A-Giriş
Dünyada
yeni bir hayalet dolaşıyor: Kitlesel Direniş!
1990'lı
yıllar ve Reel sosyalizmin çözülmesi tarihsel
bir yeri işaret ediyor; tarihin bu günleri, bir
dönemin kapanıp yeni bir dönemin başladığını günlerdir.
Bir başka ifade ile 3. bunalım dönemimin temel
niteliklerinin kendi içinde olgunlaştığı, 3. bunalım
döneminde ortaya çıkan yeni olguların giderek
öne çıktığı bir süreçtir. Reel sosyalizmin çözülmesi,
bir dönemi geride bırakırken yeni bir dönemin
kapısını açmıştır; bu aynı zamanda koyu bir karanlığın
işçi sınıfı ve ezilen halklara dayatıldığı günlerdir.
Ekim
Sosyalist Devrimi, emperyalist-kapitalist sisteme
karşı sadece bir başkaldırı değil, kapitalizmin
bağrında bir alan açma değil, kapitalizme karşı
yeni bir sistemi ifade etmektedir. Kapitalizm
kendi içinde tekelci kapitalizme devinirken, bu
temelde emperyalist paylaşım kavgası bir dünya
savaşına yol açarken, bu çatışmanın ortasında
sosyalizm doğdu. Emperyalist-kapitalist sistemin
tüm içsel çelişkileri hızlandı, sistemin zayıf
halkasında insanlık için yeni bir umut ortaya
çıktı. İşçiler ve Bolşevik Parti devrime önderlik
yaptı, önce iki büyük kenti ele geçirdi, işçiler
kendi iktidarını kurdu; bu işçi iktidarı hızla
kırsal alanlara yayıldı. Artık sosyalizm soyut
bir teori değil, somut bir toplum biçimi olarak
tarihteki yerini almıştır.
Hiç
şüphesiz bu yeni bir durumdur, yeni bir olgudur.
Dünya tarihinde yeni bir çağın kapıları açılmıştır.
Ta günümüze kadar uzanan bu çağın adı: emperyalizm
ve proleter devrimler çağıdır.
Sosyalizmin
somutluk kazanması, tarihin motoru olan sınıf
mücadelesine yeni ivmeler kazandırdı. Bir yandan
emperyalistler arası çelişki pazar kavgası ekseninde
derinleşirken, diğer yanda sosyalizmin güçlü etkisi
ve desteğiyle ulusal kurtuluş hareketleri hızlandı.
Böylece, hem sosyalizm hem de ulusal kurtuluş
hareketleri emperyalist-kapitalist sisteme karşı
iki güçlü akım ve güç oldu. Nitekim 2. paylaşım
savaşı sonrası hem sosyalizm tek ülkeyi aştı,
dünyanın 1/3'de zafer kazandı, hem de ulusal kurtuluş
savaşları emperyalist-kapitalist sisteme karşı
güçlü bir tehdit konumuna yükseldi. Bu dönemde,
3. bunalım döneminde sosyalizm büyük bir prestije
sahiptir, ulusal kurtuluş hareketleri Asya, Afrika,
Latin Amerika'da emperyalizmi geriletmektedir.
1980'li yıllar için, SBKP ve revizyonizmin "komünizme
geçiş" öngörüleri vardır, sosyalizmin etkisiyle
emperyalist-kapitalist sistem ile sosyalizm arasında,
özellikle devlet kapitalizminin etkin olduğu "bağlantısızlar"
olarak kendini tanımlayan, ara bir yerde duran
ülkeler (Irak, Suriye, Libya, Hindistan ve yaklaşık
30 ülke) vardır. Kısacası, sosyalizm maddi bir
güçtür, emperyalist-kapitalist sisteme karşı bir
alternatiftir, büyük bir prestije sahiptir; ulusal
kurtuluş hareketlerinin yönü sosyalizme dönüktür,
başta Vietnam Devrimi olmak üzere bir dizi devrim
emperyalizme darbe üstüne darbe vurmaktadır.
Ama
bu süreç, aynı zamanda, tek ülkede sosyalizmin
inşasına kadar uzanan, bir dönem taktik, hatta
bazı hallerde bir zorunluluğu ifade eden politikalar
üzerinden, giderek kendi içinde zayıflıkları derinleştirmiştir.
Yani, başlangıçta kimi yanlışlıklar giderek başlı
başına politika olmuş (Örneğin "tek ülkede
sosyalizmin inşası" doğruyken, 1938 ve sonrasında
bu "tek ülkede komünizm" ile teorik
biçim kazanmış, tek ülkede sosyalizmi koruma,
giderek tüm dünyada Sovyetler Birliği'ni korumaya
dönüşmüştür. Hatta dünya devrimi için haklı ve
doğru biçimde kurulan 3. Enternasyonal, bu evrime
bağlı olarak, "dünya devrimleri süreci"
için değil, Sovyetler Birliği'nin dış politikasının
bir uzantısına dönüşmüştür; 3. Enternasyonalin
dağıtılması ve yapılan kısa açıklama tamı tamına
budur. Sadece bu değil, çeşitli biçimlerde ele
aldığımız gibi, büyük devlet şovenizmi, parti
ve devlet ilişkisi, devlet ve halk ilişkisi yani
sosyalist demokrasi ve sorunları, sosyalizm kapitalizme
karşı ekonomik bir başarıyla, kalkınmayla ölçülmesi
ve ekonomik indirgemecilik, sosyalizm altında
ulusal çelişkilerin yeni biçim alması ve farklı
kültürlerin demokratik biçimde korunmaması, "barışçıl
yoldan sosyalizme geçiş" ve "ileri demokrasi"
tezlerinin başlı başına politika olması gibi bir
dizi başlıklar); Uluslararası sosyalist hareket
içinde revizyonizm güçlenmiş ve böylece revizyonizm
sosyalizmi yozlaştırmıştır. Bu aynı zamanda, sosyalizmin
iç zayıflıklarıdır ve asıl bu zayıflıklar kapitalist
restorasyonun önünü açmıştır. İşte bu iç çürüme
ve bunun üzerinden emperyalist saldırı programlarının
sosyalizmi kuşatması sonucu, "komünizme,
komünizmin üst aşamasına geçiş" programlarının
tartışıldığı bir dönemde sosyalizm büyük bir gürültüyle
çözülmüştür.
İşte
1990'lı yılar bu yıllardır. Böylece, yeryüzünün
1/3'ünde sosyalizmin inşası, insanlık için sosyalizmin
büyük umut olması, yerini küçük birkaç ülkede,
savunma zemininde sosyalizme bırakacak, çok daha
önemlisi, emperyalist kara propagandaların da
etkisiyle sosyalizm büyük bir umut olmaktan çıkacaktır.
Sadece bu değil. Bu tarihsel kırılma, aynı zamanda
devasa boyutlar kazanan ulusal kurtuluş hareketlerinde
de geriye düşüşe yol açacaktır. Bu aynı zamanda
sosyalizm için bir ara dönemin kapanması, yeni
bir dönemin başlamasıdır.
Bu
tarihsel dönemeç, emperyalist-kapitalist sistem
içinde yeni bir dönemin kapısını açtı. Bir yandan,
1970'li yıllarda, emperyalist-kapitalist sistemin
yaşadığı krize karşı yeni bir sömürü modeli, neo-liberal
sömürü modeli uç verdi; reel sosyalizmim çözülmesiyle
bu sömürü modeli her yere yayıldı ve genelleşti.
Diğer yandan ise, reel sosyalizmin çözülmesi ve
ulusal kurtuluş hareketlerinin gerilemesinden
de güç alan emperyalist saldırı programı, işçi
sınıfı ve dünya halklarına dayatıldı. Emperyalizm,
bazı liberallerin ileri sürdüğü gibi, ne ortadan
kalktı ne de "demokratik" bir özellik
kazandı, kendi içinde yeni bir döneme sıçradı.
Neo-liberalizm kapitalist sömürünün merkezine
oturdu. Uluslararası sermaye yeni düzeye sıçradı,
önündeki tüm engelleri yıkmak için yeni bir saldırı
dalgası başlattı. Daha önce sosyalizmin "yan
ürünü" olarak da işlev gören "sosyal
devlet" bir yana atıldı, işçi sınıfı ve halkların
kazanımları budandı. Yeni sömürgecilik, emperyalist
işgali gizlemek ve kapitalist pazar sorununu çözmek
için 3. bunalım döneminde başlıca istismar biçimidir;
bu dönemde yeni sömürgecilik derinleşti. Ayrıca
bu dönemde Irak, Afganistan gibi örneklerde olduğu
gibi, yeni işgal ve sömürgecilik biçimleri ortaya
çıktı. Bu kapsamlı bir saldırıdır; sadece siyasi
ve askeri açıdan değil, ideolojik ve kültürel
açıdan da emperyalizm için açık, pervasız bir
saldırı dönemidir. Sömürü derinleşti, kapitalist
üretim esnek üretim biçimleriyle her alana yayıldı,
askeri işgal ve bölgesel savaşlar yeni bir dünya
savaşına eş değer bir düzeye sıçradı, devlet ve
toplumsal ilişkiler yeniden biçim aldı. Ama tüm
bunlar "demokrasi, özgürlük" adına,
"tarihin sonu", "sosyalizm öldü"
söylemiyle işçi sınıfı ve halklara dayatıldı.
Bu
karanlık bir dönemdi. Hiçbir karanlık dönem sonsuz
değildir; karanlığın en koyu anı, yeni bir güne
başlangıcın, şafağın habercisidir. Bu dönemde,
ne kapitalizmin özü, sınıflar ve sınıfsal sömürü
gerçeği değişmiş, ne de kapitalizmin en yüksek
biçimi olan emperyalizm ortadan yok olmuş ya da
"demokratikleşmiş"tir. Tam tersine kapitalizmde
içsel olan, emperyalizm çağında genelleşen tüm
çelişkiler bu dönemde yeniden biçim kazandı ve
derinleşti. Sınıfsal sömürü ve çelişki ana eksen
oldu; bunun üzerinden ulusal, sosyal, cinsel bir
dizi çelişki biçim aldı, derinleşti. Sömürü ve
zulüm işçi sınıfı ve halklara dayatıldıkça yeni
arayışlarda hızlandı. Parçalı direnişler giderek
büyüdü, uluslararası kapitalizmin ortaya çıkardığı
nesnel zeminden güç alarak direnişlerin başka
direnişlerle birleşme eğilimi güçlendi ve yeni
bir ivme kazandı. Bu karanlık içinde, bu büyük
geriye düşüşün yıkıntıları içinde umut yeniden
canlandı. Küba somutunda sosyalizm bu kapsamlı
saldırıya direndi, hala da direniyor, buna başka
halklar, örneğin Venezüella gibi ülke ve halklar
eklendi. Latin Amerika halklarının başlattığı
yeni direniş biçimleri, silahlı ve kitlesel direnişler,
her yere düşe kalka yayıldı. Kürdistan halkının
direnişi, Ortadoğu'da bu büyük kırılma içinde
yeni bir umut ve moral kaynağı oldu. Kore işçi
sınıfı kitlesel direnişte yerini aldı. Avrupa
ve ABD'de yeni bir kitlesel direniş ortaya çıktı.
Böylece karanlık içinde yeni bir ışık doğdu, karanlık
yavaş yavaş aydınlandı, ışık giderek güçlendi.
2000'li yıllar böyle karşılandı. Böylece 4. bunalım
döneminin ortaya çıkardığı olgular üzerinden,
yeni bir direniş eğilimi, halk hareketleri ortaya
çıktı, direniş bu olguları içerdi, onun dışa vurumu
oldu, günümüze devindi.
Bu
karanlık dönem, 90 başlarındaki karanlık tablo,
2000 ve sonrası artık dağılmaya başladı. Son yıllarda
kapitalizmin krizinin emperyalist merkezleri sarması
ve buna karşı başlayan yeni kitle hareketleri,
bu alacakaranlık içinde yeni bir ışık oldu. Avrupa
ve ABD gibi emperyalist-kapitalist merkezler sadece
kriz yaşamıyor, aynı zamanda buna karşı kitlesel
bir direnişte söz konusudur. Bazen "küreselleşme
karşıtı", bazen "NATO karşıtı"
biçimler alan bu kitlesel direniş, son bir kaç
yıl, İspanya, Yunanistan ve Avrupa merkezlerinden
ABD'nin kalbine kadar uzanan, "öfkeliler",
"işgal et" gibi tanımlamalarla yeni
bir düzeye sıçramıştır. Mısır'da Tahrir Meydanında
yankı bulan kitlesel direniş, tüm Ortadoğu'ya
yayıldı ve yeni bir model oldu. Bu kitle hareketlerinin
ortak paydası ise, mevcut düzene ve onun sonuçlarına
itirazdır, isyandır; bir birikim üzerinden kendiliğinden
patlayan bu kitle hareketleri, direniş ve isyanlar
yatay, açık bir örgütlenmeyi içeriyor, "işgal
et" fikrinde de görüldüğü gibi bir alanı
tutuyor, buradan kendi çözüm ve yaşam biçimini
üretiyor.
Kapitalizmin
yaşadığı bu derin krize karşı başlayan ve son
yıllarda Avrupa, ABD, Ortadoğu ve uzak doğu'da
kitlesel direniş ve isyan biçimini alan bu hareket,
her açıdan yeni bir dönemi işaret ediyor. "Sosyalizm
öldü" yalanları çoktan iflas etti, neo-liberalizm
çöktü, kapitalizm tüm esnekliğine rağmen sınırlarını
tüketti. İşçi sınıfı, ezilen halklar, tüm ezilenler
kendi talepleriyle alanlara çıkıyor. Neo-liberal
sömürü dibe vururken, neo-liberalizm üzerinden
biçim alan ideolojik-kültürel söylem ve yaşam
biçimi büyük bir çöküntü yaşarken, tek bir ülke
ile sınırlı olmayan, ülkelere ve bölgelere yayılan
bu direniş ve isyan, son 30 yılda, neo-liberalizme
karşı vurulan en önemli darbe oldu.
Artık
karanlık aydınlanıyor; hala uzun bir yol var,
ama artık buz kırıldı, yol açıldı. Bu açıdan,
içinden geçtiğimiz dönemin ana olgularına göre
biçim alan yeni bir kitle hareketinden, yeni bir
halk direnişinden söz edebiliriz.
Gezi
Parkı ve Haziran halk direnişi tam bu noktada
yerini aldı. Gezi ve Haziran halk direnişi, hem
az önce yukarıda ifade ettiğimiz yeni bir dönemi
işaret eden direniş dalgasının bir halkası oldu;
hem de bu ülkede yeni bir ses, yeni bir soluk
oldu. Çok sesli, çok renkli, çok katmanlı, neo-liberal
sömürü ve onun üzerinde biçim alan sömürge tipi
faşizmin, AKP eliyle süren tüm dayatmalarına karşı
içsel tepkiyi ifade eden bu direniş korku duvarlarını
yıktı, bu topraklarda uzun yıllara yayılan yenilgi
ve karamsarlığı yerle bir etti. Ülke sınırlarını
aştı, başka ülkede baş gösteren direnişlerle bağlar
kurdu. Birçok açıdan içinden geçtiğimiz 4. bunalım
döneminin olgularını gözler önüne serdi, yeni
bir mücadele dönemi için birçok ip ucu ortaya
çıkardı. Hiç şüphesiz, Gazi Direnişi ve kitlesel
1 Mayıslar gibi önemli süreçleri unutmadan ifade
edelim, Gezi ve Haziran halk direnişi bu ülkede
12 Eylül açık faşizminden bu yana en önemli direniştir,
halkın isyanıdır. Bu açıdan sonuçları da çok daha
kapsamlı olacaktır.
