Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 

 

5 (66). Sayı - Kasım-Aralık 2012

       Sunuş
       ABD Emperyalizmi, sosyalist bloğun dağılmasından sonraki en kapsamlı dış politika açılımını "Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)" adı altında açıklamıştı. Bu doğrultuda Afganistan ve ardından Irak'ın işgaliyle kendi çıkarları doğrultusunda bölgeyi biçimlendirmeye girişen ABD emperyalizmi her iki ülkede de istediği gibi bir tablo yaratamasa da özellikle Irak'ın petrol kaynaklarını denetime almak noktasındaki temel hedefini tutturmuş oldu.
       Açık askeri işgaller ile yürütülmeye çalışılan projenin maliyeti içinden çıkılmaz bir noktaya doğru giderken hiç beklenmedik bir gelişme yaşandı: Tunus'ta başlayan kitle gösterileri kısa bir süre sonra Mısır'a ve diğer Arap ülkelerine sıçradı. Ancak emperyalizm bu olguyu fırsata çevirmekte hiç vakit kaybetmedi ve bölge için özel olarak geliştirilen "ılımlı İslam" politikasının kitle tabanının ve etkinliğinin genişletilmesi hamlesine dönüştürmek için elinden geleni yaptı; Başka bir alternatifin oluşturulamadığı oranda da başarılı oldu. Bu arada demokrasi adına, özgürlük adına Libya'nın bombalanmaya başlamasıyla süreç, açık emperyalist askeri müdahale boyutuna da geldi.
       Arap Baharı olarak adlandırılan süreç kaçınılmaz olarak Suriye'de de yankısını buldu. Yaşanan her olguyu emperyalizmin kışkırtmalarıyla açıklayamayız. Suriye'de de böylesi bir muhalefetin dinamikleri vardı ve ortaya çıktı. Ancak bundan sonrasındaki gelişmeler, Libya senaryosunun bir benzeri olarak karşımıza çıktı.
       Bugün Türkiye emperyalizmin Suriye'ye yönelik operasyonunun koçbaşı haline getirildi. Devlet eliyle başlatılan kampanyayla her türden medya aracı, Suriye'deki katliamdan bahsediyor. Katliamların tamamı devlet güçlerine fatura ediliyor. Kampanyanın açıktan yürütülmeyen bir diğer boyutunu ise alevi düşmanlığı oluşturuyor. AKP iktidarı döneminde özellikle uzak durulan bu olgunun son günlerde hızla yükselmesi hiç tesadüf değil. Malatya Sürgü'de, İstanbul Kartal'da ve daha bir çok yerde alevilere dönük saldırıların artmasının arkasında özellikle "koçbaşı" niteliğindeki islamcı basının Suriye'deki iktidarı elinde tutanların aleviliğine yaptığı vurguyu da hesaba katmak gerekir.
       Yıllardır Filistin'deki katliamlara seyirci kalan, bir türlü İsrail ile ilişkilerini kesmeye yanaşmayan iktidarın Suriye için bu kadar savaş heveslisi olmasına şaşmamak gerekir. Tek bir soru bile bu riyakarlığı sergilemek için yeterlidir. Bugün Antakya ve Antep sınır boyunca birçok mülteci kampı barındıran Türkiye, yıllarca topraklarından sürgün edilen kaç Filistinliye kapılarını açmıştır? Soruya boşuna yanıt aramayın, öğrenci olarak Türkiye'ye gelen Filistinliler bile Mossad'ın emirleriyle apar topar sınır dışı edilmiştir.
       Bugün topraklarımız emperyalizmin kiralık katillerinin eğitim, barınma ve lojistik üssü haline getirilmiştir. Emperyalizm adına Libya'da insan avına çıkan paralı askerler yüzünden Antakya'lılar kendi memleketlerinde hastanelerde yatacak yer bulamamaktadır. Demokratik, ba-rışçıl taleplerini dile getirmek isteyen Antakya Halkına polis gazla, jopla müdahale etmektedir. "Muhalif" denilenler Suriye'de çoluk çocuk demeden mezhebine göre insan katleden, insanları boğazlarını bıçakla ayırırken bunu marifet gibi videoya çeken, hiçbir insanlık değerine sahip olmayan caniler sürüsüdür. Maraş Katliamını yapanlarla aralarında hiçbir fark yoktur. Hiçbir idealleri, kutsalları yoktur. Paraya taparlar, para için yaşarlar ve öldürürler.
       Emperyalizmin yeni bir işgaline zemin hazırlamak için girişilen bu provokasyon harekatının Arap Baharı ile hiç bir ilgisi yoktur. Bugün Suriye'de Kürt kentlerinden başka bir yerde kitle hareketine rastlayamazsınız. Egemen medya, bu durumu Suriye'ye karşı savaş açmanın yeni bir gerekçesi olarak değerlendirmekten başka bir şey düşünemez. Madem Suriye'de demokrasi yoktu ve kitleler bunun için ayaklandılar; Peki ayaklanma hakkına sadece sünni Araplar mı sahip? Ayaklananlar Kürt olunca demokrasi değil de terör mü ortaya çıkıyor? Bir diğer ikiyüzlülük de burada açığa çıkmıştır. Şimdi çok rahat bir şekilde şu soruyu soralım: Siz ulusların kendi kaderlerini tayin hakkından yana mısınız? Suriye'de buna Araplar için evet, Kürtler için hayır mı diyeceksiniz? Bu riyakarlık tablosu Kürtleri insandan saymama politikasının en çiğ biçimiyle ortaya çıktığı ibretlik bir durumdur.
       Bugün oligarşi bir açmazın içindedir. Suriye'deki paralı askerleri topçu ateşiyle destekleyerek emperyalizmin emirleri doğrultusunda rejimi yıpratmaya çalışan oligarşi, bu durumun kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkan Kürt egemenliğini hazmedememektedir. Üstelik bu defa tablo Irak'taki gibi değildir. Irak'ta olduğu gibi feodalizmden kapitalizme yatay geçiş yapmış bir ailenin sömürücü egemenliği Suriye Kürtleri açısından geçerli değildir. Dolayısıyla sınıfsal olarak da istenmeyen bir tablodur Suriye Kürtlerinin egemenlik iradesi.
       Emekçi Arap halklarının ne istediği, nasıl yaşamak istediği ise kimsenin umrunda değildir. Tıpkı Katar, Suudi Arabistan, Yemen ve Ürdün'de olduğu gibi. Bu ülkelerdeki kitle hareketleri, talepleri kimsenin umrunda değildir. Arap Baharı milyonların öfkesinin ve gücünün göstergesi olarak hala Tahrir Meydanı'ndan çekilmiş değildir. Ancak bu dinamizmin başka bir ideolojik odağın ortaya çıkamadığı koşullarda islam gibisinden sistemle temelde çelişkisi olmayan ideolojiler üzerinden yeniden sisteme bağlanması ve Suriye ve Libya örneğinde olduğu gibi katil sürülerinin önünü açması durumu ortaya çıkmıştır. Bu tabloya yapılabilecek devrimci müdahaleler, elbette ki sözkonusu ülke halklarının en başta gelen görevidir.
       Ancak bu noktada bizlere de büyük görevler düşmektedir. Bugün dünyanın herhangi bir yerinden Türkiye'ye bakan birisinin gördüğü tek şey tüm varlığı ile emperyalizmin Suriye politikalarını destekleyen bir ülkedir… Emperyalizmin işgalci katliamcı politikalarına karşı çıkmak başka bir şeydir, bir katili, bir halk düşmanı diktatörü savunmak başka bir şey. Bu çelişki Saddam Irak'ı için de vardı ve devrimciler kanlı katil Saddam'ın değil, ezilen, katledilen emekçi Irak halklanın yanındaydılar. Bu ülkenin devrimcileri, sosyalistleri, solcuları Suriye'de büyük bir sahtekarlıkla "muhalif" denilen eli kanlı kiralık katillere karşı ve bunların hepsinden öte emperyalizme, emperyalist müdahalelere karşı, emekçi Suriye halkından yana birleşik ve güçlü bir hareket geliştirebilmekten oldukça uzak bir noktada durmaktadır. Emperyalizm ve oligarşi tüm gücüyle elinden gelen her şeyi yaparken bu senaryoya karşı cılız tepkilerle yetinmek siyasal anlamda körlüktür. Savaş tezkeresinin meclisten geçmesinin ardından yapılan kitlesel tepkiler anlamlıdır; Ancak kalıcı ve sürekli bir birleşik harekete dönüştürülemediği oranda da "tepki" olarak kalmaya mahkumdur. Bu tabloyu değiştirmek için tıpkı Irak işgali öncesinde olduğu gibi sol adına hareket eden en geniş cepheyi oluşturmak ve bu gidişe dur demek birincil görevdir. Bu defa alevilerin desteği için de çok elverişli koşullar bulunmaktadır. En kısa sürede bu birlik oluşturulmalı ve hızla emperyalizmin ve oligarşinin Suriye politikaları teşhir edilerek "Suriye'nin kaderine Suriye halklarından başka kimse karar veremez" sloganı ekseninde bir politik süreç örgütlenmelidir.
       Bu temel belirlemeleri özet olarak aktardıktan sonra Suriye konusundaki yazımızın ilk bölümünü sizlere sunuyoruz.

* * *
       Yaklaşık bir buçuk yıldır dünya Suriye haberlerinin bombardımanı altında... Dahası, Suriye, ülkeyi tahrip eden, yok eden bombaların, kurşunların, katliamların kıskacında... Binlerce ölüm ve yıkım haberi, binlerce manipülasyon, yalan, psikolojik savaş haberi içiçe geçmiş durumda... Suriye halkının kaderi emperyalist kurtların sofrasında yazılmaya çalışılıyor.
       Halkın isyanı başlangıçta Arap baharının yeni bir çiçeği olarak selamlandı. Esad'ın BAAS diktatörlüğü de halk hareketlerinin menziline girmişti. Özgürlük isteyen onbinler, yüzbinler gösterilerde ayaktaydı. Aylar geçtikçe giderek özgürlük taleplerinin canlı renkleri solmaya başladı. BAAS rejiminin katliamcılarıyla, emperyalist beslemesi dinci katliamcılar sahneye egemen olmaya başladı. Tüm halk için özgürlük çığlıklarının yerini, BAAS'cıların ve dinci sağcı/gerici güçlerin silah sesleri, işkencelerde, barbarca katliamlarda ölenlerin çığlıkları almaya başladı. Gelinen noktada ise Suriye adeta kan kusuyor, zalimlerin elinde lime lime oluyor... Her iki tarafın gerçekleştirdiği işkencelerin, kurşuna dizilen, kafası kesilen, damlardan atılan insanların görüntüleri en iğrenç korku/vahşet filmleriyle yarışırcasına tüm medyada dolanıp duruyor...
       Ve Suriye'de yaşananlar egemen burjuva medyanının yoğun manipülatif, gerçek dışı haberlere, çarpıtmalara dayalı "bilgi", "haber" akışıyla dünyadaki tüm insanların evinde, işyerinde, gündeminde... Bu karmakarışık, gerçek dışı haberler insanların ezici çoğunluğunda, "neden, nasıl, kim, ne zaman, nerede, niçin" vb. gibi aslında gazeteciliğin, haberciliğin yanıtlaması gereken sorulara yanıt vererek az çok gerçeğe yakın Suriye fotografı oluşturmuyor. Sadece "birileri şu vahşete son verse de, Suriye'de kurtulsa" dedirten bir karmaşa, bıkkınlık, acıma ve nefret duygusu yaratıyor. Fakat bu "birileri" Suriyeliler olmadığına/olamadığına göre, emperyalist işgalciler dışında adeta seçenek kalmıyor.
       Türkiye boylu boyunca Suriye'deki savaşın içinde. Ve gelinen noktada Suriye artık Türkiye'nin salt bir dış sorunu olmaktan çıkmış, iç sorunu, merkezi sorunlarından biri haline gelmiştir. AKP iktidarının geleceğinde belirleyici bir rol oynayacak düzeyde önem kazanmıştır. Sadece AKP değil, Kürt sorununda ve Türkiye'deki sınıflar mücadelesi açısından da özgün bir merkezi olgu durumdadır. Bu durum, Türkiyeli devrimci güçlerin olgunun bu niteliğine uygun tutumlar geliştirmesini de zorunlu kılmaktadır.
       Kimdir Suriyeliler?, sık sık sözü edilen BAAS'çılık nedir?, Suriye'deki BAAS rejimi hangi tarihsel ve siyasal köklerden besleniyor, hangi fikir ve sınıflar üzerinden yükseliyor, Suriye halkı ne istiyor, Suriye'de çatışan taraflar kimlerdir ve ne istiyorlar, Suriye ve bir parçası olduğu Ortadoğu'da halkların barışı, özgürlük ve eşitlik hedeflerinin somutlaşacağı kulvar hangisidir, vb. sorularını sormadan ve yanıtlamadan Suriye gerçeğini ve bizim için, tüm dünya halkları için anlamını açık biçimde görebilmek mümkün değildir. Ancak doğru sorular ve gerçek yanıtlar üzerinden doğru tutumlar geliştirebiliriz.

       Sömürgecilikten Günümüze Arap Coğrafyası ve Suriye

       I- Sömürgecilik ve Arap Uluslaşmasının Parçalanması
       Suriye, bir yay gibi Atlas Okyanusu kıyılarından, Fas'tan İran ve Türkiye sınırlarına değin uzanan büyük Arap coğrafyasının kuzey ucu. Şam'ı, Halep'i ve Beyrut'uyla (Lübnan, 1920'lere kadar Suriye'nin bir parçası olarak görülüyordu) binlerce yıldır büyük uygarlıkların konağı olmuş, bir halklar bahçesi, büyük mücadelelerin, savaşların arenası...
       Osmanlı İmparatorluğu tarafından işgal edildikten sonra yüzyıllar boyunca sömürgeci boyunduruk altında kalmış bir coğrafya. I. Emperyalist Paylaşım Savaşıyla Osmanlı Devleti yıkıldığında büyük Arap coğrafyası İngiliz ve Fransız emperyalistleri arasında paylaşıldı. II. Paylaşım Savaşı bittiğinde ise İngiliz ve Fransız işgali ve sömürge/manda rejimleri de yıkılmıştı.
       Fakat emperyalistler Suriye ve diğer Arap topraklarında açık işgali sonlandırırken büyük Arap coğrafyasını da aşiretler, şeyhlikler, mezhepsel bölünmeler, vb. temelinde çok sayıda (20'nin üzerinde) yapay devlete bölerek, Arap uluslaşmasını felç etmeyi, bu coğrafyayı paramparça etmeyi de ihmal etmemişlerdi.
       Birleşik ve dolayısıyla büyük bir Arap devletleşmesi ve uluslaşması, elindeki büyük petrol kaynaklarıyla, çok büyük topraklarıyla, nüfus ve ekonomik olanaklarıyla, büyük tarihsel kültür altyapısıyla, oldukça stratejik olan jeopolitik konumuyla kısa sürede bir dünya gücü olma dinamiklerini taşımaktaydı. Böylesi bir potansiyle sahip bir rakibin Afrika, Avrupa ve Asya'da büyük gelişme olanaklarını gören emperyalistler daha baştan bu büyük ulusu ve coğrafyasını işbirlikçileri arasında çok sayıda devlete bölerek büyük bir tehlikeyi doğmadan, somutlaşmadan bertaraf etmişlerdi. Öyle ki, Kuveyt, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri gibi, tarihte küçük köyler, nahiye ve kasabalar olarak varolmuş yerleşim yerleri sahip oldukları büyük petrol rezervlerinin kolayca denetim altında tutulması için ayrı devletler olarak yapılandırıldı. Böylece bu nispeten zayıf devlet ve devletçikleri kolayca yeni-sömürgeleştirerek yönetmenin önü açılmış oldu.
       Emperyalistler bununla da yetinmemiş, 1920'lerin başından itibaren Filistin topraklarına siyonist gerici Yahudilerin göçünün önünü açarak, emperyalist amaçlara hizmet etmeyi varoluşunun temel bir dayanağı olarak gören İsrail Devletinin kuruluşunun da temellerini atmışlardı. Büyük çoğunluğu Avrupanın emperyalist ülkelerinden gelen ve bu ülkelerin sömürgecilik deneyimini öğrenmiş, eğitimli, iyi organize edilmiş ve silahlanmış Siyonist Yahudiler Filistin topraklarında sayıca arttıklarında, Filistinli Arapları topraklarından söküp atmak için başlattıkları saldırıları, katliamlara dönüştürerek 1940'ların ikinci yarısında devletleştiler. Böylece parçalanmış Arap coğrafyasında tepeden tırnağa silahlanmış, emperyalizmin jandarmalığını yapacak ayrı bir devlet de emperyalistlerin desteğiyle oluşmuş oldu.
       Suriye Devleti de emperyalistlerin Arap coğrafyasını parçalama sürecinin ürünü olarak ortaya çıktı. Suriye, ayrı bir coğrafya olarak tarihsel olarak vardı. Ancak tarihte hiç bir zaman Arap coğrafyasında böyle parçalanmış olarak yer almadı. Sadece bir coğrafya olarak tanımlandı. Politik, toplumsal, kavimsel ve sonrasında ulusal olarak hep büyük Arap coğrafyasının parçası olarak varoldu. I. Paylaşım Savaşının ardından Arap coğrafyasının neredeyse tümüne yakın bir bölümü İngiliz emperyalizmi tarafından sömürgeleştirilirken Suriye ise Fransız emperyalistlerinin payına düşmüştü. (Ayrıca Cezayir ve Tunus gibi Arap coğrafyaları da daha önceden Fransız emperyalizmi tarafından sömürgeleştirilmişti.) Fransız emperyalizmi gelişen direnişler karşısında Suriye'den çekilirken, bir yandan işbirlikçi bir rejim oluşturmuş, diğer yandan Suriye coğrafyasını da ikiye bölmeyi ve bir bölümünü Beyrut merkezli Lübnan devleti haline getirmeyi de ihmal etmemişti. Ayrıca Arap halkının büyük çoğunluğu oluşturduğu ve tarihsel olarak Suriye coğrafyasının bir parçasını oluşturan Antakya ise çeşitli oyunlarla TC'ye adeta hediye edilmişti.
       Bunun yanı sıra, o dönem Fransız sömürgeciliğinin işgali altında olan ve şu anda Suriye devletinin kuzeyinin büyük bir bölümünü oluşturan Güneybatı Kürdistan toprakları da, oluşturulan yeni Suriye Arap devletine bağlandı.
Böylece büyük Arap coğrafyasının lime lime edilmesi Fransız sömürgeciliğinin işgali altındaki Suriye'de adeta katmerli yaşandı. Tarihsel Suriye coğrafyası, Lübnan devleti oluşturularak parçalandı, Antakya TC'ye hediye edilerek koparıldı. Ve Güneybatı Kürdistan Suriye'ye dahil edilerek Suriye'de oluşturulan işbirlikçi devlet daha baştan devraldığı bu sömürge mirasıyla barbar bir sömürgeci olarak biçimlendi.
       Emperyalistler büyük Arap coğrafyasını ve ulusunu parçalayarak bir ucube devletler sürüsü ortaya çıkarmıştı. Irak ve Suriye bağlamında Kürdistan'ın bir bölümündeki sömürgeci mirasını bu devletlere devrederek daha baştan büyük bir çatışma alanı oluşturmuş, ucubeliği bu ikisi özgülünde daha katmerli hale getirmişlerdi.
       Böylece, Arap uluslaşması sadece bu devletlerde (Irak ve Suriye'de) değil, tüm Arap coğrafyasında daha baştan itibaren tümüyle sakatlanmış, parçalanmış ve şekilsiz, gerici, ucube bir eksene kaymış oldu.

