Sunuş
ABD
Emperyalizmi, sosyalist bloğun dağılmasından sonraki
en kapsamlı dış politika açılımını "Büyük
Ortadoğu Projesi (BOP)" adı altında açıklamıştı.
Bu doğrultuda Afganistan ve ardından Irak'ın işgaliyle
kendi çıkarları doğrultusunda bölgeyi biçimlendirmeye
girişen ABD emperyalizmi her iki ülkede de istediği
gibi bir tablo yaratamasa da özellikle Irak'ın
petrol kaynaklarını denetime almak noktasındaki
temel hedefini tutturmuş oldu.
Açık
askeri işgaller ile yürütülmeye çalışılan projenin
maliyeti içinden çıkılmaz bir noktaya doğru giderken
hiç beklenmedik bir gelişme yaşandı: Tunus'ta
başlayan kitle gösterileri kısa bir süre sonra
Mısır'a ve diğer Arap ülkelerine sıçradı. Ancak
emperyalizm bu olguyu fırsata çevirmekte hiç vakit
kaybetmedi ve bölge için özel olarak geliştirilen
"ılımlı İslam" politikasının kitle tabanının
ve etkinliğinin genişletilmesi hamlesine dönüştürmek
için elinden geleni yaptı; Başka bir alternatifin
oluşturulamadığı oranda da başarılı oldu. Bu arada
demokrasi adına, özgürlük adına Libya'nın bombalanmaya
başlamasıyla süreç, açık emperyalist askeri müdahale
boyutuna da geldi.
Arap
Baharı olarak adlandırılan süreç kaçınılmaz olarak
Suriye'de de yankısını buldu. Yaşanan her olguyu
emperyalizmin kışkırtmalarıyla açıklayamayız.
Suriye'de de böylesi bir muhalefetin dinamikleri
vardı ve ortaya çıktı. Ancak bundan sonrasındaki
gelişmeler, Libya senaryosunun bir benzeri olarak
karşımıza çıktı.
Bugün
Türkiye emperyalizmin Suriye'ye yönelik operasyonunun
koçbaşı haline getirildi. Devlet eliyle başlatılan
kampanyayla her türden medya aracı, Suriye'deki
katliamdan bahsediyor. Katliamların tamamı devlet
güçlerine fatura ediliyor. Kampanyanın açıktan
yürütülmeyen bir diğer boyutunu ise alevi düşmanlığı
oluşturuyor. AKP iktidarı döneminde özellikle
uzak durulan bu olgunun son günlerde hızla yükselmesi
hiç tesadüf değil. Malatya Sürgü'de, İstanbul
Kartal'da ve daha bir çok yerde alevilere dönük
saldırıların artmasının arkasında özellikle "koçbaşı"
niteliğindeki islamcı basının Suriye'deki iktidarı
elinde tutanların aleviliğine yaptığı vurguyu
da hesaba katmak gerekir.
Yıllardır
Filistin'deki katliamlara seyirci kalan, bir türlü
İsrail ile ilişkilerini kesmeye yanaşmayan iktidarın
Suriye için bu kadar savaş heveslisi olmasına
şaşmamak gerekir. Tek bir soru bile bu riyakarlığı
sergilemek için yeterlidir. Bugün Antakya ve Antep
sınır boyunca birçok mülteci kampı barındıran
Türkiye, yıllarca topraklarından sürgün edilen
kaç Filistinliye kapılarını açmıştır? Soruya boşuna
yanıt aramayın, öğrenci olarak Türkiye'ye gelen
Filistinliler bile Mossad'ın emirleriyle apar
topar sınır dışı edilmiştir.
Bugün
topraklarımız emperyalizmin kiralık katillerinin
eğitim, barınma ve lojistik üssü haline getirilmiştir.
Emperyalizm adına Libya'da insan avına çıkan paralı
askerler yüzünden Antakya'lılar kendi memleketlerinde
hastanelerde yatacak yer bulamamaktadır. Demokratik,
ba-rışçıl taleplerini dile getirmek isteyen Antakya
Halkına polis gazla, jopla müdahale etmektedir.
"Muhalif" denilenler Suriye'de çoluk
çocuk demeden mezhebine göre insan katleden, insanları
boğazlarını bıçakla ayırırken bunu marifet gibi
videoya çeken, hiçbir insanlık değerine sahip
olmayan caniler sürüsüdür. Maraş Katliamını yapanlarla
aralarında hiçbir fark yoktur. Hiçbir idealleri,
kutsalları yoktur. Paraya taparlar, para için
yaşarlar ve öldürürler.
Emperyalizmin
yeni bir işgaline zemin hazırlamak için girişilen
bu provokasyon harekatının Arap Baharı ile hiç
bir ilgisi yoktur. Bugün Suriye'de Kürt kentlerinden
başka bir yerde kitle hareketine rastlayamazsınız.
Egemen medya, bu durumu Suriye'ye karşı savaş
açmanın yeni bir gerekçesi olarak değerlendirmekten
başka bir şey düşünemez. Madem Suriye'de demokrasi
yoktu ve kitleler bunun için ayaklandılar; Peki
ayaklanma hakkına sadece sünni Araplar mı sahip?
Ayaklananlar Kürt olunca demokrasi değil de terör
mü ortaya çıkıyor? Bir diğer ikiyüzlülük de burada
açığa çıkmıştır. Şimdi çok rahat bir şekilde şu
soruyu soralım: Siz ulusların kendi kaderlerini
tayin hakkından yana mısınız? Suriye'de buna Araplar
için evet, Kürtler için hayır mı diyeceksiniz?
Bu riyakarlık tablosu Kürtleri insandan saymama
politikasının en çiğ biçimiyle ortaya çıktığı
ibretlik bir durumdur.
Bugün
oligarşi bir açmazın içindedir. Suriye'deki paralı
askerleri topçu ateşiyle destekleyerek emperyalizmin
emirleri doğrultusunda rejimi yıpratmaya çalışan
oligarşi, bu durumun kaçınılmaz sonucu olarak
ortaya çıkan Kürt egemenliğini hazmedememektedir.
Üstelik bu defa tablo Irak'taki gibi değildir.
Irak'ta olduğu gibi feodalizmden kapitalizme yatay
geçiş yapmış bir ailenin sömürücü egemenliği Suriye
Kürtleri açısından geçerli değildir. Dolayısıyla
sınıfsal olarak da istenmeyen bir tablodur Suriye
Kürtlerinin egemenlik iradesi.
Emekçi
Arap halklarının ne istediği, nasıl yaşamak istediği
ise kimsenin umrunda değildir. Tıpkı Katar, Suudi
Arabistan, Yemen ve Ürdün'de olduğu gibi. Bu ülkelerdeki
kitle hareketleri, talepleri kimsenin umrunda
değildir. Arap Baharı milyonların öfkesinin ve
gücünün göstergesi olarak hala Tahrir Meydanı'ndan
çekilmiş değildir. Ancak bu dinamizmin başka bir
ideolojik odağın ortaya çıkamadığı koşullarda
islam gibisinden sistemle temelde çelişkisi olmayan
ideolojiler üzerinden yeniden sisteme bağlanması
ve Suriye ve Libya örneğinde olduğu gibi katil
sürülerinin önünü açması durumu ortaya çıkmıştır.
Bu tabloya yapılabilecek devrimci müdahaleler,
elbette ki sözkonusu ülke halklarının en başta
gelen görevidir.
Ancak
bu noktada bizlere de büyük görevler düşmektedir.
Bugün dünyanın herhangi bir yerinden Türkiye'ye
bakan birisinin gördüğü tek şey tüm varlığı ile
emperyalizmin Suriye politikalarını destekleyen
bir ülkedir… Emperyalizmin işgalci katliamcı politikalarına
karşı çıkmak başka bir şeydir, bir katili, bir
halk düşmanı diktatörü savunmak başka bir şey.
Bu çelişki Saddam Irak'ı için de vardı ve devrimciler
kanlı katil Saddam'ın değil, ezilen, katledilen
emekçi Irak halklanın yanındaydılar. Bu ülkenin
devrimcileri, sosyalistleri, solcuları Suriye'de
büyük bir sahtekarlıkla "muhalif" denilen
eli kanlı kiralık katillere karşı ve bunların
hepsinden öte emperyalizme, emperyalist müdahalelere
karşı, emekçi Suriye halkından yana birleşik ve
güçlü bir hareket geliştirebilmekten oldukça uzak
bir noktada durmaktadır. Emperyalizm ve oligarşi
tüm gücüyle elinden gelen her şeyi yaparken bu
senaryoya karşı cılız tepkilerle yetinmek siyasal
anlamda körlüktür. Savaş tezkeresinin meclisten
geçmesinin ardından yapılan kitlesel tepkiler
anlamlıdır; Ancak kalıcı ve sürekli bir birleşik
harekete dönüştürülemediği oranda da "tepki"
olarak kalmaya mahkumdur. Bu tabloyu değiştirmek
için tıpkı Irak işgali öncesinde olduğu gibi sol
adına hareket eden en geniş cepheyi oluşturmak
ve bu gidişe dur demek birincil görevdir. Bu defa
alevilerin desteği için de çok elverişli koşullar
bulunmaktadır. En kısa sürede bu birlik oluşturulmalı
ve hızla emperyalizmin ve oligarşinin Suriye politikaları
teşhir edilerek "Suriye'nin kaderine Suriye
halklarından başka kimse karar veremez" sloganı
ekseninde bir politik süreç örgütlenmelidir.
Bu
temel belirlemeleri özet olarak aktardıktan sonra
Suriye konusundaki yazımızın ilk bölümünü sizlere
sunuyoruz.
* * *
Yaklaşık
bir buçuk yıldır dünya Suriye haberlerinin bombardımanı
altında... Dahası, Suriye, ülkeyi tahrip eden,
yok eden bombaların, kurşunların, katliamların
kıskacında... Binlerce ölüm ve yıkım haberi, binlerce
manipülasyon, yalan, psikolojik savaş haberi içiçe
geçmiş durumda... Suriye halkının kaderi emperyalist
kurtların sofrasında yazılmaya çalışılıyor.
Halkın
isyanı başlangıçta Arap baharının yeni bir çiçeği
olarak selamlandı. Esad'ın BAAS diktatörlüğü de
halk hareketlerinin menziline girmişti. Özgürlük
isteyen onbinler, yüzbinler gösterilerde ayaktaydı.
Aylar geçtikçe giderek özgürlük taleplerinin canlı
renkleri solmaya başladı. BAAS rejiminin katliamcılarıyla,
emperyalist beslemesi dinci katliamcılar sahneye
egemen olmaya başladı. Tüm halk için özgürlük
çığlıklarının yerini, BAAS'cıların ve dinci sağcı/gerici
güçlerin silah sesleri, işkencelerde, barbarca
katliamlarda ölenlerin çığlıkları almaya başladı.
Gelinen noktada ise Suriye adeta kan kusuyor,
zalimlerin elinde lime lime oluyor... Her iki
tarafın gerçekleştirdiği işkencelerin, kurşuna
dizilen, kafası kesilen, damlardan atılan insanların
görüntüleri en iğrenç korku/vahşet filmleriyle
yarışırcasına tüm medyada dolanıp duruyor...
Ve
Suriye'de yaşananlar egemen burjuva medyanının
yoğun manipülatif, gerçek dışı haberlere, çarpıtmalara
dayalı "bilgi", "haber" akışıyla
dünyadaki tüm insanların evinde, işyerinde, gündeminde...
Bu karmakarışık, gerçek dışı haberler insanların
ezici çoğunluğunda, "neden, nasıl, kim, ne
zaman, nerede, niçin" vb. gibi aslında gazeteciliğin,
haberciliğin yanıtlaması gereken sorulara yanıt
vererek az çok gerçeğe yakın Suriye fotografı
oluşturmuyor. Sadece "birileri şu vahşete
son verse de, Suriye'de kurtulsa" dedirten
bir karmaşa, bıkkınlık, acıma ve nefret duygusu
yaratıyor. Fakat bu "birileri" Suriyeliler
olmadığına/olamadığına göre, emperyalist işgalciler
dışında adeta seçenek kalmıyor.
Türkiye
boylu boyunca Suriye'deki savaşın içinde. Ve gelinen
noktada Suriye artık Türkiye'nin salt bir dış
sorunu olmaktan çıkmış, iç sorunu, merkezi sorunlarından
biri haline gelmiştir. AKP iktidarının geleceğinde
belirleyici bir rol oynayacak düzeyde önem kazanmıştır.
Sadece AKP değil, Kürt sorununda ve Türkiye'deki
sınıflar mücadelesi açısından da özgün bir merkezi
olgu durumdadır. Bu durum, Türkiyeli devrimci
güçlerin olgunun bu niteliğine uygun tutumlar
geliştirmesini de zorunlu kılmaktadır.
Kimdir
Suriyeliler?, sık sık sözü edilen BAAS'çılık nedir?,
Suriye'deki BAAS rejimi hangi tarihsel ve siyasal
köklerden besleniyor, hangi fikir ve sınıflar
üzerinden yükseliyor, Suriye halkı ne istiyor,
Suriye'de çatışan taraflar kimlerdir ve ne istiyorlar,
Suriye ve bir parçası olduğu Ortadoğu'da halkların
barışı, özgürlük ve eşitlik hedeflerinin somutlaşacağı
kulvar hangisidir, vb. sorularını sormadan ve
yanıtlamadan Suriye gerçeğini ve bizim için, tüm
dünya halkları için anlamını açık biçimde görebilmek
mümkün değildir. Ancak doğru sorular ve gerçek
yanıtlar üzerinden doğru tutumlar geliştirebiliriz.
Sömürgecilikten
Günümüze Arap Coğrafyası ve Suriye
I-
Sömürgecilik ve Arap Uluslaşmasının Parçalanması
Suriye,
bir yay gibi Atlas Okyanusu kıyılarından, Fas'tan
İran ve Türkiye sınırlarına değin uzanan büyük
Arap coğrafyasının kuzey ucu. Şam'ı, Halep'i ve
Beyrut'uyla (Lübnan, 1920'lere kadar Suriye'nin
bir parçası olarak görülüyordu) binlerce yıldır
büyük uygarlıkların konağı olmuş, bir halklar
bahçesi, büyük mücadelelerin, savaşların arenası...
Osmanlı
İmparatorluğu tarafından işgal edildikten sonra
yüzyıllar boyunca sömürgeci boyunduruk altında
kalmış bir coğrafya. I. Emperyalist Paylaşım Savaşıyla
Osmanlı Devleti yıkıldığında büyük Arap coğrafyası
İngiliz ve Fransız emperyalistleri arasında paylaşıldı.