Bu
halk direnişi gökten düşmedi, temelsiz değildir,
tesadüf hiç değildir. Bu ülkede direniş hiç bitmedi;
her dönem şu ya da bu biçimde direniş var oldu.
Kemalist diktatörlük önce işçi sınıfı ve sosyalist
harekete saldırdı, sonra Kürtlere, Alevilere,
gayrimüslimlere, tüm ezilenlere saldırdı. Karadeniz'de
M. Suphi ve yoldaşları vahşice öldürüldü; bu Türk
ulus devletinin, Kemalizm'in temel karakterini
ifade etti. Koçgiri, hem Kürt hem de Alevi katliamı
olarak tarihte yerini aldı; bunu Şeyh Sait'ten
Dersim'e uzanan katliamlar izledi. Tüm bunlar,
sosyalistlerin, Kürtlerin, Alevilerin baskı ve
katliamlara karşı direnişidir. Mahir, Deniz, İbrahim
somutunda 71 devrimciliği 12 Mart açık faşizmine
karşı silah elde direndi. 1975-80 sürecinde faşist
saldırılar Maraş, Çorum gibi kitlesel katliamlara
dönüşürken bu halk direndi, devrimciler en önde
savaştı. 12 Eylül açık faşizmi halklar üzerine
bir karabasan gibi çöktü, devrimciler sadece sokaklarda,
çatışmada değil zindanlarda da direndi ve o koyu
karanlıkta ışık oldular. Reel sosyalizmin çözüldüğü,
12 Eylül yenilgisinin sol ve devrimci hareketi
zayıflattığı bir dönemde, Kürt ulusal hareketi
yeni bir direniş çizgisi ve geleneği yarattı.
Bu aynı zamanda '90'lı yılların karanlığına karşı
yeni bir soluk, yeni bir umut ve kapıdır. 19 Aralık
ve ölüm orucu direnişi, oligarşinin kapsamlı saldırıya
karşı devrimci güçlerin birleşik direnişidir.
Başka
direnişler de vardır. Ama sokak sokak, alan alan,
şehir şehir milyonları içine alan (yaklaşık 4,5
milyon insan sokaklara döküldü, 6 şehit, 10 bin
yaralı, yüzlerce tutuklama, binlerce gözaltı var)
Gezi ve Haziran halk direnişi, devrimci güçleri
aştı, geniş bir halk kesimini içine aldı. Bu açıdan,
Kürt coğrafyasında, Kürt halkının direnişini,
serhildanları saymazsak, bu coğrafyada Gezi ve
Haziran halk direnişi son 30 yılın en önemli direnişidir,
halkın isyanıdır.
4.
bunalım dönemi, yani '90 sonrası, sadece kapitalizmin
restorasyonunu içermedi, aynı zamanda bunu tamamlayan
biçimde, burjuva kültürünün en yoz biçimi olan
post-modernizmi toplumun tüm gözeneklerine yaydı.
Sosyalist hareketin dünya ölçeğinde yaşadığı krizin
de etkisiyle bir yandan neo-liberal sömürü yayıldı,
öte yandan bununla sıkı ilişki içinde post-modern
kültür tüm toplumu kuşattı. Yeni kuşaklar bu kapsamlı
saldırı altında ideolojik ve kültürel gıdalarını
aldılar. Hiç şüphesiz kapitalizm sınıflı toplumdur,
emek ve sermaye çelişkisi tüm sorunları kesen
ana çelişkidir; ama bu neo-liberal sömürü, bunun
üzerinden biçim alan burjuva ideolojisi ve post-modern
kültür bunları örtme işlevi gördü. 4. bunalım
döneminde sadece sınıfsal sorunlar yoktu, bu temelde
yeni ya da aslında eskiden de olan ama bu dönemde
açığa çıkan sorunlar, barınma, çevre, eğitim,
sağlık, kültürel alt kimlikler gibi bir dizi sorunlar
ağırlaştı. Bu durum bir yandan parçalı bir tablo
ortaya çıkardı, ama diğer yanda kapitalizme, emperyalist
saldırı programlarına karşı güçlü bir zemin oluşturdu.
İşte
Gezi ve Haziran halk direnişi, tüm bu sorun ve
direniş eğilimlerini birleştiren bir eksen oldu.
Gezi
ve Haziran halk direnişi üzerinden aylar geçti;
direniş bitmedi, giderek ivmesi düşse de yeni
biçimler aldı. Doğaldır; hiç bir kendiliğinden
halk hareketi, direnişi sür-git devam etmez. Oligarşi
ve AKP'nin "Eylül sendromu" da şimdilik
atlatıldı. Ama bu sürede görüldü ki, Gezi ve Haziran
halk direnişi, tüm toplumu, tüm sınıfları, tüm
politik akımları doğrudan etkiledi. AKP'nin "demokrasi
ve özgürlük" söylemi bu direniş karşısında
eridi, yok oldu, onun gerici ve faşist yüzü ortaya
çıktı. Bu direniş, genel olarak neo-liberal sömürü
ve onun üzerinden biçim alan siyasal ve sosyal
dayatmalara tepkiyi içerse de, sivri ucu AKP ve
T. Erdoğan'a yöneldi. Bundan dolayı en çok direnişe
AKP ve T. Erdoğan saldırdı, her gün küfür etti,
yalanlarla çarpıttı, hala da bu söylem ve saldırılara
devam ediyor. AKP'nin saldırısı sadece söylem
ve yalan üzerinden yürümedi, sömürge tipi faşizmin
tüm iktidar odaklarını elinde tutan AKP, tüm bu
iktidar odaklarıyla direnişe saldırdı, hala gözaltı,
tutuklamalar devam ediyor, hala Ahmet Kaya örneğinde
olduğu gibi bizim değerlerimizi sömürüyor, hatta
direnişin karşısına koyuyor. Sadece AKP değil,
CHP'de direnişi sömürüyor, şimdi seçim için kullanmaya
çalışıyor; ama çapsız CHP ancak çapı kadar bu
direnişi sömürebilir.
Bizim
için önemli olan bizim, yani devrimci ve sosyalist
hareketin bu direnişi nasıl okuduğu ve neler kazanıp
neler yapacağıdır. Devrimci ve sosyalist hareketin
yaşadığı krize karşı bu direniş ve ortaya çıkan
imkan ve sonuçlar önemli bir adımdır; buradan
kazanımla çıkmak bize bağlıdır. Mevcut tablonun,
sosyalist hareketin yaşadığı kriz ekseninde biçim
alan devrimci ve sosyalist tablonun yeni bir düzeye
sıçraması, mevcut tablonun aşılması için, bu dönemi,
yani 4. bunalım dönemini az çok kavrayan, buna
yönelik çözüm arayışları içinde olan sosyalist
güçler elbette vardı. Ancak bu çözüm arayışları,
aynı zamanda sosyalist hareketin yaşadığı krize
zemin sunan, eski dönemin ideolojik, politik,
örgütsel ve kültürel kalıpları içinde filizlendiği
de bir başka gerçektir. Bu kısır döngü hala aşılmış
değildir; bu süreç devam ediyor. Bir yandan reformist
ve devrimci kesimleriyle eski döneme ait, çoğu
kez sosyalizmin inşa sürecine ait bakış açısı
ve kalıplar hala varlığını sürdürüyor; tutucu,
dogmatik, sınıf indirgemeci anlayışlar bu dönemi
anlamaktan uzak bir yerde duruyor. Böyle olunca,
düne, eskiye ait bakış ve kalıplar içinde ne yeni,
yani 4. bunalım dönemi ve olguları anlaşılabiliyor,
ne de ortaya çıkan direniş eğilimi doğru okunup
sürece uygun yeni yönelimler ortaya çıkıyor. Özünde,
Gezi ve Haziran halk direnişini küçümseyen, onun
yaratmış olduğu yeni verileri, imkan ve olanakları
anlamayan, dar ve kalıpçı mantıkla, direniş üzerinden
eskiye ait bazı bakış ve kalıpların haklılığını
ispata çalışan, "neo-liberalizm, post-modernizm"
dese de bunun yaratmış olduğu sonuçlar üzerinden
değil de eski dönemin özlemi üzerinden politika
üreten, "yeni" adına Marksizm'e yabancılaşanlar
şu ya da bu biçimde buradan besleniyor.
Direniş
birleştirir ve ayrıştırır. Burası bir yol ayrımıdır.
Ya sosyalist ve devrimci hareket, eski kalıplar
içinde dönemi, döneme ait olguları, direnişi ve
onun yaratmış olduğu yeni imkan ve olanaklara
kendini kapatacak ya da sosyalizmin evrensel tüm
tez ve değerlerini arkasına alarak devrimci temelde
kendini yenileyecektir. Bu iki eğilim, yeniden
ve yeniden biçim alacak, hem taktik süreçlerde,
hem de dönemsel ve stratejik süreçlerde kendini
dışa vuracaktır.
Devrimci
sosyalizm, devrimci temelde yenilenmeyi savunmuş,
yenilenme eylemini içselleştirmiş bir harekettir.
Hiç şüphesiz, bu temelde atmış olduğumuz adımlar
son derece önemlidir, çok da değerlidir; ama bu
adımları yeniden ve yeniden her süreçte üretilmeli
ve geliştirilmeliyiz. Bu bizim görevimizdir. Direniş
öğretir. Dost ve düşman bu direnişe göre yeniden
biçim alırken, direnişin ortaya çıkardığı olgulardan
öğrenmeliyiz. Biz, kalıplardan, şablonlardan değil,
olgulardan hareket ederiz, eleştirel yaklaşım
içseldir; bizi biz eden bu diyalekttik yöntemle
ileri sıçrayacağımız açıktır. Yeter ki bu yöntemle
ortaya çıkan olgu ve imkanları doğru ele alalım,
bunun için büyük bir emek seferberliği içinde
olalım. Gezi ve Haziran halk direnişi de bu açıdan
bizim için bir dizi ders ve görevleri ifade etmektedir.
Görevlerimize
sahip çıkacağız; yaşayarak göreceğiz!
B-
Kısa Bir Özet: Gezi Direnişi
Haziran
halk direnişi tüm ülkeye yayıldı, ama direnişin
kalbi Gezi Parkı ve Taksim Meydanı oldu. Bu açıdan
Gezi direnişi ekseninde Haziran halk direnişine
dönmekte, bazı süreç ve gelişmeleri anımsamakta
yarar vardır.
AKP,
için takiye başlı başına bir politika ve tarzdır.
AKP, ortaya çıkan gerçekler veya mücadele ile
elde edilen kazanımları yok sayıyor, ama bakıyor
gerçek somut ve kaçınılmaz bir durum var, bu kez
önce tartıştırıyor, sonra bunu sömürüyor. 11 yıllık
AKP iktidarında bu taktiğin bir hayli başarılı
olduğu da söylenebilir. Ama bu defa, Gezi direnişinde
bu taktik ve hesap tutmadı. Hiç kimsenin hesaplayamadığı
bir yerden direniş başladı ve yeni bir tabloyu
ortaya çıkardı.
Ortaya
atıldığı günden bugüne "Taksim Yayalaştırma
Projesi" adı verilen operasyon, aslında kapsamlı
saldırı ve rant hesaplarının bir parçasıdır. Bu
proje, Galata-port, Haydarpaşa- port, Kasımpaşanın
restorasyonu, üçüncü köprü, üçüncü havaalanı gibi
kapsamlı yeni rant alanı açmanın bir parçasıdır.
Bu projenin ortaya çıktığı günlerden başlayarak,
başta çevreci kesimler, demokratik kitle örgütleri
olmak üzere toplumun birçok kesiminin şu ya da
bu biçimde bir tepkisi de söz konusudur. Adına
"yayalaştırma" denilen bu projenin aslında
bir insansızlaştırma, emekçilerden arındırma projesi
olduğu açıktı. Çünkü Taksim Meydanı 1 Mayıs Meydanıdır
ve oligarşi, AKP bunu hiç ama hiç içine sindirmiş
değildir. Post-modern ideolojik ve kültürel ikliminin
tipik biçimlerden biri de olgulara kendi içerikleriyle
tam zıt isimler verilmesidir. Cezaevlerine yönelik
son yılların en kapsamlı saldırısı 19 Aralık 2000'de
başlamıştı, tutsak devrimcilere sabahın ilk ışıklarında
kurşunlar yağdırılmıştı, 22 devrimci yaşamını
yitirmişti; ama bu katliama "hayata dönüş"
adı verilmişti. Başka örneklerde var. Taksim'i
"yayalaştırma projesi" denilen şey ise
ortada emekçilerin birleşip güçlerini gösterebilecekleri
İstanbul'daki yegane meydanı ortadan kaldırma,
işçi ve emekçilere, halka bu alanı kapatma projesinden
başka bir şey değildi. Projenin en çok tepki çeken
bölümü ise Gezi Parkı'na yapılması düşünülen "topçu
kışlası" görünümlü alış veriş merkeziydi.
AKP ve T. Erdoğan Gezi parkını alış veriş merkezine
dönüştüreceğini açık açık söyleyemiyordu, ne yapılacağını
da bir türlü açıklayamıyorlardı, ama bu tartışmalar
içinde bazen öfke ve kinle, tehdit ve tek adam
olmanın özgüveniyle ağzından da kaçırıyordu. 2012
yılının 1 Mayıs'ındaki güçlü ve coşkulu tablo
ise oligarşiyi çok ürkütmüştü ve aynı tablonun
bir daha ortaya çıkmaması için fiziki koşullarını
ortadan kaldırmayla işe başladılar.
Mayıs
ayına gelindiğinde o kadar çok şey birikmişti
ki: İstanbul'un kent kültürüyle özdeşleşmiş mekanlardan
Emek Sineması'nın yıkılması, bunu protesto eden
birçok sanatçı ve duyarlı insanlara biber gazıyla
müdahale edilmesi belleklerdeki yerini korurken,
basın açıklamalarına bile tahammül edilmiyordu,
saldırı ve oligarşinin şiddeti sokaklara yayılmıştı.
Emek Sineması'nın ardından yine İstanbul'un sembol
mekanlarından İstiklal Caddesi'ndeki İnci Pastanesi
polis zoruyla boşaltıldı. 1 Mayıs ise hem "tatil
günü ve resmi bayram" hem de Taksim tartışmalarıyla
karşılandı. Oyalama taktiği son güne kadar devam
etti, 1 Mayıs için alanlara çıkan devrimcilere,
işçilere, emekçilere, halka ise tüm İstanbul işgal
edilerek yanıt verildi. Ortada aslında daha önce
defalarca yaşanan 1 Mayıs'ı engelleme, zor ve
şiddeti halka dayatma vardı. Bunlar AKP'nin demokratik
değil baskıcı olduğunu sergiliyordu.