       II- BAAS'cılık: Küçük-Burjuva Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu
       Tam da emperyalistlerin Arap coğrafyasını parçalama ve ucube devletler yaratma sürecinde, buna karşı çeşitli direniş güçleri de ortaya çıkıyordu. Bir yandan komünist hareket mayalanırken, bir yandan da küçük burjuva Arap milliyetçiliği BAAS partisi bağlamında ortaya çıkıyordu.
       BAAS hareketi Arap coğrafyasında tarih boyunca ticaret, eğitim, kültür, bilim ve entellektüel gelişmenin merkezi olmuş, kentleşme düzeyi yüksek Bağdat, Şam ve Beyrut'da, yani Irak, Suriye ve Lübnan'da mayalandı ve hızla gelişti. Arap halklarının özellikle Lübnan, Irak ve Suriye halklarının yakın tarihi BAAS'ın gelişimi seyri en azından çok genel hatlarıyla da olsa bilinmeden anlaşılamaz.
       BAAS'çılar emperyalist işgale ve parçalanmaya karşı mücadele, büyük Arap coğrafyasını ve ulusunu birleştirme ve Arap ulusunun, coğrafyasının sahip olduğu başta petrol gibi hayati önemdeki stratejik ekonomik olanakları kullanarak dünya ölçeğinde büyük bir güç haline gelme hedefiyle yola koyuldular. Bu bağlamda ideolojik hatları kopkoyu bir Arap milliyetçiliği ile biçimlenmişti. Arap ulusu içindeki dinsel ve mezhepsel ayrımlar bir kenara bırakılmıştı. (BAAS'ın ilk kurucularının bir bölümü Hıristiyan Araplardır) O dönem TC'nin uygulamaya başladığı batı taklitçisi bir laiklik esas alınmıştı. Öte yandan, kendilerini sosyalist olarak da tanımlıyorlardı. Fakat bu sosyalizm anlayışının, başta bilimsel sosyalizm olmak üzere tarihsel sosyalist geleneklerin hiç biri ile yakından uzaktan bir ilgisi yoktu. BAAS'ın anti-kapitalist bir karakteri yoktu. Hem emperyalist ülkelerin işgali altında oldukları ve bu ülkelerin Arap ulusunu parçalama stratejisi nedeniyle taşıdıkları nefretin ve bunlara düşmanlığın, hem de sosyalizmin o dönemdeki büyük gelişmesinin etkisi altında idiler. Daha da önemlisi, Arap ulusunun birleştirilmesi mücadelesinde emperyalistlere karşı bir müttefik olabileceği düşüncesiyle sosyalizm kavramını kullanma derdindeydiler. Sosyalizmden anladıkları yeterince güçlü bir burjuvazi olmadığı için ekonomide devlet eliyle endüstrileşme ve sermaye birikimi yaratılması ve küçük ve orta sınıfların çıkarlarının korunmasıydı. Yani devlet kapitalizminin özgün bir biçimiydi. Esas olarak şehirli, eğitim almış küçük ve orta burjuvazinin sesi ve örgütü durumundaydılar. Bu kesimler içinde hızla geliştiler. Programları işçi sınıfı ve emekçi halkın toplumsal kurtuluşunu sağlanması, Kürt ulusunun ve çeşitli Arap devletlerindeki diğer ulusal toplulukların ulusal demokratik haklarının tanıması, din ve vicdan özgürlüğü ve diğer demokratik haklar bağlamında ciddi hiç bir hedefe sahip değildi. Elitist küçük-burjuva milliyetçileri olarak Arap ulusunun kurtarıcılığına soyunmuşlardı.
       II. Emperyalist Paylaşım Savaşının ardından yeni Arap devletleri "bağımsız" olarak kurulmaya başladığında, BAAS'cılar küçük burjuva, eğitimli, şehirli kitle tabanları sayesinde bu devletlerin içinde hızla gizli ya da açık biçimde örgütlenmeye ve güçlerini büyütmeye başladılar. Ordu ve bürokraside taban kurumlarının önemli bir bölümü kısa sürede BAAS'cıların eline geçti. 1950'lerin sonlarına gelindiğinde, BAAS'cılar Suriye, Lübnan ve Irak'da orduların bütün kademelerinde belirleyici güç haline gelmişlerdi. Ve kent küçük ve orta burjuvazisinin büyük ölçüde desteğini sağlamışlardı. Yine aynı dönemlerde, büyük burjuvaların ve feodallerin ortak yönetimi olarak biçimlenmiş olan krallık veya cumhuriyet biçimindeki rejimler hızla yozlaşmış, İsrail karşısındaki yenilgileri ve boyun eğişleri, ekonomik zorluklar, Arap ulusunun parçalanmışlığı karşısındaki tavırsızlıkları nedeniyle geniş halk kitlelerinin desteğinden tümüyle yoksun durumdaydılar. Fakat emekçi kesimlerde yükselen tepkilere devrimci temelde yön verecek komünist hareket ise zayıf durumdaydı. İşte BAAS'çılar, artık yönetme yeteneklerini ve prestijlerini tümüyle kaybetmiş bu rejimleri devirmek ve iktidarı ele geçirmek için bu nesnel durumun yarattığı boşluğu büyük bir beceri ile kullandılar. Ordu içinde yarattıkları büyük örgütlenmeleri kullanarak 1950 sonlarından itibaren bu ülkelerdeki yönetimlere darbeler yoluyla el koydular.

       III- BAAS'cılığın İktidarlaşması
       Suriye ve Irak gibi Arap coğrafyasının en önemli/etkili iki ülkesinde yönetim BAAS'cılara geçti. Mısır'da ise BAAS'cılarla hemen hemen aynı perspektife sahip olan Nasır bir askeri darbe yoluyla 1950'lerde iktidarı ele geçirmişti. BAAS'cılar, feodal/burjuva karması rejimlerin yönetme gücünü yitirdiği, işçi sınıfı, emekçiler ve tüm ezilenlerin ise iktidarı alacak gücünün olmadığı koşullarda tüm toplumsal sınıflar arasında sözde bir uzlaşma zemini olarak programlarını dayatarak, yeni diktatörlükler kurdular. Türkiye'de 1923'den itibaren oldukça tanıdık olduğumuz Kemalistlerin de kullandığı "sınıfsız, imtiyazsız" bir millet ve halk söylemi bu kez BAAS'cıların dilindeydi. Devrimci sosyalist literatürdeki Bonapartist diktatörlük tanımlaması BAAS'ın kurduğu yeni devletlere, yeni rejimlere adeta tıpa tıp uyuyordu.
       BAAS'cılar hızla ekonomide devlet eliyle endüstrileşme, çabası içine girdiler. Bu yoldan bir yandan da eski burjuva sınıfla işbirliği içinde büyük burjuvazinin geliştirilmesi yoluna girdiler.
       Büyük Arap devletini yaratmak, Arap uluslaşmasını yeniden birleşik bir yapıya kavuşturmak için diğer emperyalist işbirlikçisi devletleri (Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri, Ürdün, vb.) derhal basınç altına aldılar. Mısır'da Nasır rejimi Süveyş kanalını ulusallaştırdı. Bu hamlesine savaşla karşılık veren bölgenin eski hakimleri/sömürgecileri İngiltere ve Fransa ile savaşı göze aldılar. Tunus ve Cezayir'deki ulusal kurtuluş mücadelelerine destek sağladılar. Bir adım daha giderek Mısır ve Suriye devletlerini birleştirdiler. Bu adım 1958'den 61'e kadar 3 yıl gibi kısa sayılabilecek bir zaman sürmesine karşın, Arap birliği rüyasının ilk somut adımı oldu. Böylece Nasırcılar ve BAAS'cılar bütün Arap ülkelerinde geniş halk yığınları içinde, özellikle 1960'lı yıllarda büyük bir prestij sağladılar. Bu öylesi bir atmosferdi ki, tüm Arap ülkelerinde halk yığınlarında kısa süre içinde birleşik Arap ulusunun ve devletinin oluşacağı, Arap coğrafyasının sahip olduğu büyük petrol zenginliğinin, başlatılan sanayileşme girişimleriyle birleşerek Arap halklarına büyük bir zenginleşme sağlayacağı kanısı güçlü biçimde oluştu.
       Dış politikada Arap uluslaşmasının parçalanmasının nedeni ve engeli olarak gördükleri, İsrail destekçisi batılı emperyalistlerle aralarına mesafe koyarak, 1945 sonrası oluşan iki kutuplu dünyanın diğer kutbuna yöneldiler. Reel sosyalist ülkelerle ilişkilerini geliştirdiler. Böylece, hem batılı emperyalist güçler karşısında bir koruma kalkanına kavuşmuş oluyorlardı, hem de Arap devletlerinin birleştirilmesi için gerekli mali, askeri, diplomatik ve uluslararası desteği sağlamış oluyorlardı. Bu yoldan hem batılı güçlere, hem yıkılıp büyük Arap devletleşmesinin bir parçası haline gelmesi gerektiğini düşündükleri başta Suudi Arabistan olmak üzere kukla Arap devletlerine karşı, hem de İsrail'e karşı savaşma, bunları basınç altına alma imkanına kavuşmuş oluyorlardı.
       İç siyaset alanında ise zaten kırıntı düzeyindeki tüm demokratik haklar hem Nasırcılar, hem de BAAS'cılar tarafından tasfiye edildi. Baskıcı, hiç bir demokratik girişime izin vermeyen, burjuva demokratik geleneğin zaten ya hiç olmadığı, ya da çok zayıf olduğu Arap coğrafyasındaki BAAS dışındaki neredeyse tek parti olan Komünist Partiler tümüyle yasadışı ya da en fazlasından yarı-yasal konumdaydı. Ve başta SSCB olmak üzere reel sosyalist ülkelerle sürdürülen ittifak ilişkilerine rağmen, KP'ler sık sık ağır baskılarla, tutuklamalarla, işkence ve infazlarla darbeleniyordu. Bu partilere bırakılan yegane politik alan BAAS'ın politikalarına yedeklenmekti. Bırakalım sınıf sendikalarını, bağımsız hiç bir sendikaya izin verilmedi. İnsan hakları, en basit demokratik haklar bile lüks haline getirildi. Küçük burjuva diktatörlükleri olarak kurulan Nasırcı ve BAAS'cı rejimler diğer tüm sınıfların kesin biçimde kendi "büyük" hedeflerine bağlanmasını esas alıyorlardı.
       BAAS'cıların gelişme süreci 1970'lere gelindiğinde yani on yıllık kısa bir sürede tersine döndü.
       İsrail'le yapılan 1967 savaşında öncülüğü yapan Suriye ve Irak gibi BAAS'ın ve Mısır gibi Nasırcılığın egemen olduğu üç ülke ve peşlerindeki diğer ülkeler kısa sürede ağır bir yenilgiye uğradı.
       Mısır ile Suriye'nin birliği ile oluşan ve büyük Arap uluslaşmasının ve devletleşmesinin öncü çekirdeği olarak görülen Birleşik Arap Cumhuriyeti ise zaten 1961'de parçalandı. Herkes deyim yerindeyse kendi çöplüğüne döndü. Küçük-burjuva rekabet ve ekonomik olarak palazlanma, statükoların sağlamlaşması, devlet olanaklarının yağmalanması temelindeki yozlaşma ortak devlet yapılanmasını hedefini giderek geri plana düşürdü. Irak ve Suriye'de 1960'lı yıllardan itibaren BAAS'cı rejimler egemen olmasına karşın birleşik devlet bu ülkelerdeki BAAS'çı klikler arasındaki rekabet nedeniyle mümkün olmadı. Asgari demokratik ve halkçı özelliklere bile sahip olmayan bu rejimlerin böylesi büyük bir hedefi gerçekleştirmeleri de beklenemezdi. Ele geçirilen güç kısa sürede esas olarak bu kliklerin siyasi, ekonomik ve diğer açılardan palazlanmasının bir aracına dönüştürüldü.
       Bağımsızlığını kazanan Cezayir ve Tunus'un, Libya'da iktidarı ele geçiren Kaddafi yönetiminin bu birliğe yanaşmaması BAAS öncülüğünde bir Arap birliğini hayal haline getirdi.
       Arap birliğinin sağlanması, parçalanmanın aşılarak sağlam temellere dayanan bir uluslaşma ancak tam ve kesin bir demokratik ulusal harekete dayanarak gelişebilir/di. Bunun motor gücü ise ancak başta işçi sınıfı olmak üzere tüm Arap emekçi sınıflarına dayanarak, feodalizmin ve işbirlikçi burjuvazilerin tasfiyesini hedefleyen bir halk hareketi ile mümkün olabilirdi. Bu aynı zamanda kurulmuş bulunan ucube Arap devletlerinin sınırları içinde bulunan Kürt, Yahudi, Ermeni ve diğer ulusal toplulukların tüm ulusal demokratik haklarının tanınmasıyla, tüm dinsel ve mezhepsel inançlara tam bir özgürlük tanınmasıyla mümkün olabilir/di. Ancak küçük ve orta burjuvazinin milliyetçiliğine dayanan, baskıcı diktatörlükler olarak biçimlenen BAAS yönetimleri bunun tam tersini yaptılar ve sonuç tam bir hüsran oldu.
       Sürecin tersine dönmesiyle birlikte BAAS yönetimleri tam bir cadı kazanına döndü. İktidarı ele geçirmek isteyen kliklerin günlük olarak birbirlerine karşı düzenledikleri komplo ve darbeler o denli arttı ki, artık "sabah erken kalkanın iktidarı aldığı ülkeler" biçimindeki alaylara konu oldular.
       BAAS ve Nasır rejimlerinin tablosu, 1970'lerin ilk yarısında nispeten istikrarlı hale geldi. Cemal Abdülnasır Mısır'da iktidardan düştükten sonra, Enver Sedat'la Mısır'daki rejim nispeten istikrarlı hale geldi. Suriye'de Hafız Esad, Irak'da ise Saddam Hüseyin darbeler yoluyla iktidarı alıp, vahşi katliamlarla rakiplerini tasfiye ederek durumlarını istikrarlı hale getirdiler.
       Bu süreç gelişirken BAAS'çı rejimler eski konumlarını yakalamak için 1973'de belki de son hamlelerini yaparak İsrail'e saldırdılar. Savaşın başında İsrail ciddi ölçüde geriletildi. Ancak İsrail de geride kalan yıllarda boş durmamış ve emperyalist ülkelerin yardımıyla nükleer bombalar üretmişti. Ve gerilediği noktada bu bombaları kullanacağı tehditiyle (bu nokta hiç bir zaman açıkça kamuoyu önünde tartışılmadı, fakat gayrı resmi düzeyde bunlar hep açıklandı ve tartışıldı) BAAS'çıların öncülük yaptığı Arap ordularını durdurdu.

       IV- BAAS'çılıkta Dönüşüm: Küçük ve Orta Burjuvazinin Sözcülüğünden
       Büyük Burjuvazinin Partisi Konumuna Geliş...

       Böylece BAAS'çıların son hamlesi de boşa çıkarken, tüm hayalleri de savaş meydanında kaldı.
       Bu, BAAS'çıların ve Nasırcıların özellikle Irak ve Mısır'da tüm politikaları açısından bir dönüm noktasını oluşturdu. Kendilerinin öncülüğünde İsrail'in yenilemeyeceği ve Arap birliğinin sağlanamayacağı açığa çıkmıştı. Mısır'da geleneksel orta sınıflar içinde islamcı muhalefet (Müslüman Kardeşler örgütü) gelişirken, Irak'da iktidardan dışlanmış Şii Araplar arasında (Irak'daki BAAS rejimi nüfusun azınlığını oluşturan sunni Araplara dayanıyordu ve şiiler yönetimden ve ekonomik olanaklardan önemli ölçüde dışlanmıştı) ve sömürge Kürdistan'da komünist hareket gelişmekteydi. Ayrıca Kürt ulusal hareketi büyük bir güç kazanmış ve otonomi düzeyinde haklar elde edecek konuma gelmişti.
       Ve BAAS'çılar bütün bu dönem içinde iktidar konumunu kullanarak büyük burjuvalar haline gelmişlerdi. Ülkelerinin sahip olduğu zenginlikler bir yandan yönetici klikler tarafından gaspedilirken, diğer yandan kendi çevrelerini büyük burjuvalar haline getirecek tarzda yağmalanmaktaydı.
       BAAS eliti, iktidarı ele geçirdikleri dönemlerin başlarından itibaren hızla idealist küçük burjuvalar olmaktan çıkmaya başlamışlardı. 1970'lerin ortalarına gelindiğinde, başlangıçta ortaya koydukları hayallerinin suya düşmesiyle birlikte, hızla statükoyu korumak, zenginleşmelerine hız katmak, gelişen muhalefeti bastırmak, bükemedikleri emperyalist elleri öpmek için harekete geçmiş durumdaydılar.

