakika hissederler. Buna rağmen küçük serçe her gün yuvasından yemek bulmak için ayrılır ve aslan da her gün bizon sürülerinin ardı sıra koşar. Ölüm, yaşamın bir parçasıdır, onun doğal sonudur. İnsan ve onun en gelişmiş biçimi olan devrimciler için, ölüm her an karşılaşılabilecek bir andır, ama baskın gelen yaşamak arzusudur. Diğer yandan bazı anlar vardır ki, tüm canlılar türün devamı için ölümü kabullenebilirler. Bunda da aslında "destansı" bir yan yoktur. Yumurtalarının üzerinde günlerce aç bekleyip, yavruları yumurtaları kırdığında ölen, ahtapot ya da yılan türleri buna örnek verilebilir. Burada insan türünün topluluklar halinde yaşayan bir tür olduğunu atlamamak gerekir. Yani bu topluluğun çocukları, tıpkı diğer topluluk halinde yaşayan canlılarınki gibi, tüm topluluğa aittir. Şu halde kendi çocuğu olmasa dahi devrimci, hiç görmeyeceği sonraki nesillerin özgür bir ülkede, insanca yaşayabilmesi için dövüşür ve bu sırada hayatını yitirebilir. İşte devrimcinin ölümü de böylesine tabii, doğaldır. Devrimciyi ölüm, yaşamak kavgası verirken, yeni bir toplum için dövüşürken bulur.
       Bu noktada Kızıldere'de "Biz buraya dönmeye değil, ölmeye geldik" diye haykıran Mahir Çayan Yoldaşı anmakta yarar var.
       Diyalektik mantıkla bir türlü barışamayan devrimci muhafazakârlığın durgun mantığı, bu cümleden şu sonucu çıkarıyor: "On'lar Kızıldere'de kendilerini feda ettiler". On'ların Kızıldere'ye ne amaçla gittiği herkesçe bilinir. On'lar, Kızıldere'ye, gayet somut, bilimsel sosyalizmin ışığıyla düşünülmüş, devrimci bir program doğrultusunda gittiler; yoksa kahramanca dövüşüp şehit olmaya, ölümsüz birer kahraman olmaya değil. Ancak çatışma kaçınılmaz olduğunda da, hiçbir karamsarlığa düşmeden kesin bir kararlılıkla dövüştüler. Onlar devrimciliği bir yaşam biçimi olarak kavradılar; bunun için Türkiye devriminin sorunlarıyla ilgilendiler, bir dizi tartışma ve ayrışma içinde kendi yollarını çizdiler, burada durmadılar, bunun pratiğini örgütlediler ve Kızıldere bunun bir sonucu oldu, orada ölüm de bundan yenildi.
       Che Guavera şöyle diyor:
       "Gerilla gerektiği her anda hayatını tehlikeye atabilmeli, istenen anda en küçük bir duraksamaya düşmeden bu hayatı vermeye hazır olmalıdır; bununla birlikte tedbirli olmalı gerekmediği yerde kendini tehlikeye atmamalıdır. Aleyhte bir sonu ve yokoluşu önlemek için olanaklar elverdiğince her önlem alınmalıdır." (11)
       Devrimcilerin bir kuşatmada, düşmanla açık çatışmada asıl politikası ve duruşu direniştir; "yaşama" adı altında "teslim olmak" ise devrimci bir tavır değildir. Bu konuda, adeta birbirine eklenen halkalar gibi oluşan devrimci bir gelenekten söz edilebilir; Maltepe ve Kızıldere'de Mahir Çayan ve yoldaşlarımızın bu direnişi örnektir, bu yolda hem devrimci sosyalizmin hem de diğer devrimci kesimlerin onlarca direnişi ve örneği vardır. Bu örneklere ve oluşan devrimci geleneğe rağmen, hiç bir devrimci ve sosyalist ölümü kutsamamıştır, örneğin On'lar Kızıldere'ye "ölmeye" gitmemiştir.
       Devrimciler ölür, devrimler durmaz sürer...
       Yazımızın bu bölümünü ünlü şair Paul Eluard'ın, Alman faşistleri tarafından kurşuna dizilen Fransız komünist Gabriel Peri'nin ardından yazdığı şiirden bir alıntıyla bitirelim:

"Bir insan öldü başka silah bilmeden
Hayata açılmış kollardan gayrı
Bir insan öldü başka yol bilmeden
Mavzerlerin kıpraştığı yoldan gayrı
Bir insan öldü vazgeçmez hâlâ döğüşten
Ölüme karşı karanlığa karşı
Madem onun istediği şeyleri
Biz de istiyoruz
Esenlik diyoruz ışısın bir
Gözlerin gönüllerin derininde
Adalet diyoruz ışısın yeryüzünde
İnsanı yaşatan kelimeler vardır
Hani yunmuş arınmış sözler
Sıcaklık diyelim güven diyelim
Meselâ aşk adalet hürriyet kelimesi
Çocuk kelimesi insanlık kelimesi gibi
Ve bazı çiçeklerin ülkelerin ismi
Meselâ yiğitlik kardeşlik arkadaşlık
Çalışma kelimesi gibi
Sonra bazı kadınların bazı dostların ismi
Bizim Peri de onların arasında
Bizim dediysem boşuna değildi vurulduğu
Peri öldüyse bu hayat yaşamaya değsin diyeydi
Ondan öğrendik gücümüzün nelere yeteceğini
Biz diyorsam onun umudu hâlâ harlı diyedir"(12)

       IV) Geleneksel Fikirler Değil Geleneksel Fikirlerden Kopuş
       Marksist-Leninistler neyi savunmalı? Marksist-Leninistler için her dönem savunulan ve değişmez anlayış ve tezler var mı? Devrimci değer nedir ve devrimci değerler bozulmadan kuşaktan kuşağa akar mı? Biz neyi savunacağız, halkımızın kadim gelenek ve değerlerini mi yoksa sosyalizmi mi? Peki bunları kime karşı ve nasıl savunmalıyız? İyi de bu Marksist- Leninistler "yıkıcı" değil miydi? Savunma da nereden çıktı şimdi?