AKP
özelleştirmede sınır tanımamış, neo-liberal sömürüyü
halka dayatmıştı. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi,
siyasal gericilik her yere yayıldı; eğitimden
sağlığa, alkollü içki içmeden kadının doğumuna
kadar her alanda gericilik, muhafazakarlaştırma
eğilimi hızlandı. Alkol satışının sınırlandırılması,
üç çocuk politikasının uzantıları olarak kürtaj
hakkının kısıtlanması, kamuoyunda ertesi gün hapı
olarak bilinen doğum kontrolündeki en etkili araçlardan
birinin devlet denetimine alınması, internet ve
bilgi edinme hakkının daraltılması gibi sosyal
alanı daraltmalar gündemin baş sırasında yerini
aldı. Eğitimde 4+4+4 sistemi başladı, zorunlı
din dersi kalkmadı, tam tersine Hz. Muhammet'in
yaşamı ders konusu oldu. Kentsel dönüşüm adı altında
emekçi mahalleler yeni rant alanı oldu, çeteler
burada cirit atmaya başladı, kentsel dönüşüm AKP
için yeni zengin yaratma aracı oldu.
İçteki
gericilik dışa yansıdı; komşu ülkelerle "sıfır
sorun" bu kez düşmanlığa dönüştü, içteki
sünnileşme ve muhafazakarlık eğilimi dışta sünni
bir ittifaka yol açtı. Irak ile düşmanlık başladı,
Libya'da emperyalizmin verdiği rol inşaatçılıktı,
Mısır'da Müslüman kardeşlere adeta danışmanlık
yapıldı, Suriye'de ise iç savaşta taraf olundu.
Antakya halkı tüm bunları gözüyle gördü, El Kaide
gibi gericiler silahlandırıldı, başta Kürt halkı
olmak üzere Suriye halkının üzerine gönderildi.
Reyhanlı'daki patlama bunun halka ödetilen faturası
oldu. İnsanların acılarına gözlerini kapayan AKP,
bunu bile siyasal ranta dönüştürmeye çalıştı.
Kısaca AKP için sahte "demokrasi ve özgürlük"
söylemi artık tutmuyordu, "ustalık dönemi"
onun tek parti diktatörlüğüydü. Büyük bir pervasızlıkla
halka saldırıyordu, Kürtlere, Alevilere, gayrimüslimlere
sözde "demokratik açılım", özde ise
inkar devam ediyordu.
Siyasal
özgürlük zaten bu ülkede hep sorunlu bir alandır,
burjuva demokrasisinin yolu bu ülkeden geçmedi
hiç; AKP, neo-liberal bir söylemle, bir yandan
"demokrasi ve özgürlük" diyor, öte yandan
halka yeni baskıları dayatıyordu. Pişkinlikte,
pervasızlıkta, halka hakaret etmede sınır yoktu.
Tüm bunlar bir birikim yarattı, içte, halkta adeta
"patlayıcı madde" birikti ve bu birikim
Gezide, Haziran günlerinde patladı. AKP hiç hesaplayamadığı
bir yerden tokat yedi. AKP, iktidara geldiği günden
bu yana, Kürt halkının özgürlük mücadelesi ve
kazanımlarını bir kenara bırakırsak, Türkiye halkından
ilk ve en büyük yenilgisini Gezi ve Haziran isyanıyla
tattı. İlk defa istediklerini yapamadılar, yapamıyorlar.
Artık AKP için baş aşağı düşüş başlamıştır, hiç
bir şey eskisi gibi olmayacaktır.
Gezi
Parkı'ndaki ağaçları sökmek için harekete geçenler
"en fazlasından bir iki söylenip gazı yiyince
dağılacaklar nasıl olsa" diye düşünüyorlardı,
yalanı, takiyeyi rahat sürdüreceklerinden eminlerdi.
Bu rahatlıkla işe koyuldular. Ama bu defa beklenmeyen
oldu. Bardak taştı. İlk günler zayıf güçlerin
karşı karşıya geldiği kapışmalardı. Ama direnişçilerin
iradesi giderek daha da netleşiyor, süreç de sertleşiyordu.
Polis bilinen oyun ve tavrını en açık biçimiyle
sergilerken, belediye görevlisi adı altındaki
sivil güçler de işin içindeydi. Adım adım tırmanan
sürecin tüm kamuoyuna mal edilmesinde Sırrı Süreyya
Önder'in çabaları oldukça anlamlı ve yerindeydi.
Kolu sakatlanana kadar en öndeki yerini bırakmayan
ve "ben bu ağaçların da milletvekiliyim"
diyerek net bir tutum sergileyen Sırrı Süreyya
da polis şiddetinden nasibini aldı. 31 Mayıs günü
sabah 05:00 civarında parktaki direnişçilere saldıran
ve çadırları söküp ateşe verenler, kendilerince
o anda her şeyi hallettiklerini düşünüyorlardı.
Tarihler
31 Mayıs 2013 akşamını gösterdiğinde İstanbul'un
dört bir yanından insanlar Taksim'e akıyordu.
Bilinen yöntemler, yol kesmeler, metro, metrobüs
ve deniz ulaşımını iptal etmeler, Taksim çevresini
kuşatmalar gibi tüm "önlemler" işe yaramadı.
İstiklal Caddesi'ne atılan gaz bombaları iade
ediliyor, ne kadar gaz sıkılırsa sıkılsın kitle
dağılmıyor, artan bir inat ve cüretle polisin
üzerine yürüyordu. 1 Haziran günü ise polis güçleri
Taksim'i bırakıp kaçmak zorunda kaldı. Panik içinde
ve çaresiz kaçtılar. Geride silahlarını, telsizlerini,
araçlarını bırakıp kaçtılar. Ellerinde son model
silahları ve arkalarında binlerce yıllık devlet
gücü vardı. Ama kaçtılar. Çünkü yenilmişlerdi.
Haklı değillerdi. İnançları ne olursa olsun savundukları
devletin, "vatan ve millet için uğruna öldükleri"
devletin, yani oligarşik/faşist devletin yeri
geldiğinde kendilerini çöp tenekesine yollamakta
hiç tereddüt etmeyeceğini çok iyi biliyorlardı.
Karşı karşıya oldukları kitleye karşı ajite edilmek
için günlerce uykusuz bırakılmaları politikası
ters tepmişti. O köpekleştirme politikasına uygun
olarak azgınca saldırıyorlar ama işe yaramıyordu.
Kaçtılar. Tıpkı Vietnam'dan kaçan ABD askerleri
gibiydiler. Kağıt üzerindeki güç, teknik olanaklar,
ateş gücü vs. çarpışmada para etmedi. Yenildiler
ve kaçtılar.
1
Hazirandan 11 Haziran sabahına kadar, 10 gün boyunca
Taksim ve çevresine resmi polisler giremedi. 11
Haziran sabahı Taksim Meydanı'nı yeniden işgal
eden polis, 15 Haziran akşamı son saldırısını
gerçekleştirerek Gezi Parkı'nda kimseyi bırakmadı.
Ama direnişi bitiremediler.
Sadece
İstanbul değil, başta Ankara, Adana, İzmir, Antakya,
Dersim olmak üzere yüzlerce il ve ilçe, kasaba
ve köy direnişin içinde oldu. Sokak çatışmaları,
kitlesel gösteriler direnişin ana halkasını oluşturdu;
ama buna milyonlarca kadın ve erkek tencere-tava
çalarak, slogan atarak katıldı. Kızılay Meydanı
ve Ankara ikinci bir Taksim oldu, direnişte hiç
geri durmadı. Antakya, biri Eskişehir'de olmak
üzere üç şehit verdi. Adana, İzmir, Dersim birer
direniş kalesi oldu. "Her Yer Taksim Her
yer Direniş" sloganı 1 Mayısların direniş
şiarıydı; şimdi Haziran isyanının şiarı oldu,
tüm ülkeye yayıldı.
15
Haziran sonrası Beşiktaş Abbasağa Parkı'nda başlayan
forumlar tüm ülkeye yayıldı. Forumlarda hem direniş
tartışıldı, hem de kadın sorunundan çevre sorununa,
eğitim sorunundan sağlık sorununa, barınma sorunundan
gençlik sorununa kadar her şey tartışıldı. Sokakta,
direnişte özne olan birey bu kez kendi sorunlarını
tartışıyordu; bu tartışmalar hem "nasıl bir
gelecek inşa edilecek" sorusuna yanıt arıyor,
hem de demokrasinin soyut bir kavram olmaktan
kurtulup somut biçim almasında önemli ipuçlarını,
öncüllerini ifade ediyordu.
Burada
bir ayrıştırma yapmak gerekirse, 15-16 Haziran
sonrası direnişin ivmesinde düşüş ve forumların
giderek öne çıkmasını ikinci aşama olarak tanımlamak
mümkündür. Bu süreç devam ediyor. Ancak forumlar
ilk canlılığını yitirmiş durumda, sol ve devrimci
hareketin tüm geri yanları forumlarda açığa çıktı,
forumlar sık sık yeniden bölündü. Tüm bunlara
rağmen önemli kazanımlar yarattığı açıktır.
Türkiye
tarihinde görülmeyen bu halk hareketi katılım
ve boyutlarıyla olduğu kadar kararlılığıyla da
kelimenin tam anlamıyla bir patlamaydı. Yaygın
olarak AKP karşıtlığında birleşen halkın ve muhalif
hareketlerin tepkisi ve patlamasıydı. Ama Gezi
ve Haziran günlerini sadece AKP karşıtlığı ile
açıklamak yeterli değildir. Gezi ve Haziran günleri
özünde daha derinden, neo-liberal sömürü ve onun
üzerinden biçim alan siyasal baskıya tepkiydi.
Benzer bir harekete sahne olan Brezilya'da iktidarda
İşçi Partisi var. Bir zamanlar iktidara geliş
biçimi üzerine ülkemizde de bazı çevrelerce çokça
tartışılan bu parti son tahlilde IMF reçetelerini
hayata geçiren sıradan bir sosyal demokrat parti
olmanın ötesine geçemedi. Brezilya'da halkı harekete
geçiren etken, özellikle toplumsal kaynak ya da
zemin burada da, ülkemizde de etkiliydi. Bu kaynak,
1980 ve sonrası işçi ve emekçilere, halka dayatılan
neo-liberal politikalardır. AKP yıllardır kitleleri
"çok iyiyiz" diye uyutmaya çalışırken
ülke ekonomisi, dünyanın gelir dağılımının en
kötü olduğu yerlerin ilk sıralarına yerleşiyordu.
Onlar için "iyi" olan, biz işçi ve emekçiler
için "kötü"ydü. Ekonomik cephede üretimden
uzak, ranta dayalı bir düzen kurulmuştu, yeraltı
ve yerüstü zenginlikler satılmıştı, işsizlik,
yoksulluk, hastalık, insanın insana yabancılaşması
gibi sosyal sorunlar büyümüştü, başta Kürt sorunu
olmak üzere demokrasinin hiç bir sorunu çözülmemişti.
Tüm bunlara bağlı olarak, iktidar mücadelesinde
"demokrasi ve özgürlük" diyen, ama oligarşik
iktidarın çeşitli odaklarını ele alınca her noktada
daha da gericileşen, saldırganlaşan, şımarıklaşan
AKP vardı. Özünde AKP kredisini son seçimde tüketmeye
başladı, onun zirve noktası baş aşağı iniş noktasıydı
ama bunun farkına varamadı. AKP'nin iktidara geliş
sürecindeki kullandığı tüm argümanlar tek tek
çökmüştü. AKP dini kullandı, neo-liberal ve muhafazakar
bir yaşamı halka adım adım dayattı. AKP burjuva
demokrasisini değil, "yeniden yapılanma"
adı altında, emperyalizm ve tekelci sermayenin
çıkarlarına göre, sürekli faşizme yeniden biçim
verdi. Demokrasi değil, yeni sömürgecilik üzerinden
biçim alan sürekli faşizm kurumsallaştı. Tekelci
kapitalist dönemde sömürge ve yeni sömürge ülkede
burjuva demokrasisinin asla yaşam zemini bulamayacağı
gerçeğine yıllar önce sırtını dönmüş kesimler,
referandumda "yetmez ama evet" diyenler
Gezi ve Haziran günleriyle gerçeği gördü. Bu ülkenin
yeni sömürge bir ülke olduğu, Sömürge tipi faşizmin
bunun üzerinden biçim aldığı, emperyalizmin siyasal
gericilik eğilimi olduğu gibi ana perspektifleri
hiç kavramamış olanların kavrayacakları daha birçok
gerçek var. Gezi ve Haziran halk direnişi, sandık
tapınıcılarının, ekonomik indirgemecilerin, gücün
gölgesinden çıkamayanların da gerçek yüzünü ortaya
çıkardı: Hepsi birer sahtekardı.
Gezi
ve Haziran halk Direnişi milyonları sokağa döktü.
Direnişin ortaya çıkışında, örgütlenişinde internet
üzerindeki sosyal paylaşım ağlarının önemli bir
etkisi oldu. Ama Gezi ve Haziran halk direnişi
bu sınırları aştı ve insanların bire bir ilişki
kurduğu, kitlerin sokak ve alanlarda yan yana
gelip dövüştüğü bir düzeye sıçradı. Başlangıçtaki
bu etken, sonrasında ilk günlerdeki kadar etkili
olamadı, çünkü insanlar artık sokaktaydılar. Politika
doğrudan sokakta yapıldı, uygulandı. İnsanların
ellerinde hala cep telefonları vardı belki ama
artık iş "sanal alem"den çıkmıştı. Ancak
yine de başlangıçtaki etki üzerine başlayan tartışmalar
sürdü, sürüyor. Dersler almak, bu aracı da doğru
ve verimli kullanmak kaçınılmazdır.
Son
saldırının yapıldığı Cumartesi gününü Pazara bağlayan
gece sabahlara kadar Taksim'in ara sokaklarında
polisle çatışmasını sürdüren direniş güçlerinin
en önemli moral kaynaklarından biri "Gazi'den
20 bin kişi yola çıkmış Taksim'e doğru yürüyormuş"
sözüydü. Kulaktan kulağa yayılan bu söz oradakilere
güç, moral ve enerji veriyordu. Sadece bu söz
ve Gazi sokaklarında direnenler değil, tüm yoksul
semtler ile Gezi ve Taksim arasında manevi ve
siyasal bağlar oluştu. Gazi'den yola çıkan güçlerin
önü Okmeydanı'na varmadan kesildi ve burada sabaha
kadar çatışmalar sürdü.
Hiç
şüphesiz bu bağ ve dayanışma biçimleri ilkel de
olsa, kendiliğinden de olsa bir sınıf bilincinin,
sınıf duruşunun göstergesidir: Direnişe katılan
insanların umudu Avrupa Birliği, ya da küreselleşme
karşıtı harekette değil, bunu kendilerine açıkça
itiraf edemeseler de, emekçilerdedir, halktır.
Bunlar hep yaşayarak öğrenilen şeylerdir. Bir
devrimci olarak o kitlenin içindeki "48 saat
durum böyle devam ederse AB sözleşmeleri gereği
hükümet istifa etmek zorunda kalacak" söylentilerine
gülüp geçebilirsiniz. Ama söylentinin ve bu boş
inancın yaygınlığına şaşırmayın. Aynı sosyal medya
böyle bir işlev de gördü, bu (tıpkı direnişin
AKP'nin oylarını ne kadar düşüreceği üzerine görülen
rüyalar gibi) siyasal bilinç düzeyi hakkında bir
başka açıdan da fikir vermektedir. Ama böylesi
boş umutlara, hayalci söylentilere rağmen bunların
hiçbiri kimseyi evine döndüremedi, ya da düş kırıklığı
yaratamadı.