       Mısır
       Mısır'daki Nasır sonrası yönetici kesim bu noktada en hızlı ve net davrananlar oldular. Mısır'ın Nasır geleneğinden gelen elitleri daha o süreçte artık küçük ve orta burjuvazinin sözcüleri olmaktan çıkmış, iktidarın konumunu kullanarak büyük burjuvalara dönüşme yoluna girmişlerdi. Artık sınıf konumlarına uygun bir politik eksen kurma çabası zorunlu hale geliyordu. Enver Sedat 1973 İsrail savaşının hemen ardından ABD emperyalizmine yanaştı. İsrail ile "barış" daha doğrusu tam bir teslimiyet anlaşması için harekete geçti. Bu sürecin sonunda 1977'de Mısır'ın artık açıkça batılı emperyalist güçlere ve siyonist İsrail'e teslim olduğunu ilan eden Camp David anlaşması imzalandı. ABD ve AB ülkeleri askeri ve ekonomik yardım adı altında Mısır yönetici kliğini adeta rüşvete boğdu. Başta Sovyetler Birliği olmak üzere reel sosyalist ülkelerin askeri ve teknik danışmaları ülkeden kovuldu. İslamcı ve diğer muhalefet ağır baskı tebdirleriyle darbelendi. Bu başlangıçta Mısır'ın tüm Arap dünyasında tam tecritine yol açtı. Bu ülkeler ve halkları nezdindeki prestijini deyim yerindeyse sıfırladı. Ancak Mısır, bunun geçici bir durum olduğunu, ABD kuklası Suudi Arabistan ve diğer ülkelerin bir süre sonra bu tecriti deleceklerini ve onların da daha örtük biçimde İsrail'le anlaşma içinde olduklarını biliyordu. Artık emperyalist kamp içinde konumlanmış olmakla kendi durumlarını az-çok istikrarlı hale getirdiklerini düşünüyorlardı. Ancak sınıf çıkarlarını korumak için böylesi radikal sayılabilecek bir şerit değişimine girmek zorunda kalmışlardı. BAAS'çıların kurduğu baskı rejimi artık bonapartist değil, olsa olsa faşist olarak nitelendirilebilirdi. Müslüman Kardeşlerin ve sol hareketlerin tasfiyesinin yarattığı boşluk bu süreçte hızla radikal islamcı güçlerin her yerde boy vermesini sağladı. Geniş emekçi yığınlardaki rejime karşı büyük tepki bu boşluk ortamında silahlı islamcı hareketlere desteğe yöneldi. Çatışmalar hızla yaygınlaştı ve Mısır'daki işbirlikçiliğin mimarı Enver Sedat 1980 başlarında islamcılar tarafından öldürüldü. Mısır bu çatışmalar, çelişki alanları minvalinde kırıla döküle, faşist diktatörlüğün daha da koyulaştığı zemininde yoluna devam etti.

       Irak
       BAAS'cılığın büyük kalesi Irak ise daha zikzaklı bir yol izledi. Mısır'ın izlediği yolu izlemelerinin önünde ciddi engeller vardı. Her şeyden önce, rejimin ülkedeki Arapların çoğunluğunu oluşturan şiiler arasında ciddi bir desteği yoktu, Kürdistan'da sömürgeci bir rejim sürdürüyordu ve Kürtlerden işbirlikçi bir avuç "caş" (Kürtler Irak BAAS rejimini destekleyen işbirlikçilere bu ismi takmışlardı; yani Arapça "eşek") dışında desteği yoktu. Azınlık durumundaki Sunni Araplara ve kısmen küçük bir azınlık olan Hıristiyanlara dayanıyordu. Ülkenin Arap halkı içindeki neredeyse tek meşruiyet kaynağı güdük Arap milliyetçiliği idi. Mısır gibi bunu da terk ederek ABD-İsrail eksenine kayması bu sorunlu meşruiyet zeminini de ortadan kaldırması demekti. Bu durumda, kısa sürede tasfiye olması kaçınılmazdı.
       Bu nedenle, bir yandan Arap milliyetçiliği ve klasik BAAS söylemlerini kullanmayı sürdürürken, diğer yandan pratikte mevcut statükoları kabullendiğini gösteren bir yol izledi. ABD ve AB ile ilişkilerini düzeltmeye yöneldi. Öte yandan, Filistin hareketiyle ilişkilerini giderek zayıflatmasına rağmen hiç koparmadı. Reel sosyalist ülkelerle arasındaki pragmatik ilişkileri de az ya da çok sürdürdü.
       Irak'ın BAAS elitleri büyük Arap birliği hedefi yerine bir yandan ülkenin büyük petrol kaynaklarını kullanarak palazlanma yolunda dolu dizgin ilerleyerek Mısır'daki gibi büyük burjuvalar haline geldiler. Diğer yandan, BAAS'çılar Güney Kürdistan'daki sömürgeci rejimi vahşi katliamlar yoluyla sağlamlaştırmaya giriştiler. Kürt ulusal hareketini ve özellikle Şii Arap halk içinde büyük gelişme göstermiş Sovyet çizgisindeki Komünist Parti'yi vahşi katliamlarla yok etmeye girişti. Komünist Parti, Arap bölgelerinde neredeyse tümüyle silindi. Binlerce kadrosu öldürüldü, kaybedildi. Binlerce üye ve kadrosu ağır işkencelerin ardından hapishanelere dolduruldu. Böylece Irak sosyalist hareketinin bir kuşağı neredeyse tümüyle yok edildi. Kurtulabilenler Kürdistan'daki (Güney Kürdistan'a) ulusal harekete sığınarak zayıf güçler olarak varlıklarını sürdürmeye çalıştılar. Kürdistan'daki fiili otonomi kısa sürede tasfiye edildi. Kürt ulusuna karşı büyük katliamlara girişildi. BAAS'ın küçük-orta burjuva zemini kendi içinde büyük burjuvaziyi yaratarak BAAS'ı büyük burjuvazinin ve feodal güçlerin partisi haline getirirken, bu sınıfsal zemin değişimine bağlı olarak bonapartist diktatörlük faşist bir devlete, diktatörlüğe dönüştü.
       Irak'taki Saddam önderliğindeki diktatörlük İran Devrimiyle kendisi için yeni bir büyüme alanı açıldığını düşünerek, ABD ile İran arasındaki çelişkileri, Sovyetler ve ABD'nin bölge hesapları arasındaki mücadelenin yarattığı çatlakların oluşturduğu zeminleri de kullanmayı esas alan yeni bir büyüme stratejisi de geliştirdi. Bölgesel gücünü büyütmek için çeşitli tarihsel anlaşmazlıkları vb. de kullanarak komşu küçük Arap devletlerini (Kuveyt, BAE, vb.) yutmayı ve küçük bir Arap ulusal topluluğunun bulunduğu İran'dan (İran'ın Irak'a sınır olan Kuzistan bölgesinde nüfusun ağırlığı Araptır.) parçalar koparmayı hedefleyen yeni bir stratejiyi de devreye soktu. İran'ın Arap eyaleti Kuzistan'ı işgal etmek için 1980 başlarında İran'a saldırdı. ABD'yle ilişkilerini eskiye nazaran çok ileri bir noktaya taşıdı ve İran karşısında desteğini aldı. 8 yıldan fazla süren ve milyonlarca insanın ölümüne neden olan bu savaşta yenildi. Güney Kürdistan'da kimyasal silahları kullanarak Halepçe katliamının da bir parçası olduğu Enfal katliamını gerçekleştirdi. Bu katliamda yaklaşık 200 bine yakın Kürt toplu biçimde öldürüldü. Komünist hareketin silindiği Şii bölgelerinde oluşan siyasi boşlukta gelişen İran yanlısı dinci hareketi bastırmak için korkunç katliamlar gerçekleştirdi.
       İran savaşında yenilgisinin ardından orada durmadı. Duramazdı da... Prestijini bir zaferle onarması kendisine yeni alanlar açması gerekiyordu. Yüzünü hemen güneyindeki Kuveyt ve BAE gibi yutulması kolay askeri olarak zayıf küçük devletlere döndü. Güney Kürdistan'da, İran'da, Irak'ın güneyindeki şiilere yaptığı barbarlıklara göz yumulmasından aldığı güçle emperyalistlerin kurduğu basit bir tuzağa düşerek saldırganlığını Kuveyt'e yöneltti. Kuveyt'i işgal etmek istiyordu ve bunun için o dönemde ilişkilerini iyice geliştirdiği ABD'nin onayını alması zorunluydu. ABD büyükelçisinin kimi sözlerini bu işgale onay olarak gördü ve Kuveyt'i 1990'da adeta bir oldu bittiye getirerek birkaç gün içinde işgal etti.
       ABD ve AB emperyalistlerinin hesabı ise başkaydı. İran savaşı sırasında Irak desteklenerek İran Devriminin hızla Ortadoğu'ya yayılmasının önü kesilmek istenmişti. Bu amaçla Irak'a büyük miktarda silah verilmiş, katliamlarına göz yumulmuştu. Yenilgiye uğramasına rağmen, İran'ın hızlı yayılmasını engelleyen Saddam'ın elindeki büyük askeri güçle boş durmayacağının farkındaydılar. Saddam güvenilir bir müttefik değil, sadece kısa süreli bir yol arkadaşıydı. Ve yol arkadaşlığı İran savaşının bitişiyle birlikte bitmişti. Şimdi Saddam'ın gücünün budanması gerekiyordu. Kuveyt'i ve diğer küçük körfez ülkelerini ele geçirecek bir Irak'ın çok büyük ekonomik kaynaklara kavuşması ve emperyalist sistem içindeki rolünü büyütmesi kaçınılmazdı. Bu ise petrol kaynakları üzerinde kesin hakimiyet isteyen ABD için en son istenecek şeydi. Öyleyse Saddam'a işgal için yol veriliyormuş gibi görünüp, onun işgal yolunda adımlar atmasını sağlamanın, ardından da perişan etmenin zamanı gelmişti. I. Körfez Savaşı olarak bilinen savaşta ABD ve koalisyon güçleri tarafından tam anlamıyla perişan edildi. Kolu kanadı kırıldı.
       Saddam'ın I. Körfez Savaşı sonrasındaki macerası, Irak'ın işgali ve yeni bir işbirlikçi devletin yakın dönemdeki kuruluş süreci biliniyor. Böylece Mısır'da Nasırcılığın son izlerinin de silinmesinden 20 yılı aşkın bir süre sonra, Irak BAAS'çılığı da farklı mecralardan geçerek kendi kendini tüketti ve ardından kılıç darbeleriyle yok edildi.