       Doğrusu özellikle son yıllarda, ülkemizde, bir takım ahlaki kıstaslarla donanmış, varını yoğunu "halkın değer ve geleneklerini" "devrimci değerler" olarak "savunmaya" adamış bir devrimci tipi ortaya çıktı. Bu devrimci tipi her yerde, katı ve adeta bir din okulu öğrencisini andıran dogmatik tavırlarıyla öne çıkmaktadır. Bu devrimci tip, liberal, "özgürlükçü", önemli ölçüde omurgasız bir başka tip karşısında konumlanıyor, bu tipe tepki ile varlığını sürdürüyor. Bu devrimci muhafazakar tip, katı gelenekçiliği ve dogmalarıyla, adeta bir karikatür haline gelmiştir ve yer yer sol çevrelerde, özellikle küçük burjuva aydın çevrelerde alay konusu edilmektedir.
       Peki, bu noktaya gelinmesinde sebep nedir?
       Birinci olarak, bilimsel sosyalizm elbette işçi sınıfı ve halklara yol gösteriyor; ancak, reel sosyalizm pratiğinde, sosyalizm büyük bir geriye düşüş yaşamıştır. Yaşanan sosyalizm, kapitalizme karşı devrimci bir rol oynadı ve dünyanın 1/3'de zafer kazandı; bu sınıf mücadelesi ve insanlık için büyük bir kazanımdır. Ama sosyalizm kendini koruma refleksi içinde (bunun teorik-politik dayanağı "tek ülkede sosyalizm"dir. Tek ülkede, Rusya'da, 1925'lerde sosyalizmi inşa etmek zorunludur. Ancak bu aynı zamanda koruma refleksi ve çizgisidir. Daha sonra, bu teori "tek ülkede komünizmin kurulacağı" gibi bir noktaya ulaşmış; bu sadece teorik-politik bir yanlışı ifade etmekte kalmamış, aynı zamanda büyük devlet şovenizmin temeli olmuştur. Teorik durgunluk ve giderek muhafazakarlık eğiliminin kaynakları buralarda vardır) giderek tutucu bir yere sürüklendi, donuklaştı ve geriledi. Uluslararası sosyalist hareket içinde revizyonizm gökten düşmedi, bu zeminde ortaya çıktı ve kapitalist restorasyonun önünü açtı. Hiç şüphesiz, daha önce çeşitli biçimde ele aldığımız bu süreç ve olgunun bir dizi ideolojik, politik, örgütsel ve kültürel kaynakları var; bu kaynaklar ayrıca bir dizi sorun da üretti, sosyalizm için bu sorunlar hala bir iz, lekedir.
       Bugünün, 4. bunalım döneminin ana özelliklerinden biri, 3. bunalım dönemin ana olgulardan biri olan sosyalizmin dünya ölçeğindeki gücü ve prestijinin olmamasıdır. Bugün sosyalizm, reel sosyalizmin yıkıntısı içinde, bir ya da birkaç ülkede, savunma zeminde varlığını sürdürüyor. Hatta, sosyalizm tarihi içinde büyük bir parantez açarsak, sosyalizmin inşası ve dünya ölçüsünde güç olması, bu dönemde oluşan sosyalizm anlayışı ve pratiği kapanmıştır. Reel sosyalizmin çözülüşü bir dönemi kapadı sosyalizm için yeni bir dönemin kapısını açtı. Sosyalizm bu dönemde, bilimsel sosyalizme bağlı olarak, 150 yılı aşkın tarihsel deney ve birikim üzerinden yeniden kurulmalıdır, kurulacaktır. Bu yönde emek ve çaba vardır; ama bu bir süreç ve birikim işidir, bu süreç devam ediyor. Hala sol ve devrimci hareketin, hem dünya ölçeğinde hem de ülkemizde devrimci temelde, ideolojik, politik, örgütsel ve kültürel düzeyde bu yönde yeniden inşa edildiği söylenemez.
       Nitekim buradan ulaştığımız sonuç şudur: bugünkü sol ve devrimci hareketin hala önemli ölçüde 3. Enternasyolin çizgisinde olduğunu düşünürsek, tutuculuk ve muhafazakarlığın önemli bir kaynağını anlamış oluruz.