Hem
direniş sürecinde hem de sonrasında Kemalist çevrelerin
Gezi ve Haziran günleri içindeki rolü de bir diğer
abartı konusudur. Oradakiler için gömlek ve pantolonuyla
oraya gelip kolunu sakatlayana kadar polise karşı
duran, kendini iş makinelerinin önüne atan ve
oradaki herkesle birlikte gaz yiyen Sırrı Süreyya
Önder ile takım elbiseleri, kravatlarıyla, son
sistem gaz maskeleriyle, çevrelerinde bir partili
koruma zinciriyle dolaşan CHP'li vekiller kesinlikle
aynı kefeye konamaz. Zaten CHP kurumsal olarak
direnişte değil, çözümün Cumhurbaşkanı A. Gül'de
olduğunu düşündü, buna göre hareket etti. CHP
kurumsal olarak direnişe "takıldı" ama
onun laik ve sola açık tabanı direniş içinde az
çok yerini aldı. İkisini ayırmak ve ona göre yaklaşımlar
içinde olmak gerekir. Sabahlara kadar dövüşenler
şuna tanık olmuştur: 11 Haziran saldırısının gerçekleştiği
salıyı çarşambaya bağlayan gece bir ara Taksim
Dayanışması sözcülerinden birisi megafonla bir
anons yaparak taş atışlarının durdurulmasını,
polisle görüşüp onları geri çekeceklerini söyler.
Bir süre gerçekten karşılıklı atışlar durur. Tam
da bunu fırsat bilen ve o ana kadar barikatın
önlerinde kimsenin görmediği birisi, elinde dev
bir Türk bayrağıyla gelir ve deyim yerindeyse
meydanda gösteri yapar. Oraya başka bir siyasi
bilinci olmadığı için, başka bir siyasi seçenekle
hiç karşılaşmamış olduğu için gelmiş olan samimi
bir Kemalist'e bile oldukça itici gelen bu manzara,
yaşananların özeti gibidir.
Ayrıca
9 Haziran Pazar günü Taksim'de yapılan miting
öncesi Taksim Dayanışması'nın toplantılarında
"bazı hassasiyetleri dikkate almak zorundayız,
Sırrı Süreyya mitinge konuşmacı olarak çıkacaksa,
İlhan Cihaner de çıkmalı" demek ise sol ve
devrimcilik adına Kemalizm'in değirmenine su taşımaktır.
Gezi
ve Haziran halk direnişi bir kent hareketidir.
Kentte yaşayan ve kentine sahip çıkan insanların
hareketi olarak başlamıştır direniş. Taksim gibi
artık nefes alınacak hiçbir alanın bırakılmadığı
bir yerdeki son yeşil alanın da sermaye tarafından
gasp edilmesine karşı biriken öfke açığa çıkmıştır.
Devletin yeşil düşmanlığı öyle bir boyuttadır
ki İstanbul'da birçok küçük park "düzenleme"
adı altında betonlanmaktadır. Yanlış okumadınız,
"parkı düzenliyoruz" diye var olan ağaçların
etrafını yarım metrelik bir daireyle ayırdıktan
sonra tüm toprağa beton döküyor, sonra da üzeri
yapay kaplama malzemeleriyle kaplıyorlar. Bunun
adına da "düzenleme" diyorlar. İstanbul'u
emekçiler için yaşanmaz bir yer haline getirme
projeleri konusunda dergimizin daha eski sayılarında
sayısız yazı çıktı. Bu projeler kapsamında Sulukule
kent dışına sürgün edildi, başka emekçi mahalleleri
de ya sürgün ediliyor ya da edilecek. İngilizceden
doğrudan çevrildiğinde "soylulaştırma"
olarak karşımıza çıkan bu operasyonun yoksul,
emekçi halka nasıl bakan bir anlayışın ürünü olduğunu
tahmin etmek zor olmasa gerektir.
Taksim
Meydanı ise aynı zamanda siyasal bir anlam içeriyor.
Dünyanın her yerinde işçi ve emekçi kitlelerin
protestolarını dile getirmek için toplandıkları
geleneksel meydanlar vardır. Bunlardan en günceli
Mısır'daki Tahrir Meydanı'dır. İstanbul için de
bu alan Taksim Meydanı'dır. Bu, kent kültürünün
bir parçasıdır. Ama derdi bu kültürü yıkmak, İstanbul'u
Dubai gibi kimliksiz, kişiliksiz, sadece zenginlerin
para harcamak için gelebileceği bir yer haline
getirmek isteyenler için Taksim'i işçi ve emekçilere
kapamak birinci görevdir. Eğer sermayeye daha
fazla para kazandıramıyorsa bir insanın Gezi Parkı'na
oturması gereksiz bir şeydir. Ama yüzlerce yıldır
bu kentte yaşayan insanlar için bir sokak köpeği
birçok gökdelenden daha değerli olabilir. Çürümüş
tahtalarına oturduğu bir banktan baharın gelişini
izlemek birçok alışveriş merkezinden daha değerli
olabilir. Bunlardan vazgeçmesini istemek, hayatlarından
vazgeçmelerini istemek gibi bir şeydir. Ve insanlar,
bu noktada hayatlarını savunmaya geçerler. Artık
gaz bombaları, plastik mermiler, asitli basınçlı
sularla saldıran TOMA'lar, joplar, kalkanlar,
helikopterler… Hepsi hükümsüzdür. Gezi bu anlamıyla
bir kent hareketi midir? Evet. Ama Gezi bir kent
hareketi olma sınırlarını da çokça aşan bir harekettir
aynı zamanda. Çünkü kentin bu nimetlerinden hiç
yararlanmamış, yararlanma şansı da olmayan işçi
ve emekçiler de sokaklara çıktılar, ana yolları
kapattılar, barikatlar kurdular ve sabahlara kadar
polisle çatıştılar. Ülkenin dört bir yanında hayatında
hiç İstanbul'u, Gezi Parkı'nı görmemiş bu kültürle
uzaktan yakından ilgisi olmayan binlerce insan
dövüştü. Bu anlamıyla da Gezi ve Haziran halk
direnişi bir kent hareketi olma niteliğini çokça
aşan, en açık biçimiyle bir siyasi hareket halini
alan bir direnişe dönüştü.
Bununla
birlikte, Haziran günleri direnişin tüm ülkeye
yayıldığı günlerdir; ama ana kentler, İstanbul,
Ankara, İzmir, Antakya, Adana gibi ana kentler,
ülke nüfusunun yoğunlaştığı kentler direnişin
öncüsü, motoru oldu. Sadece kent kültüründen beslenen
değil, bizzat kentin kendisinin direnişin merkezi
olmasıyla Gezi ve Haziran halk direnişi kent hareketidir.
Gezi
ve Haziran halk direnişi çok uzun bir süredir
oligarşi karşısında yenilgi alan halk hareketinin
küllerinden doğmasıdır. Devrimciler başından sonuna
kadar hareketin içindedir. Belirleyici değildir.
Ama birkaç istisna dışında halkla birlikte dövüşüp,
halkla birlikte geri çekildiler. 12 Eylül'den
bu yana oligarşinin oluşturmak için bin bir çaba
gösterdiği, sadece açık ve çıplak zor değil, aynı
zamanda ideolojik ve kültürel aygıtlarıyla oluşturduğu
duvarlar yıkılıvermiştir. Marjinal grup yakıştırması
oligarşi ve AKP'nin sayısız yalanlarından biri
olarak kulak arkası edilmiştir. Ve her şeyden
önemlisi uzun yıllardır birbirlerine karşı hasmane
tavırlar içinde olan Kürt yurtsever hareketi ile
Kemalizm'in etkisinde olsa da sola ilgi duyan
kitleler yan yana gelmiştir. Belli çevrelerin,
İP gibi karşı devrimcilerin provokasyonları haricinde
bu iki kesim birbirleriyle diyalog kurabilme fırsatını
bulmuştur. Bu sol ve devrimci hareketin, son 30
yılda halktan soyutlanması için oligarşinin yönlendirmelerine
vurulan bir darbedir. Oligarşinin sol ve devrimci
hareketin tecrit edilmesine yönelik hamlelerini
Gezi ve Haziran günlerinin imkanlarıyla kırmak
önümüzde duran bir görevdir.
Devrimci
güçler ise bu süreçte birlikte davranma organlarını
oluşturmada çok eksik kalmışlar, var olan çabalar
ise teknik tartışmaların ötesine geçememiştir.
Böylesi bir direnişin birleşik bir devrimci iradeyle
karşılanması, buradan hareketle devrimci güçlerin
direnişin öncüsü olması fırsatı kaçırılmıştır.
Eğer bu halkayı yakalamış olsaydık, hem program
olarak hem de devrimci bir merkez olarak daha
geniş halk kesimleri üzerinde, direnişe katılan
Kemalizm'in etkisi altındaki kesimlerin bilincinde
bir değişim yapma iradesi çok daha güçlü ortaya
çıkabilirdi. Bununla birlikte "Faşizme Karşı
Omuz Omuza", " Her Yer Taksim Her Yer
Direniş" gibi direniş şiarlarının tüm kitle
tarafından sahiplenildiği böylesi bir direnişte,
altı şehit verilmesine rağmen "Katil Devlet
Hesap Verecek" gibi, doğrudan devleti hedefleyen
şiarların geniş halk kitlesine mal edilememesi
de buradan kaynaklıdır. Evet, Gezi ve Haziran
halk direnişinde sivri uç, AKP karşıtlığıdır;
siyaseti bunun üzerinde kuranlarda az değildir.
Oysa direnişi AKP meselesi olmaktan çıkaracak
böylesi bir program ve bu programın ana şiarları
geniş halk kitlelerin bilincinin dönüşümü için
yaşamsal önemdedir.
Gezi
ve Haziran halk direnişi aynı zamanda bir gençlik
hareketidir. Yazımızın başında karamsarlıkla andığımız
'90'lı yıllarda yetişen gençlik, hareketin gövdesini
oluşturmuştur. Büyük bir umut ve coşku kaynağı
olmuşlardır. İçinde yetiştikleri dönemin tüm özelliklerini
taşıyan bu gençlik, var olan örgütlere bilinçli
bir mesafede durmakta ve emir almaktan hoşlanmadıklarını
çok açıkça ifade etmektedir. İdeolojik olarak
ikna gücüne sahip olmayanların bu gençliği kazanabilmesi
olanaksızdır. Ancak kendi özgürlük düşlerinin
gerçekleşme alanı olarak görebildikleri anda örgütlü
mücadeleye "evet" diyebilecek bu gençler
çok uzağımızda değil. Özgürlüğü için yaşamını
ortaya koymaya hazır bu insanları kazanabilecek
entelektüel, kültürel ve örgütsel kapasite konusundaki
açıklarını kapatmak devrimci hareketin önünde
durmaktadır. Kavgada, barikat başlarında kurulan
dostluklarla sınırlı kalmamalıdır hiçbir şey.
Ortaya çıkan hareket göstermiştir ki; gençliğin
gittiği yer ile devrimcilerin durduğu yer arasında
bir açı vardır. Bu açıyı kapatmak ise devrimci
güçlerin ve devrimci sosyalizmin görevidir.
Gezi
ve Haziran halk direnişi bu ülkenin siyasal tablosunu
değiştirmiştir. Yıllardır hep devletin hakimiyeti
altında olan alanlar, Taksim örneğinde olduğu
gibi, 15 günlüğüne de olsa halkın denetimine geçmiştir.
15 gün boyunca yoz kapitalist sisteme alternatif
bir yaşam tarzı ortaya çıkmıştır. Hiçbir siyasi
eğitime ihtiyaç duymaksızın binlerce insan, birbirini
hiç rahatsız etmeksizin her şeyini paylaşmıştır.
Kapitalizm denen ve nereden, kimin tarafından
verildiği belli olmayan bir kesin hükümle "bencillik
insan doğasının en temel özelliğidir" düşüncesini
yüzlerce yıldır beyinlere kazımaya çalışan, her
şeyiyle çürümüş bu hırsızlık sisteminin bir alternatifinin
olabileceği düşüncesi, sistem için en tehlikeli
mikroptur. Oraya gelen, Gezi ve Haziran günlerinde
direnen, ekmeğini paylaşan insanların büyük bir
çoğunluğunun kapitalist sistemi yıkmak gibi bir
hedefinin olmaması, hatta bir bütün olarak kapitalist
sistemle bir derdinin olmaması, bu tablonun ortaya
çıkmasına engel olamadı. Bu demokratik mevzi oligarşi
için en tehlikelisiydi; son saldırıda önemli ölçüde
bundan kaynaklandı.
Tabi
şu sorular ortaya atılabilir. Hiçbir üretici faaliyetin
olmadığı, salt tüketici durumdaki bu kitle, ne
ölçüde bir model oluşturabilir? Kelimenin bu anlamıyla
kimse orada bir sosyalizm ya da komün deneyiminin
yaşandığını söyleyemez. Ancak kelimenin toplumsal
ilişkiler anlamında orada bir sistem dışı yaşam
oluşturulabilmiş ve tüm örgütsüzlüklerine rağmen
ciddi bir sorun yaşanmadan sürdürülebilmiştir.
Tuvaletlerin temizliğinden, çöplerin toplanmasına,
yemek organizasyonundan, kültürel, sanatsal faaliyetlere
kadar birçok organizasyonun tamamen gönüllülük
ekseninde yapıldığı, karar süreçlerine kitlenin
katıldığı Gezi Parkı, demokratik bir mevziydi.
Orada
birkaç saatini bile geçiren hiç kimse, tüm bunları
unutmayacak. O kadar insanın oluşturduğu o koca
kardeşlik sofrasından bir lokmacık nasiplenen
birisinin "insanca yaşam" denilen şeyden
sadece bir soluk dahi alabilmiş bir insanın bunları
unutması olanaksızdır. Ve tüm bunlar binlerce
saatlik siyasi eğitim çalışmasından çok daha değerlidir,
çok daha öğreticidir. Bunu yaşamış olan kitleler
üzerindeki etkisi hiçbir güç tarafında sökülüp
atılamaz. Ancak tüm bunların "hoş bir anı"
olarak kalmaması, bu ülkenin siyasal tablosunu
belirlemeye ve değiştirmeye devam eden bir güç
haline gelmesi devrimcilerin önündeki birinci
gündem maddesi olmalıdır.
Bir
nostaljiye ihtiyacımız yok. Bir devrime ihtiyacımız
var. Sadece bir soluk değil, ömür boyu özgür olmak
istiyoruz. Bunun için çok bedel ödedik ve çok
daha fazlasını ödemeye hazırız.
Bir
defa tadını aldık. Hepsini istiyoruz.
C-
Güncel Bazı Sonuçlar
Daha
derine uzanmakta, bazı sonuçları ele almakta yarar
vardır. Bunlar devrimci pratiğimize yön verecektir.
Bir:
Direnişin Öznesi Halktır
Gezi
ve Haziran halk direnişi, Gezi parkı ve Taksimle
sınırlı bir direniş değildir. Çıkış noktası ne
olursa olsun, tüm ülkeye yayılmış, genelleşmiş,
halkın önemli bir kesimini arkasına almış bir
direniştir. Bu direnişe, isyana halk katıldı,
halk direnişin öznesi oldu. Bundan dolayı, halk
direnişi olarak tanımlamakta yarar var.