       BAAS'çılığın Son Halkası Suriye

       I- 1970'lerden 1990'lara Suriye BAAS Rejimi
       Suriye, Arapların, Kürtlerin ve daha az olmak üzere Ermeni, Çerkez, Durzi, Asuri vb. halkların yaşadığı bir ülke. Kürtler Güneybatı Kürdistan'da, yani Suriye devletinin bütünü açısından bakıldığında ülkenin Kuzeyinde yaşıyorlar. Başkent Şam ve ülkenin ikinci büyük kenti ve ticaret merkezi olan Halep'te de büyükçe bir Kürt nüfus yaşıyor. Nüfusun yüzde 12-15 civarı Aleviliğin Arap halkı içindeki özgün bir biçimlenişi olan Nusayrilerden, yüzde 10-15'i Hıristiyan ve geri kalanı Sunni Arap halktan oluşan bir ülke. 1920'lerden sonraki Fransız sömürgeciliği döneminde Suriye coğrafyasının bir parçası olan Lübnan, Suriye'den koparılarak ayrı bir devlet haline getirildi. Yine Antakya ise TC tarafından yutuldu. Bu sorunlar da günümüze değin gelen bir çok çatışmanın ve hesapların konusu... Kısacası ulusal ve dinsel/mezhepsel yapısı oldukça karışık ve öteden beri çatışmalı bir ülke. Petrol ve doğal gaz gibi yeraltı zenginlikleri açısından komşularına göre oldukça fakir bir ülke.
       1960'larda BAAS'çılar iktidarı aldıktan sonra Suriye'de, siyasal, ekonomik ve diğer tüm toplumsal süreçler BAAS hareketinin yukarıda ana hatlarıyla ortaya koyduğumuz gelişme seyri temelinde biçimlendi. 1960'ların ikinci yarısında BAAS'çıların kendi içlerinde yaşadıkları çatışmalar, komplo ve darbelerin sonucu olarak iktidarı Hafız Esad kliği ele geçirdi ve günümüze değin ülkeyi bu klik yönetti. Hafız Esad ve kliğinin çekirdeğini ülkedeki en önemli dinsel azınlık olan Nusayriler oluşturmaktaydı. (Irak BAAS partisinde ise tersine azınlıkta olan Sunniler yönetici klik içinde egemendi.) Ancak bu durum yönetimin tümüyle Nusaryilerden oluştuğu anlamına gelmiyordu. Sunni Arap BAAS'çılar da yönetimde daima ciddi bir etkinliğe sahip oldular. Fakat Esad rejimi, tıpkı Saddam rejiminin Sunnilere yaslanma yaklaşımında olduğu gibi, yönetimin çekirdeğini, ordu ve bürokrasiyi daha fazla güvendiği ve içinden geldiği Nusayrilerin ağırlığı oluşturacağı tarzda örgütledi.
       1960'lı yıllar Mısır'la yapılan Birleşik Arap Cumhuriyeti denemesi ve bu denemenin başarısızlıkla sonuçlanması, İsrail ile savaşlar vb. ile biçimlendi. 1973'de İsrail ile yapılan 6 gün savaşlarından sonra, Suriye BAAS rejimi de diğer Arap ülkeleri gibi, birleşik Arap cumhuriyeti oluşturma, İsrail'i yok etme vb. hedeflerinden (söylemde değilse bile) pratik olarak vazgeçti. Hele ki, Mısır ve diğer gerici/Amerikancı Arap devletleri bu noktada tamamen geriye çekildiğinde, zayıf Suriye'nin bu hedeflerin öncüsü ve pratik sürdürücüsü olması, küçük-orta burjuva karakterdeki Suriye rejimi açısından mümkün değildi.
       Kaldı ki, Suriye'deki BAAS'çı yönetici elit de, iktidar olmanın getirdiği nimetlerin tadına varmıştı. Yönetici elit ve çevresindeki küçük ve orta burjuva kesimler, Mısır ve Irak'da olduğu gibi, 1960'lı ve 70'li yıllarda hızla palazlanarak büyük burjuvalar haline geldiler. Halkçı nitelikte hiç bir temel ekonomik uygulama geliştirilmedi. Kırsal alandaki feodal aşiret yapısını, toprak reformu ve politik araçlarla çözmeye dönük herhangi bir ciddi girişim söz konusu olmadı. Kırsal alanda egemen olan yarı-feodal ilişkiler esas olarak feodal aşiret elitlerinin adım adım burjuvalaşması yoluyla çözüldü. Bu ise büyük yoksul ve topraksız köylü kitlelerinin kentlere akması işçi sınıfı ve lumpen proletarya saflarını doldurması ile sonuçlandı. Bir yandan BAAS yöneticileri ve BAAS'ı destekleyen küçük ve orta burjuvaların bir bölümü zenginleşip büyük burjuvalara, yarı-feodal ağalar kapitalistlere dönüşürken, bir yandan çok büyük yoksul ya da işsiz ve sisteme karşı büyük bir öfke biriktiren proleter kesimler oluştu. Daha sonraki on yıllarda da bu büyük burjuvalaşma süreci daha gelişti ve oturdu. Bütün bu nimetleri teperek büyük ve gerçekleşmesi oldukça güç olan hedeflerin peşinden giderek elde ettikleri siyasi, ekonomik ve toplumsal gücü riske edemezlerdi.
       İçeride Arap milliyetçiliği ve BAAS'çılığın tüm söylemleri geniş kitleleri denetim altında tutmak, ideolojik olarak kontrol etmek için başlıca manipülatif söylem olarak güçlü biçimde vurgulanmaya devam ediyordu. Başlangıçta büyük Arap uluslaşmasının ve birliğinin ifadesi olan Arap milliyetçiliği artık oluşmuş yeni statükoyu (ele geçirilen zenginlikleri, büyük burjuva konumunu, Nusayri azınlığının ağırlıkta olduğu siyasal kompozisyonu, vb.) korumanın, savaş halinde olduğu İsrail karşısında, başta Filistinliler olmak üzere Arap halklarının desteğini sağlamanın, Lübnan'a ve Antakya'ya dönük tarihsel kökleri de olan yeniden ele geçirme planları için ideolojik arka planı canlı tutmanın aracı haline gelmişti. Ancak, uluslararası ilişkilerde ve pratik politikanın diğer alanlarında, ellerindeki olanakları, oluşturdukları dengeleri korumak için oldukça pragmatik bir politika esas alınmaktaydı.
       Esad'ın BAAS rejimi 1990'lara kadar (aslında günümüze kadar) ağırlıklı olarak sol (KP ve diğer sol hareketler) nitelikteki iç muhalefet ve Güney Batı Kürdistan halkının ulusal talepleri karşısında ise tam bir gaddarlık içinde oldu. Tüm diğer muhalefet gibi, sol muhalefet de yasaktı. Komünist Parti'lilere ve diğer sol muhalefete işkence, öldürme, gözaltında kayıplar, yıllarca nerede olduğu bilinmeden ve yargılamadan hapishanelerde tutma, vb. uygulamalar sıradan olaylardı. Sol hareket üzerindeki vahşi baskı sadece rejimi kısmen desteklediği dönemlerde, ya da Sovyetlerle olan yoğun ilişkide problem haline geldiği dönemlerde hafifletildi. İstihbarat ve gizli polis gücü olarak görev yapan Muhaberat örgütlenmesi tüm halkın korkulu rüyası olmayı sürdürdü. Çeşitli örgütlenmelerden oluşan Kürt ulusal hareketi de bu saldırganlığı katmerli biçimde yaşadı. Kürtlere dönük sömürgeci gelenek, bir çok yönüyle Fransızlardan ve Osmanlı'dan daha vahşice sürdürüldü. Kürtlerin varlığı, tıpkı TC'de olduğu gibi tanınmadığı gibi, çoğunluğu Kuzey Kürdistan'dan 20. yüzyılın başlarında göçerek Suriye Kürdistan'ına yerleşmiş 500 bini aşkın Kürdün hiç bir vatandaşlık hakkı bulunmuyordu. Bunlara kimlik dahi verilmedi. Kürt örgütleri herhangi bir silahlı faaliyet sürdürmedikleri halde sürekli cinayetler, tutuklamalar, işkencelerle baskı altında tutuldu.
       Suriye'deki bir diğer önemli muhalefet dinamiği Mısır'da oldukça güçlü olan ve Suriye'de de örgütlü bulunan Müslüman Kardeşler örgütüydü. Geleneksel küçük ve orta burjuva dindar kesimlere dayanan bu hareket, hem ağır baskı, hem de 1950'lerden '70'lere değin Arap dünyasına BAAS'çılık yoluyla egemen olan Arap milliyetçiliği nedeniyle zayıf kaldı. Ancak 1970'lerden itibaren bir dizi faktörün etkisiyle bu tablo değişmeye başladı. Bu faktörleri şöyle sıralayabiliriz;
       Birincisi, 1970'lerin ortalarından itibaren, hem BAAS'çı rejimlerin İsrail karşısında aldıkları yenilgilerle kitleler içindeki prestijlerinin ciddi biçimde zayıflaması,
       İkincisi, BAAS'ın Arap milliyetçiliğinin bu yenilgilere bağlı olarak nesnel zeminlerinin zayıflaması ve BAAS hareketinin tamamen parçalanması,
       Üçüncüsü, bu noktalarla bağlantılı olarak Nusayri dinsel azınlığın ülkedeki kilit politik, askeri ve sosyal alanlarda belirleyici hale gelmesi, Sunni halkın bu bağlamda geri kalması, bunun kışkırttığı mezhepsel çelişkilerin büyümesi,
       Dördüncüsü, rejim elitlerinin ülke kaynaklarını kendi kişisel çıkarları ve kendilerini destekleyen küçük-orta burjuva kesimlere dağıtan ve böylece büyük burjuvalar haline gelmelerini sağlayan uygulamaları, bunlara bağlı olarak rüşvet, kayırmacılığın yozlaşmaların dizginsiz hale gelmesi ve yoksullaşmanın büyümesi,
       Beşincisi, sol muhalefetin hem doğru ve rejimden bağımsız politikalar geliştirememesi ve baskılar sonucu zayıflaması...
       Bu faktörlerin toplamının etkisiyle emperyalist güçlerden müsahama gören, emperyalistlerin kuklası Arap rejimleri tarafından ciddi biçimde desteklenen Suriye'deki Müslüman Kardeşler örgütü hızla gelişmeye başladı.
       1982'de İsrail'in Lübnan'daki Filistin güçlerine saldırısıyla başlayan ve Beyrut'a kadar dayanan İsrail işgalinde Filistin hareketinin ve bu savaşa kısmen dahil olan Suriye ordusunun yenilmesi, İsrail'e karşı savaşa tüm gücüyle katılmaya cesaret edememesi, rejimin halk nezdindeki prestijine ciddi bir darbe vurdu.
       Bu dönemde İran devriminin Ortadoğu'da yarattığı büyük dinci dalgayı da arkasına alan, yıpranmış Arap milliyetçiliğinin yerine İslam söylemini koyan Müslaman Kardeşler tüm Ortadoğu'da olduğu gibi, Suriye'de de Sunni Arap halk arasında büyük gelişme gösterdi. Bu gelişme ilk sonucunu Müslüman Kardeşlerin Suriye'nin iki önemli kenti olan Hama ve Humus'daki 1984'deki ayaklanmalarıyla sonuçlandı. Kenti ele geçiren dinci örgütler, ancak BAAS'çıların savaş uçakları, tanklar, topçu ateşi yağmuru vb. gibi tüm silahları kullanarak gerçekleştirdikleri ve sivil halktan büyük kayıplara yol açan, tam bir katliama dönüşen saldırısıyla bu kentlerden sökülebildiler. Bu tarihten sonra dinci örgütler zaman zaman çeşitli saldırılar düzenleseler de, esas olarak sessiz bir yeraltı çalışmasına geri döndüler.
       Esad rejimi iç "istikrar"ı şimdilik kaydıyla sağlamıştı.
       Dış ilişkiler bağlamında, Esad rejimi 1980'ler boyunca Sovyetlerle daha önceden kurduğu sıkı ilişkileri sürdürdü. Burada akla gelen ilk soru, Esad rejiminin neden Mısır'ın ya da Irak'ın izlediği yolu izleyerek Batılı emperyalistlerle ve İsrail'le ilişkilerini düzelterek, bu cepheye dahil olmadığıdır. Bu sorunun yanıtı Suriye'nin jeopolitiği ve iç dengelerinde saklıdır. İsrail karşıtlığı, İsrail'e karşı Arap halklarının direnen gücü görüntüsü ve Arap milliyetçiliğinin öncüsü olma iddiası Esad'ın BAAS rejimi için ülke içindeki başlıca birleştirici çimentosuydu. Bu faktörler Esad rejminin Mısır gibi tümden Batılı emperyalistlere iltihak etmesine ya da Irak'daki Saddam rejiminin yaptığı gibi Batıyla Sovyetler arasında bir denge oluşturmasına olanak vermiyordu. İsrail'i tanıması ve barış anlaşması yapması kesin biçimde az da olsa toprak kaybına uğraması, ülkedeki ve Lübnan'daki tüm Filistinlileri karşısına alması, Lübnan'daki ittifaklarının ve hesaplarının sona ermesi ve dolayısıyla İsrail karşıtlığı ve Arap milliyetçiliği temeline dayanan tüm ideolojik söylemlerinin sıfırlanması anlamına geliyordu.
       Ülke içindeki İslamcı hareketin, Kürt ulusal hareketinin ve sol hareketin gelişmesini engelleyebilmek, ülke içindeki sayıları neredeyse bir milyona yaklaşan Filistinli göçmeni kendine yedekleyerek sistemi güçlendirmek, dinsel, mezhepsel çatışmalarla paramparça durumdaki Lübnan'da bütün kesimler üzerindeki ağırlığını koruyabilmek ve mezhep çatışmalarının Suriye'ye sıçramasını engellemek için içi boşalmış olsa da Arap milliyetçiliği söylemini ve İsrail karşıtlığını devam ettirmek zorundaydı.
       Aksi bir tutum, ülke içinde esas olarak Nusayrilere ve kısmen Sunni BAAS'çılara dayanan zayıf toplumsal temelinin daha zayıflaması ve yönetimin hızla çözülmesi anlamına geliyordu. Suriye, Mısır kadar güçlü ve mezhepsel açıdan onun kadar homojen değildi. Kaldı ki, Mısır bile daha güçlü olmasına rağmen, yaptığı kulvar değişikliğinin bedelini Enver Sedat'ın öldürülmesi dahil iç savaş noktasına gelen çatışmalarla ödemek zorunda kaldı. Suriye'nin ise bu bedeli ödeyecek ne gücü, ne niyeti bulunuyordu.
       Dolayısıyla Suriye İsrail karşıtlığı politikasını ve bunun doğal sonucu olarak ABD emperyalizmi ile gerilimli politikalarını sürdürmeye devam etti. Uluslararası alanda başlıca ittifakı yine Sovyetler Birliği'ydi. 1980'lerde Sovyetlere, Humeyni'nin İran'ı da eklendi. Humeyni'nin İran'da kurduğu vahşi molla rejiminin fanatik dinci yapısı ve Şii İslamı tüm Ortadoğu'ya yayma hedefi olmasına rağmen, Suriye'deki Arap milliyetçiliğine ve güdük, tepeden inmeci laikliğe dayanan rejimle girdiği sıkı ittifak ilişkileri şaşırtıcı gelse de, aslında burjuva politikacılığının tipik pragmatizmine dayanıyordu.
       İran Devrimi, İran'ı ABD ekseninden koparıp almıştı. Molla rejimi kesin bir Amerikan ve İsrail karşıtlığını dış politikasının ekseni yapmıştı. İkincisi, İran, 1980'lerin başında Irak'la savaşa girmişti ve Suriye'deki BAAS rejimi ile Irak'daki BAAS rejimi daha baştan itibaren sorunlu olmalarına rağmen, 1970'lerden itibaren tamamen düşmanlaşmışlardı. Kısacası, Suriye ve İran ortak dış düşmanlara sahiptiler. Üçüncü olarak, Suriye yöntimine egemen olan Nusayrilerle, İran Şiiliği arasında mezhepsel açıdan Ali'cilik bağlamında bir yakınlık da söz konusuydu. Dördüncü olarak, dinsel, mezhepsel ayrımlar temelinde bölünmüş olan Lübnan'da en büyük toplumsal grubu Şiiler oluşturuyordu. Lübnanlı Şiiler içindeki en büyük örgüt olan Emel, Esad rejiminin sıkı bir müttefikiydi. İran Devriminin ardından, İran'ın desteğiyle Lübnanlı Şiiler arasında hızla gelişerek en büyük güç haline gelen Hizbullah örgütü de Suriye rejimi ile ittifak halindeydi.
       Böylece İran'ın dinci söylemiyle, Suriye BAAS rejiminin Arap milliyetçiliği söylemi birbirini itmesine rağmen, yukarıdaki faktörlerin etkisiyle, pragmatik yaklaşımlar zemininde İran ve Suriye hızla yakınlaştı. Suriye, Sovyetler Birliği'nin yanı sıra, bölgede yeni ve büyük bir müttefike kavuşmuş oldu. İsrail, ABD ve diğer işbirlikçileri karşısında, Suriye, bölgede İran, Filistinliler, Lübnan'daki ittifaklar ve Arap ülkelerindeki Şiiler ve Sovyetlerin desteği temelinde yeni bir ittifak ekseni oluşturma zeminine kavuştu. Ayrıca Libya ve Yemen gibi ABD ve İsrail karşıtı başkaca müttefikleri de vardı.
       Esad rejimi açısından, bu ilişkiler ağı tüm gerilimli, karşıtlıklarla dolu yapısına rağmen, İsrail ve ABD eksenine geçiş durumunda hem ülke içinde, hem bölge de kendisine yönelecek ve iktidarının sonunu getirebilecek bir maceraya girmek yerine, daha tercih edilebilir, bölgedeki halklar nezdinde daha prestijli bir seçenekti.
       Dış ilişkiler bağlamında Suriye rejiminin duruşu genel hatlarıyla yukarıda ifade ettiğimiz tarzda biçimlenmesine karşın, aslında bu noktada belirleyici ideolojik ve politik argüman olarak kullanılan Arap milliyetçiliği, İsrail karşıtlığı, 1973 savaşından sonra, özellikle de 1982'de İsrail'in Lübnan işgalinin ardından pratikte kof ve yozlaşmış bir içeriğe sahip oldu. Yine yukarıda belirttiğimiz gibi, bu söylemler pratikte, esas olarak rejimi iç ve dış cephede istikrarlı tutabilmenin, dengeleri koruyabilmenin araçlarına dönüştü. Bunun en belirgin ifadesi, 1982'den itibaren İsrail, ABD ve bölgedeki gerici güçlerle girilen ilişkilerde görülebilir.
       Suriye yönetimi, 1982'den sonra İsrail'e yönelik hiç bir doğrudan askeri aktivite içinde olmadı. 1982'deki Lübnan savaşına da İsrail kendisine saldırdığı ve Lübnan'daki etkisini tümüyle kaybetmemek için deyim yerindeyse zoraki olarak katılmak zorunda kalmıştı. Daha sonraki yıllarda İsrail'in yaptığı kimi ciddi hava saldırılarına (ki İsrail bu yolla Suriye'nin kimi stratejik askeri ve diğer bölgelerini imha etti) hiç bir karşılık vermedi. Filistinlilerin 1960 ve '70'li yıllarda Lübnan üzerinden İsrail'e dönük gerçekleştirdiği eylemlerin, 1982 savaşından sonra devam etmesini engelledi. Böylece Filistinli örgütlerin hareket ve eylem alanını daralttı. Filistinli örgütleri denetim altına almak için, kendi kurduğu Filistin örgütünü (El Saika örgütü) diğerlerinin üzerine saldırtarak Filistinliler arasında büyük çatışmalara ve kayıplara neden oldu. Son 30 yılda kendi toprakları üzerinden İsrail'e dönük ne Filistinlilerin, ne de başka bir gücün tek bir eylem yapmasına izin vermedi. Kendi sınırını ve Filistinlilerin eylem yapmasını engellemek bağlamında Lübnan sınırını İsrail için en güvenli sınırlar haline getirdi. Filistinli hareketlerin 1982 sonrasında gerek Lübnan'da, gerekse Suriye'de yeniden yerleşmelerini pratikte onları kontrol etmenin, İsrail'le dönük eylemler yaparak yeni sorunlar yaratmalarını engellemenin aracına dönüştürdü. (Lübnan'da esas olarak İran'a yaslanan Hizbullah'ın İsrail'e dönük eylemleri konusunda yapacağı bir şey yoktu. Ayrıca İsrail bu saldırıların faturasını Suriye yerine Hizbullah ve İran'a çıkardığı için fazlaca bir sorun da görünmüyordu.) Tüm Arap milliyetçisi söylemlere, İsrail karşıtlığının öncülüğü iddialarına karşın, İsrail'le zımni bir uzlaşmaya gitti. Onun fiili durumunu pratikte kabullendi. Zaten zayıf olan ABD karşıtlığı ise tümüyle uçup gitti. Lübnan'daki Filistin kamplarında üstlenen dünyanın dört bir yanından gelmiş devrimci örgütlerin önemli bir bölümü İsrail ve ABD ile ilişkilerin bu seyrine bağlı olarak Lübnan'dan çıkarıldı ya da hareket alanları önemli ölçüde daraltıldı.
       Böylece İsrail politikasında tam bir sinik savunma duruşuna geçilirken, Lübnan'a büyük bir askeri güç sokuldu ve ülke fiilen denetim altına alındı. Lübnan'daki bu konumunu korumak için iç çatışmalarda İsrail ve ABD yanlısı faşist nitelikteki Hıristiyan Falanjist hareketi zaman zaman destekledi. Gerici, faşist nitelikteki ABD ve İsrail işbirlikçisi ülkelerle ilişkilerini normalleştirdi.
       Ülkedeki kapitalist ilişkilerin derinleşmesine bağlı olarak Avrupalı emperyalistlerle de zaten varolan ekonomik ve siyasal ilişkilere hız kazandırıldı ve derinleştirildi.
       Esad rejminin tüm enerjisi rejimi korumak için İsrail'le ilişkileri çatışmasız bir eksende tutmaya, Lübnan'da güç kazanmaya ve bir fırsat oluştuğunda bu devleti tümüyle yutmaya, Antakya ile ilgili hesaplarını sessiz sedasız sürdürmeye, Filistin hareketini denetim altına almaya, bölgedeki işbirlikçilerle ilişkilerini iyileştirmeye, bütün bu hesaplarını uluslararası alanda garanti altına almak için Sovyetler ve İran'la kurduğu ittifak eksenini korumaya, büyük burjuvalaşarak kazandıkları egemen ekonomik konumu güçlendirmeye, sol hareketi, İslamcı hareketi, Kürt ulusal hareketini vb. her türden toplumsal muhalefeti ağır baskılarla hareket edemez hale getirmeye dönük uygulamlara yönelmişti. Büyük Arap uluslaşması ve Arap milliyetçiliği iddiaları ise, bütün bu uygulamaları ve rejimi meşrulaştırmak için kullanılan içi boş bir söyleme, tatsız-tuzsuz bir sosa dönüşmüştü.
       1990'a kadar bu statüko aşağı yukarı devam etti.