II. Paylaşım Savaşı bittiğinde ise İngiliz ve
Fransız işgali ve sömürge/manda rejimleri de yıkılmıştı.
Fakat
emperyalistler Suriye ve diğer Arap topraklarında
açık işgali sonlandırırken büyük Arap coğrafyasını
da aşiretler, şeyhlikler, mezhepsel bölünmeler,
vb. temelinde çok sayıda (20'nin üzerinde) yapay
devlete bölerek, Arap uluslaşmasını felç etmeyi,
bu coğrafyayı paramparça etmeyi de ihmal etmemişlerdi.
Birleşik
ve dolayısıyla büyük bir Arap devletleşmesi ve
uluslaşması, elindeki büyük petrol kaynaklarıyla,
çok büyük topraklarıyla, nüfus ve ekonomik olanaklarıyla,
büyük tarihsel kültür altyapısıyla, oldukça stratejik
olan jeopolitik konumuyla kısa sürede bir dünya
gücü olma dinamiklerini taşımaktaydı. Böylesi
bir potansiyle sahip bir rakibin Afrika, Avrupa
ve Asya'da büyük gelişme olanaklarını gören emperyalistler
daha baştan bu büyük ulusu ve coğrafyasını işbirlikçileri
arasında çok sayıda devlete bölerek büyük bir
tehlikeyi doğmadan, somutlaşmadan bertaraf etmişlerdi.
Öyle ki, Kuveyt, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri
gibi, tarihte küçük köyler, nahiye ve kasabalar
olarak varolmuş yerleşim yerleri sahip oldukları
büyük petrol rezervlerinin kolayca denetim altında
tutulması için ayrı devletler olarak yapılandırıldı.
Böylece bu nispeten zayıf devlet ve devletçikleri
kolayca yeni-sömürgeleştirerek yönetmenin önü
açılmış oldu.
Emperyalistler
bununla da yetinmemiş, 1920'lerin başından itibaren
Filistin topraklarına siyonist gerici Yahudilerin
göçünün önünü açarak, emperyalist amaçlara hizmet
etmeyi varoluşunun temel bir dayanağı olarak gören
İsrail Devletinin kuruluşunun da temellerini atmışlardı.
Büyük çoğunluğu Avrupanın emperyalist ülkelerinden
gelen ve bu ülkelerin sömürgecilik deneyimini
öğrenmiş, eğitimli, iyi organize edilmiş ve silahlanmış
Siyonist Yahudiler Filistin topraklarında sayıca
arttıklarında, Filistinli Arapları topraklarından
söküp atmak için başlattıkları saldırıları, katliamlara
dönüştürerek 1940'ların ikinci yarısında devletleştiler.
Böylece parçalanmış Arap coğrafyasında tepeden
tırnağa silahlanmış, emperyalizmin jandarmalığını
yapacak ayrı bir devlet de emperyalistlerin desteğiyle
oluşmuş oldu.
Suriye
Devleti de emperyalistlerin Arap coğrafyasını
parçalama sürecinin ürünü olarak ortaya çıktı.
Suriye, ayrı bir coğrafya olarak tarihsel olarak
vardı. Ancak tarihte hiç bir zaman Arap coğrafyasında
böyle parçalanmış olarak yer almadı. Sadece bir
coğrafya olarak tanımlandı. Politik, toplumsal,
kavimsel ve sonrasında ulusal olarak hep büyük
Arap coğrafyasının parçası olarak varoldu. I.
Paylaşım Savaşının ardından Arap coğrafyasının
neredeyse tümüne yakın bir bölümü İngiliz emperyalizmi
tarafından sömürgeleştirilirken Suriye ise Fransız
emperyalistlerinin payına düşmüştü. (Ayrıca Cezayir
ve Tunus gibi Arap coğrafyaları da daha önceden
Fransız emperyalizmi tarafından sömürgeleştirilmişti.)
Fransız emperyalizmi gelişen direnişler karşısında
Suriye'den çekilirken, bir yandan işbirlikçi bir
rejim oluşturmuş, diğer yandan Suriye coğrafyasını
da ikiye bölmeyi ve bir bölümünü Beyrut merkezli
Lübnan devleti haline getirmeyi de ihmal etmemişti.
Ayrıca Arap halkının büyük çoğunluğu oluşturduğu
ve tarihsel olarak Suriye coğrafyasının bir parçasını
oluşturan Antakya ise çeşitli oyunlarla TC'ye
adeta hediye edilmişti.
Bunun
yanı sıra, o dönem Fransız sömürgeciliğinin işgali
altında olan ve şu anda Suriye devletinin kuzeyinin
büyük bir bölümünü oluşturan Güneybatı Kürdistan
toprakları da, oluşturulan yeni Suriye Arap devletine
bağlandı.
Böylece büyük Arap coğrafyasının lime lime edilmesi
Fransız sömürgeciliğinin işgali altındaki Suriye'de
adeta katmerli yaşandı. Tarihsel Suriye coğrafyası,
Lübnan devleti oluşturularak parçalandı, Antakya
TC'ye hediye edilerek koparıldı. Ve Güneybatı
Kürdistan Suriye'ye dahil edilerek Suriye'de oluşturulan
işbirlikçi devlet daha baştan devraldığı bu sömürge
mirasıyla barbar bir sömürgeci olarak biçimlendi.
Emperyalistler
büyük Arap coğrafyasını ve ulusunu parçalayarak
bir ucube devletler sürüsü ortaya çıkarmıştı.
Irak ve Suriye bağlamında Kürdistan'ın bir bölümündeki
sömürgeci mirasını bu devletlere devrederek daha
baştan büyük bir çatışma alanı oluşturmuş, ucubeliği
bu ikisi özgülünde daha katmerli hale getirmişlerdi.
Böylece,
Arap uluslaşması sadece bu devletlerde (Irak ve
Suriye'de) değil, tüm Arap coğrafyasında daha
baştan itibaren tümüyle sakatlanmış, parçalanmış
ve şekilsiz, gerici, ucube bir eksene kaymış oldu.
II-
BAAS'cılık: Küçük-Burjuva Arap Milliyetçiliğinin
Doğuşu
Tam
da emperyalistlerin Arap coğrafyasını parçalama
ve ucube devletler yaratma sürecinde, buna karşı
çeşitli direniş güçleri de ortaya çıkıyordu. Bir
yandan komünist hareket mayalanırken, bir yandan
da küçük burjuva Arap milliyetçiliği BAAS partisi
bağlamında ortaya çıkıyordu.
BAAS
hareketi Arap coğrafyasında tarih boyunca ticaret,
eğitim, kültür, bilim ve entellektüel gelişmenin
merkezi olmuş, kentleşme düzeyi yüksek Bağdat,
Şam ve Beyrut'da, yani Irak, Suriye ve Lübnan'da
mayalandı ve hızla gelişti. Arap halklarının özellikle
Lübnan, Irak ve Suriye halklarının yakın tarihi
BAAS'ın gelişimi seyri en azından çok genel hatlarıyla
da olsa bilinmeden anlaşılamaz.
BAAS'çılar
emperyalist işgale ve parçalanmaya karşı mücadele,
büyük Arap coğrafyasını ve ulusunu birleştirme
ve Arap ulusunun, coğrafyasının sahip olduğu başta
petrol gibi hayati önemdeki stratejik ekonomik
olanakları kullanarak dünya ölçeğinde büyük bir
güç haline gelme hedefiyle yola koyuldular. Bu
bağlamda ideolojik hatları kopkoyu bir Arap milliyetçiliği
ile biçimlenmişti. Arap ulusu içindeki dinsel
ve mezhepsel ayrımlar bir kenara bırakılmıştı.
(BAAS'ın ilk kurucularının bir bölümü Hıristiyan
Araplardır) O dönem TC'nin uygulamaya başladığı
batı taklitçisi bir laiklik esas alınmıştı. Öte
yandan, kendilerini sosyalist olarak da tanımlıyorlardı.
Fakat bu sosyalizm anlayışının, başta bilimsel
sosyalizm olmak üzere tarihsel sosyalist geleneklerin
hiç biri ile yakından uzaktan bir ilgisi yoktu.
BAAS'ın anti-kapitalist bir karakteri yoktu. Hem
emperyalist ülkelerin işgali altında oldukları
ve bu ülkelerin Arap ulusunu parçalama stratejisi
nedeniyle taşıdıkları nefretin ve bunlara düşmanlığın,
hem de sosyalizmin o dönemdeki büyük gelişmesinin
etkisi altında idiler. Daha da önemlisi, Arap
ulusunun birleştirilmesi mücadelesinde emperyalistlere
karşı bir müttefik olabileceği düşüncesiyle sosyalizm
kavramını kullanma derdindeydiler. Sosyalizmden
anladıkları yeterince güçlü bir burjuvazi olmadığı
için ekonomide devlet eliyle endüstrileşme ve
sermaye birikimi yaratılması ve küçük ve orta
sınıfların çıkarlarının korunmasıydı. Yani devlet
kapitalizminin özgün bir biçimiydi. Esas olarak
şehirli, eğitim almış küçük ve orta burjuvazinin
sesi ve örgütü durumundaydılar. Bu kesimler içinde
hızla geliştiler. Programları işçi sınıfı ve emekçi
halkın toplumsal kurtuluşunu sağlanması, Kürt
ulusunun ve çeşitli Arap devletlerindeki diğer
ulusal toplulukların ulusal demokratik haklarının
tanıması, din ve vicdan özgürlüğü ve diğer demokratik
haklar bağlamında ciddi hiç bir hedefe sahip değildi.
Elitist küçük-burjuva milliyetçileri olarak Arap
ulusunun kurtarıcılığına soyunmuşlardı.
II.
Emperyalist Paylaşım Savaşının ardından yeni Arap
devletleri "bağımsız" olarak kurulmaya
başladığında, BAAS'cılar küçük burjuva, eğitimli,
şehirli kitle tabanları sayesinde bu devletlerin
içinde hızla gizli ya da açık biçimde örgütlenmeye
ve güçlerini büyütmeye başladılar. Ordu ve bürokraside
taban kurumlarının önemli bir bölümü kısa sürede
BAAS'cıların eline geçti. 1950'lerin sonlarına
gelindiğinde, BAAS'cılar Suriye, Lübnan ve Irak'da
orduların bütün kademelerinde belirleyici güç
haline gelmişlerdi. Ve kent küçük ve orta burjuvazisinin
büyük ölçüde desteğini sağlamışlardı. Yine aynı
dönemlerde, büyük burjuvaların ve feodallerin
ortak yönetimi olarak biçimlenmiş olan krallık
veya cumhuriyet biçimindeki rejimler hızla yozlaşmış,
İsrail karşısındaki yenilgileri ve boyun eğişleri,
ekonomik zorluklar, Arap ulusunun parçalanmışlığı
karşısındaki tavırsızlıkları nedeniyle geniş halk
kitlelerinin desteğinden tümüyle yoksun durumdaydılar.
Fakat emekçi kesimlerde yükselen tepkilere devrimci
temelde yön verecek komünist hareket ise zayıf
durumdaydı. İşte BAAS'çılar, artık yönetme yeteneklerini
ve prestijlerini tümüyle kaybetmiş bu rejimleri
devirmek ve iktidarı ele geçirmek için bu nesnel
durumun yarattığı boşluğu büyük bir beceri ile
kullandılar. Ordu içinde yarattıkları büyük örgütlenmeleri
kullanarak 1950 sonlarından itibaren bu ülkelerdeki
yönetimlere darbeler yoluyla el koydular.
III-
BAAS'cılığın İktidarlaşması
Suriye
ve Irak gibi Arap coğrafyasının en önemli/etkili
iki ülkesinde yönetim BAAS'cılara geçti. Mısır'da
ise BAAS'cılarla hemen hemen aynı perspektife
sahip olan Nasır bir askeri darbe yoluyla 1950'lerde
iktidarı ele geçirmişti. BAAS'cılar, feodal/burjuva
karması rejimlerin yönetme gücünü yitirdiği, işçi
sınıfı, emekçiler ve tüm ezilenlerin ise iktidarı
alacak gücünün olmadığı koşullarda tüm toplumsal
sınıflar arasında sözde bir uzlaşma zemini olarak
programlarını dayatarak, yeni diktatörlükler kurdular.
Türkiye'de 1923'den itibaren oldukça tanıdık olduğumuz
Kemalistlerin de kullandığı "sınıfsız, imtiyazsız"
bir millet ve halk söylemi bu kez BAAS'cıların
dilindeydi. Devrimci sosyalist literatürdeki Bonapartist
diktatörlük tanımlaması BAAS'ın kurduğu yeni devletlere,
yeni rejimlere adeta tıpa tıp uyuyordu.
BAAS'cılar
hızla ekonomide devlet eliyle endüstrileşme, çabası
içine girdiler. Bu yoldan bir yandan da eski burjuva
sınıfla işbirliği içinde büyük burjuvazinin geliştirilmesi
yoluna girdiler.
Büyük
Arap devletini yaratmak, Arap uluslaşmasını yeniden
birleşik bir yapıya kavuşturmak için diğer emperyalist
işbirlikçisi devletleri (Suudi Arabistan, Körfez
ülkeleri, Ürdün, vb.) derhal basınç altına aldılar.
Mısır'da Nasır rejimi Süveyş kanalını ulusallaştırdı.
Bu hamlesine savaşla karşılık veren bölgenin eski
hakimleri/sömürgecileri İngiltere ve Fransa ile
savaşı göze aldılar. Tunus ve Cezayir'deki ulusal
kurtuluş mücadelelerine destek sağladılar. Bir
adım daha giderek Mısır ve Suriye devletlerini
birleştirdiler. Bu adım 1958'den 61'e kadar 3
yıl gibi kısa sayılabilecek bir zaman sürmesine
karşın, Arap birliği rüyasının ilk somut adımı
oldu. Böylece Nasırcılar ve BAAS'cılar bütün Arap
ülkelerinde geniş halk yığınları içinde, özellikle
1960'lı yıllarda büyük bir prestij sağladılar.
Bu öylesi bir atmosferdi ki, tüm Arap ülkelerinde
halk yığınlarında kısa süre içinde birleşik Arap
ulusunun ve devletinin oluşacağı, Arap coğrafyasının
sahip olduğu büyük petrol zenginliğinin, başlatılan
sanayileşme girişimleriyle birleşerek Arap halklarına
büyük bir zenginleşme sağlayacağı kanısı güçlü
biçimde oluştu.