Ama
yine de bazı ayrıntılara inmekte yarar var. Hangi
sınıf ve katmanlar direnişte yer aldı? Sendikal
örgütlülük içinde yer alan işçi ve memurlar kısmen
yer aldı. Direniş, küçük ve lokal bir yerde başladı,
ama Haziranın ilk gününde halkı içine aldı. Sendikal
yapılar, direnişin ilerleyen günlerinde destek
konumda oldu; böyle de olsa, sendikal hareket
öncü olmasa da direnişin bir parçası oldu, destek
güç oldu. Politik olarak AKP'nin etki alanına
girmemiş ya da artık umudunu kesmiş olan işsizler,
yoksullar, güvencesiz işçiler, hem meydanlarda
hem de yaşam alanlarında, yani mahalle ve semtlerde
yer aldı. Küçük burjuvazi, mevcut neo-liberal
sömürüden rahatsız olan ve oldukça yoğun bir kesimdir,
mevcut hükümetten umudunu kesen kısmıyla direniş
içindeydi, esnaf, küçük işletme sahibi, memur
direnişin önemli bir gövdesini oluşturdu. Kısmen
orta burjuvazi, orta boy işletme sahiplerinden
de direnişte olanlar vardı. "Kısmen"
diyoruz; çünkü AKP'nin etkisi altında kalan orta
burjuvalar yer almadı, daha çok laik bir yaşamdan
kaygısı olan kesimler yer aldı. Kadınlar, direnişin
önemli bir parçasıydı; hem sokakta, meydanda hem
de evinde tencere-tava çalarak yerini aldı. Gençler,
direnişin itici gücüydü. Sol ve devrimci hareketin
"apolitik" gördüğü gençlik özgürlük
için sokaklardaydı. Kürtler, özellikle yoksul
Kürtler vardı. Kürt yurtsever hareketinin tereddütlü,
hatta direniş içinde Kemalistlerin olmasından
hareketle kuşkulu yaklaşmasına rağmen Kürt yoksulları
direnişin içinde vardı. Ancak bu katılım sınırlıydı.
Yoksul, küçük burjuva Aleviler, sola açık, laik
yaşam biçiminin ortadan kaldırılmakta oluşundan
kaygı duyan Aleviler vardı. Cinsel kimliğinden
dolayı ezilenler vardı. Kısacası halkın önemli
bir kesimi direnişin fiili olarak içindeydi.
Hiç
şüphesiz bu toplumsal kesimler, kimi orta burjuva
kesimleri dışta tutarsak halk devrimin temel güçleri
içindedir. Ama halk devrimi bunları aşan bir toplumsal
tabana sahiptir. Halk devrimi, bugün burjuva partilerin
şu ya da bu biçimde etkisi altında olan tüm halka
dayanır. Bu anlamda, Gezi ve Haziran halk direnişine
bakarak, devrim için bazı sonuçlar çıkarmak mümkündür,
ama halk devriminin toplumsal tabanını bununla
sınırlı ele almak, her şeyi buradan kurmak yeterli
değildir. Halk devrimi, çok daha geniş bir kesimi
içine alır. Bu anlamda devrimci politikayı bu
sınıfsal zeminde kurmak görevdir.
Ama
bu toplumsal temel, Gezi ve Haziran halk direnişinin
niteliği hakkında bir fikir vermektedir. Bundan
dolayı biz bunu, işçi, aydın, gençlik, kadın gibi
bir tanım üzerinden değil, tüm bunları kapsayan
biçimde halk hareketi olarak, halk direnişi, halk
isyanı olarak tanımlıyoruz.
Peki,
katılan bu sınıf ve katmanlardan hareketle bu
hareketin öncülüğü tarif edilebilir mi? Hayır,
bu dar bir yerden sorunu ele almaktır ve yanıltıcıdır.
Çünkü bir hareketi tanımlarken sadece katılan
güçlere değil, hedef ve programına da bakmak,
hangi sınıfların özlemini yansıttığına bakmak
zorunludur. Bu açıdan bakarsak, Gezi ve Haziran
halk hareketi, program olarak kapitalizmin sonuçlarına
bir tepkiyi içerse de, kapitalizmi yıkma programına
sahip değildir. Kendiliğinden bir patlamayı ifade
eden bu hareket, daha çok AKP karşıtlığı üzerinden
biçim almıştır, demokrasi ve özgürlük talepleri
ana eksen olmuştur. Bundan dolayı, ne devrim ve
sosyalizmi hedeflemiştir, ne anti-kapitalist hedeflere
sahiptir. Bir direniştir, isyandır; demokrasi
ve özgürlük taleplidir, neo-liberalizmin bazı
sonuçlarına tepkidir, ama devrim ve sosyalizmi
hedeflememiştir. Bu açıdan, sınıfsal bir tanım
yaparsak, hem program hem de toplumsal katılım
olarak, küçük burjuva ağırlıklı bir harekettir.
Zaten, küçük burjuvazi ve kısmen de orta burjuva
kesimlerin yer aldığı bu hareket, tam da bundan
dolayı örneğin 15-16 Haziran işçi hareketinden
farklıdır; bundan dolayı, yardımcı bir kavramla
ifade edersek orta sınıfların hareketidir.
Burada
bir kaç kafa karışıklığı ortaya çıkmaktadır...
Her
şeyden önce kafa karışıklığına zemin sunan "orta
sınıf" kavramı ve bunun nasıl algılandığıdır.
Sınıflara bölünmüş, kapitalist bir toplumda asıl
olarak iki ana sınıf vardır; burjuvazi ve işçi
sınıfı. Üretim araçları karşısındaki konumunu
göre, artı-değere el koyma biçimine bağlı olarak
birbirlerinden ayrılan bu sınıflar iki ana sınıftır.
Ama kapitalizm sadece bu iki ana sınıftan oluşmaz,
ara sınıf ve katmanlar vardır. Farklı katmanlarıyla
küçük burjuva sınıfı bu "orta sınıfın"
asıl omurgasıdır; ama bu omurga üsten orta burjuvaya,
alttan işçi sınıfı üst katmanlarına, işçi bürokrasisi
gibi katmanlara uzanır. Bu anlamda esnektir, hatta
farklı tarihsel süreçlerde farklı biçimler alır.
Örneğin, feodalizm döneminde, bir yanda feodal
beyler diğer yanda serfler, köylüler varken, "orta
sınıf" asıl olarak, bu iki sınıfın arasında
kalan burjuvazidir. Bu burjuvazi, daha sonra giderek
sermaye birikimi üzerinden ekonomik ve siyasal
gücünü artırır, gelişir ve egemen sınıf konumuna
yükselir. Kapitalizmin egemenlik kurduğu toplumsal
süreçte "orta sınıf" burjuvazi değil,
onun alt kesimleri, yani küçük burjuvalardır.
Ayrıca,
"orta sınıf" kavramı bilimsel açıdan
sorunludur; bu kavram olsa olsa, yardımcı bir
kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Biz de, hem
"Haziran Halk Direnişi Ve Görevlerimiz"
yazımızda hem de bu yazımızda, bu anlamda, yani
sorunu tanımlarken yardımcı bir kavram olarak
kullandık. Bilimsel anlamda, Gezi ve Haziran günlerinde
işçiler, emekçiler, küçük burjuvazi ve kısmen
orta burjuvazi yerini aldı, biz işçi-emekçiler
haricindekilere "orta sınıf" diyoruz
ve direnişin hedefleri ve talepleri asıl olarak
bu sınıf ve katmanların talepleriydi.
Hareketin
kitlesel niteliğini belirlemeyecek kadar anlamsız
bir varlık oluşturan orta burjuva unsurları dışında
tuttuğumuzda tüm bunlar halk kavramının içindedir;
çıkarları devrimden yanadır. Gezi ve Haziran günleri
de halk devrimi için, bu devrimin temel güçleri
açısından ciddi bir veri sunmuştur.
İki:
Yeni Bir Siyaset Ve Yeni Birlik Anlayışına İhtiyaç
Vardır
Daha
önce de ifade etiğimiz gibi, devrimci ve sosyalist
hareket, Gezi ve Haziran halk direnişinin bir
parçasıdır, ama bu direnişte öncü değil, artçıdır.
Gezi ve Haziran halk direnişinde, içinde devrimci
sosyalizmin de yer aldığı Taksim Dayanışması bu
direnişte büyük rol oynadı; ama ülke geneline
yayılan bu direnişte Taksim Dayanışmasının rolü
sınırlıdır. Sol ve devrimci hareket en önde dövüşmüştür;
ama direnişe önderlik yapamamıştır, katılımcıdır.
Bununla
birlikte, Gezi ve Haziran halk direnişinde sadece
sol ve devrimci hareket değil, AKP karşıtlığı
üzerenden ulusalcı güçler, kapitalizme tepki veren
Müslümanlar da yer almıştır. İP örgütlü yerini
aldı, CHP direnişe "takıldı" ama CHP'nin
sola açık, laik toplumsal tabanı direnişin kitle
temelinde azımsanmayacak bir alan tuttu. İslam'ı
neo-liberalizmin hizmetine sunan AKP'ye karşı
samimi Müslümanlar da direnişte yerini aldı; "devrimci
Müslümanlar" ya da "anti-kapitalist
Müslümanlar" bunların politik temsilcisi
oldu. Bu tablo, sol ve devrimci hareket ile "din"
ve "ulusalcılık" üzerinden kurulan ilişkileri
yeniden güncelleştirdi. Bu ilişki tarihseldir
ve hem en somut biçimiyle Kemalizm üzerinden ulusalcılıkla,
din üzerinde İslam ile ilişki sorunludur. Bununla
birlikte, bu iki kavram ve bu kavramlar üzerinde
biçim alan ilişki biçimleri, emperyalizm ve oligarşinin
istismarına açıktır. Hem İslam, hem de ulusalcılık
ve Kemalizm bu ülkede tüm tarihsel süreçte kullanılmıştır,
işçi sınıfı ve halklara karşı gerici bir rol oynamıştır.
Biz, temel bir yaklaşım olarak, bu iki kavrama,
bunların politik temsilcilerine mesafeliyiz, bu
iki politik akım işçi sınıfına, halka düşmandır,
bunlara karşı cepheden tavır alırız.
Ama
bu işin bir tarafı, öte yandan bizzat Gezi ve
Haziran günlerinde görüldü ki, samimi Müslüman
da, samimi anti-emperyalist ama Kemalizm'in şu
yada bu biçimde etkisi altındaki insanda neo-liberalizme,
AKP'ye tepkilidir, direnişin bir parçasıdır. Burada,
bu kesimleri "Kemalist" ya da "gerici"
diyerek ötekileştirmek ve karşımıza almak değil,
kendi duruşumuz ve politikamızı savunarak, ama
bunları da oligarşinin kucağına atmadan yeni bir
yaklaşım içinde olmak önem kazanıyor.
Buradan
iki politik sonuç ve taktiksel yaklaşım çıkar.
Birincisi, demokrasi ve devrim savaşımında yeni
bir devrimci birlik siyaseti zorunludur; ikincisi
ise, demokrasi ve devrim savaşımında en geniş
kesimlere kucaklayan bir yaklaşım ve siyasete
ihtiyaç vardır. Ancak öncülük, bu iki ana halkanın,
hem yaklaşım hemde buna bağlı birlik siyasetinin
yakalanmasıyla mümkündür.
Hiç
şüphesiz iki ana halka bir hamlede yakalanamaz;
bunun bugünden yarına inşa edileceğini söylemek
ütopya olur. Bu bir ihtiyaçtır, ancak bu bir dizi
anlayış ve yaklaşımın kırılmasıyla mümkündür,
çok daha önemlisi, sol ve devrimci hareketin toplumsal
zeminiyle doğrudan bağlantılıdır. Burada, sekter,
her şeyi kendi merkezli ele almak, dar ve dogmatik
yaklaşmak, sadece yeni olguları atlamak değil,
süreci okuyamamaktır, sürece uygun adımları yok
saymaktır. Demokrasi ve devrim savaşımı sınıfsal
zeminde yürür, bu savaşımda dost ve düşman sınıflar
vardır, asli ve tali ittifaklar vardır. Tüm bunları
stratejik bir yaklaşımla ele almak, bu ittifak
siyasetin merkezine halk cephesini koymak, demokrasi
ve devrim savaşımında düşman sınıf ve partileri
hedefe koyup, bunun etrafında halka halka tüm
halkı örgütlemek ana yaklaşım olmalıdır.
Bunu
yapamayan sol ve devrimci hareket, en fazlasından
bilinen bazı tezlerini tekrarlar, ama ne demokrasi
ne de devrim savaşımına önderlik yaparak süreçleri
kazanabilir.
Üç:
Kiminle Nereye Kadar...
Peki,
kiminle nereye kadar yürüyebiliriz, bunları özetle
nasıl tasnif ederiz?
Önce,
stratejik arka planı olan temel bir yaklaşımı
burada özetlemekle işe başlayalım. Demokrasi ve
devrim savaşımı birbirinden kopmaz; demokrasi
savaşımı devrimle kazanılır. "Demokratikleşme"
adı altında devrimden kopuk bir demokrasi savaşımı
olmaz; demokrasi savaşımı kazanılmadan işçi sınıfı
kendi devrimini yapmaz. Sol ve devrimci harekette,
her şeyi devrim ve sosyalizme havale etmek gibi
bir anlayış vardır; bu sorunu soldan ele almaktır.
Öte yandan, demokrasi savaşımını devrim ve sosyalizmden
koparan, demokrasi savaşımını mevcut düzen içinde
bazı demokratik kazanımlar düzeyine indirgeyen
bir başka anlayış da vardır; bu da sağdan sorunu
ele almaktır. Biz her ikisini de reddediyoruz;
demokrasi savaşımını önemsiyoruz, bu savaşım ile
devrim ve sosyalizm savaşımı arasında sıkı bir
bağ kuruyoruz. Demokratik taleplerin bir kısmı
devrim öncesi, bir kısmı devrim anında, bir kısmı
da devrim sonrasında kazanılır; ancak tüm bu kazanımlar
ancak halk devrimiyle, bu devrimin sonunda kurulacak
olan halk iktidarıyla güvence altına alınır.
Halk
devriminin önder gücü, işçi sınıfıdır. Bu ülkede
yaklaşık 15-20 milyon işçi vardır; kendi içinde
katmanlı olan bu sınıf halk devrimine önderlik
edecektir. Bu aynı zamanda devrimin, özünde proleter
devrimin bir biçimi olduğu, halk devriminin demokratik
görevlerle birlikte sosyalist görevleri de içereceği
gerçeğini ifade eder. İşçi sınıfının devrimi sosyalist
devrimdir; işçi sınıfı bundan vazgeçmez, ancak
çözülmemiş demokratik sorunları, bu perspektifle
çözer, hızla, kesintisiz sosyalizme yönelir. İşçi
sınıfın önderliği tüm bunlar için güvencedir.