       II- 1990'lardan 2000'lere Suriye
       1990'da reel sosyalizmin çöküşü yeni bir dünya tablosu yaratırken, bundan en fazla etkilenen ülkelerden biri Sovyetler Birliği başta olmak üzere, reel sosyalist ülkelerle sıkı bir jeostratejik ittifak ilişkisi içinde olan Suriye oldu. Suriye rejimi bir anda en önemli uluslararası ittifakından yoksun kalmıştı. Rusya'da iktidara gelen burjuvazi Yeltsin başkanlığında hızla zayıflama ve ABD emperyalizminin yörüngesine girmeye başladı.
       İkinci önemli darbe, ABD emperyalizminin ve diğer batılı emperyalistlerin Kuveyt'i işgal eden Irak'a yönelik I. Körfez Savaşıydı. ABD emperyalizmi ve diğerleri büyük ordularla Ortadoğu'ya giriyorlardı. Bu durum Suriye rejimi açısından da tehlike çanlarının çalması anlamına geliyordu. Irak'da varolan Saddam öncülüğündeki BAAS yönetimi, Suriye ile düşmanca ilişkiler içinde olduğu için, Saddam rejiminin ABD tarafından kolunun kanadının kırılması Suriye'ye kimi avantajlar sağlamasına rağmen, ABD'nin Ortadoğu'da kalıcı biçimde büyük ordularla varlığı Suriye'nin o güne değin kurduğu statükolar için sonun yaklaşmakta olduğuna işaret ediyordu. Suriye yönetimi ABD'yi tümüyle karşısına almamak için Irak'a yönelik savaşa karşı durmadı. Tersine kısmen destekler göründü. Böylece tehlike en azından savuşturulmaya çalışıldı.
       Fakat açık olan bir şey vardı; artık dünyadaki tüm güç ilişkileri, dengeler yeniden kurulmaktaydı. Suriye yönetiminin oluşturduğu statükoların artık kalıcı olması düşünülemezdi. Sıkışma ve geriye düşüş süreci başlamıştı.
       ABD emperyalizmine tam teslimiyet temelinde yeni güç ilişkilerine dahil olma, 1970 ve '80'lere göre çok daha zor ve çok daha tehlikeli hale gelmişti. 1970 ve 80'lerde böyle bir girişim, Sovyetlerin Ortadoğu'daki en önemli müttefikinin saf değiştirmesi anlamında ABD için daha değerli ve önemli olabilirdi. 1990'ların politik ikliminde ve güç ilişkilerinde ise bunun hiç bir özel anlamı yoktu. ABD'nin karşısında özgün bir alternatif yoktu. ABD'ye yanaşmak bu anlamda, ABD için özel bir anlam taşımıyordu. Kaldı ki, böyle bir teslimiyet, 1970 ve 80'lerdeki gibi, iç toplumsal dengelerde büyük alt-üst oluşlara çok daha fazla neden olabilir, rejimin meşruiyeti çok daha kolay ve hızlı biçimde yerle bir olurdu.
       I. Körfez Savaşında ABD'nin Saddam yönetiminin kolunu kanadını kırdıktan sonra durması, Irak'ı tümden işgal etmemesi Suriye'ye de derin bir nefes aldırdı.
       ABD ve AB emperyalizmi henüz bütün Ortadoğu için büyük ve oldukça kanlı olacak işgal ve yeniden düzenleme harekatlarına hazır değillerdi. Öncelikleri çöken reel sosyalist ülkelerde kapitalist restorasyonun sağlanması, bu ülkelerin dünya emperyalist-kapitalist sistemine dahil edilmesindeydi. Sıra Ortadoğu'ya da gelecekti, ama daha şimdi değil... Bu aşamada yapılacaklar daha büyük hamleler için önlerini düzlemeye yönelik nispeten daha küçük hamlelerdi.
       Suriye yönetimi bu koşullar altında, 1990'lar boyunca özgün bir strateji geliştiremeden, daha çok gelişmelere bağlı taktik adımlarla ilerlemeye çalıştı. Dünya ve bölge ölçeğindeki gelişmelerin yönüne bağlı olarak nasıl bir strateji izleyeceğini yeni stratejik ittifaklarının kimler olacağını, kimlerle nasıl bir ilişki kurması gerektiğini tespit etmeye, iç dengelerini korumaya çalışarak yol aldı.
       Bu çabalarına rağmen, 1990'larda gerilemesi durmadı. Bu noktada, en önemli gelişmelerden biri Filistin'de farklı mecralara giren süreçti.

       Suriye Politikasında Filistin Parantezi
       Suriye'nin iç ve dış politikasının en önemli bileşenlerinden biri Filistin sorunudur. Bu nedenle Filistin sorunundaki her gelişme, mutlaka doğrudan Suriye politikasında da bir karşılığını bulmuştur. Bu noktada, 1990'lardan itibaren Filistin politik sahnesinde köklü değişimlere yol açan gelişmeleri bir parantez açarak ele almak zorunludur.
       1987'den itibaren İsrail işgali altındaki Filistin toprakları olan Gazze ve Batı Şeria'da başlayan halk ayaklaması "İntifada"nın başrolünde Suriye'nin hiç de hazetmediği islamcı Hamas hareketi bulunuyordu. Hamas esas olarak Mısır'daki Müslüman Kardeşler hareketinin çizgisindeydi. 1982'deki Lübnan savaşında Filistinli devrimci ve ulusalcı hareketlerin yenilgisinin ardından, bu hareketlerin yaşadığı dağınıklık, işgal altındaki topraklarda (Gazze ve Batı Şeria'da) örgütlülüklerinin zayıflıklığı vb. koşullardan ötürü, Hamas işgal altındaki bölgelerde hızla gelişmeye başlamıştı. Hamas'ın gelişmesine hız kazandıran iki faktör daha vardı. Birincisi, bölgedeki gerici/faşist Arap devletleri, özellikle küçük Körfez ülkeleri ve Suudi Arabistan Filistin hareketine egemen olan devrimci ve ulusalcı güçlerin etkisini kırmak, kendi yörüngelerinde bir hareketin sürece egemen olmasını sağlamak istiyorlardı. Hamas dinci siyasi ve toplumsal çizgisi ve özel bir Amerikan karşıtlığı taşımaması nedeniyle bu role oldukça uygundu. Ve daha kuruluşunun ilk aşamalarından itibaren bu ülkeler tarafından adeta paraya boğuldu. İkinci faktör, Hamas'a dönük İsrail'in tutumuydu. İsrail, gerici Arap devletleri tarafından manipüle edilmeye açık, silahlı eylemleri o aşamada savunmayan, devrimci ve ulusalcı Filistin hareketlerinin yerini alacak bir örgütlenmeye, yani Hamas'a dünden razıydı. Böylece önü açılan Hamas, yarı-feodal koşullarda yaşayan, dindar özellikleri güçlü, devrimci ve ulusalcı hareketlerin içlerindeki çalışmalarının çok sınırlı olduğu, oldukça yoksul bir yaşam sürdüren Gazze ve Batı Şeria'da elindeki büyük ekonomik olanakları ve İsrail'in gözyummasının getirdiği rahatlığı da arkasına alarak hızla örgütlenmeye başladı. 1. İntifada kendiliğinden bir halk hareketi olarak başladığında, Hamas önce tereddüt etse de, inisiyatifi kaçırmamak için bu sürece dahil oldu ve gücünü pekiştirdi. İntifadaya önderlik yapmaya çalışan devrimci ve ulusalcı hareketlerin, özellikle Yaser Arafat'ın El Fetih'inin başlangıçtaki önderliği zayıflamaya başladı.
       Arafat, I. Körfez savaşında Irak'ı destekledi ve Irak yenilince artık tümüyle köşeye sıkışmış durumdaydı. İtibarı da ciddi biçimde zedelenmişti.
       Ve Arafat bu duruma karşı hayatının en büyük kumarını oynayarak karşılık verdi; İsrail ile barış görüşmelerine başladı. İsrail ile barış konusu aslında bütün Arap ülkeleri için 1973 savaşındaki yenilgiyle birlikte, özellikle de Mısır'ın İsrail'le barış anlaşması yapmasının ardından bir tabu olmaktan çıkmıştı. Fakat Arap ülkeleri İsrail ile barış yapılacaksa, bunun belirli kriterler üzerinden (İsrail'in 1967'deki sınırlarına dönmesi, vb. gibi) ve tüm Arap ülkelerinin tek bir taraf olacağı bütüncül bir barış yapmak istiyorlardı. Bu kriterleri esas almayan ve tek tek ülkelerin/tarafların İsrail ile yapacakları bir barışın hem sorunu çözmeyeceğini, hem de diğer sorunlu ülkelerin durumunu zayıflatacağının farkındaydılar. Gerçi, Suudi Arabistan ve diğer gerici, Amerikancı Arap devletleri için bu büyük bir sorun değildi, ama yine de bu konuda Arap ülkeleri arasında özellikle Suriye'nin isteğiyle oluşmuş olan bu konsensusa dahil olmuşlardı.
       Ve Arafat, Filistin halkının meşru temsilcisi olarak görülen, İsrail ile çatışmanın asli ve merkezi unsuru durumundaki Arafat ve örgütü El-Fetih bu konsensusu bozarak İsrail'le barış görüşmelerine başlamış, ABD yönürgesine yanaşmıştı.
       Arafat oluşan yeni dünya ve bölge koşullarında kendisi için başka bir çıkış yolu göremiyordu. Her türden kirlenmeyle yozlaşmış yönetiminin prestiji zaten yerlerdeydi. Yapacağı anlaşmanın başlangıçta Arap dünyasında bir dışlanma yaratacağını, ama anlaşmayla sağlayacağı avantajlar yoluyla bu durumu zaman içinde düzelteceğini ve dünyadaki yeni dengeler içinde yer bulabileceğini, varlığını sürdürebileceğini hesap ediyordu. Oslo anlaşması olarak bilinen anlaşma 1994'de imzalandığında Filistin halkı tüm stratejik hak iddialarından pratik olarak vazgeçmiş bir konuma düştü. Filistinli göçmenlerin topraklarına dönüşü, İsrail'in tüm işgal bölgelerinden çekilmesi, işgal ettiği Lübnan ve Suriye topraklarından çekilmesi, vb. gibi tüm temel noktalar masada kaldı, bilinmeyen zamanlara ertelendi. Anlaşma emperyalistler tarafından büyük ve gürültülü kutlamalarla karşılandı. Öyle ki, anlaşmayı imzalayan Arafat ve Peres'e Nobel Barış Ödülü verildi. Arafat Gazze ve Batı Şeria'nın sadece bir bölümünde kurulması kabul edilen Filistin Yönetimi'nin yöneticisi olarak örgütünü toparlamaya girişti.
       Böylece Suriye rejiminin bölgedeki en önemli kozu olan Filistin ve Arap halklarının hamisi ve İsrail'in baş düşmanı rolünde büyük bir gedik açıldı.
       Gazze ve Batı Şeria'da inisiyatifin elinden alınmaya çalışıldığını düşünen Hamas, El Fetih'in bu hamlesine Gazze'de, Batı Şeria'da ve İsrail topraklarında büyük kayıplara yol açan intihar saldırılarıyla, büyük çatışmalarla, yeni intifadalarla karşılık verdi. Oslo anlaşmasını tanımadı. Böylece, kendisini devre dışı bırakan, kendisini muhatap almayan, varlığını hiçe sayan Oslo anlaşmasını etkisizleştirmeyi hedefledi. Suriye yönetimi ile Hamas arasındaki ilişkiler daha da sıkılaştı ve Hamas'ın merkezi Suriye oldu. Suriye mesafeli durduğu Hamas'la müttefik olmuştu. Suriye'nin El Fetih'in hamlesini dengelemeye yönelik bu çabası yine de yetersiz kaldı. Artık Filistin hareketi üzerinde bütüncül bir etkisi ciddi ölçüde zayıflamıştı.

       III - Suriye BAAS Rejimindeki Diğer Sıkışma Noktaları
       1998'e gelindiğinde Suriye yeni bir sıkışmayı Türkiye cephesinde yaşadı. Bir çok hesabın ürünü olarak PKK önderi Öcalan'ın Suriye'de kalmasına ve örgütü yönetmesine izin veren Suriye, Öcalan'ı TC'nin açık savaş tehditleri ve hazırlıkları karşısında ülkeden çıkarmak zorunda kaldı. Öcalan'ın Suriye'den çıkarılması, çöken reel sosyalist ülkelerde kapitalizmin restorasyonunda ciddi yol kaydedildiğini düşünen ve yüzünü yavaş yavaş Ortadoğu'ya çeviren, ABD emperyalizminin bölge planlarıyla yakından ilişkiliydi. PKK, Ortadoğu'da sol ve devrimci söylemleri hala savunan yegane büyük silahlı direniş örgütüydü. Dahası ABD'nin Ortadoğu planlarında ciddi bir yeri olan Kürt sorununda, Kürdistan'ın dört parçasında da örgütlü ve etkiliydi. PKK'nin zayıflatılması, önderliğinin mümkünse teslim alınması yeni Ortadoğu planlarında önemli bir noktayı oluşturuyordu. Bu aynı zamanda Suriye'nin TC karşısında elinin zayıflatılması, TC'yi Kürt sorununda rahatlatacak önemli bir adımın atılması anlamına geliyordu. (Bu noktaya, ilerde Suriye'deki Kürt hareketini ele alırken yeniden döneceğiz.)
       Bunların yanı sıra, Suriye rejimi kendi iç çatlaklarıyla da boğuşuyordu. İç ve dış çelişkilerin, açmazların artışına bağlı olarak yönetici klik içinde de çelişkiler büyüyordu. Bunun en çarpıcı göstergelerinden biri, Hafız Esad'ın kardeşi ve yönetimde oldukça güçlü olan (baskı aygıtlarının en önemli yöneticilerinden biri) Rıfat Esad'ın, ağabeyi ile iktidar savaşına tutuşup yenilmesi ve Fransa'ya sürgüne gönderilmesi oldu. Suriye'deki BAAS rejimi kendi içinde de kaynamaya başlamıştı.
       Böylece 2000'lere girildiğinde, Suriye'nin elindeki stratejik kozların çoğu elinden alınmıştı. Yalnızdı ve önemli ölçüde zayıf düşürülmüştü.

       IV- 2000'lerden Günümüze Suriye;
       Yeni Dünya Sahnesine Entegre Olma Çabaları

       2000'lere kırık dökük bir tabloyla giren ve zar zor ayakta duran Suriye rejimi, Hafız Esad'ın ölümü ve oğlu Beşar Esad'ın yönetimin başına geçişiyle birlikte toparlanma çabalarına hız verdi. Beşar Esad batıda eğitim almış, modern görünümlü, genç, dinamik, batıya açık bir profil çizen ve böylece batılı emperyalistler tarafından daha kolay kabul görecek bir yöneticiydi.
       Beşar Esad'ın asıl avantajı ise 2000'lere gelindiğinde, 1990'da reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte ortaya çıkan, ABD'nin tek hakim güç olarak göründüğü, diğer emperyalist güçlerin henüz yeni koşullara uygun stratejiler ve ilişkiler ağı öremedikleri koşulların giderek değişmesiydi. Avrupa Birliği, henüz ABD ile yollarını tümüyle ayırmış olmamasına, ABD'nin dünyayı biçimlendirme planlarına tam olarak karşı duramamasına karşın, ayrı bir küresel güç odağı olarak yavaş yavaş yeniden biçimlenmekteydi. Daha da önemlisi, Rusya'da ABD işbirlikçisi Yeltsin yönetimi devrilmiş, yerine Rusya'yı yeniden emperyalist bir güç olarak toparlamaya girişen, Avrupa ve ABD karşısında küresel bir güç olmaya iman etmiş Putin kliği yönetimi ele geçirmişti. Putin yönetimindeki Rusya, hızla eski Sovyetler Birliği'nin nüfuz alanlarında ve tabii ki Ortadoğu'da da ittifaklarını yeniden oluşturmaya, kaybettiği alanları kazanmaya girişmişti. Bunun yanı sıra, yeni bir emperyalist güç olarak Çin, 1990'lı yıllarda ekonomik alanda büyük bir sıçrama yaratmıştı. Çin 2000'li yıllara gelindiğinde çok aktif biçimde olmasa da, en önemli ticaret ortağı ABD ile tam bir karşıtlık içinde olmamaya özen göstererek, ekonomik gücünü siyasal gücü dönüştürme çabasına da girişmişti. Enerji ihtiyaçlarının küçümsenemeyecek bir bölümünü sağladığı Ortadoğu'daki statükolarda büyük değişimlerin olmasını, hele ki bu kaynakların tümüyle ABD denetimi altına girmesini kesinlikle istemiyordu. Daha da ötesi, Çin ve Rusya, İran, Kazakistan vb. ülkeleri de yanlarına alarak, Asya'dan Avrupa'ya uzanan yeni bir hegemonik blok oluşturma çabasına da girişmişlerdi.
       1945-90 arası dönemin iki kutuplu dünyasında, reel sosyalizmin yarattığı fırsatlardan yararlanarak güç kazanmış ve varlığını sürdürmüş olan Suriye rejimi için, oluşmakta olan çok kutuplu dünya yeni fırsatlar sunmaktaydı.
       ABD'nin, İsrail'in, Türkiye'nin ve bölgenin Amerikancı Arap yönetimlerinin kıskacı içinde debelenmeye başlamış bir Suriye devralan Beşar Esad, derhal oluşmakta olan yeni küresel güç dengelerini, hegemonya girişimlerinden yararlanarak, bu kıskaçtan kurtulmaya girişti.
       Hemen Rusya ve Çin ile ilişkilerini sıkılaştırdı. Bu emperyal devletlerin ekonomik, siyasi ve askeri desteğini sağladı. Bu destek geçmişteki kadar güçlü ve kararlı bir destek olmasa da (hem Rusya, hem de Çin Suriye'ye verecekleri destekle İsrail ve ABD ile olan ilişkilerini bozmak niyetinde değillerdi henüz) Suriye rejimini uluslararası ilişkiler alanında, kendisini kıskaca alan ülkeler nezdinde önemli ölçüde rahatlattı.
       AB ile ilişkilerini yeniden güçlendirmeye girişti. AB tekellerinin ülkeye girişi kolaylaştırıldı. Sorunlu öğeler temizlenmeye başlandı.
       ABD ile ilişkiler sorunlu olmasına karşın, belirgin bir yumuşama yaşandı. ABD emperyalizminin Irak'ı işgaline söylem düzeyinde karşı çıksa da özel bir zorluk yaratmadı. Dahası, 2001'de El Kaide'nin İkiz kuleler saldırısıyla birlikte, El Kaide ve diğer silahlı İslamcı örgütlere karşı savaşta ABD ile tam bir ittifak ilişkisi geliştirdi. Öyle ki, bu işbirliği ABD'nin yakaladığı El Kaidecilerin işkenceli sorgulardan geçirilmesi işinin bir bölümünü diğer Arap ülkelerinin yanı sıra, Suriye'ye de vermesi düzeyine kadar geldi. Suriye rejimi ABD'nin işkence taşeronluğuna soyundu. Çelişkili öğeler yerli yerinde durmasına karşın, böylesi farklı ve önemli konularda sıkı bir işbirliği de gelişti.
       İsrail ile ilişkilerde silahlı çatışma öğeleri en aza indirgendi. Filistin hareketinin Gazze ve Batı Şeria dışında İsrail'e karşı eylemleri neredeyse tümüyle durdu. Bunda Suriye belirleyici durumdaydı. Böylece İsrail'in kuzey sınırları (Suriye ve Lübnan) Suriye'nin etki alanı içindeki Filistinli güçler tarafından kullanılmamaya başlandı ve İsrail açısından fiili bir sınır güvenliği sağlanmış oldu. Hizbullah İran'ın uzantısı konumundaydı ve onun eylemleri Suriye-İsrail ilişkilerini sarsmasına rağmen doğrudan Suriye'ye fatura edilmiyordu. Bütün bunların ötesinde, Suriye yönetimi İsrail ile gizli barış anlaşması için gizli görüşmelere girişti. Irak yönetiminin devrildiği, Amerikancı Arap devletlerinin İsrail diye fazlaca bir sorunlarının olmadığı, Mısır'ın ve Filistinlilerin İsrail ile barış anlaşmaları yaptıkları koşullarda, tüm Arap ülkelerinin birlikte davranarak belirli kriterler temelinde İsrail'le anlaşma yapması söylemi tümüyle halkı uyutmaya dönük ve gerçekleşmesi artık imkansız bir söyleme dönüşmüştü. Bu söylem terk edilmedi, ancak el altından da görüşmeler başlatıldı. Görüşmeler İsrail'in işgal altında tuttuğu Suriye toprağı olan Golan tepelerindeki büyük su rezervlerini kendisi için stratejik önem kazanmaları nedeniyle geri vermek istememesi ve başkaca kimi sorunlar yüzünden sonuca ulaşmadı. Ancak bu minvale girmiş bir Suriye, İsrail için artık tırnakları sökülmüş bir düşmandı.
       Filistinli devrimci örgütlere ve Hamas'a verdiği destek artık İsrail karşısında belirli kozları elinde tutma tutumundan başka bir anlam ifade etmiyordu.
       Suriye yönetimi, TC ile ilişkilerini de 2005'lerden itibaren hızla iyileştirmeye girişti. PKK'nin Suriye'deki örgütlülüğü iyice basınç altına alındı. PKK'nin Suriye'deki yöneticilerinin sık aralıklarla yakalanarak TC'ye iadesi artık sıradan bir olay haline geldi. Antakya'nın Suriye'nin bir parçası olduğu iddiası artık sessizlik denizinin dibine yollanmıştı. Suriye pazarı, TC tekellerine, firmalarına boylu boyunca açıldı.        Suriye yönetimi ve büyük burjuvazisi bu zeminde zenginleşmenin yeni kapısını bulmuştu. Tayyip ile Beşar Esad arasındaki ilişkiler kişisel-aile düzeyinde de gelişti. Adeta can ciğer tabloları oluşturuldu. Suriye ve TC hükümetleri iki kez ortak bakanlar kurulu toplantısı yapacak denli bir yakınlık tablosu oluşturmaya giriştiler.
Suriye, artık tüm dünya emperyalist-kapitalist sistemine belirleyici ekonomi politikası haline gelmiş olan neoliberal politikalara geçişe de yöneldi. Böylece, kapitalist dünya ekonomisine entegre olma yoluna girdi. Bu adımlar emperyalist tekeller için de Suriye pazarının daha geniş biçimde açılması anlamına geldiğinden menmuniyetle karşılandı. 2005'lere kadar önemli ölçüde devletin elinde olan endüstriyel işletmeler özelleştirilmeye başlandı. Yoksullara yapılan yardımlar kesildi. Tüm ürünlerde fiyatlar hızla yükseldi.