Dış
politikada Arap uluslaşmasının parçalanmasının
nedeni ve engeli olarak gördükleri, İsrail destekçisi
batılı emperyalistlerle aralarına mesafe koyarak,
1945 sonrası oluşan iki kutuplu dünyanın diğer
kutbuna yöneldiler. Reel sosyalist ülkelerle ilişkilerini
geliştirdiler. Böylece, hem batılı emperyalist
güçler karşısında bir koruma kalkanına kavuşmuş
oluyorlardı, hem de Arap devletlerinin birleştirilmesi
için gerekli mali, askeri, diplomatik ve uluslararası
desteği sağlamış oluyorlardı. Bu yoldan hem batılı
güçlere, hem yıkılıp büyük Arap devletleşmesinin
bir parçası haline gelmesi gerektiğini düşündükleri
başta Suudi Arabistan olmak üzere kukla Arap devletlerine
karşı, hem de İsrail'e karşı savaşma, bunları
basınç altına alma imkanına kavuşmuş oluyorlardı.
İç
siyaset alanında ise zaten kırıntı düzeyindeki
tüm demokratik haklar hem Nasırcılar, hem de BAAS'cılar
tarafından tasfiye edildi. Baskıcı, hiç bir demokratik
girişime izin vermeyen, burjuva demokratik geleneğin
zaten ya hiç olmadığı, ya da çok zayıf olduğu
Arap coğrafyasındaki BAAS dışındaki neredeyse
tek parti olan Komünist Partiler tümüyle yasadışı
ya da en fazlasından yarı-yasal konumdaydı. Ve
başta SSCB olmak üzere reel sosyalist ülkelerle
sürdürülen ittifak ilişkilerine rağmen, KP'ler
sık sık ağır baskılarla, tutuklamalarla, işkence
ve infazlarla darbeleniyordu. Bu partilere bırakılan
yegane politik alan BAAS'ın politikalarına yedeklenmekti.
Bırakalım sınıf sendikalarını, bağımsız hiç bir
sendikaya izin verilmedi. İnsan hakları, en basit
demokratik haklar bile lüks haline getirildi.
Küçük burjuva diktatörlükleri olarak kurulan Nasırcı
ve BAAS'cı rejimler diğer tüm sınıfların kesin
biçimde kendi "büyük" hedeflerine bağlanmasını
esas alıyorlardı.
BAAS'cıların
gelişme süreci 1970'lere gelindiğinde yani on
yıllık kısa bir sürede tersine döndü.
İsrail'le
yapılan 1967 savaşında öncülüğü yapan Suriye ve
Irak gibi BAAS'ın ve Mısır gibi Nasırcılığın egemen
olduğu üç ülke ve peşlerindeki diğer ülkeler kısa
sürede ağır bir yenilgiye uğradı.
Mısır
ile Suriye'nin birliği ile oluşan ve büyük Arap
uluslaşmasının ve devletleşmesinin öncü çekirdeği
olarak görülen Birleşik Arap Cumhuriyeti ise zaten
1961'de parçalandı. Herkes deyim yerindeyse kendi
çöplüğüne döndü. Küçük-burjuva rekabet ve ekonomik
olarak palazlanma, statükoların sağlamlaşması,
devlet olanaklarının yağmalanması temelindeki
yozlaşma ortak devlet yapılanmasını hedefini giderek
geri plana düşürdü. Irak ve Suriye'de 1960'lı
yıllardan itibaren BAAS'cı rejimler egemen olmasına
karşın birleşik devlet bu ülkelerdeki BAAS'çı
klikler arasındaki rekabet nedeniyle mümkün olmadı.
Asgari demokratik ve halkçı özelliklere bile sahip
olmayan bu rejimlerin böylesi büyük bir hedefi
gerçekleştirmeleri de beklenemezdi. Ele geçirilen
güç kısa sürede esas olarak bu kliklerin siyasi,
ekonomik ve diğer açılardan palazlanmasının bir
aracına dönüştürüldü.
Bağımsızlığını
kazanan Cezayir ve Tunus'un, Libya'da iktidarı
ele geçiren Kaddafi yönetiminin bu birliğe yanaşmaması
BAAS öncülüğünde bir Arap birliğini hayal haline
getirdi.
Arap
birliğinin sağlanması, parçalanmanın aşılarak
sağlam temellere dayanan bir uluslaşma ancak tam
ve kesin bir demokratik ulusal harekete dayanarak
gelişebilir/di. Bunun motor gücü ise ancak başta
işçi sınıfı olmak üzere tüm Arap emekçi sınıflarına
dayanarak, feodalizmin ve işbirlikçi burjuvazilerin
tasfiyesini hedefleyen bir halk hareketi ile mümkün
olabilirdi. Bu aynı zamanda kurulmuş bulunan ucube
Arap devletlerinin sınırları içinde bulunan Kürt,
Yahudi, Ermeni ve diğer ulusal toplulukların tüm
ulusal demokratik haklarının tanınmasıyla, tüm
dinsel ve mezhepsel inançlara tam bir özgürlük
tanınmasıyla mümkün olabilir/di. Ancak küçük ve
orta burjuvazinin milliyetçiliğine dayanan, baskıcı
diktatörlükler olarak biçimlenen BAAS yönetimleri
bunun tam tersini yaptılar ve sonuç tam bir hüsran
oldu.
Sürecin
tersine dönmesiyle birlikte BAAS yönetimleri tam
bir cadı kazanına döndü. İktidarı ele geçirmek
isteyen kliklerin günlük olarak birbirlerine karşı
düzenledikleri komplo ve darbeler o denli arttı
ki, artık "sabah erken kalkanın iktidarı
aldığı ülkeler" biçimindeki alaylara konu
oldular.
BAAS
ve Nasır rejimlerinin tablosu, 1970'lerin ilk
yarısında nispeten istikrarlı hale geldi. Cemal
Abdülnasır Mısır'da iktidardan düştükten sonra,
Enver Sedat'la Mısır'daki rejim nispeten istikrarlı
hale geldi. Suriye'de Hafız Esad, Irak'da ise
Saddam Hüseyin darbeler yoluyla iktidarı alıp,
vahşi katliamlarla rakiplerini tasfiye ederek
durumlarını istikrarlı hale getirdiler.
Bu
süreç gelişirken BAAS'çı rejimler eski konumlarını
yakalamak için 1973'de belki de son hamlelerini
yaparak İsrail'e saldırdılar. Savaşın başında
İsrail ciddi ölçüde geriletildi. Ancak İsrail
de geride kalan yıllarda boş durmamış ve emperyalist
ülkelerin yardımıyla nükleer bombalar üretmişti.
Ve gerilediği noktada bu bombaları kullanacağı
tehditiyle (bu nokta hiç bir zaman açıkça kamuoyu
önünde tartışılmadı, fakat gayrı resmi düzeyde
bunlar hep açıklandı ve tartışıldı) BAAS'çıların
öncülük yaptığı Arap ordularını durdurdu.
IV-
BAAS'çılıkta Dönüşüm: Küçük ve Orta Burjuvazinin
Sözcülüğünden
Büyük
Burjuvazinin Partisi Konumuna Geliş...
Böylece
BAAS'çıların son hamlesi de boşa çıkarken, tüm
hayalleri de savaş meydanında kaldı.
Bu,
BAAS'çıların ve Nasırcıların özellikle Irak ve
Mısır'da tüm politikaları açısından bir dönüm
noktasını oluşturdu. Kendilerinin öncülüğünde
İsrail'in yenilemeyeceği ve Arap birliğinin sağlanamayacağı
açığa çıkmıştı. Mısır'da geleneksel orta sınıflar
içinde islamcı muhalefet (Müslüman Kardeşler örgütü)
gelişirken, Irak'da iktidardan dışlanmış Şii Araplar
arasında (Irak'daki BAAS rejimi nüfusun azınlığını
oluşturan sunni Araplara dayanıyordu ve şiiler
yönetimden ve ekonomik olanaklardan önemli ölçüde
dışlanmıştı) ve sömürge Kürdistan'da komünist
hareket gelişmekteydi. Ayrıca Kürt ulusal hareketi
büyük bir güç kazanmış ve otonomi düzeyinde haklar
elde edecek konuma gelmişti.
Ve
BAAS'çılar bütün bu dönem içinde iktidar konumunu
kullanarak büyük burjuvalar haline gelmişlerdi.
Ülkelerinin sahip olduğu zenginlikler bir yandan
yönetici klikler tarafından gaspedilirken, diğer
yandan kendi çevrelerini büyük burjuvalar haline
getirecek tarzda yağmalanmaktaydı.
BAAS
eliti, iktidarı ele geçirdikleri dönemlerin başlarından
itibaren hızla idealist küçük burjuvalar olmaktan
çıkmaya başlamışlardı. 1970'lerin ortalarına gelindiğinde,
başlangıçta ortaya koydukları hayallerinin suya
düşmesiyle birlikte, hızla statükoyu korumak,
zenginleşmelerine hız katmak, gelişen muhalefeti
bastırmak, bükemedikleri emperyalist elleri öpmek
için harekete geçmiş durumdaydılar.
Mısır
Mısır'daki
Nasır sonrası yönetici kesim bu noktada en hızlı
ve net davrananlar oldular. Mısır'ın Nasır geleneğinden
gelen elitleri daha o süreçte artık küçük ve orta
burjuvazinin sözcüleri olmaktan çıkmış, iktidarın
konumunu kullanarak büyük burjuvalara dönüşme
yoluna girmişlerdi. Artık sınıf konumlarına uygun
bir politik eksen kurma çabası zorunlu hale geliyordu.
Enver Sedat 1973 İsrail savaşının hemen ardından
ABD emperyalizmine yanaştı. İsrail ile "barış"
daha doğrusu tam bir teslimiyet anlaşması için
harekete geçti. Bu sürecin sonunda 1977'de Mısır'ın
artık açıkça batılı emperyalist güçlere ve siyonist
İsrail'e teslim olduğunu ilan eden Camp David
anlaşması imzalandı. ABD ve AB ülkeleri askeri
ve ekonomik yardım adı altında Mısır yönetici
kliğini adeta rüşvete boğdu. Başta Sovyetler Birliği
olmak üzere reel sosyalist ülkelerin askeri ve
teknik danışmaları ülkeden kovuldu. İslamcı ve
diğer muhalefet ağır baskı tebdirleriyle darbelendi.
Bu başlangıçta Mısır'ın tüm Arap dünyasında tam
tecritine yol açtı. Bu ülkeler ve halkları nezdindeki
prestijini deyim yerindeyse sıfırladı. Ancak Mısır,
bunun geçici bir durum olduğunu, ABD kuklası Suudi
Arabistan ve diğer ülkelerin bir süre sonra bu
tecriti deleceklerini ve onların da daha örtük
biçimde İsrail'le anlaşma içinde olduklarını biliyordu.
Artık emperyalist kamp içinde konumlanmış olmakla
kendi durumlarını az-çok istikrarlı hale getirdiklerini
düşünüyorlardı. Ancak sınıf çıkarlarını korumak
için böylesi radikal sayılabilecek bir şerit değişimine
girmek zorunda kalmışlardı. BAAS'çıların kurduğu
baskı rejimi artık bonapartist değil, olsa olsa
faşist olarak nitelendirilebilirdi. Müslüman Kardeşlerin
ve sol hareketlerin tasfiyesinin yarattığı boşluk
bu süreçte hızla radikal islamcı güçlerin her
yerde boy vermesini sağladı. Geniş emekçi yığınlardaki
rejime karşı büyük tepki bu boşluk ortamında silahlı
islamcı hareketlere desteğe yöneldi. Çatışmalar
hızla yaygınlaştı ve Mısır'daki işbirlikçiliğin
mimarı Enver Sedat 1980 başlarında islamcılar
tarafından öldürüldü. Mısır bu çatışmalar, çelişki
alanları minvalinde kırıla döküle, faşist diktatörlüğün
daha da koyulaştığı zemininde yoluna devam etti.
Irak
BAAS'cılığın
büyük kalesi Irak ise daha zikzaklı bir yol izledi.
Mısır'ın izlediği yolu izlemelerinin önünde ciddi
engeller vardı. Her şeyden önce, rejimin ülkedeki
Arapların çoğunluğunu oluşturan şiiler arasında
ciddi bir desteği yoktu, Kürdistan'da sömürgeci
bir rejim sürdürüyordu ve Kürtlerden işbirlikçi
bir avuç "caş" (Kürtler Irak BAAS rejimini
destekleyen işbirlikçilere bu ismi takmışlardı;
yani Arapça "eşek") dışında desteği
yoktu. Azınlık durumundaki Sunni Araplara ve kısmen
küçük bir azınlık olan Hıristiyanlara dayanıyordu.
Ülkenin Arap halkı içindeki neredeyse tek meşruiyet
kaynağı güdük Arap milliyetçiliği idi. Mısır gibi
bunu da terk ederek ABD-İsrail eksenine kayması
bu sorunlu meşruiyet zeminini de ortadan kaldırması
demekti. Bu durumda, kısa sürede tasfiye olması
kaçınılmazdı.
Bu
nedenle, bir yandan Arap milliyetçiliği ve klasik
BAAS söylemlerini kullanmayı sürdürürken, diğer
yandan pratikte mevcut statükoları kabullendiğini
gösteren bir yol izledi. ABD ve AB ile ilişkilerini
düzeltmeye yöneldi. Öte yandan, Filistin hareketiyle
ilişkilerini giderek zayıflatmasına rağmen hiç
koparmadı. Reel sosyalist ülkelerle arasındaki
pragmatik ilişkileri de az ya da çok sürdürdü.
Irak'ın
BAAS elitleri büyük Arap birliği hedefi yerine
bir yandan ülkenin büyük petrol kaynaklarını kullanarak
palazlanma yolunda dolu dizgin ilerleyerek Mısır'daki
gibi büyük burjuvalar haline geldiler. Diğer yandan,
BAAS'çılar Güney Kürdistan'daki sömürgeci rejimi
vahşi katliamlar yoluyla sağlamlaştırmaya giriştiler.
Kürt ulusal hareketini ve özellikle Şii Arap halk
içinde büyük gelişme göstermiş Sovyet çizgisindeki
Komünist Parti'yi vahşi katliamlarla yok etmeye
girişti. Komünist Parti, Arap bölgelerinde neredeyse
tümüyle silindi. Binlerce kadrosu öldürüldü, kaybedildi.
Binlerce üye ve kadrosu ağır işkencelerin ardından
hapishanelere dolduruldu. Böylece Irak sosyalist
hareketinin bir kuşağı neredeyse tümüyle yok edildi.
Kurtulabilenler Kürdistan'daki (Güney Kürdistan'a)
ulusal harekete sığınarak zayıf güçler olarak
varlıklarını sürdürmeye çalıştılar. Kürdistan'daki
fiili otonomi kısa sürede tasfiye edildi. Kürt
ulusuna karşı büyük katliamlara girişildi. BAAS'ın
küçük-orta burjuva zemini kendi içinde büyük burjuvaziyi
yaratarak BAAS'ı büyük burjuvazinin ve feodal
güçlerin partisi haline getirirken, bu sınıfsal
zemin değişimine bağlı olarak bonapartist diktatörlük
faşist bir devlete, diktatörlüğe dönüştü.