Halk
devriminin temel güçleri ise, başta işçi sınıfı
olmak üzere, kent ve kırda yaşayan küçük burjuvaji,
orta köylülük, kısacası halktır. Köylülük kapitalizmin
gelişmesine bağlı sınıfsal ayrışma yaşamıştır;
bir yanda tarım burjuvazisi, öte yandan tarın
proletaryası, kır yoksulları, küçük ve orta köylülük
vardır. Neo-liberal sömürü tarımda da egemendir;
emperyalizm ve tekelci sermaye tarıma hakimdir,
sadece toprakta değil, tüm tarım girdilerinde
kapitalist ilişkiler hakimdir, kapitalist pazara
göre, yerli ve yabancı tekellerin çıkarına göre
biçim almıştır.
Bu
temel güçler, aynı zamanda halk iktidarının sınıfsal
bileşkesidir. Yani, bu sınıflar; işçi sınıfı,
kent ve kır yoksulları, kent ve kır küçük burjuvazisi
halk iktidarının asli güçleridir. Halk için demokrasi,
bu sınıflar için demokrasidir.
O
halde, demokrasi savaşımına da, işçi sınıfı önderlik
eder, işçi sınıfı ve tüm halka dayanır. Burada
soyut bir demokrasi talebi ve savaşımı yoktur.
Tam tersine demokrasi savaşımı somuttur; halk
için demokrasi talep ediyoruz, bunu inşa edeceğiz,
bu demokraside emperyalizm ve oligarşi yoktur.
Çünkü, emperyalizm ve oligarşi siyasal gericilik
eğilimidir; onlar demokrasi değil, siyasal gericiliği
savunur, bunu hakim kılar. Her kim, demokrasi
için şu ya da bu emperyalist güce dayanır, her
kim oligarşiyi karşısına almaz, onun şu ya da
bu partisine (AKP, CHP veya diğerlerine) dayanır
o halk için demokrasi savaşımını saptırır.
O
halde, demokrasi savaşımını kazanmak, mevcut düzeni
yıkmak ve devrim yoluyla yeni bir toplumsal sistemi,
sosyalizmi inşa etmek, işçi sınıfı öncülüğünde
tüm halka dayanır. Demokrasi ve devrim savaşımında,
işçi sınıfı ve tüm halkın birliği yaşamsaldır.
Bu anlamda, farklı katmanlarıyla işçi sınıfının
birliği, Türk ve Kürt halklarının kardeşliği ve
birliği, Aleviler başta olmak üzere tüm ezilenlerin
birliği zorunludur. Bu birlik olmadan, ne demokrasi
savaşımı kazanılır, ne de devrim gerçekleşir.
Devrimci
sosyalizmin stratejik yönelimi budur.
Buradan
Gezi ve Haziran günlerine yeniden dönelim...
Peki,
Gezi ve Haziran halk direnişi içinde, sol ve devrimci
güçleri bir yana bırakırsak, Kemalist ve İslamcı
kesimler yok muydu? Yukarıda ifade ettik, vardı.
Ayrıca böylesi büyük toplumsal süreçlerde de elbette
her sürecin özgün dinamikleriyle birlikte farklı
biçimlerde var olacaklardır. Yukarıda ifade ettik,
hem Kemalistler hem de İslamcılar için toptan
bir değerlendirme yapmak, tümünü aynı torbaya
koymak yanıltıcıdır. Ayrıştırarak ifade edersek,
emperyalizm ve oligarşinin iktidarının İslamcı
ya da Kemalist yorumu; örneğin AKP ve CHP, demokrasi
ve devrim savaşımında düşmanımızdır. Ama bu iki
partinin toplumsal tabanı, farklı süreçlerde farklı
biçim alsa da, demokrasi mücadelesinde şu ya da
bu biçimde yer alabilirler. Nitekim Gezi ve Haziran
halk direnişi sürecinde CHP politik bir özne olmasa
da, onun laik ve sol tabanı direnişin içinde şu
ya da bu biçimde yer aldı; aynı biçimde anti-kapitalist
Müslümanlar örneğinde olduğu gibi samimi Müslümanlar
da yerini aldı. Kemalizm ve siyasal İslam'ın demokrasi
ile uzaktan yakından ilişkisi yoktur, her ikisi
de tam tersine demokrasinin karşısında yerini
almıştır. Hedefi net koymadan, düşman sınıf ve
politik akımları net belirlemeden demokrasi ve
devrim savaşımı kazanılamaz. Bununla birlikte,
tüm samimi yoksul Müslümanları, laik ve anti-emperyalist
kesimleri kucaklamak, onları demokrasi savaşımın
bir parçası olarak görmek de zorunludur.
Kürt
ulusunun özgürlük talebi, Kürt halkı bu savaşımda
nerededir? Devrimci sosyalizmin ideolojik- politik
çizgisini bilen, çeşitli yazılarını okuyan herkesin
bildiği gibi, Kürt ulusunun eşitlik ve özgürlük
talepleri demokrasi savaşımında stratejik bir
yerde durmaktadır. Kürt ulusunun eşitlik ve özgürlüğünü
savunmadan, kendi kaderini tayin hakkını savunmadan
burjuva anlamda bile demokrat olunamaz. Kürt özgürlük
mücadelesi de gösterdi ki, Kürt halkı demokrasi
savaşımında stratejik güçtür.
O
halde, demokrasi ve devrim savaşımında Türkiye
halkı ile Kürt halkı arasında stratejik ittifak
zorunludur. Bu olmadan hiç bir şey olmaz, demokrasi
savaşımı kazanılmaz, devrim zafere ulaşmaz.
Demokrasi
ve devrim savaşı sınıfsal eksende yürür, kazanılır.
Bu savaşımda işçi sınıfı önder, halk temel güçtür.
Demokrasi savaşımı ve Türkiye devrimi için, Kürt
halkı ise hem güncel hem de stratejik açıdan ittifaktır.
Bu savaşımda AKP, CHP ve diğer burjuva partiler
düşmandır, bunlar karşıya alınmadan demokrasi
savaşımı kazanılmaz. Ancak, hem tarihsel hem de
güncel süreçlerde halk, emperyalizm ve oligarşi
tarafından bir tür zehirlenmiştir, farkı biçimde
yönlendirilmiştir. Bunu kırmak zorunludur.
Gezi
ve Haziran günleri bu yönde yeni bir imkan yaratmıştır;
bunu geliştirmek görevimizdir.
Dört:
Yeni Bir Devrimcilik İnşa Etmeliyiz
Gezi
ve Haziran halk direnişi kendiliğinden bir harekettir.
Tüm kendiliğinden hareketler bir birikim üzerinden,
şu ya da bu biçimde gelişir, ama toplumsal süreçlerde
önemli bir rol oynar. Gezi ve Haziran halk direnişi
de böyledir. Genel olarak neo-liberal sömürü ve
onun üzerinde biçim alan sömürge tipi faşizmin
tüm dayatmaları, ekonomik sömürü, siyasal baskı,
yaşam biçimine-özel yaşama müdahale, özel olarak
da 11 yıllık AKP iktidarının yeni muhafazakar
bir yaşam biçimini dayatması gibi bir dizi sorunu
biriktirdi. İşte Gezi ve Haziran halk direnişi
bu birikim üzerinden, hiç hesap edilmediği bir
süreçte patladı. Daha önce ifade ettiğimiz gibi,
sınıfsal kaynaklı ama tek başına ele alındığında
sınıfsal karakteri ön planda görülmeyen sorunlar,
başta çevre olmak üzere eğitim, sağlık, barınma
gibi sorunlar, siyasal demokrasinin bir dizi sorunları,
Kürt sorunu, ortadoğu sorunu gibi bir dizi sorun
Gezi ve Haziran halk direnişine kaynaklık etti.
Halk bir köşeye yazdı, biriktirdi ve patladı.
Direnişin
sivri ucu T. Erdoğan ve AKP oldu; AKP karşıtlığı
bir dizi akım ve hareketi Gezi ve Haziran halk
direnişi somutunda yan yana getirdi. Bu direnişin
hem güçlü hem de zayıf yanıydı. Güçlüydü; çünkü
halkın geniş bir kesimi direnişin içinde yerini
aldı. Zayıftı; çünkü hem kendiliğinden bir hareketti,
hem de direnişe yön veren ortak bir program yoktu.
Taksim Dayanışması somutunda, ortak program için
girişimler elbette oldu, bu yanıyla da kendi içinde
bir olumlu eğilimi ifade eder; ama tüm ülkeye
yayılan direnişte böylesi bir ortak program, çok
daha önemlisi ortak bir irade yoktu. Kendiliğinden
halk hareketlerinin ortak bir programdan yoksun
olması anlaşılır; ama bunu aşmak, devrimci bir
müdahalede bulunmak bir görev olarak ortaya çıkar.
Direnişin geleceği ve kazanımları da önemli ölçüde
bu olguya, kendiliğin halk hareketine devrimci
iradi müdahaleye bağlıdır. Eğer bu müdahale şu
ya da bu biçimde yapılmışsa, halk tarafından benimsenmişse,
kazanımlar çok daha güçlü olur; yok bu müdahale
yapılmamış ya da zayıf yapılmışsa, yapılan müdahale
halk tarafından benimsenmemişse direnişin kazanımları
zayıflar. Nitekim, halk hareketi geriye çekilince,
önce direniş yavaşlayıp sonra geriye düşüş yaşanınca,
ortalama insanda, "yakın devrim beklentisi
içinde" olan konjoktürel devrimcide ya da
her şeyi AKP karşıtlığı üzerinden ele alan solcuda
yaşanan hayal kırklığı az çok budur.
Bizim
için burada önemli olan genel olarak sol ve devrimci
hareket, özel olarak devrimci sosyalizmdir. İşte
bu zayıflık, yani Gezi ve Haziran halk isyanının
kendiliğinden olması, ortak bir program ve çok
daha önemlisi devrimci iradenin zayıf kalması,
bu koşullarda nesnel bir gerçektir ve direnişin
kazanımlarını aşağı çeken bir zayıflıktır. Bu
alan güçlenmedikçe, devrimci hareket ile halk
arasında oldukça geniş olan açı kapanmadıkça benzer
süreç ve sonuçlar kaçınılmaz olur. Gezi ve Haziran
halk direnişi, sol ve devrimci hareket ile halk
arasındaki mesafeyi yeniden gözler önüne serdi,
ama tersinden de bu açının kapanması için bir
dizi imkan ve olanak sundu. Halktan uzak sol ve
devrimci hareket önemli ölçüde kendi iç gündemi
etrafında dönmekteydi; ama Gezi ve Haziran günleri
patlak verince her şey ortaya çıktı. Nereden bakarsak
bakalım tablo ve sorunlar bir kez daha açığa çıktı.
İçe kapanan, halka ulaşmayan, halkı örgütlemek
gibi bir derdi olmayan, bu uğurda militan bir
devrimciliği ve örgütsel araçları inşa etmeyen
sol ve devrimci hareketin bu kazanımı güçlendirme
imkanı yoktur. Bunun tersi doğrudur; içe kapanmayan,
adım adım halka açılan, bu ülkede 40 yıllık militan
devrimciliğin birikimini arkasına alan, söylediğini
yapan, halka önem veren, halkla siyasal ve sosyal
bağlar kuran, "ben bu halkı nasıl örgütleyeceğim"
sorusunu kendine soran ve ona göre açılımlar yapan
bir devrimcilik bu mesafeyi kapatabilir.
Bu
devrimcilikte, "bir-iki vururuz, halk örgütlenir"
gibi soldan, "halk örgütlenmeden, işçi sınıfı
örgütlenmeden hiç bir şey yapılmaz" gibi
sağdan bakışlar yoktur. Bu devimcilikte "halkın
geleneği" diyerek halk kuyrukçuluğu, "sınıf,
sosyalizm" diyerek halktan kopuk salon devrimciliği
yoktur. Gezi ve Haziran halk direnişinde doğal
olarak coşan, ama halk direnişi geriye düşünce
kendi kabuğuna çekilen, umutsuzluğu yaşanan bir
devrimcilik devrimcilik değildir. Yakın devrim
hayallerine gerek yoktur; devrimcilik bir yaşam
biçimidir. Koca koca laf edip, bir insanı bile
partiye, devrime kazanamayan, emekçi değil sözde
komutanlara da yer yoktur. Bilen, doğru bakan,
doğru yaşayan, emekçi, öncü, insanları kucaklayan,
onlara güven veren, militan bir devrimcilik; yaşamının
merkezine aşını, işini, eşini değil devrim ve
sosyalizmi koyan, oligarşinin politik, ideolojik,
kültürel saldırılarına karşı "en az"
değil sonuma kadar direnen, örgütü başka başka
yerde değil kafasında ve yaşamında arayan ve bulan,
iyi günde "keskin kılıç" kötü günde
bir zavallı olmayan, kendine "demokrat"
başkasına "diktatör" olmayan bir devrimcilik.
İşte bu devrimcilik yolu açar...
Bu
devrimcilik aynı zamanda yeni bir devrimci hareket
için zorunludur. Büyük bir sabır ve emekle böylesi
bir devrimciliği ve devrimci hareketi inşa etmeliyiz!
Beş:
Tüm Ezilenleri Birleştirmeliyiz
Gezi
ve Haziran halk direnişi post-modern kültür içinde
yetişen bir kuşağın direnişi olması nedeniyle
önemli bir yerde durmaktadır. Ayrıca, bu direniş
için yapılan kimi değerlendirmelerin gösterdiği
şudur: yaşanan dönem ve onun ana olgularını anlamadan
bu direnişi anlamak mümkün değildir. Gezi ve Haziran
halk direnişini "devrim" gibi sunan,
Gezi Parkında "devrimci bir hükümet kurmayı"
öneren, işçi sınıfı ile direniş arasında kitabi
bağlar kuran sol ve devrimci hareketin kalıpçı
bir yerden sorunu ele aldığı bir gerçektir. Ama
bir o kadar da içinden geçtiğimiz dönemi ve olguları
anlamadığının ürünüdür.
Neo-liberal
sömürü modeli, bu ülkede, 24 Ocak 1980 karalarından
bu yana asıl sömürü modelidir. Bu model, 12 Eylül,
ANAP ve Özal elinden AKP ve T. Erdoğan'a uzanmıştır.
AKP'nin neo-liberalizmle bir çelişkisi yoktur,
tam tersine onun yılmaz savunucusudur. Sadece
AKP değil, hiç bir burjuva partisinin bu modelle
çelişkisi yoktur. CHP'nin 1930'lı yıllarda savunduğu
"devletçilik" ya da "karma ekonomi"
modelleri de tarihin gerisinde kalmıştır. Kaldı
ki bunlar da farklı biçimde de olsa yine kapitalist
sömürü yöntemleridir.
Neo-liberalizmde
esnek üreretim, en uç noktasına kadar geliştirilir.
Bu sömürü modelinde toplam kârın büyük bölümü
üretime değil, ranta dayanır, spekülatif sermaye
önemli bir yerde durur. Bir yandan kapitalizmi,
meta ve sermaye ilişkilerini her yere yayar, önceki
dönemlerde devlet tarafından üslenilen ve toplumun
kendini yeniden üretmesi için zorunlu olan eğitim,
sağlık, sosyal güvenlik vb. gibi tüm alanlar kapitalist
sömürünün konusu haline getirilir. Üretim süreci
bölünür, parçalanır, üretim esner; esnek çalışma,
informel iş gücü yaygınlaşır. Daha önce fabrika
eksenli üretim kapitalizmin merkezinde dururken,
bu kez fabrika sistemi yok olmaz, ama esner, bir
metanın üretimi (örneğin otomobilin üretimi) farklı
bölge ve üretim sitemlerinin sonucu elde edilir.