       V- Toparlanmaya Çalışan Esad Rejimi İçin Büyüyen Tehlikeler
       Beşar Esad'ın BAAS rejimi bu girişimler temelinde konumunu sağlamlaştırma çabası içine girip, ciddi biçimde yol alırken, rejim açısından iki yeni büyük tehlikede ciddi biçimde somutlaşmaktaydı. Arap baharıyla birlikte üçüncü tehlike de kapıya gelip dayandı.
       Bunlardan birincisi, 2001 İkiz kuleler saldırısının ardından enerjisinin ağırlığını Ortadoğu'nun yeniden düzenlenmesine ayırmış olan ABD emperyalizminin bölge planlarını 2005'lere gelindiğinde Büyük Ortadoğu Projesi adı altında bütünlüklü bir yapıya kavuşturarak devreye sokmuş olmasıydı.
       Ve bu plan Suriye, İran, Libya gibi ABD emperyalizmi için öteden beri sorun oluşturan ülkelerin ötesinde, tüm Ortadoğu'nun yeniden dizayn edilmesi planıydı. Barikat'ın daha önceki sayılarında BOP konusu geniş biçimde ele alındığından burada kimi ana başlıklara konumuz bağlamında değinmekle yetineceğiz.
       BOP, birincisi, Fas'tan Afganistan'a değin Ortadoğu'nun (daha doğrusu onların kullandığı kavramla Genişletilmiş Ortadoğu'nun) bütün coğrafyalarının kesin biçimde ABD emperyalizminin siyasi, askeri, politik, sosyal ve tabii ki ekonomik denetimi altına sokulmasını hedefliyor.
       İkincisi, dünyaki fosil temelli enerji kaynaklarının (petrol ve doğal gaz) büyük bir bölümünün bulunduğu Ortadoğu'daki bu kaynakların ve ulaşım yollarının ABD emperyalizmi ve işbirlikçileri tarafından denetlenmesi yoluyla, başta Çin, Rusya ve AB'nin enerji kaynaklarına erişiminin ABD'nin denetimi altına girmesi ve bu yoldan onların ABD'ye karşı büyük rakipler haline gelmesi engellenmek isteniyor.
       Üçüncüsü, neredeyse 500 milyon gibi büyük ve genç bir nüfus potansiyeline sahip olan, az ya da orta gelişkinlikte kapitalist ekonomilere sahip olan bu ülkelerin ekonomilerini hiç bir engel olmadan dünya emperyalist-kapitalist pazarına bağlanmak isteniyor.
       Dördüncüsü, bu ülkelerde geleneksel küçük ve orta burjuvazi içinde gelişen ve ülkelerindeki siyasi, ekonomik olanaklardan daha büyük pay almak isteyen, bu ülkeleri yeni ve büyük bir islam devleti olarak toparlamak isteyen radikal islamcı hareketlerin kimi zaman tüm dünyayı sarsan (11 Eylül gibi) eylemleri ve giderek büyüyen etkinliklerinin önü kesilmek isteniyor.
       Bunlar, bir yandan askeri ve polisiye önlemlerle yok edilmek istenirken, diğer yandan bu ülkelerde giderek gelişen dinci atmosfer "Ilımlı İslam Projesi" denilen bir proje ekseninde emperyalistlerle uzlaşan ve BOP projesine uygun hareket edecek yeni "ılımlı islamcı" parti ve hareketler ekseninde yeniden yapılandırılmak isteniyor. Ilımlı islamcı partilerin öncülüğünde bütün Ortadoğu ülkelerindeki devlet yapıları, bugüne değin ABD emperyalizminin çıkarlarını hizmet etmiş olup olmamalarına bakılmaksızın, gerekirse zor kullanılarak, işgaller vb. yoluyla tasfiye edilip yeniden yapılandırılmak isteniyor. Ortadoğu ülkelerindeki devlet yapıları gerek kitleler nezdindeki teşhir olmuşlukları, meşruiyetlerini yitirmeleri, ekonomik ve siyasal açıdan, sahip oldukları devlet mekanizmaları bağlamında dünyadaki değişime uyum sağlayamamaları, gerekse gelişen radikal islamcı hareketleri geriletecek dinamiklere sahip olmamaları nedeniyle tasfiye edilmek isteniyor.
       Artık elleri çok rahat. İki kutuplu dünya olarak da adlandırılan sosyalizmin bir dünya sistemi olduğu süreçte, böylesi bir gelişmenin sözkonusu ülkedeki iktidarın "karşı tarafa" geçmesi ya da angaje olmasıyla sonuçlanacağından emin olan emperyalistlerin desteklerini son sınırına dek götürdükleri bilinmektedir. Ancak sosyalizmin dünya çapında girdiği gerileme süreci, bu politikanın da sürdürülmesini gereksiz kılıyor.
       İran ve Suriye rejimleri ise zaten ABD emperyalizmi açısından karşı safta görüldükleri için BOP bağlamında ilk elde tasfiye edilecek devletler olarak görülmekteydi.
       İlk ön uygulaması Türkiye'de AKP ile başlatılan süreç, 2005'lerden itibaren BOP'la birlikte somut bir plana dönüştü. "Ilımlı İslam" projesi AKP öncülüğünde Türkiye'de model ülke düzeyine kavuşturuldu.
       BOP'un açıklanmasının ardından İran'ın nükleer silah sahibi olma hevesini engelleme temelindeki işgal ve/veya yıkım planları sürekli adım adım ısıtıldı. Suriye ise İran'a yönelecek saldırının nasıl başlatılacağına ve gelişeceğine bağlı olarak daha kolay bir av olarak görülmekteydi.
       Esad rejimi için ikinci büyük tehlike, adım adım neoliberal politikalara geçişle birlikte emekçi halk kitleleri içinde büyüyen hoşnutsuzluklar oldu. Devletin elindeki işletmelerin son beş yıl içinde özelleştirilmeye başlanmasıyla birlikte bu işletmelerde büyük bir işçi kitlesi işten çıkarıldı. Böylece mevcut işsiz kitlesinin yanında büyük bir kalifiye işsiz kitlesi de oluşmaya başladı. Daha önceki dönemlerde devletin yoksullara yaptığı sınırlı yardımların kesilmesi, tüm kamusal hizmetlerin bozulması, vb. faktörler işsizlik olgusuyla da birleşince geniş emekçi kitlelerin yoksullaşması hızla ivme kazandı. Emekçi kesimlerdeki hoşnutsuzluk giderek büyümeye başladı. Bu tüm muhalefet kesimleri için üzerinde hareket edebilecekleri geniş bir kitle zemininin oluşmasını da beraberinde getiriyordu.
       Ve Suriye rejimi açısından biriken tehlikeleri somut olgulara dönüştürecek üçüncü tehlikeli durum Arap baharının başlaması oldu.
       2010 sonunda Tunus'da ilk kıvılcımı yükselen büyük Arap Baharı hem emperyalistlerin BOP'u uygulama planlarını, hem de Suriye bağlamında rejimin hesaplarını alt-üst etti.
       ABD ve AB emperyalistlerinin başta İran ve Suriye'ye, bunlarla bağlantılı olarak tüm Arap ve bölge ülkelerine yayılacak ve kendilerinin denetimi altında gelişecek, Doğu Avrupa ve eski Sovyet cumhuriyetlerinde uygulanan "renkli devrimler" benzeri bir süreç planlarken, Tunus'tan başlayarak tüm Arap ülkelerine yayılan kendiliğinden halk hareketleri süreci başka bir mecraya evriltti.
       Ne yazık ki, Tunus'ta, Mısır'da devrimci bir önderliğin bulunmaması nedeniyle özgürlük ve insanca yaşam talepleriyle ayağa kalkan geniş emekçi yığınlarının hareketini bir süre sonra geri çekilmeye başladı ve ABD'nin ılımlı İslam konspetini şu veya bu düzeyde kabul etmeye hazır olan islamcı hareketler (Müslüman Kardeşler vb.) inisiyatifi ele geçirdi. Emperyalist kapitalist sistemin "uzman"ları tarafından kısa bir süre önce "en istikrarlı" ülkelerden biri olarak değerlendirilen Tunus'taki halk hareketinin sistemin bastırma araçları tarafından kontrol dahi edilememesi yeni bir sürecin kapılarını aralıyordu. Kapitalizmin ve sömürgeciliğin yüzlerce yıllık geleneklerini, tecrübelerini çok iyi sindirmiş olan emperyalistler hemen durumdan vazife çıkardılar ve onlarca yıldır binbir destekle ayakta tuttukları kimi diktatörleri (Tunus, Yemen, Mısır'da) buruşturup çöp tenekesine atıverdiler. Libya'da hareket emperyalistlerin denetimi altına girdi ve gerici güçler emperyalistlerin doğrudan askeri müdahalelerinin de yardımıyla kanlı savaşların ardından iktidarı ele geçirdi. Yemen, Bahreyn, Fas, vb. ülkelerde de kısmen farklı süreçler içinde halk hareketleri önemli ölçüde manipüle edildi.
       Arap Baharının başlamasıyla emperyalistlerin dikkati bu hareketleri engelleme ve yönlendirme çabalarına yöneldi. Böylece aslında ABD emperyalizminin Ortadoğu'daki saldırı planlarında İran'la birlikte ilk sıraları paylaşan Suriye yönetimi ilk aşamada sırasını bir süreliğine savmış oldu. Tunus, Mısır, Yemen, Fas, Bahreyn ve Libya gibi ülkeler öne geçti.

       Suriye'de Kaçınılmaz Son: Halk Hareketi ve İç Savaş Başlıyor

       I- Suriye'de Halk Hareketi Başlıyor...
       Halk hareketi 2011 Mart'ında Suriye'ye sıçradı. Neoliberal politikaların devreye sokulmasıyla hızla yoksullaşan, en basit, en insani temel demokratik haklara kırıntı düzeyinde dahi sahip olmayan, BAAS diktatörlüğünün her türlü işkence ve zulüm politikalarıyla sindirilmiş, dinsel ve mezhepsel ayrımları ve şu veya bu düzeydeki ayrımcılığı yaşayan, büyük Arap uluslaşması ve birliği söylemine karşın bunların boş laflara dönüştüğünü gören, rejimin dünyada oluşan yeni güç dengelerine uyum sağlama çabaları dışında tüm ulusal ve uluslararası iddialarını yitirdiğini gören geniş halk yığınları sokakları doldurdu. Başlangıçta dinci özelliklerin nispeten zayıf olduğu demokratik haklar ve insanca yaşam taleplerinin öne çıktığı gösteriler barışçıl temelde aylarca sürdü. Gösterilere katılanların bir bölümü İslamcı olmasına karşın, dinci söylemleri kullanmayan büyükçe bir kesim de bulunuyordu. Rejimin buna yanıtı sık sık gösterilere ateş açılması ve giderek artan sayıda göstericinin katledildiği saldırılar oldu.
       ABD ve başta İngiliz ve Fransız emperyalizmi olmak üzere AB emperyalistleri, bölgede bu süreçte en aktif rolleri üstlenen Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye gibi işbirlikçilerini de yanlarına alarak Suriye'nin BAAS rejimiyle büyük hesaplaşmanın startını verdiler. 2011'de ağırlıklı olarak Mısır, Tunus, Yemen, Bahreyn ve Libya'da yoğunlaşan bu güçler, bu ülkelerde denetimi sağladıktan, Libya operasyonunu tamamladıktan sonra, 2012'de tümüyle Suriye'ye yoğunlaştılar.
       Esad rejimi çatışmalar giderek büyümesine, emperyalistler ve bölgedeki işbirlikçileri Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye artan oranda işin içine girmesine, bölgedeki tüm silahlı dinci grupların bu ülkeler eliyle Suriye'ye yönlendirilmesine rağmen ilk bir yıl boyunca hiç bir ciddi esneme ve reform çabası içine girmedi. Reform olarak sunulan şeyler göstermelik adımları aşmadı. Anayasa reformu ve yapılan seçimler majestelerinin bağışladığı kırıntı sayılmayacak öğelerin ötesine geçmedi. Esad rejimi geride kalan on yıllar içinde oluşturduğu toplumsal tabana ve büyük askeri gücüne dayanarak, Rusya, Çin ve İran gibi uluslararası desteklerine güvenerek işin üstesinden kolayca gelebileceğini sandı.
       Ancak sonuç Esad rejiminin istediği gibi olmamıştır. İşi her adımda zorlaşmıştır. Öte yandan, emperyalistler de Libya'da yarattıkları tabloyu yaratamadılar.
       Gelinen noktada, Mısır'da Tahrir meydanındaki halk kitlelerinin izini sürerek, özgürlük ve insanca yaşam talepleriyle sokağa dökülen onbinlerin, yüzbinlerin büyük halk hareketi sahneden çekilmiştir. Çatışmalar geçen sonbahardan itibaren, neredeyse tümüyle geniş emekçi kitlelerin ve demokratik taleplerinin adım adım tümüyle devre dışı kaldığı bir nitelik kazanmıştır.
       Bugün halk hareketinin ve demokratik taleplerin yerini, önemli ölçüde, batılı emperyalistlerin denetimi altına girmiş silahlı dinci gruplar almış durumdadır. Bunun tek istisnası Suriye devleti sınırları içindeki Güneybatı Kürdistan'daki Kürt ulusal demokratik hareketi ve onunla bağlantılı olarak muhalefet yürüten çok zayıf Suriyeli Arap sol örgütlenmelerdir. Güneybatı Kürdistan dışında Suriye'de demokratik muhalefet zemini ciddi biçimde zayıflamıştır.


       II- Suriye İç Savaşında Başlıca Arap
       Politik Aktörler Kimler ve Ne İstiyorlar?