Irak'taki
Saddam önderliğindeki diktatörlük İran Devrimiyle
kendisi için yeni bir büyüme alanı açıldığını
düşünerek, ABD ile İran arasındaki çelişkileri,
Sovyetler ve ABD'nin bölge hesapları arasındaki
mücadelenin yarattığı çatlakların oluşturduğu
zeminleri de kullanmayı esas alan yeni bir büyüme
stratejisi de geliştirdi. Bölgesel gücünü büyütmek
için çeşitli tarihsel anlaşmazlıkları vb. de kullanarak
komşu küçük Arap devletlerini (Kuveyt, BAE, vb.)
yutmayı ve küçük bir Arap ulusal topluluğunun
bulunduğu İran'dan (İran'ın Irak'a sınır olan
Kuzistan bölgesinde nüfusun ağırlığı Araptır.)
parçalar koparmayı hedefleyen yeni bir stratejiyi
de devreye soktu. İran'ın Arap eyaleti Kuzistan'ı
işgal etmek için 1980 başlarında İran'a saldırdı.
ABD'yle ilişkilerini eskiye nazaran çok ileri
bir noktaya taşıdı ve İran karşısında desteğini
aldı. 8 yıldan fazla süren ve milyonlarca insanın
ölümüne neden olan bu savaşta yenildi. Güney Kürdistan'da
kimyasal silahları kullanarak Halepçe katliamının
da bir parçası olduğu Enfal katliamını gerçekleştirdi.
Bu katliamda yaklaşık 200 bine yakın Kürt toplu
biçimde öldürüldü. Komünist hareketin silindiği
Şii bölgelerinde oluşan siyasi boşlukta gelişen
İran yanlısı dinci hareketi bastırmak için korkunç
katliamlar gerçekleştirdi.
İran
savaşında yenilgisinin ardından orada durmadı.
Duramazdı da... Prestijini bir zaferle onarması
kendisine yeni alanlar açması gerekiyordu. Yüzünü
hemen güneyindeki Kuveyt ve BAE gibi yutulması
kolay askeri olarak zayıf küçük devletlere döndü.
Güney Kürdistan'da, İran'da, Irak'ın güneyindeki
şiilere yaptığı barbarlıklara göz yumulmasından
aldığı güçle emperyalistlerin kurduğu basit bir
tuzağa düşerek saldırganlığını Kuveyt'e yöneltti.
Kuveyt'i işgal etmek istiyordu ve bunun için o
dönemde ilişkilerini iyice geliştirdiği ABD'nin
onayını alması zorunluydu. ABD büyükelçisinin
kimi sözlerini bu işgale onay olarak gördü ve
Kuveyt'i 1990'da adeta bir oldu bittiye getirerek
birkaç gün içinde işgal etti.
ABD
ve AB emperyalistlerinin hesabı ise başkaydı.
İran savaşı sırasında Irak desteklenerek İran
Devriminin hızla Ortadoğu'ya yayılmasının önü
kesilmek istenmişti. Bu amaçla Irak'a büyük miktarda
silah verilmiş, katliamlarına göz yumulmuştu.
Yenilgiye uğramasına rağmen, İran'ın hızlı yayılmasını
engelleyen Saddam'ın elindeki büyük askeri güçle
boş durmayacağının farkındaydılar. Saddam güvenilir
bir müttefik değil, sadece kısa süreli bir yol
arkadaşıydı. Ve yol arkadaşlığı İran savaşının
bitişiyle birlikte bitmişti. Şimdi Saddam'ın gücünün
budanması gerekiyordu. Kuveyt'i ve diğer küçük
körfez ülkelerini ele geçirecek bir Irak'ın çok
büyük ekonomik kaynaklara kavuşması ve emperyalist
sistem içindeki rolünü büyütmesi kaçınılmazdı.
Bu ise petrol kaynakları üzerinde kesin hakimiyet
isteyen ABD için en son istenecek şeydi. Öyleyse
Saddam'a işgal için yol veriliyormuş gibi görünüp,
onun işgal yolunda adımlar atmasını sağlamanın,
ardından da perişan etmenin zamanı gelmişti. I.
Körfez Savaşı olarak bilinen savaşta ABD ve koalisyon
güçleri tarafından tam anlamıyla perişan edildi.
Kolu kanadı kırıldı.
Saddam'ın
I. Körfez Savaşı sonrasındaki macerası, Irak'ın
işgali ve yeni bir işbirlikçi devletin yakın dönemdeki
kuruluş süreci biliniyor. Böylece Mısır'da Nasırcılığın
son izlerinin de silinmesinden 20 yılı aşkın bir
süre sonra, Irak BAAS'çılığı da farklı mecralardan
geçerek kendi kendini tüketti ve ardından kılıç
darbeleriyle yok edildi.
BAAS'çılığın
Son Halkası Suriye
I-
1970'lerden 1990'lara Suriye BAAS Rejimi
Suriye,
Arapların, Kürtlerin ve daha az olmak üzere Ermeni,
Çerkez, Durzi, Asuri vb. halkların yaşadığı bir
ülke. Kürtler Güneybatı Kürdistan'da, yani Suriye
devletinin bütünü açısından bakıldığında ülkenin
Kuzeyinde yaşıyorlar. Başkent Şam ve ülkenin ikinci
büyük kenti ve ticaret merkezi olan Halep'te de
büyükçe bir Kürt nüfus yaşıyor. Nüfusun yüzde
12-15 civarı Aleviliğin Arap halkı içindeki özgün
bir biçimlenişi olan Nusayrilerden, yüzde 10-15'i
Hıristiyan ve geri kalanı Sunni Arap halktan oluşan
bir ülke. 1920'lerden sonraki Fransız sömürgeciliği
döneminde Suriye coğrafyasının bir parçası olan
Lübnan, Suriye'den koparılarak ayrı bir devlet
haline getirildi. Yine Antakya ise TC tarafından
yutuldu. Bu sorunlar da günümüze değin gelen bir
çok çatışmanın ve hesapların konusu... Kısacası
ulusal ve dinsel/mezhepsel yapısı oldukça karışık
ve öteden beri çatışmalı bir ülke. Petrol ve doğal
gaz gibi yeraltı zenginlikleri açısından komşularına
göre oldukça fakir bir ülke.
1960'larda
BAAS'çılar iktidarı aldıktan sonra Suriye'de,
siyasal, ekonomik ve diğer tüm toplumsal süreçler
BAAS hareketinin yukarıda ana hatlarıyla ortaya
koyduğumuz gelişme seyri temelinde biçimlendi.
1960'ların ikinci yarısında BAAS'çıların kendi
içlerinde yaşadıkları çatışmalar, komplo ve darbelerin
sonucu olarak iktidarı Hafız Esad kliği ele geçirdi
ve günümüze değin ülkeyi bu klik yönetti. Hafız
Esad ve kliğinin çekirdeğini ülkedeki en önemli
dinsel azınlık olan Nusayriler oluşturmaktaydı.
(Irak BAAS partisinde ise tersine azınlıkta olan
Sunniler yönetici klik içinde egemendi.) Ancak
bu durum yönetimin tümüyle Nusaryilerden oluştuğu
anlamına gelmiyordu. Sunni Arap BAAS'çılar da
yönetimde daima ciddi bir etkinliğe sahip oldular.
Fakat Esad rejimi, tıpkı Saddam rejiminin Sunnilere
yaslanma yaklaşımında olduğu gibi, yönetimin çekirdeğini,
ordu ve bürokrasiyi daha fazla güvendiği ve içinden
geldiği Nusayrilerin ağırlığı oluşturacağı tarzda
örgütledi.
1960'lı
yıllar Mısır'la yapılan Birleşik Arap Cumhuriyeti
denemesi ve bu denemenin başarısızlıkla sonuçlanması,
İsrail ile savaşlar vb. ile biçimlendi. 1973'de
İsrail ile yapılan 6 gün savaşlarından sonra,
Suriye BAAS rejimi de diğer Arap ülkeleri gibi,
birleşik Arap cumhuriyeti oluşturma, İsrail'i
yok etme vb. hedeflerinden (söylemde değilse bile)
pratik olarak vazgeçti. Hele ki, Mısır ve diğer
gerici/Amerikancı Arap devletleri bu noktada tamamen
geriye çekildiğinde, zayıf Suriye'nin bu hedeflerin
öncüsü ve pratik sürdürücüsü olması, küçük-orta
burjuva karakterdeki Suriye rejimi açısından mümkün
değildi.
Kaldı
ki, Suriye'deki BAAS'çı yönetici elit de, iktidar
olmanın getirdiği nimetlerin tadına varmıştı.
Yönetici elit ve çevresindeki küçük ve orta burjuva
kesimler, Mısır ve Irak'da olduğu gibi, 1960'lı
ve 70'li yıllarda hızla palazlanarak büyük burjuvalar
haline geldiler. Halkçı nitelikte hiç bir temel
ekonomik uygulama geliştirilmedi. Kırsal alandaki
feodal aşiret yapısını, toprak reformu ve politik
araçlarla çözmeye dönük herhangi bir ciddi girişim
söz konusu olmadı. Kırsal alanda egemen olan yarı-feodal
ilişkiler esas olarak feodal aşiret elitlerinin
adım adım burjuvalaşması yoluyla çözüldü. Bu ise
büyük yoksul ve topraksız köylü kitlelerinin kentlere
akması işçi sınıfı ve lumpen proletarya saflarını
doldurması ile sonuçlandı. Bir yandan BAAS yöneticileri
ve BAAS'ı destekleyen küçük ve orta burjuvaların
bir bölümü zenginleşip büyük burjuvalara, yarı-feodal
ağalar kapitalistlere dönüşürken, bir yandan çok
büyük yoksul ya da işsiz ve sisteme karşı büyük
bir öfke biriktiren proleter kesimler oluştu.
Daha sonraki on yıllarda da bu büyük burjuvalaşma
süreci daha gelişti ve oturdu. Bütün bu nimetleri
teperek büyük ve gerçekleşmesi oldukça güç olan
hedeflerin peşinden giderek elde ettikleri siyasi,
ekonomik ve toplumsal gücü riske edemezlerdi.
İçeride
Arap milliyetçiliği ve BAAS'çılığın tüm söylemleri
geniş kitleleri denetim altında tutmak, ideolojik
olarak kontrol etmek için başlıca manipülatif
söylem olarak güçlü biçimde vurgulanmaya devam
ediyordu. Başlangıçta büyük Arap uluslaşmasının
ve birliğinin ifadesi olan Arap milliyetçiliği
artık oluşmuş yeni statükoyu (ele geçirilen zenginlikleri,
büyük burjuva konumunu, Nusayri azınlığının ağırlıkta
olduğu siyasal kompozisyonu, vb.) korumanın, savaş
halinde olduğu İsrail karşısında, başta Filistinliler
olmak üzere Arap halklarının desteğini sağlamanın,
Lübnan'a ve Antakya'ya dönük tarihsel kökleri
de olan yeniden ele geçirme planları için ideolojik
arka planı canlı tutmanın aracı haline gelmişti.
Ancak, uluslararası ilişkilerde ve pratik politikanın
diğer alanlarında, ellerindeki olanakları, oluşturdukları
dengeleri korumak için oldukça pragmatik bir politika
esas alınmaktaydı.
Esad'ın
BAAS rejimi 1990'lara kadar (aslında günümüze
kadar) ağırlıklı olarak sol (KP ve diğer sol hareketler)
nitelikteki iç muhalefet ve Güney Batı Kürdistan
halkının ulusal talepleri karşısında ise tam bir
gaddarlık içinde oldu. Tüm diğer muhalefet gibi,
sol muhalefet de yasaktı. Komünist Parti'lilere
ve diğer sol muhalefete işkence, öldürme, gözaltında
kayıplar, yıllarca nerede olduğu bilinmeden ve
yargılamadan hapishanelerde tutma, vb. uygulamalar
sıradan olaylardı. Sol hareket üzerindeki vahşi
baskı sadece rejimi kısmen desteklediği dönemlerde,
ya da Sovyetlerle olan yoğun ilişkide problem
haline geldiği dönemlerde hafifletildi. İstihbarat
ve gizli polis gücü olarak görev yapan Muhaberat
örgütlenmesi tüm halkın korkulu rüyası olmayı
sürdürdü. Çeşitli örgütlenmelerden oluşan Kürt
ulusal hareketi de bu saldırganlığı katmerli biçimde
yaşadı. Kürtlere dönük sömürgeci gelenek, bir
çok yönüyle Fransızlardan ve Osmanlı'dan daha
vahşice sürdürüldü. Kürtlerin varlığı, tıpkı TC'de
olduğu gibi tanınmadığı gibi, çoğunluğu Kuzey
Kürdistan'dan 20. yüzyılın başlarında göçerek
Suriye Kürdistan'ına yerleşmiş 500 bini aşkın
Kürdün hiç bir vatandaşlık hakkı bulunmuyordu.
Bunlara kimlik dahi verilmedi. Kürt örgütleri
herhangi bir silahlı faaliyet sürdürmedikleri
halde sürekli cinayetler, tutuklamalar, işkencelerle
baskı altında tutuldu.
Suriye'deki
bir diğer önemli muhalefet dinamiği Mısır'da oldukça
güçlü olan ve Suriye'de de örgütlü bulunan Müslüman
Kardeşler örgütüydü. Geleneksel küçük ve orta
burjuva dindar kesimlere dayanan bu hareket, hem
ağır baskı, hem de 1950'lerden '70'lere değin
Arap dünyasına BAAS'çılık yoluyla egemen olan
Arap milliyetçiliği nedeniyle zayıf kaldı. Ancak
1970'lerden itibaren bir dizi faktörün etkisiyle
bu tablo değişmeye başladı. Bu faktörleri şöyle
sıralayabiliriz;
Birincisi,
1970'lerin ortalarından itibaren, hem BAAS'çı
rejimlerin İsrail karşısında aldıkları yenilgilerle
kitleler içindeki prestijlerinin ciddi biçimde
zayıflaması,
İkincisi,
BAAS'ın Arap milliyetçiliğinin bu yenilgilere
bağlı olarak nesnel zeminlerinin zayıflaması ve
BAAS hareketinin tamamen parçalanması,
Üçüncüsü,
bu noktalarla bağlantılı olarak Nusayri dinsel
azınlığın ülkedeki kilit politik, askeri ve sosyal
alanlarda belirleyici hale gelmesi, Sunni halkın
bu bağlamda geri kalması, bunun kışkırttığı mezhepsel
çelişkilerin büyümesi,
Dördüncüsü,
rejim elitlerinin ülke kaynaklarını kendi kişisel
çıkarları ve kendilerini destekleyen küçük-orta
burjuva kesimlere dağıtan ve böylece büyük burjuvalar
haline gelmelerini sağlayan uygulamaları, bunlara
bağlı olarak rüşvet, kayırmacılığın yozlaşmaların
dizginsiz hale gelmesi ve yoksullaşmanın büyümesi,
Beşincisi,
sol muhalefetin hem doğru ve rejimden bağımsız
politikalar geliştirememesi ve baskılar sonucu
zayıflaması...
