Cezaevlerindeki
yurtsever tutsakların 12 Eylül'den 18 Kasım'a
kadar 68 gün süren açlık grevi direnişleri sona
erdi. Anadilde savunma hakkı, Abdullah Öcalan
üzerindeki tecritin kaldırılarak sağlık ve güvenlik
koşullarının sağlanması ve anadilde eğitim talepleriyle
sürdürülen direnişin en temel taleplerinden olan
Abdullah Öcalan üzerindeki 450 günü aşkın süren
tecridin, kardeşi ile yapılan görüşme ile sona
ermesi, direnişin de sonlanmasındaki en büyük
etken oldu. Devlet halen avukatlarla görüşme noktasındaki
hukuk dışı inadından vazgeçmiş değil. 4.cü Yargı
Reformu Paketi içinde düzenlenen anadilde savunma
hakkının istenen biçimde olmadığı da açık. Ancak
burada asıl önemli olan, Kürt ulusun en önemli
varoluş göstergelerinden biriyle; kendi anadiliyle
kendini devlete resmi olarak tanıtmasıdır.
Seçimlerde
BDP'nin kazandığı başarıyı hazmedemeyen devletin
"KCK operasyonları" adı altında yüzlerce
BDP'liyi tutuklayarak başlattığı intikam süreci,
tutuklananların mahkemelerde Türkçe savunma yapmayı
reddetmesiyle karşı hamleye çevrilmişti. Böylelikle
hukuksal süreci tıkayan tutsakların bu ilk hamlesinin
ardından yurtsever tutsak kitlesinin başlattığı
ve her geçen gün daha da kitleselleşen ve dışarıdaki
yankısı da giderek yükselen açlık grevleri, ikinci
bir hamle olarak devleti adım atmak zorunda bıraktı.
Artık mahkeme tutanaklarına "ne olduğu anlaşılamayan
bir dil" olarak geçirilerek aşağılanmaya
çalışılan Kürtçe, devlet tarafından resmen tanınmış
oldu. Elbette hala onun için "sanığın kendini
en iyi ifade edebileceği dil" deniliyor;
Kürtçe diyemiyorlar. Gelecek özgür günlere özlemini
anlatan bir şair "adıyla çağırılacak her
şey" demişti. Daha o günlere var.
Açlık
grevleri direnişini hiç fire vermeden sonuna dek
sürdüren ve kendi iradeleri ile başlattıkları
direnişe yine kendi iradeleri ile son veren yurtsever
tutsakların eylemi, Türkiye gündeminin birinci
sırasını da uzun süre işgal etti. Bu gündemi perdelemeye
yönelik tüm çabalara rağmen dışarıdaki yükselen
eylem grafiği ve açlık grevi eyleminin kendisi
tüm perdeleri yırtacak güce ulaştı. Dışarıda yürütülen
destek eylemlerinin birleşik bir tutuma dönüştürülememesi
önemli bir kayıptı. Oysa bunun tam tersinin yaratabileceği
"kazanım" sosyalist hareketin ve emek
örgütlerinin önemli bir kesimi tarafından yeterinde
görülemedi, değerlendirilemedi. Ülkemizin politik
atmosferini önemli ölçüde tıkayan şövenist önyargıların
kırılabilmesi için çok büyük bir fırsat sağlayan
açlık grevi süreci, ne yazık ki böylesi bir politik
hamlenin momenti haline getirilemedi. Tamamen
haklı, meşru ve politik taleplerle yürütülen açlık
grevleri, şövenizmin etkisindeki geniş kesimlere
en açık biçimde anlatılabilir, haklılık ve dolayısıyla
ikna gücü yüksek bir politik kampanyaya çevrilebilirdi.
Bir defa "terör" boğuntusu hiçbir işe
yarayamazdı. Çünkü kendi bedenlerinden başka hiçbir
şeye zarar vermeyen bir eylem biçimiyle kendilerini
ortaya koymuştu tutsaklar. Anadilini kullanmanın
da savunulamayacak hiçbir tarafı yoktu.
Tüm
bu elverişli koşullara rağmen sosyalist harekette
ve sınıf hareketinin bazı kesimlerinde Kürtlerle
yan yana durmama noktasında bilinçli bir tavrı
çizgi haline getiren bir yaklaşımın iyice olgunlaştığını
bu süreç, bir kez daha bizlere gösterdi. Elbette
sol adına, emek adına hareket ettiğini söyleyen
hiçbir yapı, bu denli insani bir durum karşısında
hiç tavır almamazlık edemezdi. Ancak BDP'nin ya
da HDK'nın çağrıcı olduğu eylemlere katılmama,
ayrı eylemler örgütleme, birleşik bir eylem örgütlenecekse
de mutlaka çağrıcısı kendileri olma gibi ince
noktalara gizlenen bu yaklaşım uzun vadede büyük
zararlara yol açabilir. Bugüne değin yurtsever
kitlenin sosyalist/emek hareketinin büyük kitlesel
birleşmelerine (1 Mayıs gibi) tüm gücüyle katılmadığı
biliniyor. Ancak bu durumun aşılması tek yönlü
çabalarla gerçekleşemez. Aksine "onlar"
ve "biz" ifadelerinin giderek kökleşmesine
hizmet eder. Bu tablonun değişmesi için bilinç
durumlarında köklü değişiklikler gerektiği gerçeğine
de sırtımızı dönemeyiz. Tüm olumsuz tablolarda
olduğu gibi bu tablonun değişmesinde de öncülük
sosyalistlere düşüyor.