Üretim mahalle arasına kadar iner, merdiven altı
üretim yaygınlaşır; emeğin bölünmesi hızlanır.
Daha önce sanayi sektörü ön plandayken bu kez
hizmet sektörü yaygınlaşır. Özelleştirme her yere
ulaşır; sadece büyük devler işletmeleri emperyalist
ve işbirlikçi yerli kapitalistlere peşkeş çekilmez,
sağlıktan eğitime her alanda hizmet metalaşır,
buradaki ilişki kapitalist-müşteri ilişkisine
döner. Tüm bunlar, emek sürecini parçalamakta
kalmaz, bunun üzerinden tüm sınıflar için katmanlaşmaya,
ara katmanların ortaya çıkmasına yol açar. İşçi
artık fabrikada emeğini kapitalistte satan olmakta
kalmaz, üretim sürecinde yer almayan ama kolektif
emeğin bir parçası olan memura, hizmetliye, mühendise,
doktora kadar uzanır. Güvencesiz işçilik yayınlaşır,
işsizlik devasa boyut kazanır. Artık sanayi proletaryasının
yanı sıra tarım işçisi, güvencesiz işçi, yaygın
işsiz de var. Bu sadece işçi sınıfı için değil,
burjuvazi için de geçerlidir; artık tekelci burjuva
en tepededir, onun altında büyük burjuva, burjuva,
orta ve küçük burjuva vardır. Yani bir yandan
kapitalizm tekellerde yoğunlaşırken, büyük sermaye
giderek daha az elde toplanırken öte yanda tüm
toplumu kesen yeni bir katmanlaşmalar söz konusudur.
Post-modernizm
bunun üzerinden biçim aldı, burjuva kültürün bir
biçimi, en yoz biçimi oldu. Post-modernizm, kapitalizme
karşı sosyalizmi değil, insanlığın kurtuluşu için
işçi sınıfının kurtuluşunu değil, "büyük
anlatıları" değil, küçük parçaları önemser,
buradan kapitalizmi kutsar. Yani, neo-liberal
sömürü modeli emeği parçalayıp katmanlaşmayı hızlandırırken,
ideolojik planda "demokrasi ve özgürlük"
adına "sosyalizm öldü" derken, kültürel
alanda insanı içe döndürür, alt kimliklerle meşgul
olur, asıl ve nihai, gerçek kurtuluşu örter. Anlaşılacağı
üzere, burada kapitalist üretim, burjuva ideolojisi
ve burjuva kültürü arasında bir uyum, birbirini
tamamlama vardır.
Bu
kapsamlı bir saldırıdır. Devrimci sosyalizmin
görevi, bu kapsamlı saldırıya karşı tek ayaklı
değil, sadece "yıkma eylemi" değil,
sadece bir parçayı gören değil, çok ayaklı, parçalar
arasında doğru bir ilişki kuran, doğru ve net
bir çizgide yürümektir.
Gezi
ve Haziran halk direnişinde görüldü ki, yukarıda
da ifade etiğimiz gibi, tek başına sınıfsal bir
sorun değil, sınıfsallıktan kaynaklı ama birçok
biçim alan bir dizi sorun var. Eğer burada kaba
bir "sosyalizm ve devrim" söylemiyle
sorunları ele alırsak, sorunları anlamaktan uzaklaşırız,
en ilerisinden ekonomik bir indirgemecilik noktasında
kalırız. Ya da tersinden, küçük parçaları görür,
bunu her şeyin önüne alırsak, "ötekileri"
her şey yaparsak, işçi sınıfını ve sosyalizmi
bir kenara atarsak özünde döner dolaşır post-modern
bir solculuktan öteye gidemeyiz. Nitekim sol ve
devrimci harekette her iki sapma da, çeşitli biçimlerde
görülmektedir.
Peki,
neo-liberalizm ve post-modernizm kötü olmasına
kötü de, o halde bunları yok mu sayacağız? Ya
da bu dönemin olgularının üstünden mi atlayacağız?
Bu kötü ve insanlığı çürüten olgular karşısında
eski olanı mı savunacağız?
Hayır,
hiç birini değil. Devrimci sosyalizm, Marx ve
Engels'ten bu yana ifade edelim, hiç bir zaman
böylesi bir tutuculuk, muhafazakarlık ya da tersinden
olguların üzerinden atlayarak ütopik hayaller
peşinde koşmadı. Biz, kapitalizmden korkmayız,
onu eleştirir ve yerine neyi koyacağımızı ifade
ederiz, ama kapitalizmden, kapitalizmin evrimine
bağlı olgulardan korkmayız. Kapitalizm özel mülkiyet
üzerinden biçim alan son sömürücü toplum biçimidir;
kapitalizm olmasa sosyalizm olmaz. Kapitalizmi
devrimci tarzda eleştiririz, ama sosyalizmi de
bunun üzerinden kurarız. Önce yöntem olarak verili
koşulları ele alırız, bunun nesnel-öznel sağlam
bir değerlendirmesini yaparız, devrimci strateji
ve taktiklerimizi de ona göre belirleriz. Kapitalizm
sosyalizmin öngünüdür. Sosyalizm kapitalizm üzerinden
biçim alacak; sosyalist demokrasi de burjuva demokrasisi
ve reel sosyalizmin deneylerine bağlı, bunların
devrimci eleştirisi üzerinden inşa edilecektir.
Bu
anlamda, kapitalizmin bu evresinde, emperyalizmin
4. bunalım döneminde ortaya çıkan olguları yok
sayarak, eskiye özenmek, ya da tersinden parçaya
takılmak ve bütünü görmeyerek devrimci ve sosyalist
siyaset üretmek mümkün değildir. Örneğin "küreselleşme"
tek başına kötü bir şey değildir; kapitalizm küreselleşme
eğilimini içerir, bunun sosyalizmin maddi temeli
için olumlu yanları vardır, ama bu temelde bir
dizi olumsuz yanları da vardır. Devrimci siyaset
ayrıştırır. Küreselleşme "kötü" diyerek
örneğin "ulus devleti" savunmak, burjuva
aydınlanma döneminin tezlerine sarılmak bir siyasettir
(TKP ve diğer ulusal sol akımlar bunu yapıyor),
ama bu tarihi geriye döndürmek, devrimci siyaseti
tarihin geride kalan bölümlerinde kurmaktır. Bu
örnekten devam edelim. Bunun tersi de sol-liberal
kesimde vardır; küreselleşme eğilimini gören bu
kesimin ulaştığı sonuç, "küreselleşme ulus
devleti yok ediyor, tüm kötülüklerin kaynağı ulus
devlettir" söylemiyle emperyalizme demokratik
özellikler biçmektedir. Bu eğilim de tarihin ve
siyasetin bir başka ucubesidir. Daha başka ve
oldukça geniş örnekler vermek mümkündür; ama yazımızın
amacı bu değildir.
Gezi
ve Haziran halk direnişinde, "sınıfı, devrimi,
sosyalizmi" tek başına gören, ama çevreyi,
yeşili, eşcinseli, kadını, Çarşı'yı görmeyen;
ya da tersinden "yeşili, eşcinseli, kadını,
çevreyi, Çarşı'yı" gören ama sınıfı, devrimci
dinamikleri, yeni bir toplum özlemini görmeyenler
özünde bu iki yanlışın izlerini sürmektedir.
Biz
bu iki sapmadan uzağız. Ne süreçleri böyle okuyoruz
ne de bu okumalardan ürettiğimiz stratejik ve
taktik politikaları buradan kuruyoruz.
Biz,
mevcut tüm nesnel-öznel koşuları atlamayız, çevre
sorunundan cinsel kimliğinden hareketle ezilenlere
kadar her sorunu görür, buradan bir devrimci hedef
belirleriz. Sosyalizm tek kurtuluştur; hiç bir
sözde demokratik düzen bunun yerini alamaz. Sosyalizm,
sadece kapitalizmden daha ileri bir emek örgütlülüğünü
içermez, daha ileri bir üretimi örgütlemek, aynı
zamanda daha ileri bir yaşamı, demokrasiyi inşa
etmektir. Bu demokraside, "tekçi bir sosyalizm"
yoktur; işçi sınıfı ve tüm halk, tüm ezilenler
kendi kimlikleriyle eşit ve özgür bir biçimde
yerini alır. Bu sosyalizm çok sesli, renkli, özgürlükçüdür;
ekonomi ile siyaseti, demokrasiyi doğru kurar;
gerici ve yoz olmayan hiç bir kültürü yok etmez,
onu korur ve zenginleştirir; insanların saçına,
başına, özel yaşamlarına bakmaz, bunlarla uğraşmaz,
onların siyasal rolüne, insan olarak ne kadar
bütünlüklü olduğuna bakar.
Devrim
programları da tüm bunları dikkate alarak halka
sunulur. Sadece "yıkma" değil, "yeniden
kurmayı" önüne koyar. Sadece neleri yıkacağını
ifade eden ama bunun yerine neleri koyacağını
bugünden işçi sınıfı ve halka ilan etmeyen bir
program devrimci ve sosyalist olmaya hak kazanamaz.
"Biz kapitalizmi kökten yıkacağız",
"mevcut devleti yıkacağız" demek doğrudur;
ama yeterli değildir. Bu düzeni ve onun özeti
olan devleti yıkacağız; ama bunun yerine neyi
koyacağız, bu devlet hangi sınıflara dayanacak,
nasıl bir demokrasiyi içerecek, tüm bunların yanıtı
bir devrim programında olmalıdır. Tüm halkı ve
sorunlarını içine almayan, onun bir dizi sorunlarına
bugünden yanıt vermeyen bir program bugünü açıklamaz,
halka güven vermez. İşçilere, tarım emekçilerine,
gençlere, kadınlara, Alevilere, Kürtlere, cinsel
kimliğinden dolayı ezilenlere doğrudan yanıt vermeyen
bir program devrimci bir program olmaya hak kazanamaz.
Buradan
bir kez daha ifade edelim; Halk devrimi programımız
tüm bunlara yanıttır!
Altı:
Forumlar Ve Demokrasi
Gezi
ve Haziran halk direnişini iki aşamada ele alabiliriz.
Birinci aşama, 31 Mayıs ile Taksim ve Gezi parkına
yapılan son saldırının yapıldığı 15-16 Haziran
sürecidir. Bu süreçte, milyonlar, sadece İstanbul
ve Taksim'de değil, tüm ülkede ayaktadır, direnişin
bir parçasıdır. Yukarıda, özellikle ara bölümde
bunu ele aldık. İkinci aşama ise, bundan sonrasıdır;
bu süreçte forumlar giderek ön plana çıkmış, direniş
eğilimi giderek düşüşe geçmiştir. Eylül günleri
direnişte yeni bir kıvılcım oldu, ama Haziran
günleri düzeyine sıçrayamadı. Bugün ise, direniş
eğilimi önemli ölçüde düşüş içindedir, halk, sol
ve devrimci hareket önemli ölçüde kendi gündemine
dönmüştür, forumlar giderek işlevini yitirmektedir.
Bu anlamda, içinde bulunduğumuz günleri üçüncü
aşama olarak da tanımlamak mümkündür.
Aslında
tüm bu süreçler doğaldır. Bu süreçler direnişin
hem güçlü hem de zayıf yanlarını birçok açıdan
gözler önüne sermiştir. Dünyanın hiç bir ülkesinde
sür-git, aynı çizgide direniş ve ayaklanma yaşanmaz.
Bu tanımlama kendiliğinden halk hareketleri ve
direnişleri için çok daha geçerlidir. Örgütlü
halk hareketinde de düşüşler yaşanabilir, ama
bu kadar kesin olmaz. Konu daha iyi anlaşışsın
diye ifade ediyoruz; Gezi ve Haziran günleriyle
Kürt coğrafyasında yaşanan serhildanları karşılaştırırsak,
belki de ilk sıraya birinin kendiliğinden diğerinin
ise örgütlü halk hareketi olduğu notunu düşeriz.
Bu not, basit bir nottan ötedir; büyük bir emek
ve siyaseti içinde barındırır.
Peki,
hem direniş sürecinde, örneğin Gezi de, hem de
binlerce forumda yaşanan nedir? Karanlık günlerin
kırılmasıdır, halkın sokakta politikleşmesidir.
Bu politikleşmede ironi yaparak ifade edelim AKP
ve T. Erdoğan'ın her gün direnişe saldırması,
küfür etmesi, yalan söylemesi de bir hayli katkı
sunmuştur. Binlerce, milyonlarca insan, kendi
sorunlarını alanlara, forumlara taşımıştır, tartışmıştır.
Bu 1975-80 döneminde, özellikle anti-faşist mücadele
ekseninde milyonların kendi sorunlarına sahip
çıkması, sokak sokak, kahvehane kahvehane tartışması
ve direnmesinden sonra ilk kez, halkın doğrudan
kendi kaderini eline aldığını gösteren bir olgudur.
Forumların sol ve devrimci hareketin iç zaaflarını
içermesi, bölünmesi ve giderek etkisini kaybetmesi
bir yana, böylesi bir platformda insanların her
sorunu ele alması önemli bir kazanımdır. Bu aslında
Gezi'de başladı, hatta Gezi'ye saldırının olduğu
15-16 Haziran günlerinde, direniş geriye çekilip
yeni biçim mi alsın ya da aynı biçimde devam mı
etsin tartışmaları ve kararlaştırma süreci de
özünde budur. Forumlar gevşek, açık, dosta da
düşmana da açık örgütsel biçimler olurken, halkın
doğrudan sorunları ele aldığı, karar süreçlerine
katıldığı, yani halkın özne olduğu biçimler olarak
öne çıkmıştır.
Bu
sadece politikleşmeyi, demokratik bir bilincin
oluşmasını sağlamadı, aynı zamanda yeni bir yönetim
biçiminin ilk tohumlarını içinde barındırdı. Gezi
ve Haziran günlerinde T. Erdoğan hem başbakan,
hem İstanbul belediye başkanı, hem park ve bahçeler
müdürüydü; tek adam her yerdeydi. Haziran günleri
bir anlamda buna karşı demokratik bir refleks
ve yönetim anlayışıydı. İşçiler, emekçiler, halk
artık kendi kendini yönetmek istiyordu; Gezi ve
Haziran günlerinde oluşan demokratik mevziler,
tartışma ve karar süreçleri bunun ipuçlarını ifade
ediyordu, bu forumlarda daha somut biçim aldı.
Burada, insan, birey, halk öznedir; söz ve karar
sahibidir. Bu özünde nasıl bir sosyalizm, nasıl
bir demokrasi sorularına da yanıttır, burada ilkelde
olsa bir bilincin oluşması söz konusudur.
Bu
anlamda halk içinde yeni bir anlayış mayalanmaya
başlamıştır...
Yedi:
Halk Örgütleri...
Bugün,
Gezi ve Haziran halk direnişinden sonra sadece
devrimci siyasetimizi yeniden kurmakla kalmamalı,
bu direnişte dövüşen, direnişten etkilenen farklı
sınıf ve kesimlerden insanları nasıl örgütleriz,
halkı nasıl örgütleriz gibi yakıcı soruları kendimize
sormalıyız. Eğer bu soruyu kendimize sormazsak,
bu temelde adımlar atmazsak, ne devrimci sosyalizmi
sol ve devrimci hareket içinde bir eksen yapabiliriz,
ne de halk ile aramızdaki mesafeyi kapatabiliriz.