       Gelinen noktada, Suriye'de Arap emekçi halk kitleleri arasında kendiliğinden gelişen ve bir çok değişik politik örgütlenmenin de katıldığı halk hareketinin neredeyse tümüyle ortadan kalktığı söylenebilir. Bunun tek istisnası Güneybatı Kürdistan'da oldukça örgütlü biçimde geniş halk kesimlerini demokratik talepler temelinde sokağa döken Kürt ulusal güçleridir.
       Ülkedeki tablonun adı tam anlamıyla bir iç savaştır. Bu bağlamda iç savaş sürecinin başlıca aktörlerini şöyle sıralayabiliriz.
       Esad rejimi yukarıda ortaya koyduğumuz niteliklerini ve konumlanışını sürdürüyor. Rejim geçmişten bugüne gelen toplumsal dayanaklarına, büyük askeri gücüne ve uluslararası desteklerine dayanarak varlığını sürdürmeye çalışıyor. Ordudan ağırlıklı olarak generalden sıradan askere kadar uzanan Sunni Arapların tek tek kopuşları söz konusudur. Bunların sayısı az olmamakla ve orduyu zayıflatmakla birlikte, Suriye ordusu henüz toplu büyük firarlar yaşamıyor. Bu noktada içeride en kritik unsuru Sunni Arap kesimleri içindeki desteğinin devam edip etmeyeceği oluşturuyor. Bu destekler zayıflamaktadır. Ancak henüz büyük kopuşlar gerçekleşmiş değildir.
       Suriye Ulusal Konseyi (SUK) isimli tümüyle ABD ve AB emperyalistlerinin ve bölgedeki gerici/faşist işbirlikçi devletlerin denetimi altındaki örgütlenme bir çok işbirlikçi örgütün çatısı örgütlenmesi durumunda. Merkezi Türkiye'de Hatay ve İstanbul'da konumlanıyor. Ağırlığını dinci örgütlenmeler oluştursa da, Esad rejiminden kopan yöneticiler de dahil her türden işbirlikçi unsur bu örgütlenmenin içinde bulunuyor. Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) adıyla CIA tarafından örgütlenen ve merkez üssü Türkiye'de Antakya'da bulunan örgütlenme SUK'un askeri kolu gibi çalışmaktadır (ÖSO'nun Antakya'da üslendiği TC tarafından reddedilmesine karşın, uluslararası medyanın da bu durumu deşifre etmesi ve ABD emperyalizminin Türkiye'de üslenen radikal islamcı gruplar konusunda rahatsızlığını ifade etmesinin ardından, TC, ÖSO'nun merkezini Suriye'ye içine taşımasını istedi. Eylül ayı itibariyle bu gerçekleşti). ÖSO'da homojen değildir. Halk hareketinin başlamasından sonra oluşmuş pek çok silahlı grubu içinde barındırmakta ve tek bir komuta yapısı altında birleştirmeye çalışmaktadır. Ağırlık hızla Müslüman Kardeşler örgütünün Suriye koluna geçmektedir. Yönetiminde Suriye ordusundan kaçmış çok sayıda general ve subay bulunmaktadır. 2012'den itibaren ABD'nin yaptığı planlama temelinde SUK ve ÖSO, CIA'nın denetimi ve yönetimi altında Türkiye'nin tam politik ve askeri desteğini almış durumda. Türkiye aracılığıyla silahlandırılıyorlar, eğitiliyorlar, lojistikleri sağlanıyor, ekonomik kaynakları oluşturuluyor. Uluslararası ilişkileri için her türlü zemin hazırlanıyor. Bunun yanı sıra, tüm Arap baharı sürecinde aktif biçimde öne çıkan Katar ve Suudi Arabistan da Türkiye'de konumlanmış bu güçlerin finansmanını üstlenmiş durumdalar. Bunun yanı sıra, gerek Türkiye üzerinden, gerekse doğrudan silahlandırma, lojistik sağlama, uluslararası ilişkileri kotarma işini de üstleniyorlar. Şu anda ÖSO'ya bağlı gerici dinci silahlı grupların her bir üyesi Suudi Arabistan ve Katar'ın sağladığı finansman sayesinde düzenli maaş alıyorlar, her türlü mali ihtiyaçları sağlanıyor, silahlanma ve iletişim altyapısı noktasında ciddi bir ilerleme kaydetmiş durumdalar.
       El Kaideciler ve Selefi gruplar da Suriye'deki iç savaşın en aktif kesimlerinden birini oluşturuyorlar. Bu nitelikte onlarca silahlı grup bulunuyor. Selefi grupların Suriye içinde ciddi bir toplumsal tabanı bulunmuyor. Önemli ölçüde Suudi Arabistan tarafından çeşitli Arap ülkelerinden devşirilerek Suriye'ye aktarılmış güçlerden oluşuyorlar. Gerici/faşist dinci bağnazlık temelinde savaşın ön saflarında yer alıyorlar. Politik olarak birleşik bir yapıları yok. Yine de küçümsenemeyecek bir güçleri var. El Kaideciler ise ABD, Türkiye ve Suudi Arabistan'ın önlerini açmasıyla bölgedeki güçlerinin önemli bir bölümünü Suriye'ye aktarmış durumdalar. Bunlar ortaya çıkan fırsatı değerlendirerek, daha önce ciddi bir örgütlenme yaratamadıkları Suriye'de savaşın aktif bir gücü olarak örgütlenmeye ve güç olmaya çalışıyorlar.
       Sol muhalefetin konumuna yukarıda değinmiştik. Sol muhalefetin parçalı bir yapısı var. Esad rejiminin ağır baskıları sonucu, halk hareketi başladığında oldukça zayıf durumdaydı. Dahası rejimle açıktan karşı karşıya gelmemeye çalışan, onunla uzlaşmaya çalışarak, kimi durumlarda ise ona yedeklenerek ayakta kalmaya çalışan bir yapısı söz konusuydu. Halk hareketi başladıktan sonra sol muhalefetin bir bölümü Suriye Reform ve Kurtuluş Cephesi (Suriye Halk Kurtuluş ve Değişim Cephesi isimini de kullanılıyor) oluşturdular. Bu cephede Suriye Ulusal Sosyal Partisi, Suriye Birleşik Komünist Partisi ve bağımsız unsurların yanı sıra başkaca sol gruplar da yer alıyor. Halk hareketinin başlangıcında hareket içinde yer alan bu kesimler, halk hareketinin sönümlenip yerini dinci silahlı grupların başlattığı iç savaş aldığında adeta sahneden çekildiler. Halkın demokratik taleplerine öncülük edecek militan ve dinamik bir hareket yaratamadıkları ölçüde bugün Suriye'nin kaderinde herhangi ciddi bir rol oynamaktadan uzaklaşmış durumdalar. Daha da ötesi, bu cephe içinde yer alan Suriye Ulusal Sosyal Partisi Esad rejminin halk hareketini manipüle etmek için yaptığı Anayasa değişiklikleri ve seçimler temelinde parlamentoya girdi ve yeni hükümete katıldı. Bu partinin lideri Dr. Ali Haydar şu anda hükümette Uzlaşma Bakanlığı gibi ne iş yaptığı belli olmayan bir bakanlığın başında bulunuyor. Devrimci bir partinin yokluğu sol muhalefeti rejimle halk muhalefeti arasına sıkıştırıp etkisizleştirmiştir. Sol muhalefet içindeki kimi yapıların ise Kürt ulusal hareketi ile birlikte davranması söz konusu.
       Suriye'de rejimin ne istediği açıktır; mümkünse statükoda tek bir değişiklik olmadan yoluna devam etmek. Bu hedefin hiç bir şansı yok. Dolayısıyla muhalefetle kısmi uzlaşmalar temelinde, muhalefeti ciddi biçimde gerilettiği durumda bile, kimi kırıntılarla statükoyu devam ettirmek ikinci ve asıl alternatif. Sol muhalefetin mevcut duruşuyla ne ilerleme, ne de güçlü bir demokratik dönüşüme öncülük yapma şansı bulunmuyor. SUK ve Selefi gruplar ise değişik yollar ve biçimler altında ilerleyerek "Ilımlı İslam" projesine uygun gerici-faşist bir devlet yapısını Sunni Arap kesimlere dayanarak, emperyalistlerin desteğinde kurmak istiyorlar. Nusayrilerin kıyımlar yoluyla hem siyasal ve ekonomik olarak, hem de daha da ötesi fiziki olarak yok edilmesi bu hedeflerinin özgül bir başka bileşenini oluşturuyor. Suriye'deki tüm muhalefetin birleştirilmesine dönük geçtiğimiz aylarda Mısır'da yapılan toplantıda SUK, Kürtlerin bırakalım temel demokratik taleplerinin kabul edilmesini, ulusal varlığını dahi kabul etmeyi reddetti. Bu bağlamda, Güneybatı Kürdistan'daki sömürgeci rejimin, kimi kırıntılarla yumuşatılarak devam ettirilmesi de SUK'un başlıca hedeflerinden birini oluşturuyor. Kısacası, Nusayrilerin, Kürtlerin, sol hareketin ve tabii ki kısmen Hıristiyanların tam bir baskı altına alındığı ve fiziki varlıklarının da tasfiyesine kadar uzanacak Sunni Arap gericiliğine dayanacak bir "Ilımlı İslam" rejiminin kurulması, sistemin bu temelde yeniden örgütlenmesi, ABD emperyalizminin bölge politikalarına tümüyle teslim olmuş bir Suriye'nin yaratılması SUK ve Selefilerin başlıca hedefini oluşturuyor.
       El Kaidecilerin Suriye'deki güçleri henüz iktidarı bütünüyle ele geçirmeyi hedefleyecek düzeyde değil. Onlar esas olarak bu ülkede ciddi bir güç haline gelerek bölgenin bu önemli ülkesinde bir köprü başı oluşturmak ve savaşların daha derinleştirmek istiyorlar. Esad rejminin ve tüm bağlaşıklarının ortadan kaldırılması, SUK ve Selefiler gibi onların da temel hedefi. Bu hedefe ulaşıldığında muhtemelen iktidar olacak diğer güçlere karşı kök saldıkları ülkede savaşı sürdürmeye çalışacaklar.
       Suriye'deki hem Esad rejiminin, hem de dinci gerici/faşist güçlerin hesapları destek aldıkları emperyalist güçlerden bağımsız olmadığı için, bunların hedeflerini, emperyalist güçlerin Suriye'deki hesapları ve rollerini ele aldığımız aşağıdaki bölümlerde yeniden açacağız.