Bu
faktörlerin toplamının etkisiyle emperyalist güçlerden
müsahama gören, emperyalistlerin kuklası Arap
rejimleri tarafından ciddi biçimde desteklenen
Suriye'deki Müslüman Kardeşler örgütü hızla gelişmeye
başladı.
1982'de
İsrail'in Lübnan'daki Filistin güçlerine saldırısıyla
başlayan ve Beyrut'a kadar dayanan İsrail işgalinde
Filistin hareketinin ve bu savaşa kısmen dahil
olan Suriye ordusunun yenilmesi, İsrail'e karşı
savaşa tüm gücüyle katılmaya cesaret edememesi,
rejimin halk nezdindeki prestijine ciddi bir darbe
vurdu.
Bu
dönemde İran devriminin Ortadoğu'da yarattığı
büyük dinci dalgayı da arkasına alan, yıpranmış
Arap milliyetçiliğinin yerine İslam söylemini
koyan Müslaman Kardeşler tüm Ortadoğu'da olduğu
gibi, Suriye'de de Sunni Arap halk arasında büyük
gelişme gösterdi. Bu gelişme ilk sonucunu Müslüman
Kardeşlerin Suriye'nin iki önemli kenti olan Hama
ve Humus'daki 1984'deki ayaklanmalarıyla sonuçlandı.
Kenti ele geçiren dinci örgütler, ancak BAAS'çıların
savaş uçakları, tanklar, topçu ateşi yağmuru vb.
gibi tüm silahları kullanarak gerçekleştirdikleri
ve sivil halktan büyük kayıplara yol açan, tam
bir katliama dönüşen saldırısıyla bu kentlerden
sökülebildiler. Bu tarihten sonra dinci örgütler
zaman zaman çeşitli saldırılar düzenleseler de,
esas olarak sessiz bir yeraltı çalışmasına geri
döndüler.
Esad
rejimi iç "istikrar"ı şimdilik kaydıyla
sağlamıştı.
Dış
ilişkiler bağlamında, Esad rejimi 1980'ler boyunca
Sovyetlerle daha önceden kurduğu sıkı ilişkileri
sürdürdü. Burada akla gelen ilk soru, Esad rejiminin
neden Mısır'ın ya da Irak'ın izlediği yolu izleyerek
Batılı emperyalistlerle ve İsrail'le ilişkilerini
düzelterek, bu cepheye dahil olmadığıdır. Bu sorunun
yanıtı Suriye'nin jeopolitiği ve iç dengelerinde
saklıdır. İsrail karşıtlığı, İsrail'e karşı Arap
halklarının direnen gücü görüntüsü ve Arap milliyetçiliğinin
öncüsü olma iddiası Esad'ın BAAS rejimi için ülke
içindeki başlıca birleştirici çimentosuydu. Bu
faktörler Esad rejminin Mısır gibi tümden Batılı
emperyalistlere iltihak etmesine ya da Irak'daki
Saddam rejiminin yaptığı gibi Batıyla Sovyetler
arasında bir denge oluşturmasına olanak vermiyordu.
İsrail'i tanıması ve barış anlaşması yapması kesin
biçimde az da olsa toprak kaybına uğraması, ülkedeki
ve Lübnan'daki tüm Filistinlileri karşısına alması,
Lübnan'daki ittifaklarının ve hesaplarının sona
ermesi ve dolayısıyla İsrail karşıtlığı ve Arap
milliyetçiliği temeline dayanan tüm ideolojik
söylemlerinin sıfırlanması anlamına geliyordu.
Ülke
içindeki İslamcı hareketin, Kürt ulusal hareketinin
ve sol hareketin gelişmesini engelleyebilmek,
ülke içindeki sayıları neredeyse bir milyona yaklaşan
Filistinli göçmeni kendine yedekleyerek sistemi
güçlendirmek, dinsel, mezhepsel çatışmalarla paramparça
durumdaki Lübnan'da bütün kesimler üzerindeki
ağırlığını koruyabilmek ve mezhep çatışmalarının
Suriye'ye sıçramasını engellemek için içi boşalmış
olsa da Arap milliyetçiliği söylemini ve İsrail
karşıtlığını devam ettirmek zorundaydı.
Aksi
bir tutum, ülke içinde esas olarak Nusayrilere
ve kısmen Sunni BAAS'çılara dayanan zayıf toplumsal
temelinin daha zayıflaması ve yönetimin hızla
çözülmesi anlamına geliyordu. Suriye, Mısır kadar
güçlü ve mezhepsel açıdan onun kadar homojen değildi.
Kaldı ki, Mısır bile daha güçlü olmasına rağmen,
yaptığı kulvar değişikliğinin bedelini Enver Sedat'ın
öldürülmesi dahil iç savaş noktasına gelen çatışmalarla
ödemek zorunda kaldı. Suriye'nin ise bu bedeli
ödeyecek ne gücü, ne niyeti bulunuyordu.
Dolayısıyla
Suriye İsrail karşıtlığı politikasını ve bunun
doğal sonucu olarak ABD emperyalizmi ile gerilimli
politikalarını sürdürmeye devam etti. Uluslararası
alanda başlıca ittifakı yine Sovyetler Birliği'ydi.
1980'lerde Sovyetlere, Humeyni'nin İran'ı da eklendi.
Humeyni'nin İran'da kurduğu vahşi molla rejiminin
fanatik dinci yapısı ve Şii İslamı tüm Ortadoğu'ya
yayma hedefi olmasına rağmen, Suriye'deki Arap
milliyetçiliğine ve güdük, tepeden inmeci laikliğe
dayanan rejimle girdiği sıkı ittifak ilişkileri
şaşırtıcı gelse de, aslında burjuva politikacılığının
tipik pragmatizmine dayanıyordu.
İran
Devrimi, İran'ı ABD ekseninden koparıp almıştı.
Molla rejimi kesin bir Amerikan ve İsrail karşıtlığını
dış politikasının ekseni yapmıştı. İkincisi, İran,
1980'lerin başında Irak'la savaşa girmişti ve
Suriye'deki BAAS rejimi ile Irak'daki BAAS rejimi
daha baştan itibaren sorunlu olmalarına rağmen,
1970'lerden itibaren tamamen düşmanlaşmışlardı.
Kısacası, Suriye ve İran ortak dış düşmanlara
sahiptiler. Üçüncü olarak, Suriye yöntimine egemen
olan Nusayrilerle, İran Şiiliği arasında mezhepsel
açıdan Ali'cilik bağlamında bir yakınlık da söz
konusuydu. Dördüncü olarak, dinsel, mezhepsel
ayrımlar temelinde bölünmüş olan Lübnan'da en
büyük toplumsal grubu Şiiler oluşturuyordu. Lübnanlı
Şiiler içindeki en büyük örgüt olan Emel, Esad
rejiminin sıkı bir müttefikiydi. İran Devriminin
ardından, İran'ın desteğiyle Lübnanlı Şiiler arasında
hızla gelişerek en büyük güç haline gelen Hizbullah
örgütü de Suriye rejimi ile ittifak halindeydi.
Böylece
İran'ın dinci söylemiyle, Suriye BAAS rejiminin
Arap milliyetçiliği söylemi birbirini itmesine
rağmen, yukarıdaki faktörlerin etkisiyle, pragmatik
yaklaşımlar zemininde İran ve Suriye hızla yakınlaştı.
Suriye, Sovyetler Birliği'nin yanı sıra, bölgede
yeni ve büyük bir müttefike kavuşmuş oldu. İsrail,
ABD ve diğer işbirlikçileri karşısında, Suriye,
bölgede İran, Filistinliler, Lübnan'daki ittifaklar
ve Arap ülkelerindeki Şiiler ve Sovyetlerin desteği
temelinde yeni bir ittifak ekseni oluşturma zeminine
kavuştu. Ayrıca Libya ve Yemen gibi ABD ve İsrail
karşıtı başkaca müttefikleri de vardı.
Esad
rejimi açısından, bu ilişkiler ağı tüm gerilimli,
karşıtlıklarla dolu yapısına rağmen, İsrail ve
ABD eksenine geçiş durumunda hem ülke içinde,
hem bölge de kendisine yönelecek ve iktidarının
sonunu getirebilecek bir maceraya girmek yerine,
daha tercih edilebilir, bölgedeki halklar nezdinde
daha prestijli bir seçenekti.
Dış
ilişkiler bağlamında Suriye rejiminin duruşu genel
hatlarıyla yukarıda ifade ettiğimiz tarzda biçimlenmesine
karşın, aslında bu noktada belirleyici ideolojik
ve politik argüman olarak kullanılan Arap milliyetçiliği,
İsrail karşıtlığı, 1973 savaşından sonra, özellikle
de 1982'de İsrail'in Lübnan işgalinin ardından
pratikte kof ve yozlaşmış bir içeriğe sahip oldu.
Yine yukarıda belirttiğimiz gibi, bu söylemler
pratikte, esas olarak rejimi iç ve dış cephede
istikrarlı tutabilmenin, dengeleri koruyabilmenin
araçlarına dönüştü. Bunun en belirgin ifadesi,
1982'den itibaren İsrail, ABD ve bölgedeki gerici
güçlerle girilen ilişkilerde görülebilir.
Suriye
yönetimi, 1982'den sonra İsrail'e yönelik hiç
bir doğrudan askeri aktivite içinde olmadı. 1982'deki
Lübnan savaşına da İsrail kendisine saldırdığı
ve Lübnan'daki etkisini tümüyle kaybetmemek için
deyim yerindeyse zoraki olarak katılmak zorunda
kalmıştı. Daha sonraki yıllarda İsrail'in yaptığı
kimi ciddi hava saldırılarına (ki İsrail bu yolla
Suriye'nin kimi stratejik askeri ve diğer bölgelerini
imha etti) hiç bir karşılık vermedi. Filistinlilerin
1960 ve '70'li yıllarda Lübnan üzerinden İsrail'e
dönük gerçekleştirdiği eylemlerin, 1982 savaşından
sonra devam etmesini engelledi. Böylece Filistinli
örgütlerin hareket ve eylem alanını daralttı.
Filistinli örgütleri denetim altına almak için,
kendi kurduğu Filistin örgütünü (El Saika örgütü)
diğerlerinin üzerine saldırtarak Filistinliler
arasında büyük çatışmalara ve kayıplara neden
oldu. Son 30 yılda kendi toprakları üzerinden
İsrail'e dönük ne Filistinlilerin, ne de başka
bir gücün tek bir eylem yapmasına izin vermedi.
Kendi sınırını ve Filistinlilerin eylem yapmasını
engellemek bağlamında Lübnan sınırını İsrail için
en güvenli sınırlar haline getirdi. Filistinli
hareketlerin 1982 sonrasında gerek Lübnan'da,
gerekse Suriye'de yeniden yerleşmelerini pratikte
onları kontrol etmenin, İsrail'le dönük eylemler
yaparak yeni sorunlar yaratmalarını engellemenin
aracına dönüştürdü. (Lübnan'da esas olarak İran'a
yaslanan Hizbullah'ın İsrail'e dönük eylemleri
konusunda yapacağı bir şey yoktu. Ayrıca İsrail
bu saldırıların faturasını Suriye yerine Hizbullah
ve İran'a çıkardığı için fazlaca bir sorun da
görünmüyordu.) Tüm Arap milliyetçisi söylemlere,
İsrail karşıtlığının öncülüğü iddialarına karşın,
İsrail'le zımni bir uzlaşmaya gitti. Onun fiili
durumunu pratikte kabullendi. Zaten zayıf olan
ABD karşıtlığı ise tümüyle uçup gitti. Lübnan'daki
Filistin kamplarında üstlenen dünyanın dört bir
yanından gelmiş devrimci örgütlerin önemli bir
bölümü İsrail ve ABD ile ilişkilerin bu seyrine
bağlı olarak Lübnan'dan çıkarıldı ya da hareket
alanları önemli ölçüde daraltıldı.
Böylece
İsrail politikasında tam bir sinik savunma duruşuna
geçilirken, Lübnan'a büyük bir askeri güç sokuldu
ve ülke fiilen denetim altına alındı. Lübnan'daki
bu konumunu korumak için iç çatışmalarda İsrail
ve ABD yanlısı faşist nitelikteki Hıristiyan Falanjist
hareketi zaman zaman destekledi. Gerici, faşist
nitelikteki ABD ve İsrail işbirlikçisi ülkelerle
ilişkilerini normalleştirdi.
Ülkedeki
kapitalist ilişkilerin derinleşmesine bağlı olarak
Avrupalı emperyalistlerle de zaten varolan ekonomik
ve siyasal ilişkilere hız kazandırıldı ve derinleştirildi.
Esad
rejminin tüm enerjisi rejimi korumak için İsrail'le
ilişkileri çatışmasız bir eksende tutmaya, Lübnan'da
güç kazanmaya ve bir fırsat oluştuğunda bu devleti
tümüyle yutmaya, Antakya ile ilgili hesaplarını
sessiz sedasız sürdürmeye, Filistin hareketini
denetim altına almaya, bölgedeki işbirlikçilerle
ilişkilerini iyileştirmeye, bütün bu hesaplarını
uluslararası alanda garanti altına almak için
Sovyetler ve İran'la kurduğu ittifak eksenini
korumaya, büyük burjuvalaşarak kazandıkları egemen
ekonomik konumu güçlendirmeye, sol hareketi, İslamcı
hareketi, Kürt ulusal hareketini vb. her türden
toplumsal muhalefeti ağır baskılarla hareket edemez
hale getirmeye dönük uygulamlara yönelmişti. Büyük
Arap uluslaşması ve Arap milliyetçiliği iddiaları
ise, bütün bu uygulamaları ve rejimi meşrulaştırmak
için kullanılan içi boş bir söyleme, tatsız-tuzsuz
bir sosa dönüşmüştü.
1990'a
kadar bu statüko aşağı yukarı devam etti.