       İkinci olarak, bugünkü sol ve devrimci hareketi, kendi içinde birden çok tarihsel sürece ayırsak da, asıl olarak iki ana aşamada toplamak mümkündür. Birincisi, ütopik sosyalizm, hatta ulusalcı sosyalizmin yoğun etkisiyle (Mustafa Suphi'nin yaşamı bu konuda öğreticidir), bu zeminden çıkan TKP dönemidir. TKP, 1920'de Bakü'de kuruldu, Karadeniz'de imha oldu. Bu kuruluş iradesi son derece önemlidir, değerlidir. TKP, Karadeniz'de önder yapısını kaybetse de 1951 yılına kadar örgütsel yapısını şu ya da bu biçimde sürdürdü. TKP için 1951 tutuklamaları dönüm noktasıdır ve özünde bu aynı zamanda içi boş bir efsanenin başlangıcıdır. TKP bir devrimci tipi üretti; dışa bağımlı, yönü dışta Sovyetler Birliği'ne, içte Kemalizm'e dönük, kendi gücüne güvenemeyen, daha çok Kemalist güçlere bel bağlayan, parlamenter, legalist bir sosyalist tipi. Aydın özelikleri olan, işçici ama işçi sınıfı ve halktan kopuk bir tip. İkincisi ise, 1960 sonrası biçim alan, TİP, YÖN, MDD gibi akımlardan etkilenen ama adım adım buradan kopan ve 71 devrimciliğinde somut biçim alan dönem ve devrimci tipidir. Burada süreklilik ve kopuş var, özgüce dayanma, halka açılma, teoriyi ve devrimci pratiği yeniden kurma var. Bugünkü sol ve devrimci hareket önemli ölçüde, 71 devrimciliği sonrası oluştu; politik refleksleri, dünyaya bakışı, davranış biçimleri önemli ölçüde son 40 yıl içinde biçim aldı.
       Bu sol ve devrimci hareket için, özünde 12 Eylül yenilgisi, bunun üzerinden gelişen reel sosyalizmin yenilgisi yeni bir dönemi işaret eder. Dünya ve ülke koşulları önemli değişim yaşamış, yeni bir dönem ortaya çıkmış ve burada devrimci ve sosyalist mücadele teorik alandan pratik alana kadar yeniden kurulmak zorundadır. Bu, yenilgi yıkıntıları içinde ne kadar bilince çıktı, tartışılır. Ama somut bir ihtiyaçtır ve bu yönde çaba da vardır. Ancak buna rağmen sol ve devrimci hareket içinde tutuculuk, dogmatizm hiç de zayıf bir yerde durmaz, durmuyor. Sadece devrimci kesimde değil reformist kesimde de bu eğilim vardır; tüm siyasal yaşamını reformist çizgide sürdüren ama gelinen yerde hiç bir değişimi görmeyerek, keskin "işçici", keskin "sosyalist" tipler bunun ifadesidir. 12 Eylül yenilgisi, sadece 12 Eylül ile sınırlı değildir, yenilgi süreci uzun yılları kapsamıştır. Hem bu, hem de oligarşinin kapsamlı saldırıları karşısında sol ve devrimci hareket savunma zeminini bir türlü aşamadı; bu zemin birazda tersten tutuculuğu ve muhafazakarlığı güçlendirmiştir.
       Böyle olunca, iki farklı uç, bu dönemde karşımızdadır. Bir yanda, değişimi gören ama bilimsel sosyalizmden adım adım kopan, reformist, legalist bir yerde duran, "özgürlükçü, doğrudan demokrasici", hatta yarı anarşist tezlerle kendine ideolojik dayanak arayan kesimler. Diğer yanda ise, devrimci ama tutucu, dogmatik bir devrimcilikte ısrar edenler. Hiç şüphesiz, devrimci sosyalizm ve bazı akımlar bunun dışındadır; her iki yanlışa karşı duran kesimler de vardır.
       İşte bu devrimci muhafazakârlık, her şeyden önce ideolojik-teorik zeminde tutucudur. Bunlara göre, son 40 yılda bir değişim yoktur; aslında her şey örneğin 40 yıl önce söylenmiştir. 71 devrimciliğin üç ana örgütü vardır; Denizlerin THKO'su, PDA'dan kopan İ. Kaypakkaya önderliğinde kurulan TKP/ML ve bu ülkede devrimci sosyalizmi temsil eden, öncümüz Mahir ve THKP-C'sidir. 71 sonrası devrimciliğinin, hem uluslararası sosyalist hareketin yaşadığı kriz ve saflaşma, hem de 71 silahlı devrimci hareketin değerlendirmesi üzerinden biçim aldığı söylenebilir. Bir dizi tartışma vardır; devrimin yolu için arayışlar vardır. İbrahim, daha çok 1949 Çin devrimini model almıştır; ülke değerlendirmesi, strateji, taktik buna göre ortaya çıkmıştır. Bu çıkarımlar 1970 Türkiye'si içinde yanlıştır. Ama burada bir kez daha İbrahim'in hakkını verelim; 1970 Türkiye'sinde Kemalizm eleştirisi (ki Şrunorov'un görüşlerinin tekrarıdır) ve Kürt sorununu, "ezilen ulus, aynı örgütlenme, UKKTH" noktalarından ele alması ileri bir adımdır. THKO'nun devrimci teori adına ciddi bir şey üretmediği, H. İnan'ın savunmasını içeren "Türkiye Devriminin Yolu" broşürü dışında hiç bir şey üretmediği söylenebilir. Mahir ve öncülerimiz TİP, MDD süreçlerinden koparak devrimin yolunu netleştirmişler, Marksizm- Leninizm ile ülke koşullarını sentezlemişlerdir. Kesintisiz Devrim I-II-III'de ifadesini bulan bu teorik-ideolojik-politik çerçeve devrimci sosyalizmin somut biçim almasıdır.