Bugüne
değin Suriye'ye yönelik emperyalist saldırganlık
konusunda olduğu gibi sendikalar yasası ya da
Filistin konusunda da büyük bir ihtiyaç olmasına
rağmen halen istenebilen genişlikte birlikte hareket
mekanizmaları yaratamayan sosyalist hareketin,
açlık grevleri konusunda da aynı dersten kalması
varolan etkisizlik tablosunu daha da ağırlaştırmaktadır.
Bu durum, sosyalist hareketin geniş halk kitleleri
karşısındaki pozisyonunu da kötü etkilemektedir.
Önümüzdeki sürecin temel görevlerinden biri de
bu tablonun ortadan kalkması için tüm devrimci
güçlerin harekete geçmesi olmalıdır.
Cezaevlerindeki
açlık grevi direnişini geride bıraktığımız şu
günlerde direniş, yaşamın her alanında sürüyor,
sürecek. Filistin'de olduğu gibi...
Filistin'in
Gazze Şeridi'ndeki İsrail katliamı sürüyor. Şu
ana kadar aralarında çocukların da bulunduğu 135
kişinin katledildiği bombardıman sona erdi. Gazze
Şeridi'nde iktidarı elinde bulunduran Hamas'ın
liderlerinden Musa Ebu Merzuk, geçtiğimiz şubat
ayında Katar'ın başkenti Doha'da yaptığı açıklamada
örgütün merkezini Suriye'den Mısır'a taşıdığını
açıklamıştı. Ancak sendika.org sitesinin Filistin
kaynaklarına dayandırdığı 15 Kasım tarihli haberinde
merkezin Katar'a taşındığı belirtiliyordu. Her
iki durumda da Hamas'ın ABD-İsrail çizgisine yakınlaşmakta
olduğu açık. Ortadoğu'da ABD'nin maşası denince
ilk akla gelen ülkelerden olan Katar Emiri'nin
Gazze ziyareti ve Hamas'a yönelik parasal yardımları,
bu durumun en açık belirtisiydi.
Kasım
ayının başından bu yana Gazze sınırında İsrail
askerleri ile sürekli çatışmalar yaşanıyordu.
Hamas'ın işbirlikçi yönelimine en büyük tepkiyi
veren FHKC, 10 Kasım tarihinde bir İsrail devriyesine
ateş açtı; ertesi gün de füze ve roketlerle İsrail
askeri birliklerine saldırdı. Her iki eylemde
dörder İsrail askeri yaralandı. Bunun üzerine
İsrail son saldırısını başlattı. Saldırılara Hamas
da yanıt verdi ama bu arada askeri kanadından
iki komutanını yitirmiş oldu. Bu arada Hamas'ın
İsrail'in başkentini vuran füzeleri ve doğrudan
ABD'nin ateşkes için devreye girmesiyle olay,
Hamas'ın "zaferi" gibi gösterilmeye
çalışıldı. Oysa İsrail ile uzlaşma çizgilerine
en büyük iç direnci sergileyecek olan askeri kanadından
iki komutanı İsrail tarafından katledilen Hamas,
daha yaşamını yitiren Filistinlilerin cenazeleri
bile kaldırılmadan sağlanan ateşkesi "bayram"
ilan ederek işbirlikçi yönelimine yeni perdeler
oluşturmayı başardı.
Gerek
El Fetih'e ve FKÖ'ye, gerekse de Hamas'a karşı
oluşturduğu mesafeli duruşla İsrail'e karşı ulusal
birlik politikasında ısrar eden FHKC, Filistin'de
ABD-İsrail denklemlerini bozabilecek yegane güç
olarak kalacağa benziyor. Bu durum, uzun vadede
tutarlı, istikrarlı ve sosyalist bir direnişin
yeniden güçlenmesi için önemli bir gelişme. Burada
kilit faktör yıllardır İsrail karşısındaki direnişi
kanı pahasına yürüten Filistin halkının, kendi
akıttığı kanı üzerindeki oyunları görebilmesi.
Bugüne kadar geliştirdiği direniş ve sosyal dayanışma
organizasyonundaki becerileriyle Gazze Şeridi'nde
Filistin halkının önemli desteğini arkasına alan
Hamas'ın yönelmekte olduğu ABD-İsrail eksenli
duruşun Filistin halkını ikna etme şansı yok.
Bu durumu sadece devrimciler açığa çıkarabilir.
FHKC bunun ilk adımlarını attı. Elbette kısa vadede
politik dengelerin hızla değişmesini beklemek
de gerçekçi değil.
Bu
arada Hamas'ın şaşırtıcı olmayan bu tercihlerinin
ideolojik arka planını iyi anlamak gerekiyor.
İslamcı bir ideolojinin emperyalist/kapitalist
sistemle arasındaki çelişkiler asla antagonist
değildir. Bu çağda üretim araçlarının özel mülkiyeti
ve emek gücünün sömürüsü konusunda çelişmeyen
iki ideolojik akım, ilk fırsatta uzlaşacaktır.
Hamas'ın tercihi ne bir tesadüf, ne bir "sapma",
ne de ihanettir. Onlar sınıfsal duruşlarına uygun
bir tercih yaptılar.
Zından
direnişlerinden Filistin'e, iş cinayetlerinden
kadın katliamlarına, THY direnişinden 400.cü hafta
eylemini geride bırakan kayıp yakınlarına, faşist
sendikaya karşı başkaldırıları terör ve işten
atılmalarla ezilen Renault işçilerinden sınıfın
ve devrimcilerin nice bedeller ödeyerek kazandıkları
1 Mayıs Meydanı'nın gaspedilmesine varana kadar
söylenebilecek daha çok sözümüz var. Ama biz şimdilik
"söylemenin en iyi yolu yapmaktır" diyen
Jose Marti'yi izleyelim ve sözü daha fazla uzatmayalım.
|