II-
1990'lardan 2000'lere Suriye
1990'da
reel sosyalizmin çöküşü yeni bir dünya tablosu
yaratırken, bundan en fazla etkilenen ülkelerden
biri Sovyetler Birliği başta olmak üzere, reel
sosyalist ülkelerle sıkı bir jeostratejik ittifak
ilişkisi içinde olan Suriye oldu. Suriye rejimi
bir anda en önemli uluslararası ittifakından yoksun
kalmıştı. Rusya'da iktidara gelen burjuvazi Yeltsin
başkanlığında hızla zayıflama ve ABD emperyalizminin
yörüngesine girmeye başladı.
İkinci
önemli darbe, ABD emperyalizminin ve diğer batılı
emperyalistlerin Kuveyt'i işgal eden Irak'a yönelik
I. Körfez Savaşıydı. ABD emperyalizmi ve diğerleri
büyük ordularla Ortadoğu'ya giriyorlardı. Bu durum
Suriye rejimi açısından da tehlike çanlarının
çalması anlamına geliyordu. Irak'da varolan Saddam
öncülüğündeki BAAS yönetimi, Suriye ile düşmanca
ilişkiler içinde olduğu için, Saddam rejiminin
ABD tarafından kolunun kanadının kırılması Suriye'ye
kimi avantajlar sağlamasına rağmen, ABD'nin Ortadoğu'da
kalıcı biçimde büyük ordularla varlığı Suriye'nin
o güne değin kurduğu statükolar için sonun yaklaşmakta
olduğuna işaret ediyordu. Suriye yönetimi ABD'yi
tümüyle karşısına almamak için Irak'a yönelik
savaşa karşı durmadı. Tersine kısmen destekler
göründü. Böylece tehlike en azından savuşturulmaya
çalışıldı.
Fakat
açık olan bir şey vardı; artık dünyadaki tüm güç
ilişkileri, dengeler yeniden kurulmaktaydı. Suriye
yönetiminin oluşturduğu statükoların artık kalıcı
olması düşünülemezdi. Sıkışma ve geriye düşüş
süreci başlamıştı.
ABD
emperyalizmine tam teslimiyet temelinde yeni güç
ilişkilerine dahil olma, 1970 ve '80'lere göre
çok daha zor ve çok daha tehlikeli hale gelmişti.
1970 ve 80'lerde böyle bir girişim, Sovyetlerin
Ortadoğu'daki en önemli müttefikinin saf değiştirmesi
anlamında ABD için daha değerli ve önemli olabilirdi.
1990'ların politik ikliminde ve güç ilişkilerinde
ise bunun hiç bir özel anlamı yoktu. ABD'nin karşısında
özgün bir alternatif yoktu. ABD'ye yanaşmak bu
anlamda, ABD için özel bir anlam taşımıyordu.
Kaldı ki, böyle bir teslimiyet, 1970 ve 80'lerdeki
gibi, iç toplumsal dengelerde büyük alt-üst oluşlara
çok daha fazla neden olabilir, rejimin meşruiyeti
çok daha kolay ve hızlı biçimde yerle bir olurdu.
I.
Körfez Savaşında ABD'nin Saddam yönetiminin kolunu
kanadını kırdıktan sonra durması, Irak'ı tümden
işgal etmemesi Suriye'ye de derin bir nefes aldırdı.
ABD
ve AB emperyalizmi henüz bütün Ortadoğu için büyük
ve oldukça kanlı olacak işgal ve yeniden düzenleme
harekatlarına hazır değillerdi. Öncelikleri çöken
reel sosyalist ülkelerde kapitalist restorasyonun
sağlanması, bu ülkelerin dünya emperyalist-kapitalist
sistemine dahil edilmesindeydi. Sıra Ortadoğu'ya
da gelecekti, ama daha şimdi değil... Bu aşamada
yapılacaklar daha büyük hamleler için önlerini
düzlemeye yönelik nispeten daha küçük hamlelerdi.
Suriye
yönetimi bu koşullar altında, 1990'lar boyunca
özgün bir strateji geliştiremeden, daha çok gelişmelere
bağlı taktik adımlarla ilerlemeye çalıştı. Dünya
ve bölge ölçeğindeki gelişmelerin yönüne bağlı
olarak nasıl bir strateji izleyeceğini yeni stratejik
ittifaklarının kimler olacağını, kimlerle nasıl
bir ilişki kurması gerektiğini tespit etmeye,
iç dengelerini korumaya çalışarak yol aldı.
Bu
çabalarına rağmen, 1990'larda gerilemesi durmadı.
Bu noktada, en önemli gelişmelerden biri Filistin'de
farklı mecralara giren süreçti.
Suriye
Politikasında Filistin Parantezi
Suriye'nin
iç ve dış politikasının en önemli bileşenlerinden
biri Filistin sorunudur. Bu nedenle Filistin sorunundaki
her gelişme, mutlaka doğrudan Suriye politikasında
da bir karşılığını bulmuştur. Bu noktada, 1990'lardan
itibaren Filistin politik sahnesinde köklü değişimlere
yol açan gelişmeleri bir parantez açarak ele almak
zorunludur.
1987'den
itibaren İsrail işgali altındaki Filistin toprakları
olan Gazze ve Batı Şeria'da başlayan halk ayaklaması
"İntifada"nın başrolünde Suriye'nin
hiç de hazetmediği islamcı Hamas hareketi bulunuyordu.
Hamas esas olarak Mısır'daki Müslüman Kardeşler
hareketinin çizgisindeydi. 1982'deki Lübnan savaşında
Filistinli devrimci ve ulusalcı hareketlerin yenilgisinin
ardından, bu hareketlerin yaşadığı dağınıklık,
işgal altındaki topraklarda (Gazze ve Batı Şeria'da)
örgütlülüklerinin zayıflıklığı vb. koşullardan
ötürü, Hamas işgal altındaki bölgelerde hızla
gelişmeye başlamıştı. Hamas'ın gelişmesine hız
kazandıran iki faktör daha vardı. Birincisi, bölgedeki
gerici/faşist Arap devletleri, özellikle küçük
Körfez ülkeleri ve Suudi Arabistan Filistin hareketine
egemen olan devrimci ve ulusalcı güçlerin etkisini
kırmak, kendi yörüngelerinde bir hareketin sürece
egemen olmasını sağlamak istiyorlardı. Hamas dinci
siyasi ve toplumsal çizgisi ve özel bir Amerikan
karşıtlığı taşımaması nedeniyle bu role oldukça
uygundu. Ve daha kuruluşunun ilk aşamalarından
itibaren bu ülkeler tarafından adeta paraya boğuldu.
İkinci faktör, Hamas'a dönük İsrail'in tutumuydu.
İsrail, gerici Arap devletleri tarafından manipüle
edilmeye açık, silahlı eylemleri o aşamada savunmayan,
devrimci ve ulusalcı Filistin hareketlerinin yerini
alacak bir örgütlenmeye, yani Hamas'a dünden razıydı.
Böylece önü açılan Hamas, yarı-feodal koşullarda
yaşayan, dindar özellikleri güçlü, devrimci ve
ulusalcı hareketlerin içlerindeki çalışmalarının
çok sınırlı olduğu, oldukça yoksul bir yaşam sürdüren
Gazze ve Batı Şeria'da elindeki büyük ekonomik
olanakları ve İsrail'in gözyummasının getirdiği
rahatlığı da arkasına alarak hızla örgütlenmeye
başladı. 1. İntifada kendiliğinden bir halk hareketi
olarak başladığında, Hamas önce tereddüt etse
de, inisiyatifi kaçırmamak için bu sürece dahil
oldu ve gücünü pekiştirdi. İntifadaya önderlik
yapmaya çalışan devrimci ve ulusalcı hareketlerin,
özellikle Yaser Arafat'ın El Fetih'inin başlangıçtaki
önderliği zayıflamaya başladı.
Arafat,
I. Körfez savaşında Irak'ı destekledi ve Irak
yenilince artık tümüyle köşeye sıkışmış durumdaydı.
İtibarı da ciddi biçimde zedelenmişti.
Ve
Arafat bu duruma karşı hayatının en büyük kumarını
oynayarak karşılık verdi; İsrail ile barış görüşmelerine
başladı. İsrail ile barış konusu aslında bütün
Arap ülkeleri için 1973 savaşındaki yenilgiyle
birlikte, özellikle de Mısır'ın İsrail'le barış
anlaşması yapmasının ardından bir tabu olmaktan
çıkmıştı. Fakat Arap ülkeleri İsrail ile barış
yapılacaksa, bunun belirli kriterler üzerinden
(İsrail'in 1967'deki sınırlarına dönmesi, vb.
gibi) ve tüm Arap ülkelerinin tek bir taraf olacağı
bütüncül bir barış yapmak istiyorlardı. Bu kriterleri
esas almayan ve tek tek ülkelerin/tarafların İsrail
ile yapacakları bir barışın hem sorunu çözmeyeceğini,
hem de diğer sorunlu ülkelerin durumunu zayıflatacağının
farkındaydılar. Gerçi, Suudi Arabistan ve diğer
gerici, Amerikancı Arap devletleri için bu büyük
bir sorun değildi, ama yine de bu konuda Arap
ülkeleri arasında özellikle Suriye'nin isteğiyle
oluşmuş olan bu konsensusa dahil olmuşlardı.
Ve
Arafat, Filistin halkının meşru temsilcisi olarak
görülen, İsrail ile çatışmanın asli ve merkezi
unsuru durumundaki Arafat ve örgütü El-Fetih bu
konsensusu bozarak İsrail'le barış görüşmelerine
başlamış, ABD yönürgesine yanaşmıştı.
Arafat
oluşan yeni dünya ve bölge koşullarında kendisi
için başka bir çıkış yolu göremiyordu. Her türden
kirlenmeyle yozlaşmış yönetiminin prestiji zaten
yerlerdeydi. Yapacağı anlaşmanın başlangıçta Arap
dünyasında bir dışlanma yaratacağını, ama anlaşmayla
sağlayacağı avantajlar yoluyla bu durumu zaman
içinde düzelteceğini ve dünyadaki yeni dengeler
içinde yer bulabileceğini, varlığını sürdürebileceğini
hesap ediyordu. Oslo anlaşması olarak bilinen
anlaşma 1994'de imzalandığında Filistin halkı
tüm stratejik hak iddialarından pratik olarak
vazgeçmiş bir konuma düştü. Filistinli göçmenlerin
topraklarına dönüşü, İsrail'in tüm işgal bölgelerinden
çekilmesi, işgal ettiği Lübnan ve Suriye topraklarından
çekilmesi, vb. gibi tüm temel noktalar masada
kaldı, bilinmeyen zamanlara ertelendi. Anlaşma
emperyalistler tarafından büyük ve gürültülü kutlamalarla
karşılandı. Öyle ki, anlaşmayı imzalayan Arafat
ve Peres'e Nobel Barış Ödülü verildi. Arafat Gazze
ve Batı Şeria'nın sadece bir bölümünde kurulması
kabul edilen Filistin Yönetimi'nin yöneticisi
olarak örgütünü toparlamaya girişti.
Böylece
Suriye rejiminin bölgedeki en önemli kozu olan
Filistin ve Arap halklarının hamisi ve İsrail'in
baş düşmanı rolünde büyük bir gedik açıldı.
Gazze
ve Batı Şeria'da inisiyatifin elinden alınmaya
çalışıldığını düşünen Hamas, El Fetih'in bu hamlesine
Gazze'de, Batı Şeria'da ve İsrail topraklarında
büyük kayıplara yol açan intihar saldırılarıyla,
büyük çatışmalarla, yeni intifadalarla karşılık
verdi. Oslo anlaşmasını tanımadı. Böylece, kendisini
devre dışı bırakan, kendisini muhatap almayan,
varlığını hiçe sayan Oslo anlaşmasını etkisizleştirmeyi
hedefledi. Suriye yönetimi ile Hamas arasındaki
ilişkiler daha da sıkılaştı ve Hamas'ın merkezi
Suriye oldu. Suriye mesafeli durduğu Hamas'la
müttefik olmuştu. Suriye'nin El Fetih'in hamlesini
dengelemeye yönelik bu çabası yine de yetersiz
kaldı. Artık Filistin hareketi üzerinde bütüncül
bir etkisi ciddi ölçüde zayıflamıştı.
III
- Suriye BAAS Rejimindeki Diğer Sıkışma Noktaları
1998'e
gelindiğinde Suriye yeni bir sıkışmayı Türkiye
cephesinde yaşadı. Bir çok hesabın ürünü olarak
PKK önderi Öcalan'ın Suriye'de kalmasına ve örgütü
yönetmesine izin veren Suriye, Öcalan'ı TC'nin
açık savaş tehditleri ve hazırlıkları karşısında
ülkeden çıkarmak zorunda kaldı. Öcalan'ın Suriye'den
çıkarılması, çöken reel sosyalist ülkelerde kapitalizmin
restorasyonunda ciddi yol kaydedildiğini düşünen
ve yüzünü yavaş yavaş Ortadoğu'ya çeviren, ABD
emperyalizminin bölge planlarıyla yakından ilişkiliydi.
PKK, Ortadoğu'da sol ve devrimci söylemleri hala
savunan yegane büyük silahlı direniş örgütüydü.
Dahası ABD'nin Ortadoğu planlarında ciddi bir
yeri olan Kürt sorununda, Kürdistan'ın dört parçasında
da örgütlü ve etkiliydi. PKK'nin zayıflatılması,
önderliğinin mümkünse teslim alınması yeni Ortadoğu
planlarında önemli bir noktayı oluşturuyordu.
Bu aynı zamanda Suriye'nin TC karşısında elinin
zayıflatılması, TC'yi Kürt sorununda rahatlatacak
önemli bir adımın atılması anlamına geliyordu.
(Bu noktaya, ilerde Suriye'deki Kürt hareketini
ele alırken yeniden döneceğiz.)
Bunların
yanı sıra, Suriye rejimi kendi iç çatlaklarıyla
da boğuşuyordu. İç ve dış çelişkilerin, açmazların
artışına bağlı olarak yönetici klik içinde de
çelişkiler büyüyordu. Bunun en çarpıcı göstergelerinden
biri, Hafız Esad'ın kardeşi ve yönetimde oldukça
güçlü olan (baskı aygıtlarının en önemli yöneticilerinden
biri) Rıfat Esad'ın, ağabeyi ile iktidar savaşına
tutuşup yenilmesi ve Fransa'ya sürgüne gönderilmesi
oldu. Suriye'deki BAAS rejimi kendi içinde de
kaynamaya başlamıştı.
Böylece
2000'lere girildiğinde, Suriye'nin elindeki stratejik
kozların çoğu elinden alınmıştı. Yalnızdı ve önemli
ölçüde zayıf düşürülmüştü.