       Biz bu yol üzerinden yürüdük ve bugüne geldik, yürüyüşümüz devam ediyor...
       Burada soru şudur: 71 devrimciliğin oluşturduğu ideolojik-politik-teorik çerçeve bugünü açıklar mı? Bugünün ipuçları burada var, bunu yadsımak, inkar etmek mümkün değil. Ama ne adına olursa olsun, ister Mahir ister İbrahim'in adına olsun (ki bu iki devrimci akım bugüne çok şey katmıştır, bugünün tablosunda önemli yer tutarlar) bu çerçeve bugünü açıklamaz. Dünya değişti, dünya ve sosyalist hareket bir başka yere gitti. İnsan ve toplum değişti; sol ve devrimci hareket değişti. Eğer bugün Marksizm-Leninizm'in yeniden kuruluşundan" ya da "yeniden üretiminden" söz ediyorsak, teori-ideoloji-politikayı 1970 hatta 1980-90 yıllarında donduramayız. Bu çıkarımımızın gerekçesi için şu an burada onlarca olgudan söz edebiliriz; bu yazımızın amacını aşar.
       Ama burada şunu yeniden ifade edelim; devrimci muhazafakarlık teori-ideoloji-politikayı donduruyor. O yenilenmeye kapalıdır. Biri çıkıp "Mahir'in her sözü doğrudur ve bugün geçerlidir" der; bir başkası "yarı-feodal yarı-sömürge Türkiye'de, kırlar ve köylülük temel güç, asıl çelişki feodal ağalar ile geniş köylü yığınlar arasında" der. Kürt sorunu bugün devasa bir sorundur ve hala "pazar sorunu" demek sadece devrimci teoriden habersizlik değil, sorunu da görmemektir. 1970'lerin birazda "ulusal sosyalizm" ve Kemalizm'in etkisiyle ortaya çıkan "aynı örgütlenme" anlayışını bugünde savunmak, Kürt sorununda son 40 yılı hiç anlamamaktır. "Kürtleri de biz kurtaracağız" diyen bir dogmatik Rojava'yı anlayamaz, Kürt özgürlük mücadelesinin kazanımlarını görmez, hatta özellikle arasına mesafe koyar, Kürt özgürlük hareketiyle ittifaktan kaçar. Kemalist, resmi ideoloji, hep "dış güce" sarılır; dogmatik devrimcilerde bunun soldaki izlerini sürer, hep Kürt ulusunun, Kürt özgürlük mücadelesinin arkasında emperyalizmi arar. Emperyalizme karşı sesini yükseltir, ama Kürt ulusunun demokratik haklarını görmez, hatta bu "demokratik haklar" onun için devrim sonrası verilecek şeylerdir. Zaten dogmatik, muhafazakar devrimci programda, MDD gibi bir yerde durur, demokratik devrim ile sosyalist devrim arasına "ara aşama" koyar, işçi sınıfının rolünü kavramaz, sosyalizmle mesafeli bir yerde durur. Emperyalizmi, önemli ölçüde "içsel olgu" ile açıklamaz, sadece işgal olarak görür, emperyalizme karşı mücadele ile kapitalizme karşı mücadele arasındaki kopmaz bağı görmez; anti-emperyalist mücadeleden bahseder, ama o ya içteki kapitalizmin üstünden atlar ya da "komprodor kapitalizme karşı demokratik kapitalizmi" savunur. İşçi sınıfını ve sosyalizmi önemsemeyen "yaşasın sosyalizm" demeyi sosyalist devrimi savunmak olarak algılayan, halkı her şeyin başına koyan bir devrimcilik var karşımızda.
       İdeolojik-teorik zemini daha ayrıntılı ele almak bu yazının konusu değil. Ama bu ideolojik-teorik zemin üzerinde oluşan örgüt de sorunludur. Katı merkeziyetçiliği öne alan, ülke ve dünyada yaşanan deney ve süreçlere gözünü kapayan ve demokrasiyi "özerklik ve örgütsüzlük" sanan, direnen ama direnişi kutsayan, ölen ama ölümü kutsayan bir örgüt kültürü bu ideolojik-politik zemin üzerinde biçim almaktadır. Onlar için parti bazı ilkelerin sıkı uygulanması, oluşan ya da oluşturulan yarı mistik atmosferde bir tür cemaatçiliktir. Parti, nasıl bir toplum hedefliyorsak ona göre, sosyalizme göre biçim alan, eşit ve özgür ilişkiler bütünü değil, bilimsel sosyalizmin kriterlerine göre oluşmamış bir tür ast-üst hiyerarşisi içinde, feodal toplumlara özgü bir tür "öndere" soyut bir bağlılık, kişi kültüdür.