       III- Suriye İç Savaşında Kürtler
       Osmanlı devletinin değişik parçaları 1920'de farklı emperyalist güçler tarafından paylaşıldığında Arap topraklarının Suriye coğrafyası ve Kürdistan'ın bir bölümü Fransızlar tarafından işgal edilerek sömürgeleştirildi. 1923'de TC kurulduğunda, Suriye ve Güneybatı Kürdistan Fransa'nın elinde kaldı. Güneybatı Kürdistan, işgal edilen bölgelerin TC'ye sınır oluşturan Kuzey bölgelerini oluşturuyordu. İşgal ve paylaşım döneminde TC'den de büyükçe bir kitle Güneybatı Kürdistan'a yerleşmişti. Güneybatı Kürdistan, Kürdistan'ın hem coğrafi, hem de nüfus açısından en küçük bölgesini oluşturuyordu.
       Suriye bağımsızlığını kazandığında oluşan devlet tümüyle Arap karakterdeydi. Kurulan Suriye devleti Kürtlerin varlığını ve dolayısıyla ulusal demokratik haklarını tanımama tutumunu esas aldı. TC'nin kuruluşundan bir süre sonra benimsenen Kürt ve diğer ulusal toplulukların varlığını reddetme, herkesi Türk sayma, ama Türk olmadıklarını da bilerek bu halkların bulundukları toprakları sömürgeleştirme tutumu, Suriye devleti tarafından da Arap milliyetçiliği esas alınarak uygulandı. Kürtlerin yaklaşık yüzde yirmisine vatandaşlık hakkı dahi tanınmadı. Kürt dili ve kültürü yasaklandı. Güneybatı Kürdistan topraklarında Fransız emperyalistlerinin uyguladığı sömürgeci rejim daha da katı bir biçimde sürdürüldü.
       1960'lara gelindiğinde oluşan Kürt politik partileri bu koşullarda zorunlu olarak yasadışı partiler olarak geliştiler. Silahlı bir faaliyetleri olmamasına karşın, BAAS rejiminin gaddarca saldırıları ile karşılaştılar. İşkence, tutuklama ve cinayetlerler diğer muhalefet güçleri gibi, Kürtlerin de adeta kaderi oldu. Buna rağmen, bu partilerin faaliyetleri sonucu sınırlı da olsa Kürt ulusal bilinci ve direniş tutumu şu veya bu düzeyde oluştu. Güneybatı Kürdistan'daki Kürt partileri ağırlıklı olarak Güney Kürdistan'daki Barzani ve Talabani güçlerinden etkilendiler. Genel olarak sol çizgide bulundular.
       Güneybatı Kürdistan'daki ulusal demokratik hareketin bu akışı ve kaderi, PKK'nin 1979'dan itibaren Lübnan'da Filistin güçlerinin yanında destek, eğitim ve mücadele cephesi açmasıyla değişmeyi başladı. PKK, bu tarihten itibaren ve bütün bir '80'li yıllar boyunca Güneybatı Kürdistan halkı içinde hızla gelişmeye başladı.
       Bu noktada, bir parantez açarak; Suriye rejiminin PKK'nin gerek Suriye ve Lübnan'da, gerekse Güneybatı Kürdistan'da örgütlenmesi konusunda, başlangıçta oldukça geniş, 1990'lardan sonra ise giderek azalan ölçüde müsahama göstermesinin nedenine değinmek gerekiyor.
       PKK önderi ve kadroları 1979'dan itibaren Suriye topraklarına ve esas olarak Lübnan'a geçip, yeni bir destek, eğitim ve mücadele cephesi açtıklarında bütün konsantrasyonları esas olarak Kuzey Kürdistan'a yoğunlaşmış durumdaydı. Diğer parçalarda bırakalım örgütlülüğü, ciddi bağları dahi bulunmuyordu. Dahası, PKK, asıl ilişkilerini Filistinli devrimci güçler üzerinden geliştiriyordu. Güneybatı Kürdistan'daki halkla ilişkileri başlangıçta sınırlı destek ilişkilerinin ötesine geçmiyordu. Bu durum, Suriye yönetimi için özel bir sorun oluşturmuyordu. 1982'de İsrail'le yaşanan Lübnan savaşında PKK'lilerin İsraile karşı direnişte aktif olarak yer alması, bulundukları yerlerde oldukça militan bir direniş koyması ve bir çok şehit vermesi, PKK'nin Filistin ve Lübnan halkı nezdindeki prestijini ciddi biçimde yükseltti. PKK, Lübnan'daki Filistin kamplarında bağımsız kamp oluşturma hakkını kazanan ilk örgüt oldu. Bu süreçte, Lübnan'da yerleşik yüzbinlerce Kürt arasında ciddi bir gelişme gösterdi. Suriye ve Filistinliler nezdinde PKK, İsrail'e karşı mücadelede ciddi bir müttefik oldu.
       Bu süreçte, PKK'nin Güneybatı Kürdistan halkı içindeki örgütlülüğü de büyüdü. Ancak bu örgütlülüğün bütün enerjisi esas olarak Kuzey Kürdistan'da yürütülecek/yürütülen ulusal kurtuluş mücadelesine akıtılıyordu. PKK stratejik bir tercihten hareket ediyordu. Nüfus ve toprak olarak oldukça küçük Güneybatı Kürdistan'da Suriye devletine karşı açık bir mücadele başlatmak, hem Filistindeki stratejik destek ve hazırlık çalışmalarının koşullarının ortadan kalkması anlamına gelirdi, hem de bu alanda Suriye'ye karşı başlatılacak açık bir mücadelenin mevcut zemin düşünüldüğünde başarı şansı oldukça zayıftı. Kuzey Kürdistan nüfus ve coğrafyası bağlamında Kürdistan'ın kurtuluşunda kilit halkaydı. Bütün enerji ve olanakların, ittifakların Kuzey Kürdistan'daki mücadelenin büyütülmesine göre konumlandırılması gerektiğini düşünüyordu.
       Suriye devleti açısından ise bu durum sınırları içindeki Kürtlerin enerjisinin kendisine dönmesi yerine, düşman olarak gördüğü TC'ye dönmesi ve başkaca avantajlar anlamına geliyordu. Böylece Suriye rejimi bir taşla birkaç kuş vurduğunu düşünüyordu. Hem kendi Kürtlerinin ulusal kurtuluş talepleri Kuzey Kürdistan'daki mücadeleye bağlandığı için daha rahat koşullara kavuşuyordu, hem de İsrail'e karşı PKK özgülünde Kürtlerin desteğini sağlıyordu. Bunlar kadar önemli bir diğer faktör ise, Suriye'deki en önemli dinci muhalefet örgütlenmesi olan Müslüman Kardeşler örgütünü destekleyen, topraklarında eğitim ve destek üsleri oluşturmasına izin veren, kendi toprakları olarak gördüğü Antakya'yı işgal eden TC'ye karşı, PKK bağlamında bir karşı koza kavuşmuş oluyordu. (Suriye rejiminin gerek kendi topraklarında, gerekse Lübnan'daki Filistin kamplarında, dünyanın dört bir yanından gelen devrimci ve sol güçlerin barınması konusunda 1990'lara değin gösterdiği müsahama esas olarak benzer nedenlerden ötürüdür. O dönemin dünya konjonktürü ve kendi çıkarları bu noktada belirleyicidir.)
       Bu zeminde, 1980'lerden itibaren PKK, Güneybatı Kürdistan'da hızla kökleşti. Güneybatı Kürdistanlılar PKK'nin başlattığı gerilla savaşına giderek artan ölçülerde aktif biçimde katıldılar. Buradaki PKK örgütlülüğü, 1990'lara gelindiğinde diğer Güneybatı Kürdistan partilerinin tümünün örgütlülüğünü aştı. Güneybatı Kürdistan'ın yoksul halk kesimleri, gençliği ve aydınlarının büyük bir bölümü PKK saflarına katıldı.
       1990'lı yıllardan itibaren, gerek dünyadaki konjonktürün değişmesinin yarattığı olanaklar, gerekse PKK'nin Kuzey Kürdistan'da savaşı büyütmesinin sonucu olarak, TC, Suriye'nin PKK'ye verdiği desteği kesmesi için basıncını arttırdı. 1998'e gelindiğinde TC için bıçak kemiğe dayanmıştı. Dahası ABD artık yeni Ortadoğu planlarını adım adım devreye sokmak niyetindeydi. Ve bu noktada, Suriye'nin PKK sorunu üzerinden sindirilmesi, PKK önderliğinin ele geçirilerek PKK'nin etkisizleştirilmesi, böylece hem Ortadoğu'daki en önemli sol silahlı gücün önemli ölçüde etkisizleştirilmesi, hem de ABD'nin Ortadoğu planlarında önemli bir yer tutacak olan TC'nin rahatlatılması hedeflendi. Suriye rejimi, TC ve ABD'nin basıncına dayanamayarak, Öcalan'ı ülke sınırları dışına çıkardı. Daha sonra Öcalan Kenya'da ABD tarafından yakalanarak Türkiye'ye teslim edildi.
       Suriye rejiminin PKK'ye karşı tutumu bu süreçten sonra adım adım değişime uğradı. Öcalan'ın tutsak olduğu koşullarda yaptığı yeni açılımlarının TC ile PKK'nin bir uzlaşmaya gittiğini göstermesi, daha da önemlisi, 2000'li yıllardan itibaren Suriye yönetiminin batılı emperyalist ülkelerle ve TC ile ilişkilerini yeni bir mecraya sokma isteği bunda belirleyici rol oynadı. Bu sürecin ardından PKK kadroları sık sık tutuklanarak TC'ye iade edildi. PKK'nin Suriye örgütlülüğüne dönük saldırılar, tutuklamalar yoğunlaştı. 2004'de PKK'nin örgütlülüğünün en güçlü olduğu Kamışlı kentinde katliamlar yapıldı. Daha sonraki yıllarda da irili ufaklı katliamlar ve saldırılar devam etti.
       PKK, Kuzey, Güney, Güneybatı ve Doğu Kürdistan'a yani Kürdistan'ın bütün parçalarına yayılmış olan örgütlülüğünü yeniden organize ederek yeni koşullara uyum sağlamaya çalıştı. Bunun bir parçası olan Güneybatı Kürdistan örgütlenmesi 2003 yılında PYD (Demokratik Birlik Partisi) olarak organize edildi. PYD, Güneybatı Kürdistan'ın en büyük partisi oldu. PKK'nin genel ideolojik, politik çizgisine uygun olarak demokratik özerklik çizgisini benimsedi. Suriye'deki baskıcı diktatörlük nedeniyle yasadışı bir partiydi. Yüzlerce kadro ve taraftarı daha baştan itibaren Suriye rejimi tarafından tutuklanmaya, işkenceden geçirilmeye, kimileri katledilmeye ve hapishanelere atılmaya başlanmıştı. Buna rağmen, faaliyetlerini PKK'nin genel çalışma planına uygun olarak barışçıl, demokratik faaliyetler ekseninde örgütledi. Kuzey Kürdistan'da yürütülen gerilla savaşının en önemli insan ve destek kaynaklarından biri olmayı sürdürdü.
       2011'de Suriye'de halk hareketi başladığında, en örgütlü muhalefet gücü aslında PYD önderliğindeki Güneybatı Kürtleriydi.
       PYD, halk hareketinin başlamasından bir süre sonra, Güneybatı Kürdistan'da örgütlediği büyük halk gösterileriyle bu harekete kendi bağımsız tavrıyla katıldı. "Suriye'ye Demokrasi, Kürdistan'a Demokratik Özerklik" temel sloganı oldu. Esasen burjuva demokratik sınırları aşmayan bir programa sahipti. Ancak bu bile Suriye'deki en ileri program düzeyini oluşturuyordu. Diğer Kürt partileri de muhalefet hareketine güçleri oranında katıldı.
       Silahlı dinci hareket başladığında PYD, bu hareketlere katılmadı. Açıkça karşı bir duruş da sergilemedi. Güçlü olduğu bölgelerde demokratik özerklik programını uygulamaya, Halk Meclisleri ve diğer halk örgütlülüklerini oluşturarak örgütlülüğünü derinleştirmeye, silahlı güçlerini oluşturarak çalışmalarının ve bölgenin güvenliğini oluşturmaya dönük güçlü adımlar attı.
       Yaz aylarına gelindiğinde hemen hemen tüm Güneybatı Kürdistan kentlerinde halk yönetiminin organları olmayı hedefleyen Halk Meclisleri oluşmuş durumdaydı. Küçümsenemeyecek bir silahlı güç de oluşturuldu. Suriye muhalefeti ve uluslararası politik arenada da kendini kabul ettirdi. Esad rejiminin gücünün zayıflaması ve esas olarak dinci Arap örgütleriyle çatışmalarının yoğunlaşmasından da yararlanılarak, Güneybatı Kürdistan'ın bir çok kentinde Halk Meclisleri yönetime el koydu. Devlet kurumları kimi irili ufaklı çatışmalara rağmen çoğunlukla çatışmasız biçimde ele geçirildi.
       Bu arada, PYD ile bölgedeki diğer Kürt partileri arasındaki gerilim de zaman zaman artıyor. PYD'nin büyük, ezici gücü karşısında, özgün bir muhalefet dinamiği haline gelemeyen ve daha çok Barzani ve Talabani'ye yakın duran, burjuva milliyetçi özelliklere sahip 7-8 partiden oluşan diğer Kürt partileri önemli bir toplumsal güç yaratamıyorlar. Daha da ötesi, Güneybatı Kürtlerini ABD ve TC eksenli SUK örgütlenmesine bir biçimde dahil etmeye istekliydiler. Emperyalistlerin planlarına dahil olmak istiyorlar. Ancak PYD'nin bu tutuma tavır alması ve ulusal demokratik hakları demokratik özerklik projesi ekseninde savunması, dahası batılı emperyalistlerin planlarına dahil olmayı reddetmesi bu gerilimleri büyütüyor ve zaman zaman şiddet boyutunu vardırıyordu. Yaz aylarında Suriye'deki iç savaşın derinleşmesi, emperyalist işgal tehdidinin daha açık biçimde ifade edilmesine bağlı olarak, Kürtlerin birleşik tavrı, bununla birlikte PYD'nin etkinliğinin sınırlanması, hem Barzani'nin bölgedeki hesapları, hem de ABD ve TC'nin bastırmaları sonucu özel bir önem kazandı. Barzani, yaz aylarında PYD ve bölgedeki diğer partileri Güney Kürdistan'da toplayarak bir uzlaşma sağlanmasını istedi. Barzani bu girişimiyle bir yandan, bölge Kürtleri üzerindeki prestijini, etkisini, hami rolünü güçlü ve görünür kılmayı, bir yandan da PYD'nin bölgedeki ezici üstünlüğünü yapılacak bir anlaşma yoluyla dengelemeyi ve kendi çizgisine yakın olan diğer partilere bir alan açmayı hedefledi. Daha da önemlisi, ABD ve TC eliyle girişilecek bir işgal olasılığı ve PYD'ye yönelik ağırlaşan baskılarını, Güneybatı Kürtlerinin birleşik örgütlenmesi ile karşılayarak hafifletmeyi hedefledi. Böylece, Güneybatı'da sadece PYD'nin değil, diğer partilerin de güç ve söz sahibi olduğunu, birleşik örgütlenmenin süreçte asli muhatap olacağını göstermeye çalışıyor. Uzun vadede ise elindeki gücü, olanakları kullanarak PYD'yi zayıflatmayı, kendi çizgisindeki partileri güçlendirmeyi umuyor. Sonuçta, Güneybatı Kürdistan güçleri Ağustos'da sağlanan anlaşmayla bağımsız partiler olarak ortak bir konseyde birleşmiş durumdalar. Bu birleşik duruşun Güneybatı Kürdistan halkını güçlendiren yanları bulunuyor. Ancak ulusal demokratik hareketi Barzani'nin işbirlikçi çizgisine daha da yakınlaştırma, batılı emperyalistleri rahatlatacak olası tutumların önünü açması olasılığının varlığı gibi unsurlar nedeniyle, ulusal demokratik hareketin niteliğini zayıflatma gibi yanları, tehlikeleri de içeriyor.
       Güneybatı Kürdistan'daki ulusal demokratik hareket esas olarak Esad rejiminin Kürtlerin demokratik haklarını tanımama konusunda sonuna kadar ayak direyeceğini, dinci Arap muhalefetini yenmesi durumunda sıranın kendilerine geleceğini ve büyük katliamlarla yüz yüze geleceklerini biliyorlar. Bu nedenle, BAAS diktatörlüğünün kesin biçimde yenilmesini ve tasfiyesini istiyorlar. Öte yandan, dinci Arap örgütlerinin de Kürtlerin demokratik haklarını tanımak istemediklerini ve rejimi yenmeleri durumunda Kürtlere saldırarak sömürgeciliği belki kısmen azaltarak da olsa sürdürmek istediklerini biliyorlar. Dolayısıyla rejimle, dinci Arap örgütleri arasındaki çatışmalarda öne çıkarak ağır kayıplar yaşamakta istemiyorlar. Tersine, kendi bölgelerinde örgütlülüklerini ve askeri güçlerini geliştirerek kendi açılarından en uygun anda silahlı çatışmaların asli unsuru olmak istiyorlar. SUK ve silahlı güçleriyle, ancak kendilerinin ulusal demokratik haklarının garanti altına alınmış tarzda kabulü durumunda birliğe razı durumdalar. Bu nedenle bu güçlerle mesafeli ve mümkün olduğunca çatışmasız bir pozisyonda kalmak istiyorlar.
       Güneybatı Kürdistan'daki bu gelişmeler elbette sorunsuz, sessiz sedasız ilerlemiyor. Tam tersine, Suriye'deki iç savaşın tüm iç ve uluslararası tarafları bu sürece (zaman zaman silahlı biçimler de dahil) müdahale etmeye ve Güneybatı Kürdistan'daki gelişmeleri kendi çıkarlarına uygun biçimde değiştirmeye çalışıyor.
       Esad rejimi zaman zaman bölgeye genellikle küçük çaplı saldırılar düzenlemesine rağmen, büyük saldırılar gerçekleştirmiyor. Ancak yüzlerce PYD'li ve diğer Kürt partilerinden insanı hapishanelerde tutmaya devam ediyor. Zaman zaman tutuklamalar yapmaya, cinayetler işlemeye devam ediyor. Yaptığı anayasal değişikliklerde ve seçimlerde Kürtlerin ulusal varlığını ve temel demokratik haklarını tanımaya dönük en ufak bir adım dahi atmayarak, Kürtlerin karşısında geçmişteki sömürgeci ve asimilasyoncu Arap milliyetçisi çizgiyi devam ettireceğini gösterdi. Esad rejimi Güneybatı Kürdistan'daki ulusal demokratik hareketin kendi güçlerine dönük geniş çaplı bir silahlı saldırı düzenlememesi nedeniyle bölgeye büyük çaplı bir operasyon düzenleyerek, yeni ve büyük bir cephe açmıyor. Kürtlerle büyük hesaplaşmayı, dinci Arap örgütlerini tasfiye ettikten sonra (tabii tasfiye edebilirse) başlatmayı düşünüyor. Bunun yanı sıra, ülkedeki tüm muhalefet güçleriyle bir uzlaşma zemininde yeni bir siyasal düzenlenişe geçme olasılığı ortaya çıkması durumunda ise, Kürtlerle uzlaşarak, daha da iyisi, onları yanına alarak ülke yönetimine daha güçlü biçimde ağırlığını koymayı, ya da diğer muhalif güçlerin desteğini sağlaması durumunda Kürt hareketini bunlarla birlikte tasfiye etme seçeneklerini elinde tutuyor.
       SUK ve diğer dinci silahlı örgütlerin Güneybatı Kürdistan'daki Kürtlerin ulusal demokratik hakları konusundaki duruşu, Esad rejiminden farklı değil. 4 Temmuz 2012'de Suriye'deki tüm muhalefeti birleştirmeye dönük olarak Mısır'ın başkenti Kahire'de yapılan konferans'ta PYD ve diğer Kürt örgütlerinin oluşturduğu Suriye Ulusal Konseyi (ENSK) toplantıyı terk etti. Gerekçe, konferans'ın Arap bileşenlerinin Kürtleri bir halk olarak tanımayı ve haklarının garanti altına alınması için Kürt hareketlerinin sundukları ortak önergeyi reddetmeleriydi. Kürt hareketinin delegeleri bu toplantıyı reddetti. Başta Suriye Ulusal Konseyi (SUK) olmak üzere, diğer Arap bileşenler Türkiye'nin ve kısmen de emperyalistlerin basıncıyla Kürtlerin varlığını dahi tanımayı reddediyorlar. Öte yandan, Esad rejiminin yıkılması için, güçlü bir toplumsal tabana, örgütlülüğe ve askeri güce sahip olan Kürtlerin desteğine büyük ihtiyaç duyuyorlar. Kürtlerin Halep ve Şam'da da büyük bir topluluk oluşturmaları, bu kentlerde yürütülen çatışmalar açısından hayati önemde. Ancak diğer yandan, batılı emperyalistlere ve başta TC olmak üzere bölgedeki işbirlikçilere angaje olmuş olan SUK ve diğerleri bu ittifakı sağlayacak, burjuva anlamda bile olsa demokratik reformların yapılmasını sağlayacak bir duruş geliştiremiyorlar. Dahası, zaman zaman özellikle yaz aylarından bu yana PYD güçlerine dönük irili ufaklı saldırılar gerçekleştirerek gerilimi arttırıyorlar. SUK ve dinci örgütlerle, başta PYD olmak üzere Kürt hareketinin arasındaki ilişkiler düşmanca tutumlarla, nesnel olarak birlikte davranma zorunluluklarının içiçe geçtiği her an, her yöne doğru savrulabilecek, akabilecek bir ilişki olarak tanımlanabilir.
       ABD emperyalizmi, Güneybatı Kürdistan'da PYD'nin etkin oluşundan ötürü ciddi biçimde kaygılıdır. ABD emperyalizmi, bağımsız duruşunu koruyarak emperyalistlerle arasındaki mesafeyi koruyan, en azından burjuva demokratik hakların eksiksiz uygulanmasını isteyen, "Ilımlı İslam" konsepti içine tıkıştırılması mümkün olmayan, bir PYD ve Güneybatı Kürdistan'ın gelecek planları için bir tehlike olduğunun farkında. Kürtlerin iç savaşa boylu boyunca katılıp Esad rejiminin yıkılması sürecini hızlandırmaması da onları öfkelendiriyor. Bunun yanı sıra, asıl destek verdiği SUK ve dinci örgütlerin Kürtlerin varlığını ve demokratik haklarını tanımama noktasındaki gerici/faşist tutumunun da farkında. Öte yandan, bölgedeki en önemli müttefiki olan TC'nin, PKK çizgisindeki PYD'nin bölgedeki etkinliğinden rahatsızlığını ve gelecekte demokratik özerklik programının uygulanması durumunda TC için ortaya çıkacak korkutucu gelişmelerin yarattığı saldırganlığı biliyor. Bütün bu faktörler, ABD emperyalizminin ve peşinden sürüklediği AB emperyalistlerinin Güneybatı Kürdistan'daki Kürt ulusal sorununa ve öncü konumundaki PYD'ye karşı oldukça soğuk ve zaman zaman düşmanca tutumlarına neden oluyor. ABD emperyalizmi bu durumu dengelemek için Barzani'nin girişimlerine ve PYD'yi dengeleyecek, onu kendileri için makul sayılabilecek bir çizgiye çekmesine güveniyor.
       TC'nin Güneybatı Kürdistan konusundaki tutumu ise tam bir saldırganlık örneğidir. Güneybatı Kürtlerinin PYD önderliğindeki ulusal direnişi ve ayaklanmasını boğmak için işgal tehditleri dahil her yolu deniyor. Güneybatı Kürdistan'da kurulacak demokratik özerkliğin, PKK'ye ilk kez hem Suriye bağlamında, hem de uluslararası düzlemde meşruiyet sağlayacağını biliyor. Bunun yanısıra, bu gelişmenin Kuzey Kürdistan'da büyük bir moral kaynağı olacağını, demokratik özerklik talebinin büyük bir meşruiyet ve destek kazanacağının farkında. Bu durumda, PKK'nin Kuzey Kürdistan için de önerdiği demokratik özerklik programının sorunun çözümünde hem Türkiye özgülünde, hem de uluslararası planda merkezi unsur olacağı açıktır. Bu ise TC'nin Kuzey Kürdistan'daki sömürgeci sisteminin tümüyle alt-üst olması anlamına gelecektir. AKP'nin sürdürdüğü bölge önderliği planları ve Kürt politikası da kesin biçimde iflas edecektir. AKP'nin eylül ayına kadar sürdürdüğü Suriye'yi hızla işgal, olmadı tampon bölge oluşturma yönündeki canhıraş politikalarının temel nedenlerinden biri de, Güneybatı Kürdistan'ın işgal veya tampon bölge yoluyla ele geçirilmesi ve Kürt ulusal hareketinin hızla tasfiye edilmesidir. Ancak işgal planları gibi, tampon bölge oluşturma planları da en azından bu aşamada suya düşmüş durumdadır. SUK vb güçleri Kürtlerin üzerine salma planları da, ABD'nin çatışmaların iyice içinden çıkılmaz hale gelmesi riskini görmesi ve PYD güçlerinin kararlı direnişleri sayesinde bozulmuştur.
       Güneybatı Kürtleri için belirsizliklerle dolu bir süreç söz konusudur. Ancak açık olan Güneybatı Kürtlerinin günümüzde, tarihlerinin en özgür dönemini yaşadıklarıdır. Güneybatı Kürdistan Kürtleri her hafta yüzbinlerce kitleyle sokağa çıkıyor ve özgürlük sloganların haykırıyorlar. Kendi yönetim organlarını oluşturarak kendi kendilerini yönetiyorlar, kendi öz savunma güçlerini oluşturuyorlar, ulusal varlıklarını özgürce geliştirmenin kanallarını yaratıyorlar. Kadınlar mücadelede öne çıkıyor, binlerce yılın bastırılmışlığına karşı demokratik bir duruşla kendi örgütlülüklerini, seslerini eylemleriyle duyuruyorlar. Emperyalistlerin planlarına dahil olmadıkları gibi, rejimin planlarına da dahil olmuyorlar, demokratik bir Suriye konusunda mevcut kesimler içinde en tutarlı ve ileri programı ortaya koyuyorlar. Yaşanan devrimsel bir gelişmedir. Ortadoğu'daki gerici-faşist oligarşik diktatörlüklere, emperyalistlerin karanlık planlarına, işgal ve baskı politikalarına, dinci güçlerin karanlığına karşı Arap baharının ilk aşamalarında milyonların dile getirdiği özgürlük ve insanca yaşam talebi, şimdi Güneybatı Kürdistan'ın emekçi kitlelerinin sloganlarında, taleplerinde ve onların eylemlerinde yeniden vücut buluyor.
(Sürecek)

 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
YönetimYeri: Şehit Muhtar Mah. Yoğurtçu Faik Sokak No: 12-14 Kat: 4
Beyoğlu/İSTANBUL