Soruyu açık sormalı; buna yanıtı açık vermeliyiz.
Her
şeyden önce, devrimci sınıf ve toplumsal kesimleri
örgütlemek, örgütlü bir halk hareketi inşa etmek,
bu sınıfsal ve toplumsal kesimler ile devrimci
sosyalizmi aynı mecrada buluşturmak hedeftir.
Eğer sizin böyle bir hedefiniz yoksa milyonların
sorunlarına gözlerinizi kaparsanız, sadece dönüp
dar gündemlere çakılıp kalırsanız, özünde devrim
ve iktidar diye bir hedeften de uzaklaşırsınız.
Devrim işçi sınıfı ve halkın, örgütlü halk kitlesinin
eseridir. Tüm mücadele biçim ve araçları, en demokratik
mücadele biçiminden tutalım politik mücadelenin
en üst biçimine kadar tüm mücadele biçimleri;
bu mücadele biçimlerini yürütücücü olan politik
örgütten tutalım demokratik kitle örgütüne kadar
tüm örgüt biçimleri nihai olarak işçi sınıfı ve
halk kitlelerini devrim için kazanmayı hedefler.
Bu anlamda devrimci çalışmanın özü de kitle çalışmasıdır;
kitle çalışması başlı başına bir politikadır,
önemsizleştirilemez, yok sayılamaz, üzerinden
atlanamaz.
Bu
ufuktur, devrimci çalışmada ana halkadır; bu ufuktan,
ana halkadan uzaklaşmak devrim ve sosyalizmden
uzaklaşmaktır. Bu anlamda, her adımda bu ana yaklaşımı
gözetmeliyiz. Ancak bu yeterli değildir. Hatta
bu noktada, dilimizde, ezberimizde olan çeşitli
mücadele ve örgüt biçimlerini de sıralamak yeterli
değildir. Önemli olan tüm bunların ışığında, somut
süreçlerde bunlarının nasıl biçim aldığıdır. O
halde, Gezi ve Haziran halk direnişi, bu ülkede
son 30 yılın en önemli halk hareketiyse, bunun
ışığında, bunun dersleri ve kazanımlarıyla "işçi
sınıfı ve halkı nasıl örgütleyeceğiz" gibi
bir soruyu sormak, devrimci siyasetimizi ve araçlarımızı
yeniden kurmak zorundayız.
Daha
önceki bir yazımızda da ifade ettiğimiz gibi,
Gezi ve Haziran halk direnişi, bu noktada iki
ana politik-örgütsel hedefin önemini bir kez daha
öne çıkarmıştır. Birincisi, halk hareketlerinde
önderlik yapacak, devrimci sosyalizmi sol ve devrimci
hareket içinde eksen konumuna yükseltecek devrimci
partinin inşasıdır. Bu dönemsel ana hedeftir;
bu hedef tüm hedeflerin özetidir, özüdür. Bu olmadan
tüm diğer hedef ve adımlar çok da anlamlı değildir,
bu hedef yakalanmadan diğerlerini yakalamak mümkün
değildir. Bununla birlikte, devrimci partinin
örgütlenmesi devrimin örgütlenmesidir; 4. bunalım
döneminin devrimci partisi devrimin örgütlenmesiyle,
devrimci bir halk hareketinin örgütlenmesiyle
kopmaz bağlar içindedir. Kitle hareketinden, halk
hareketinden kopuk devrimci bir parti inşa edilemez;
devrimci parti, sınıf savaşımı içinde, halk hareketi
içinde mayalanır, iradi olarak inşa edilir. Bu
anlamda, en dar örgütten tutalım halk hareketi
içinde, hatta en açık örgütlenme içinde yer alan
örgütlere kadar, tüm alanlarda inşa edilen "devrimciler
örgütü" devrimci partinin omurgası olacaktır.
Ama "devrimciler örgütü" etrafında,
halkın çeşitli kesimleriyle çeşitli köprüleri
olan bir hareket inşa etmek, buna uygun araçlar
inşa ederek işçi ve emekçilere ulaşmak, onları
harekete geçirmek, bu anlamda "halk örgütleri"
inşa etmek de bir başka görevimizdir.
Halk
örgütleri çeşitli biçimler alabilir. Açık ve meşru
biçimlerden tutalım yasal kurumlara kadar birçok
biçim alabilir. Bu anlamda, demokratik kitle örgütü
de, devrimci sosyalizmin bir yan örgütü olan politik
ve kültürel bir odak da, hatta adı konsun ya da
konmasın, Gezi ve Haziran halk direnişinde çeşitli
biçimlerde ortaya çıkan inisiyatif veya form biçimleri
gibi çok daha gevşek biçimler de bu yönde bir
işlev görebilir. Burada önemli olan, Gezi ve Haziran
halk direnişinde ortaya çıkan olgularla tüm bunlara
nasıl yaklaşmak gerektiği ve hangi yöntemlerin
bu sürece katkı sunacağıdır.
Gezi
ve Haziran halk direnişi, geniş bir kesimin, sıradan
kadının, gencin, Alevinin, Kürdün, cinsel kimliğinden
dolayı ezilen bireyin demokratik, eşitlikçi, özgür
bir dünya istediğidir. Tüm bu kesimler, direniş
süreci ve forumlarda kendini özne görmüştür; bu
demokratik bir kazanımdır. Yani, insanlar mevcut
düzene tepkilidir, eşit ve özgür bir dünyayı istiyor,
hem direnişin içinde hem de direniş sürecinde
oluşturulan demokratik mevzilerle, Gezi'de karar
sürecinde, çeşitli forumlarda özne oluyor. İnsanlar
dövüştü, direndi, gaz yedi, tencere çaldı, ekmeğini
paylaştı, farklı insanlarla yan yana geldi, sorunlarını
tartıştı, kararlar aldı. Bu aynı zamanda demokratik
bir bilincin, tohum halinde sosyalist bilincin
yeşermesidir.
O
halde, bizler artık bu insanlarla, sıradan kadın,
işçi, genç her insanla, ancak eşit ve özgür bir
ilişki kurabilmeliyiz. Zaten, insanlarla eşit
ve özgür ilişki kurmadan eşit ve özgür bir toplum
inşa etmek mümkün değildir. Yani, biz önce "nasıl
bir toplum" istediğimizi ortaya koyacağız,
Gezi ve Haziran halk direnişinin çıkarımlarıyla
bu yeni toplum için bugünden "nasıl araçlar"
inşa edeceğiz; buna bugünden yanıt üretmek zorundayız.
Bu dönemde, farklı toplumsal ve sosyal kesimler
mevcut düzene tepki üretiyor; tümünü, sınıfsal
eksende kucaklamalıyız. Bugün bu toplumsal ve
sosyal kesimler ile sol ve devrimci hareket arasında
büyük bir mesafe vardır, Gezi ve Haziran halk
direnişi bu resmi çok net ortaya koydu; bunu kapatmalıyız.
Açık, gevşek, inisiyatif tipi eğilimler, kendiliğinden
insanların yan yana gelip direnişte özne olma
pratikleri ortaya çıktı, bunları görmeli ve değerlendirmeliyiz.
Yine bu süreçte ortaya çıkan forumlar özünde açık,
gevşek, insanların söz ve karar sahibi olduğu
örgüt biçimleri olarak yerini aldı. Forumlar bir
dizi zayıflığına rağmen demokratik bir bilincin
ortaya çıkmasına hizmet etti. Ayrıca, bu yeni
örgüt biçimleri sadece bize özgü değildir, bu
deneyler ile genel olarak ezilenlerin, özel olarak
da devrim ve sosyalizm tarihinin birer parçası
olan deneylerin arasında güçlü bağlar da vardır.
Sovyet, konsey, meclis gibi sosyalizm deneyleri
son derece anlamlıdır.
Tüm
bunları dikkate alarak ifade ediyoruz; kitle,
halk örgüt anlayışı ve buna uygun biçimleri yeniden
kurgulamalıyız. Hem yeni bir bakışımız olmalı,
hem de yeni bir yöntemimiz. Kitlere üsten bakan,
insanları nesneleştiren, kendi içinde kastlaşarak
içe kapanan, bol tartışan ama bir şey yapmayan,
insanları kucaklamayan ve iten, emekçi değil elit
bir yaklaşım ve tarzın devrim ve sosyalizme bir
gram katkısı yoktur. Tam tersine, eşit ve özgür
ilişkileri yaşamında inşa eden, insanları kucaklayan
ve birleştiren, emekçi karakteri olan, direnen
bir yaklaşım ve tarzın sahibi olmalıyız. Bu önemlidir.
Çünkü teorik olarak ne derseniz deyin eğer böyle
bir anlayış ve yaklaşım sahibi değilseniz, ağzınızla
kuş tutsanız anlamı yoktur. Bunu görmek için gözünüzü
en yakınıza çevirin orada çok şey göreceksiniz.
Halk, insanlar sözde "akılı" devrimcilerden
çok daha iyi gözlüyor, değerlendiriyor. Bu yaklaşım
ve tarz, ancak somut bir örgüt modeliyle anlam
bulur. Gezi ve Haziran günleri meclis tipi örgütlenmeyi
öne çıkardı; bunu geliştirmeliyiz. Yani, ister
demokratik kitle örgütünde yer alın, ister politik
ve kültürel odaklarda, ister sokakta direniş içinde
yer alın ister bir forumda, insanları özne yapan,
bu anlamda, anti-emperyalist anti-faşist niteliği
olan herkesi içine alan, onları söz ve karar sahibi
yapan, buna uygun mekanizmalar kuran meclis tipi
örgütlenme zorunludur ve bunu geliştirmek gereklidir.
Hiç
şüphesiz halk örgütlenmesinin bir biçimi olan
meclis tipi örgütlenme, dar, gizli, sıkı "devrimciler
örgütlenmesinin" karşısına konamaz. Tam tersine
her iki örgütlenme içe içedir, iç içe geçmiş iki
halkadır. Bırakın liberaller, anarşiştler devrimci
otoriteye ve "devrimciler örgütüne"
her gün küfür etsin, Gezi ve Haziran halk direnişinde,
hatta "Arap baharı", "işgal et"
gibi hareketlerde ortaya çıkan otonomi, açık ve
gevşek inisiyatif gibi eğilimlere övgüler dizsin;
devrimciler örgütü inşa edilmeden hiç bir şey
olmaz, olan da kalıcı olmaz. Ama devrimciler örgütü
etrafında işçilerin, emekçilerin, tüm ezilenlerin
kendi kimlik ve talepleriyle yerini aldığı, söz
ve karar sahibi olduğu meclis tipi halk örgütleri
zorunludur. Eğer bunları iç içe, birleşik, aynı
sürecin iç içe geçmiş iki halkası olarak ele alırsak,
başka görevlerle birlikte, bugünden halka açılıp
adım adım bunları inşa edersek, işte o zaman Gezi
ve Haziran halk direnişinin kazanımlarını kalıcı
yapma imkanımız olur.
Yeni bir bakış ve yeni bir yöntemi tüm ilişkilere
taşımalı ve inşa etmeliyiz.
Sekiz:
Bu Daha Başlangıç Mücadeleye Devam...
Gezi
ve Haziran günlerin üzerinden aylar geçti. Ama
Gezi ve Haziran direnişi hala şu yada bu biçimde
güncelliğini koruyor. Şimdilik sokak sokak direniş
geriye düştü, ama direniş, tüm halkın üzerindeki
karanlığı yırttı, yeni bir sayfa açtı. Bu sürede,
AKP ve T. Erdoğan her gün direnişe saldırdı, aşağıladı,
küfür etti. Sadece fiili, yani direnen güçlere
kapsamlı ve kinci bir saldırı başlatmadı, ikiyüzlülükte,
yalanda, çarpıtma ve sömürmede sınır tanımadı.
Bu aslında, tüm "demokratikleşme" yalanlarının
yerle bir olmasıdır; resmi, çıplak zor ile ideolojik-kültürel
baskı aygıtlarının aynı süreçte birlikte uygulanmasıdır.
CHP ve Kılıçdaroğlu bu direnişte sınıfta kaldı,
ama laik ve sola açık tabanını tutamadı, şimdi
de seçime malzeme yapmaya çalışıyor. Sol ve devrimci
hareket az çok tartıştı, ama giderek kendi gündemine
dönmeye başladı.
Şimdi
önümüzde yerel seçimler var. Ama bu yerel seçimler,
yeni seçim süreçlerinin ilk durağıdır, Gezi ve
Kürt sorunu ekseninde yeniden saflaşan toplumsal
kesimler, hatta sol ve devrimci güçler için tüm
bu süreçlerin anlamı, dersi için seçim bu anlamda
yeni bir sınav olacaktır. Gezi ve Haziran halk
direnişini ne kadar okuduk, ne kadar ders aldık,
ne kadar kavradık gibi yaşamsal sorular birazda
seçimlerde yanıt bulacaktır.
Bakacağız
ve göreceğiz...
Ancak
devrimci sosyalizm kendi cephesinden, kendi bağımsız
çizgisinden her sorunu ele alır; seçimlere de
böyle yaklaşacaktır. Gezi ve Haziran halk direnişi
ile Kürt özgürlük sorunu, bu iki olgu arasındaki
kopmaz ilişki ve sonuçlar bir kez daha önümüzde
olacaktır. Dar, halkın bile haberinin olmadığı
"boykot" gibi taktikler geride kalmıştır,
Gezinin ruhu, Kürt halkının direnişi, halkların
çıkarı, milyonların talepleri bizim için önemlidir.
Seçim taktiğimizde buna göre biçim alacaktır.
Evet,
Gezi ve Haziran halk direnişi geriye çekildi.
Bu direnişin bitmesi mi, yoksa Haziran günlerinin,
direniş günlerin farklı sınıf ve toplumsal kesimler
içinde mayalanması mı? Gezi ve Haziran günleri
şunu gösterdi; bu halk hiçbir şeyi unutmuyor,
bir kenara not ediyor, nesnel ve öznel koşullar
olgunlaşınca bunun da yanıtını veriyor. Buradan
hareket edersek, yukarıda ele aldığımız birçok
noktanın halk içinde olumlu bir eğilim yarattığı,
direnişin çok daha kapsamlı mayalandığını söyleyebiliriz.
Evet, geriye düşüş var, bu doğal; ama bu aynı
zamanda direnişin, demokratik bir bilincin yeniden
mayalanmasıdır.
Bunun
sonuçlarını ilerleyen günlerde göreceğiz....
Adalet,
eşitlik ve özgürlük; Gezi ve Haziran halk direnişin
öne çıkan talepleridir. Bu talepler, işçilerin,
emekçilerin, yoksulların, halkın, tüm ezilenlerin
talepleridir; bu talepler sürekli faşizme karşı,
halk için demokrasi taleplerinin özüdür; bu talepler
sadece işçi ve emekçi sınıfların değil, Kürt ulusunun,
Alevilerin ve farklı inanç sahiplerinin, sınıfsal-ulusal-cinsel
baskı altında kalan tüm ezilenlerin talepleridir.
Bu
taleplere sahip çıkarak, Gezi ruhuyla, direniş
ruhuyla ileri atılmalıyız. Gezi ve Haziran günlerinin
politik dersleriyle adım adım geleceğimizi örmeliyiz.
Bu
daha başlangıç mücadeleye devam!
|