       Teoride tutuculuk, örgütte, davranışta, kültürde tutuculuğa yol açıyor ve bu 1990 sonrası giderek bir çizgiye dönüşüyor. Dünya, ülke, sınıf mücadelesi bir başka yöne deviniyor, ama buna karşı muhafazakarlık içe dönüyor, savunma zemininde sosyalizmin kalıntılarını savunuyor, taktik başarıyı devasa bir şeye dönüştürüyor, ölümü kutsuyor, biçime önem veriyor, bir takım sembolerle yeni bir gelenek yaratmaya çalışıyor.
       Durum bu olunca, ülkemiz devrimci mücadelesinin son kırk yılına bakarsak, yeni kavramların da ortaya çıktığını görüyoruz: "gelenek oluşturma", "devrimci gelenekler", "halkımızın gelenekleri", "halk kültürü" gibi. Burada eskiye öykünme, tarihsel süreçlerde oluşan ve çok kez içinde sınıflı toplumun izlerini taşıyan, sorunlu yanlar, "ahlak, gelenek" adına savunulmaktadır. Bu kesimlerin önemli ölçüde Alevi kesime dayanması, bu kültürü örgütsel çalışmalarda bir unsur olarak ele alması da özünde budur.
       Gelenek durağandır. Marksizm-Leninizm, diyalektik ve tarihsel materyalizmi yöntem olarak benimser. Marksist-Leninist öğreti sonsuz bir oluş içerisindedir ve verilerini sadece bilimden ve somut koşullardan alır. Marksizm- Leninizm'in içine yanlış biçimde, yerli yersiz "gelenek-ahlak" sokuşturmak, hangi niyetle yapılırsa yapılsın sorunludur. Oportünizmin bilimsel sosyalizmi saptırmada temel metodunun onun bilimsel, diyalektik özünü yok ederek, durağan, statik bir perspektife oturtmak olduğunu söylemiştik. Devrimci muhafazakârlığın durağan gelenekleri, oportünizmi zahmetten kurtarır ve zaferi ona altın tepsi içinde sunar.
Bu gibi sapma anlayışların, sağdan ve soldan beslenen sapmaların kaynağı ne olursa olsun, ilacı Marksist-Leninist ideolojik mücadeledir. Fazla uzağa gitmeden, hemen Manifesto'yu açıp bakalım:
       "Proletaryanın yaşadığı koşullarda eski toplumun yaşam koşulları şimdiden yok olmuştur." (13)
       "Proleterin karısı ve çocuklarıyla olan ilişkisinin burjuva aile ilişkisiyle hiçbir ortak yanı kalmamıştır." (14)
       "Proleterin gözünde yasalar da ahlak da din de ardında bir sürü burjuva çıkarının pusuya yattığı bir sürü burjuva önyargısından başka bir şey değildir." (15)
       "Günümüz toplumunun en alt tabakası olan proletarya resmi toplumu oluşturan tabakaların üst yapısı tümüyle havaya uçurulmadan ayağa kalkıp doğrulamaz." (16)
       "Komünist devrimin gelişim seyrinin geleneksel fikirlerden en köklü kopuşu beraberinde getireceğine şaşmamak gerekir.
" (17)
       Engels'in aile ilişkileri üzerine söylediklerini tüm bir toplum ilişkilerine, yaymak sanırız yanlış olmaz:
       "Öyleyse süpürülmesi yakın görünen kapitalist üretimden sonra, cinsel ilişkilerin düzenlenme biçimi üzerine bugünden düşünülebilecek şey, özellikle olumsuz bir nitelik taşır ve öz bakımından, ortadan kalkacak olanla yetinir. Ama bu işe hangi yeni öğeler katılacak? Bu, yeni bir kuşak yetişince belli olacak: yaşamlarında bir kadını asla parayla ya da başka bir toplumsal güç aracıyla satın almamış olacak yeni bir erkekler kuşağı; kendini, gerçek aşktan başka hiçbir nedenle bir erkeğe vermeyecek, ya da bunun iktisadi sonuçlarından korkarak kendini sevdiği kimseye vermekten vazgeçmeyecek olan yeni bir kadınlar kuşağı. İşte bu insanlar dünyaya geldikleri zaman, bugün onların nasıl davranmaları gerektiği üzerine düşünülen şeylere hiç kulak asmayacaklar; kendi pratiklerini ve herkesin davranışını yargılayacakları kamuoyunu kendileri yaratacaklardır - bir nokta, işte bu kadar." (18)
       Özcesi, Marksist-Leninistler, toplumsal kurallar, gelenekler, ahlaki yargılar yaratmakta aceleci olmak yerine, her an, her dakika, burjuva devlet aygıtını nasıl parçalayacaklarını, burjuva üretim ilişkilerini nasıl yerle bir edeceklerini ve bunun yerine nasıl bir toplum inşa edeceklerine yoğunlaşmalıdır. Bir toplumun davranışlarını, üretim ilişkileri belirler. Yeni bir toplum, burjuva üretim ilişkilerinin ve emperyalist sömürü düzeninin egemen olduğu ülkenin, şu ya da bu mahallesinde, şu ya da bu mezhepsel grubun fertleri arasında inşa edilmez. Ancak mevcut kapitalist üretim ilişkileri yok edilir ve yerine yepyeni ve insanca olanı, insanın özgür gelişmesine hizmet eden sosyalizm tesis edilirse yeni bir toplumun inşasından söz edilebilir. Bizim görevimiz mevcut düzeni tüm yapılarıyla yok etmek, parçalamaktır; sadece bu değil, bunun yerine yeni olanı inşa etmektir. Devrim, bir yandan yıkma eylemi diğer yandan yapma eylemidir. Biz bu kavgada, elbette devrimci ve sosyalist bir çizgide yürüyeceğiz; bu kavgada sosyalizm ekseninde yeni bir insanı, bu insanların siyasal örgütlerini inşa edeceğiz. Bu kavga sadece kendi ideolojisini yaratmaz, aynı zamanda kendi politikasını, politik kültürünü de yaratır. Tüm bunların temelini de "halk, ahlak, gelenek" gibi sorunlu kavramlar değil, tümden nereden baktığımıza, hangi sınıflar için ele aldığımıza bağlı kavramlar değil, sosyalizm oluşturur.