IV-
2000'lerden Günümüze Suriye;
Yeni
Dünya Sahnesine Entegre Olma Çabaları
2000'lere
kırık dökük bir tabloyla giren ve zar zor ayakta
duran Suriye rejimi, Hafız Esad'ın ölümü ve oğlu
Beşar Esad'ın yönetimin başına geçişiyle birlikte
toparlanma çabalarına hız verdi. Beşar Esad batıda
eğitim almış, modern görünümlü, genç, dinamik,
batıya açık bir profil çizen ve böylece batılı
emperyalistler tarafından daha kolay kabul görecek
bir yöneticiydi.
Beşar
Esad'ın asıl avantajı ise 2000'lere gelindiğinde,
1990'da reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte ortaya
çıkan, ABD'nin tek hakim güç olarak göründüğü,
diğer emperyalist güçlerin henüz yeni koşullara
uygun stratejiler ve ilişkiler ağı öremedikleri
koşulların giderek değişmesiydi. Avrupa Birliği,
henüz ABD ile yollarını tümüyle ayırmış olmamasına,
ABD'nin dünyayı biçimlendirme planlarına tam olarak
karşı duramamasına karşın, ayrı bir küresel güç
odağı olarak yavaş yavaş yeniden biçimlenmekteydi.
Daha da önemlisi, Rusya'da ABD işbirlikçisi Yeltsin
yönetimi devrilmiş, yerine Rusya'yı yeniden emperyalist
bir güç olarak toparlamaya girişen, Avrupa ve
ABD karşısında küresel bir güç olmaya iman etmiş
Putin kliği yönetimi ele geçirmişti. Putin yönetimindeki
Rusya, hızla eski Sovyetler Birliği'nin nüfuz
alanlarında ve tabii ki Ortadoğu'da da ittifaklarını
yeniden oluşturmaya, kaybettiği alanları kazanmaya
girişmişti. Bunun yanı sıra, yeni bir emperyalist
güç olarak Çin, 1990'lı yıllarda ekonomik alanda
büyük bir sıçrama yaratmıştı. Çin 2000'li yıllara
gelindiğinde çok aktif biçimde olmasa da, en önemli
ticaret ortağı ABD ile tam bir karşıtlık içinde
olmamaya özen göstererek, ekonomik gücünü siyasal
gücü dönüştürme çabasına da girişmişti. Enerji
ihtiyaçlarının küçümsenemeyecek bir bölümünü sağladığı
Ortadoğu'daki statükolarda büyük değişimlerin
olmasını, hele ki bu kaynakların tümüyle ABD denetimi
altına girmesini kesinlikle istemiyordu. Daha
da ötesi, Çin ve Rusya, İran, Kazakistan vb. ülkeleri
de yanlarına alarak, Asya'dan Avrupa'ya uzanan
yeni bir hegemonik blok oluşturma çabasına da
girişmişlerdi.
1945-90
arası dönemin iki kutuplu dünyasında, reel sosyalizmin
yarattığı fırsatlardan yararlanarak güç kazanmış
ve varlığını sürdürmüş olan Suriye rejimi için,
oluşmakta olan çok kutuplu dünya yeni fırsatlar
sunmaktaydı.
ABD'nin,
İsrail'in, Türkiye'nin ve bölgenin Amerikancı
Arap yönetimlerinin kıskacı içinde debelenmeye
başlamış bir Suriye devralan Beşar Esad, derhal
oluşmakta olan yeni küresel güç dengelerini, hegemonya
girişimlerinden yararlanarak, bu kıskaçtan kurtulmaya
girişti.
Hemen
Rusya ve Çin ile ilişkilerini sıkılaştırdı. Bu
emperyal devletlerin ekonomik, siyasi ve askeri
desteğini sağladı. Bu destek geçmişteki kadar
güçlü ve kararlı bir destek olmasa da (hem Rusya,
hem de Çin Suriye'ye verecekleri destekle İsrail
ve ABD ile olan ilişkilerini bozmak niyetinde
değillerdi henüz) Suriye rejimini uluslararası
ilişkiler alanında, kendisini kıskaca alan ülkeler
nezdinde önemli ölçüde rahatlattı.
AB
ile ilişkilerini yeniden güçlendirmeye girişti.
AB tekellerinin ülkeye girişi kolaylaştırıldı.
Sorunlu öğeler temizlenmeye başlandı.
ABD
ile ilişkiler sorunlu olmasına karşın, belirgin
bir yumuşama yaşandı. ABD emperyalizminin Irak'ı
işgaline söylem düzeyinde karşı çıksa da özel
bir zorluk yaratmadı. Dahası, 2001'de El Kaide'nin
İkiz kuleler saldırısıyla birlikte, El Kaide ve
diğer silahlı İslamcı örgütlere karşı savaşta
ABD ile tam bir ittifak ilişkisi geliştirdi. Öyle
ki, bu işbirliği ABD'nin yakaladığı El Kaidecilerin
işkenceli sorgulardan geçirilmesi işinin bir bölümünü
diğer Arap ülkelerinin yanı sıra, Suriye'ye de
vermesi düzeyine kadar geldi. Suriye rejimi ABD'nin
işkence taşeronluğuna soyundu. Çelişkili öğeler
yerli yerinde durmasına karşın, böylesi farklı
ve önemli konularda sıkı bir işbirliği de gelişti.
İsrail
ile ilişkilerde silahlı çatışma öğeleri en aza
indirgendi. Filistin hareketinin Gazze ve Batı
Şeria dışında İsrail'e karşı eylemleri neredeyse
tümüyle durdu. Bunda Suriye belirleyici durumdaydı.
Böylece İsrail'in kuzey sınırları (Suriye ve Lübnan)
Suriye'nin etki alanı içindeki Filistinli güçler
tarafından kullanılmamaya başlandı ve İsrail açısından
fiili bir sınır güvenliği sağlanmış oldu. Hizbullah
İran'ın uzantısı konumundaydı ve onun eylemleri
Suriye-İsrail ilişkilerini sarsmasına rağmen doğrudan
Suriye'ye fatura edilmiyordu. Bütün bunların ötesinde,
Suriye yönetimi İsrail ile gizli barış anlaşması
için gizli görüşmelere girişti. Irak yönetiminin
devrildiği, Amerikancı Arap devletlerinin İsrail
diye fazlaca bir sorunlarının olmadığı, Mısır'ın
ve Filistinlilerin İsrail ile barış anlaşmaları
yaptıkları koşullarda, tüm Arap ülkelerinin birlikte
davranarak belirli kriterler temelinde İsrail'le
anlaşma yapması söylemi tümüyle halkı uyutmaya
dönük ve gerçekleşmesi artık imkansız bir söyleme
dönüşmüştü. Bu söylem terk edilmedi, ancak el
altından da görüşmeler başlatıldı. Görüşmeler
İsrail'in işgal altında tuttuğu Suriye toprağı
olan Golan tepelerindeki büyük su rezervlerini
kendisi için stratejik önem kazanmaları nedeniyle
geri vermek istememesi ve başkaca kimi sorunlar
yüzünden sonuca ulaşmadı. Ancak bu minvale girmiş
bir Suriye, İsrail için artık tırnakları sökülmüş
bir düşmandı.
Filistinli
devrimci örgütlere ve Hamas'a verdiği destek artık
İsrail karşısında belirli kozları elinde tutma
tutumundan başka bir anlam ifade etmiyordu.
Suriye
yönetimi, TC ile ilişkilerini de 2005'lerden itibaren
hızla iyileştirmeye girişti. PKK'nin Suriye'deki
örgütlülüğü iyice basınç altına alındı. PKK'nin
Suriye'deki yöneticilerinin sık aralıklarla yakalanarak
TC'ye iadesi artık sıradan bir olay haline geldi.
Antakya'nın Suriye'nin bir parçası olduğu iddiası
artık sessizlik denizinin dibine yollanmıştı.
Suriye pazarı, TC tekellerine, firmalarına boylu
boyunca açıldı.
Suriye yönetimi ve büyük burjuvazisi
bu zeminde zenginleşmenin yeni kapısını bulmuştu.
Tayyip ile Beşar Esad arasındaki ilişkiler kişisel-aile
düzeyinde de gelişti. Adeta can ciğer tabloları
oluşturuldu. Suriye ve TC hükümetleri iki kez
ortak bakanlar kurulu toplantısı yapacak denli
bir yakınlık tablosu oluşturmaya giriştiler.
Suriye, artık tüm dünya emperyalist-kapitalist
sistemine belirleyici ekonomi politikası haline
gelmiş olan neoliberal politikalara geçişe de
yöneldi. Böylece, kapitalist dünya ekonomisine
entegre olma yoluna girdi. Bu adımlar emperyalist
tekeller için de Suriye pazarının daha geniş biçimde
açılması anlamına geldiğinden menmuniyetle karşılandı.
2005'lere kadar önemli ölçüde devletin elinde
olan endüstriyel işletmeler özelleştirilmeye başlandı.
Yoksullara yapılan yardımlar kesildi. Tüm ürünlerde
fiyatlar hızla yükseldi.
V-
Toparlanmaya Çalışan Esad Rejimi İçin Büyüyen
Tehlikeler
Beşar
Esad'ın BAAS rejimi bu girişimler temelinde konumunu
sağlamlaştırma çabası içine girip, ciddi biçimde
yol alırken, rejim açısından iki yeni büyük tehlikede
ciddi biçimde somutlaşmaktaydı. Arap baharıyla
birlikte üçüncü tehlike de kapıya gelip dayandı.
Bunlardan
birincisi, 2001 İkiz kuleler saldırısının ardından
enerjisinin ağırlığını Ortadoğu'nun yeniden düzenlenmesine
ayırmış olan ABD emperyalizminin bölge planlarını
2005'lere gelindiğinde Büyük Ortadoğu Projesi
adı altında bütünlüklü bir yapıya kavuşturarak
devreye sokmuş olmasıydı.
Ve
bu plan Suriye, İran, Libya gibi ABD emperyalizmi
için öteden beri sorun oluşturan ülkelerin ötesinde,
tüm Ortadoğu'nun yeniden dizayn edilmesi planıydı.
Barikat'ın daha önceki sayılarında BOP konusu
geniş biçimde ele alındığından burada kimi ana
başlıklara konumuz bağlamında değinmekle yetineceğiz.
BOP,
birincisi, Fas'tan Afganistan'a değin Ortadoğu'nun
(daha doğrusu onların kullandığı kavramla Genişletilmiş
Ortadoğu'nun) bütün coğrafyalarının kesin biçimde
ABD emperyalizminin siyasi, askeri, politik, sosyal
ve tabii ki ekonomik denetimi altına sokulmasını
hedefliyor.
İkincisi,
dünyaki fosil temelli enerji kaynaklarının (petrol
ve doğal gaz) büyük bir bölümünün bulunduğu Ortadoğu'daki
bu kaynakların ve ulaşım yollarının ABD emperyalizmi
ve işbirlikçileri tarafından denetlenmesi yoluyla,
başta Çin, Rusya ve AB'nin enerji kaynaklarına
erişiminin ABD'nin denetimi altına girmesi ve
bu yoldan onların ABD'ye karşı büyük rakipler
haline gelmesi engellenmek isteniyor.
Üçüncüsü,
neredeyse 500 milyon gibi büyük ve genç bir nüfus
potansiyeline sahip olan, az ya da orta gelişkinlikte
kapitalist ekonomilere sahip olan bu ülkelerin
ekonomilerini hiç bir engel olmadan dünya emperyalist-kapitalist
pazarına bağlanmak isteniyor.
Dördüncüsü,
bu ülkelerde geleneksel küçük ve orta burjuvazi
içinde gelişen ve ülkelerindeki siyasi, ekonomik
olanaklardan daha büyük pay almak isteyen, bu
ülkeleri yeni ve büyük bir islam devleti olarak
toparlamak isteyen radikal islamcı hareketlerin
kimi zaman tüm dünyayı sarsan (11 Eylül gibi)
eylemleri ve giderek büyüyen etkinliklerinin önü
kesilmek isteniyor.
Bunlar,
bir yandan askeri ve polisiye önlemlerle yok edilmek
istenirken, diğer yandan bu ülkelerde giderek
gelişen dinci atmosfer "Ilımlı İslam Projesi"
denilen bir proje ekseninde emperyalistlerle uzlaşan
ve BOP projesine uygun hareket edecek yeni "ılımlı
islamcı" parti ve hareketler ekseninde yeniden
yapılandırılmak isteniyor. Ilımlı islamcı partilerin
öncülüğünde bütün Ortadoğu ülkelerindeki devlet
yapıları, bugüne değin ABD emperyalizminin çıkarlarını
hizmet etmiş olup olmamalarına bakılmaksızın,
gerekirse zor kullanılarak, işgaller vb. yoluyla
tasfiye edilip yeniden yapılandırılmak isteniyor.
Ortadoğu ülkelerindeki devlet yapıları gerek kitleler
nezdindeki teşhir olmuşlukları, meşruiyetlerini
yitirmeleri, ekonomik ve siyasal açıdan, sahip
oldukları devlet mekanizmaları bağlamında dünyadaki
değişime uyum sağlayamamaları, gerekse gelişen
radikal islamcı hareketleri geriletecek dinamiklere
sahip olmamaları nedeniyle tasfiye edilmek isteniyor.
Artık
elleri çok rahat. İki kutuplu dünya olarak da
adlandırılan sosyalizmin bir dünya sistemi olduğu
süreçte, böylesi bir gelişmenin sözkonusu ülkedeki
iktidarın "karşı tarafa" geçmesi ya
da angaje olmasıyla sonuçlanacağından emin olan
emperyalistlerin desteklerini son sınırına dek
götürdükleri bilinmektedir. Ancak sosyalizmin
dünya çapında girdiği gerileme süreci, bu politikanın
da sürdürülmesini gereksiz kılıyor.
İran
ve Suriye rejimleri ise zaten ABD emperyalizmi
açısından karşı safta görüldükleri için BOP bağlamında
ilk elde tasfiye edilecek devletler olarak görülmekteydi.
İlk
ön uygulaması Türkiye'de AKP ile başlatılan süreç,
2005'lerden itibaren BOP'la birlikte somut bir
plana dönüştü. "Ilımlı İslam" projesi
AKP öncülüğünde Türkiye'de model ülke düzeyine
kavuşturuldu.
BOP'un
açıklanmasının ardından İran'ın nükleer silah
sahibi olma hevesini engelleme temelindeki işgal
ve/veya yıkım planları sürekli adım adım ısıtıldı.
Suriye ise İran'a yönelecek saldırının nasıl başlatılacağına
ve gelişeceğine bağlı olarak daha kolay bir av
olarak görülmekteydi.