       İşte o yeni toplum, sosyalizm inşa edildiğinde, üretim güçleri önündeki tüm burjuva engeller ortadan kalkar, emek özgürleşir, "herkesin emeğine ve herkesin ihtiyacına göre" ilkesi toplum ve toplumsal ilişkilerde hakim olur. Devrimci muhafazakârlığın bugünkü "halk" adına savunduğu "gelenekler" ise, bu toplumsal ilişki içinde çok anlam ifade etmeyecektir. Engels'in dediği gibi "kendi pratiklerini ve herkesin davranışını yargılayacakları kamuoyunu kendileri yaratacaklardır".

       V) Geleneksel "İlkeler" Mi? Diyalektik Yöntem Mi?
       Devrimci muhafazakârlığın tarihe ve olaylara nasıl mitolojik, durağan ve gelenekçi bir bakışla baktığını belirttik. Aynı tavrı devrimci ilkeler konusunda da gösterir. Devrimci muhafazakârlık için ilkeler, dinin şartları gibidir. İlkeleri, zamana göre istenen yöne çekiştirmek, kitlenin eğilimine göre yorumlayıp, istendiğinde kaldırıp atabilmek konusunda pek yetenekli olan ve öz itibariyle "ilke" diye birkaç gevelemeden fazlasına sahip olmayan reformistler gibi "ilkesizliği ilke edinmek" ne kadar yanlışsa, olmadık yerden "ilke" uydurmak, nereden geldiği belirsiz dogmalara "ilke" diye sarılmak da o kadar yanlıştır.
       Ülkemizde devrimci muhafazakârlık, genellikle devrimci önderlerin koşullara bağlı olarak söylediği her sözü, ya da bir politik tavrı peygamberin sünnetiymişçesine algılayıp "ilke" diye sahiplenir. Hatta o kadar ki, bu devrimci önderlerin, zamana bağlı olarak benimsedikleri, somut durumun somut tahliline dayanan taktiksel eylem biçimlerinin dahi "ilkesel", her dönem için geçerli olduğu kabul edilir. Daha sonra bu eylem biçimleri, adeta bir futbol takımını tutarcasına, uygulanmasa dahi her alanda savunulur. Devrimci muhafazakâr için ittifak politikasından, taktiksel eylemlere, zamanın birinde yapılmış güncel bir tahlilden, konuşurken seçilen kelimelere kadar her şey bir "ilkedir".
       Ve bunca "ilkenin" arasında diyalektiğin dört temel ilkesi doğal olarak kendine yer bulamaz. Ancak devrimci muhafazakâr durgun şeyleri "savunmakla" çok meşgul olduğundan bu dört temel ilkenin içselleştirilmesini sorun etmez, laf oraya geldiğinde bir çırpıda bu ilkeleri de "savunuverir". Dediğimiz gibi devrimci muhafazakârlığın temel ödevi "savunmak"tır. "Savunduğu" şeyi kavrayıp kavramaması, içselleştirmiş olup olmaması çok da önemli değildir.
       Oysa işin aslı, devrimci muhafazakârın canla başla "savunduğu" devrimci önderlerin söyledikleri içinde cımbızla çekip aldığı vecizeler yerine, tüm eylemlerini, tüm söylemlerini bir arada ele almış olsaydı, yani Marksist-Leninist öğretiyi ve bilimsel sosyalizmin ustalarının eserlerini azıcık tanısaydı, bu türlü tavrın ne denli yersiz olduğunu kavrayacaktı. Ancak, bu noktada da devrimci muhafazakârlığın karşısına yine, yıldızının bir türlü barışamadığı diyalektiğin, bütünsellik ilkesi çıkıyor. Devrimci muhafazakârlık doğal olarak "bütünsellik" ilkesini de kavrayamıyor ve ustaların "vecizelerini" "savunmakla" kalıyor.
       Manifesto'da Marx ve Engels komünistlerden şöyle bahsediyor:
       "Komünistler proletarya hareketini kalıba dökmek üzere hiçbir özel ilke koymazlar" (19)
       "Komünistlerin teorik önermeleri asla şu ya da bu nizam-ı âlemci tarafından icat edilen ya da keşfedilen düşüncelere, ilkelere dayanmaz."(20)
       Devrimci muhafazakârlığın örneğin siyasal ittifaklar noktasında dahi "ilkesel" bakışa sahip olduğu söylenebilir. Devrimci sosyal-demokratların, ittifaklarını eleştiren "çok katı görüşlü kimselere" yönelik Lenin şöyle diyor:
       "Güvenilmez kimselerle bile olsa, geçici ittifaklara girmekten korkanlar, ancak kendisine güvenmeyenlerdir." (21)
       Yine "ilkesel" eylem biçimlerini savunmaya pek meraklı olan devrimci muhafazakârlık için:
       "Sosyal-demokrasi kendi elini-kolunu bağlamaz, eylemlerini daha önceden tasarlanmış herhangi bir planla ya da siyasal savaşım yöntemiyle sınırlandırmaz; partinin elinde bulunan güçlere denk düştüğü sürece bütün savaşım araçlarını benimser." (22)
       Örnekleri çoğaltmak mümkündür, biz burada bu kadarla sınırlı tutacağız; fazlasına şu an gerek yok.

       VI) Sonuç
       Bu çalışmayı toparlamak için kısa bir özet yapmakta yarar vardır.
       Birinci olarak: Marx ve Engels, Manifesto'da şöyle diyor: "Orta zümreler, küçük sanayici, küçük tüccar zanaatkâr, bütün bunlar orta zümre olarak varlıklarını sürdürebilmek için burjuvaziye karşı mücadele ederler. Şu hâlde bunlar devrimci değil muhafazakârdır." (23)
       Devrimci muhafazakârlığın beslendiği toplumsal-sınıfsal zemin işte bu küçük burjuva zemindir. Devrimci muhafazakarlık bu zeminden beslenir ve her alanda tutucu bir çizgi izler.
       İkinci olarak, elbette burjuvaziye karşı sadece işçi sınıfı mücadele etmez, işçi sınıfı kapitalizmin temel ve en devrimci sınıfıdır. Ancak, işçi sınıfı en devrimci sınıfken, burjuvaziye karşı mücadele eden "tek sınıf" değildir; kapitalizmden zarar gören tüm sınıf ve kesimler şu ya da bu biçimde kapitalizme ve onun sınıf iktidarına karşı tepki üretir, mücadele eder. İşçi sınıfı, kendi hedefi için, kapitalizmi yıkmak ve sosyalizm kurmak için mücadele eder; ama bu mücadelede işçi sınıfı, kapitalizmden zarar gören tüm sınıf ve kesimleri kendi çatısı altına alır, onlarla çeşitli ittifak siyaseti içinde olur. Tek başına işçi sınıfı, ne demokrasi mücadelesini kazanabilir ne de kendi devrimini, yani sosyalist devrimi yapabilir.
       Devrimci sosyalizm, işçi sınıfının dışında bir başka sınıfın devrimciliğini savunmaz, devrimci sosyalizmin işçi sınıfının dışında özel bir çıkarı, hesabı yoktur. Bundan dolayı, devrimci programını işçi sınıfının çıkarlarına göre, onun bakış açısıyla hazırlar, dost ve düşmana ilan eder.
       Halk devrimi proramımız budur!
       Üçüncü olarak, bugün sol ve devrimci hareket içinde iki eğilim, hem liberal-oportünist eğilim, hem de tutucu-dogmatik yani devrimci ama muhafazakar eğilim yan yanadır. Devrimci sosyalizmin güçlü bir politik hareket, sınıf mücadeelsinde ana eksen olmadığı bu süreçte, bu iki yanlış eğilim adeta birbirini besliyor, işçi sınıfı ve halkın mücadelesinin önünü karartıyor. Liberal-oportünist eğilim, değişimi görüyor, kendini yenileme ihtiyacı duyuyor, ama bu yenilenme devrimci değil, liberal ve düzen içi bir eksende oluyor. Öte yandan devrimci muhafazakar eğilim ise teoriden siyasete her alanda her şeyi dondurmaya, hatta kaba bir halkçılıkla, sözde yeni gelenekler yaratmaya çalışıyor. Devrimci muhafazakarlığın uğraşmaya değer görmediği konulara büyük bir özenle liberal-oportünist eğilim eğiliyor ve devrimci muhafazakârlık bir takım ilkeleri "savunmakla" meşgul olurken, bilimsel sosyalizmin devrimci özünü "güncelleyerek" onu pasifist-reformist, formülasyonlarla değiştiriyor.
       Devrimci sosyalizm her iki eğilimin dışındadır. Devrimci sosyalizm, ne bilimsel sosyalizmi ucuz metotlarla saptırarak "filozof" olmak, "dünyayı sadece yorumlamak"; ne de birtakım "ilkeleri" canla başla "savunmak", kahraman olmak, tarihe adlarını yazdırmak, sosyalizmi kaba savunmak için mücadele ediyor. Devrimci sosyalizm, 150 yılı aşkın Marksist-Leninist birikime yaslanıyor, devrimci yenilenme eylemini şiar ediniyor, bunu sadece teoride değil, politika, örgüt, kültür tüm alanlarda inşa ediyor, bunun kavgasını veriyor.
       Dördüncü olarak; ülkemiz, emperyalizme yeni sömürgecilikle bağlı, kapitalizmin egemen olduğu, faşizmin süreklilik gösterdiği bir ülkedir. Türkiye toplumu devrime gebedir; devrim günceldir. Anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devrimi zorunlu bir duraktır. Halk devrimi, demokratik ve sosyalist görevleri iç içe ele alan, demokratik devrimle sosyalizm arasına hiç bir "ara aşama" koymayan bir devrimdir.
       Her devrimin temel hedefi iktidardır. Halk devrimi işçi sınıfı önderliğinde halkın iktidarını hedefler. Halk iktidarı, proletarya diktatörlüğünün özgün biçimidir ve iktidarın ertesi günü yukarıdan aşağı sosyalizmi inşa eder, ta ki komünizme kadar...
       Beşinci olarak, bu devrime ulaşmanın yolu, uzun süreli halk savaşı yani politikleşmiş askeri savaştır. Bu uzun savaş, öncü savaşı gibi ana bir aşamadan geçecek, giderek işçi sınıfı ve halkın fiili mücadelesini içeren yeni ve iktidarı almak için stratejik bir düzeye sıçrayacaktır.
       Bu devrimci savaşa, devrimci parti, işçi sınıfının partisi öncülük edecektir. Devrimci parti tek başına değil, anti-emperyalist anti-oligarşik mücadelede, halk devriminden çıkarı olan tüm sınıf ve katmanlarla, onların politik temsilcileriyle birlikte mücadele edecektir. Yine bu mücadele, uzun süreli devrimci savaş sonunda elde edilen halk iktidarına da bu sınıf ve katmanlar ortak olacaktır.
       İşte bu devrimci savaşımda, devrimci muhafazakarlar dahil tüm akım ve politik güçler yerini alacaktır.
       Altıncı olarak; hiç şüphesiz bu mücadele ve ittifak biçimleri her somut durumda yeni biçimler alacaktır. Biz, tüm sınıf dışı akım ve politik güçlerle aramıza ideolojik mesafe koyarız, bunlara karşı ideolojik mücadele veririz. Kaba "ilke"lerle, bilimsel sosyalizm dışında mekanik ve idealist yöntemlerle, sınıf indirgemeciliği ya da halkçılıkla ilgimiz yoktur. Biz, bir yandan bu sınıf dışı akımlarla mücadele ederken, diğer yandan hedefimiz olan emperyalizm ve oligarşiye karşı, bu güçlerle çeşitli ilişkiler kurarız. Burada yöntemimiz birlik ve eleştiridir.
       Yedinci ve son söz olarak; bu hedefler için, yeni bir tarz devrimcilik zorunludur. Biz, sınıf mücadelesinin her sorununa her hangi bir açıdan değil, devrimci sosyalist açıdan bakıyor ve ele alıyoruz. Yeni bir devrimcilik ise, tarihimizden besleniyor ve bunu adım adım inşa etmek görevimizdir. Her alanda devrimcilik, her alanda yenilenme, her alanda yeniden inşa; işte "emek" ve "örgütle" bunları inşa edeceğiz. Günün görevi budur!
       KASIM 2013

       Dipnotlar:
1) Kurtuluş Savaşı Destanı, Nazım Hikmet, Sekizinci Bap: 26 Ağustos Gecesinde Saatlar İki Otuzdan Beş Otuza Kadar ve İzmir Rıhtımından Akdeniz'e Bakan Nefer
2) Komünist Manifesto, Karl Marx, Friedrich Engels, I. Burjuvalar ve Proleterler
3) Leninizmin İlkeleri, J. Stalin, II. Yöntem (Altını biz çizdik.)
4) Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği, V.I. Lenin, 10. "Devrimci Komünler" ve Proletaryanın ve Köylülüğün Devrimci-Demokratik Diktatörlüğü,
5) a.g.y.
6) a.g.y.
7) a.g.y. (Altını biz çizdik)
8) Şafak Yargılanamaz - Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) Marksist Leninist Silahlı Propaganda Birliği (MLSPB)'nin Emperyalizme, Oligarşiye ve Faşizme Yönelik İddianamesi ve Gerekçeli Hükmüdür, Der. Hasan Şensoy, 1 Cilt, IV. B. Sonuç
9) The Denial of Death, Ernest Becker, Chapter One, Introduction: Human Nature and the Heroic
10) The Denial of Death, Ernest Becker, Part III, Chapter Eleven, Phsycology and Religion: What Is the Heroic Individual
11) Gerilla savaşı, Che Guavera, 2. Gerilla Birliği, II. Savaşçı Gerillacı
12) Gabriel Peri, Paul Eluard, Çev. Can Yücel
13) Komünist Manifesto, Karl Marx, Friedrich Engels, I. Burjuvalar ve Proleterler
14) a.g.y.
15) a.g.y.
16) a.g.y.
17) Komünist Manifesto, Karl Marx, Friedrich Engels, II. Proleterler ve Komünistler
18) Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Friedrich Engels, II. Aile
19) Komünist Manifesto, Karl Marx, Friedrich Engels, II. Proleterler ve Komünistler
20) a.g.y.
21) Ne Yapmalı?, V.I. Lenin, I. C. Rusya'da Eleştiri
22) Ne Yapmalı?, V.I. Lenin, II. B. Kendiliğindenlik Önünde Eğilme Raboçaya Mysıl
23) Komünist Manifesto, Karl Marx, Friedrich Engels, I. Burjuvalar ve Proleterler

 

 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
YönetimYeri: Şehit Muhtar Mah. Yoğurtçu Faik Sokak No: 12-14 Kat: 4
Beyoğlu/İSTANBUL