Esad
rejimi için ikinci büyük tehlike, adım adım neoliberal
politikalara geçişle birlikte emekçi halk kitleleri
içinde büyüyen hoşnutsuzluklar oldu. Devletin
elindeki işletmelerin son beş yıl içinde özelleştirilmeye
başlanmasıyla birlikte bu işletmelerde büyük bir
işçi kitlesi işten çıkarıldı. Böylece mevcut işsiz
kitlesinin yanında büyük bir kalifiye işsiz kitlesi
de oluşmaya başladı. Daha önceki dönemlerde devletin
yoksullara yaptığı sınırlı yardımların kesilmesi,
tüm kamusal hizmetlerin bozulması, vb. faktörler
işsizlik olgusuyla da birleşince geniş emekçi
kitlelerin yoksullaşması hızla ivme kazandı. Emekçi
kesimlerdeki hoşnutsuzluk giderek büyümeye başladı.
Bu tüm muhalefet kesimleri için üzerinde hareket
edebilecekleri geniş bir kitle zemininin oluşmasını
da beraberinde getiriyordu.
Ve
Suriye rejimi açısından biriken tehlikeleri somut
olgulara dönüştürecek üçüncü tehlikeli durum Arap
baharının başlaması oldu.
2010
sonunda Tunus'da ilk kıvılcımı yükselen büyük
Arap Baharı hem emperyalistlerin BOP'u uygulama
planlarını, hem de Suriye bağlamında rejimin hesaplarını
alt-üst etti.
ABD
ve AB emperyalistlerinin başta İran ve Suriye'ye,
bunlarla bağlantılı olarak tüm Arap ve bölge ülkelerine
yayılacak ve kendilerinin denetimi altında gelişecek,
Doğu Avrupa ve eski Sovyet cumhuriyetlerinde uygulanan
"renkli devrimler" benzeri bir süreç
planlarken, Tunus'tan başlayarak tüm Arap ülkelerine
yayılan kendiliğinden halk hareketleri süreci
başka bir mecraya evriltti.
Ne
yazık ki, Tunus'ta, Mısır'da devrimci bir önderliğin
bulunmaması nedeniyle özgürlük ve insanca yaşam
talepleriyle ayağa kalkan geniş emekçi yığınlarının
hareketini bir süre sonra geri çekilmeye başladı
ve ABD'nin ılımlı İslam konspetini şu veya bu
düzeyde kabul etmeye hazır olan islamcı hareketler
(Müslüman Kardeşler vb.) inisiyatifi ele geçirdi.
Emperyalist kapitalist sistemin "uzman"ları
tarafından kısa bir süre önce "en istikrarlı"
ülkelerden biri olarak değerlendirilen Tunus'taki
halk hareketinin sistemin bastırma araçları tarafından
kontrol dahi edilememesi yeni bir sürecin kapılarını
aralıyordu. Kapitalizmin ve sömürgeciliğin yüzlerce
yıllık geleneklerini, tecrübelerini çok iyi sindirmiş
olan emperyalistler hemen durumdan vazife çıkardılar
ve onlarca yıldır binbir destekle ayakta tuttukları
kimi diktatörleri (Tunus, Yemen, Mısır'da) buruşturup
çöp tenekesine atıverdiler. Libya'da hareket emperyalistlerin
denetimi altına girdi ve gerici güçler emperyalistlerin
doğrudan askeri müdahalelerinin de yardımıyla
kanlı savaşların ardından iktidarı ele geçirdi.
Yemen, Bahreyn, Fas, vb. ülkelerde de kısmen farklı
süreçler içinde halk hareketleri önemli ölçüde
manipüle edildi.
Arap
Baharının başlamasıyla emperyalistlerin dikkati
bu hareketleri engelleme ve yönlendirme çabalarına
yöneldi. Böylece aslında ABD emperyalizminin Ortadoğu'daki
saldırı planlarında İran'la birlikte ilk sıraları
paylaşan Suriye yönetimi ilk aşamada sırasını
bir süreliğine savmış oldu. Tunus, Mısır, Yemen,
Fas, Bahreyn ve Libya gibi ülkeler öne geçti.
Suriye'de
Kaçınılmaz Son: Halk Hareketi ve İç Savaş Başlıyor
I-
Suriye'de Halk Hareketi Başlıyor...
Halk
hareketi 2011 Mart'ında Suriye'ye sıçradı. Neoliberal
politikaların devreye sokulmasıyla hızla yoksullaşan,
en basit, en insani temel demokratik haklara kırıntı
düzeyinde dahi sahip olmayan, BAAS diktatörlüğünün
her türlü işkence ve zulüm politikalarıyla sindirilmiş,
dinsel ve mezhepsel ayrımları ve şu veya bu düzeydeki
ayrımcılığı yaşayan, büyük Arap uluslaşması ve
birliği söylemine karşın bunların boş laflara
dönüştüğünü gören, rejimin dünyada oluşan yeni
güç dengelerine uyum sağlama çabaları dışında
tüm ulusal ve uluslararası iddialarını yitirdiğini
gören geniş halk yığınları sokakları doldurdu.
Başlangıçta dinci özelliklerin nispeten zayıf
olduğu demokratik haklar ve insanca yaşam taleplerinin
öne çıktığı gösteriler barışçıl temelde aylarca
sürdü. Gösterilere katılanların bir bölümü İslamcı
olmasına karşın, dinci söylemleri kullanmayan
büyükçe bir kesim de bulunuyordu. Rejimin buna
yanıtı sık sık gösterilere ateş açılması ve giderek
artan sayıda göstericinin katledildiği saldırılar
oldu.
ABD
ve başta İngiliz ve Fransız emperyalizmi olmak
üzere AB emperyalistleri, bölgede bu süreçte en
aktif rolleri üstlenen Suudi Arabistan, Katar
ve Türkiye gibi işbirlikçilerini de yanlarına
alarak Suriye'nin BAAS rejimiyle büyük hesaplaşmanın
startını verdiler. 2011'de ağırlıklı olarak Mısır,
Tunus, Yemen, Bahreyn ve Libya'da yoğunlaşan bu
güçler, bu ülkelerde denetimi sağladıktan, Libya
operasyonunu tamamladıktan sonra, 2012'de tümüyle
Suriye'ye yoğunlaştılar.
Esad
rejimi çatışmalar giderek büyümesine, emperyalistler
ve bölgedeki işbirlikçileri Suudi Arabistan, Katar
ve Türkiye artan oranda işin içine girmesine,
bölgedeki tüm silahlı dinci grupların bu ülkeler
eliyle Suriye'ye yönlendirilmesine rağmen ilk
bir yıl boyunca hiç bir ciddi esneme ve reform
çabası içine girmedi. Reform olarak sunulan şeyler
göstermelik adımları aşmadı. Anayasa reformu ve
yapılan seçimler majestelerinin bağışladığı kırıntı
sayılmayacak öğelerin ötesine geçmedi. Esad rejimi
geride kalan on yıllar içinde oluşturduğu toplumsal
tabana ve büyük askeri gücüne dayanarak, Rusya,
Çin ve İran gibi uluslararası desteklerine güvenerek
işin üstesinden kolayca gelebileceğini sandı.
Ancak
sonuç Esad rejiminin istediği gibi olmamıştır.
İşi her adımda zorlaşmıştır. Öte yandan, emperyalistler
de Libya'da yarattıkları tabloyu yaratamadılar.
Gelinen
noktada, Mısır'da Tahrir meydanındaki halk kitlelerinin
izini sürerek, özgürlük ve insanca yaşam talepleriyle
sokağa dökülen onbinlerin, yüzbinlerin büyük halk
hareketi sahneden çekilmiştir. Çatışmalar geçen
sonbahardan itibaren, neredeyse tümüyle geniş
emekçi kitlelerin ve demokratik taleplerinin adım
adım tümüyle devre dışı kaldığı bir nitelik kazanmıştır.
Bugün
halk hareketinin ve demokratik taleplerin yerini,
önemli ölçüde, batılı emperyalistlerin denetimi
altına girmiş silahlı dinci gruplar almış durumdadır.
Bunun tek istisnası Suriye devleti sınırları içindeki
Güneybatı Kürdistan'daki Kürt ulusal demokratik
hareketi ve onunla bağlantılı olarak muhalefet
yürüten çok zayıf Suriyeli Arap sol örgütlenmelerdir.
Güneybatı Kürdistan dışında Suriye'de demokratik
muhalefet zemini ciddi biçimde zayıflamıştır.
II-
Suriye İç Savaşında Başlıca Arap
Politik
Aktörler Kimler ve Ne İstiyorlar?
Gelinen
noktada, Suriye'de Arap emekçi halk kitleleri
arasında kendiliğinden gelişen ve bir çok değişik
politik örgütlenmenin de katıldığı halk hareketinin
neredeyse tümüyle ortadan kalktığı söylenebilir.
Bunun tek istisnası Güneybatı Kürdistan'da oldukça
örgütlü biçimde geniş halk kesimlerini demokratik
talepler temelinde sokağa döken Kürt ulusal güçleridir.
Ülkedeki
tablonun adı tam anlamıyla bir iç savaştır. Bu
bağlamda iç savaş sürecinin başlıca aktörlerini
şöyle sıralayabiliriz.
Esad
rejimi yukarıda ortaya koyduğumuz niteliklerini
ve konumlanışını sürdürüyor. Rejim geçmişten bugüne
gelen toplumsal dayanaklarına, büyük askeri gücüne
ve uluslararası desteklerine dayanarak varlığını
sürdürmeye çalışıyor. Ordudan ağırlıklı olarak
generalden sıradan askere kadar uzanan Sunni Arapların
tek tek kopuşları söz konusudur. Bunların sayısı
az olmamakla ve orduyu zayıflatmakla birlikte,
Suriye ordusu henüz toplu büyük firarlar yaşamıyor.
Bu noktada içeride en kritik unsuru Sunni Arap
kesimleri içindeki desteğinin devam edip etmeyeceği
oluşturuyor. Bu destekler zayıflamaktadır. Ancak
henüz büyük kopuşlar gerçekleşmiş değildir.
Suriye
Ulusal Konseyi (SUK) isimli tümüyle ABD ve AB
emperyalistlerinin ve bölgedeki gerici/faşist
işbirlikçi devletlerin denetimi altındaki örgütlenme
bir çok işbirlikçi örgütün çatısı örgütlenmesi
durumunda. Merkezi Türkiye'de Hatay ve İstanbul'da
konumlanıyor. Ağırlığını dinci örgütlenmeler oluştursa
da, Esad rejiminden kopan yöneticiler de dahil
her türden işbirlikçi unsur bu örgütlenmenin içinde
bulunuyor. Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) adıyla CIA
tarafından örgütlenen ve merkez üssü Türkiye'de
Antakya'da bulunan örgütlenme SUK'un askeri kolu
gibi çalışmaktadır (ÖSO'nun Antakya'da üslendiği
TC tarafından reddedilmesine karşın, uluslararası
medyanın da bu durumu deşifre etmesi ve ABD emperyalizminin
Türkiye'de üslenen radikal islamcı gruplar konusunda
rahatsızlığını ifade etmesinin ardından, TC, ÖSO'nun
merkezini Suriye'ye içine taşımasını istedi. Eylül
ayı itibariyle bu gerçekleşti). ÖSO'da homojen
değildir. Halk hareketinin başlamasından sonra
oluşmuş pek çok silahlı grubu içinde barındırmakta
ve tek bir komuta yapısı altında birleştirmeye
çalışmaktadır. Ağırlık hızla Müslüman Kardeşler
örgütünün Suriye koluna geçmektedir. Yönetiminde
Suriye ordusundan kaçmış çok sayıda general ve
subay bulunmaktadır. 2012'den itibaren ABD'nin
yaptığı planlama temelinde SUK ve ÖSO, CIA'nın
denetimi ve yönetimi altında Türkiye'nin tam politik
ve askeri desteğini almış durumda. Türkiye aracılığıyla
silahlandırılıyorlar, eğitiliyorlar, lojistikleri
sağlanıyor, ekonomik kaynakları oluşturuluyor.
Uluslararası ilişkileri için her türlü zemin hazırlanıyor.
Bunun yanı sıra, tüm Arap baharı sürecinde aktif
biçimde öne çıkan Katar ve Suudi Arabistan da
Türkiye'de konumlanmış bu güçlerin finansmanını
üstlenmiş durumdalar. Bunun yanı sıra, gerek Türkiye
üzerinden, gerekse doğrudan silahlandırma, lojistik
sağlama, uluslararası ilişkileri kotarma işini
de üstleniyorlar. Şu anda ÖSO'ya bağlı gerici
dinci silahlı grupların her bir üyesi Suudi Arabistan
ve Katar'ın sağladığı finansman sayesinde düzenli
maaş alıyorlar, her türlü mali ihtiyaçları sağlanıyor,
silahlanma ve iletişim altyapısı noktasında ciddi
bir ilerleme kaydetmiş durumdalar.
El
Kaideciler ve Selefi gruplar da Suriye'deki iç
savaşın en aktif kesimlerinden birini oluşturuyorlar.
Bu nitelikte onlarca silahlı grup bulunuyor. Selefi
grupların Suriye içinde ciddi bir toplumsal tabanı
bulunmuyor. Önemli ölçüde Suudi Arabistan tarafından
çeşitli Arap ülkelerinden devşirilerek Suriye'ye
aktarılmış güçlerden oluşuyorlar. Gerici/faşist
dinci bağnazlık temelinde savaşın ön saflarında
yer alıyorlar. Politik olarak birleşik bir yapıları
yok. Yine de küçümsenemeyecek bir güçleri var.
El Kaideciler ise ABD, Türkiye ve Suudi Arabistan'ın
önlerini açmasıyla bölgedeki güçlerinin önemli
bir bölümünü Suriye'ye aktarmış durumdalar. Bunlar
ortaya çıkan fırsatı değerlendirerek, daha önce
ciddi bir örgütlenme yaratamadıkları Suriye'de
savaşın aktif bir gücü olarak örgütlenmeye ve
güç olmaya çalışıyorlar.
Sol
muhalefetin konumuna yukarıda değinmiştik. Sol
muhalefetin parçalı bir yapısı var. Esad rejiminin
ağır baskıları sonucu, halk hareketi başladığında
oldukça zayıf durumdaydı. Dahası rejimle açıktan
karşı karşıya gelmemeye çalışan, onunla uzlaşmaya
çalışarak, kimi durumlarda ise ona yedeklenerek
ayakta kalmaya çalışan bir yapısı söz konusuydu.
Halk hareketi başladıktan sonra sol muhalefetin
bir bölümü Suriye Reform ve Kurtuluş Cephesi (Suriye
Halk Kurtuluş ve Değişim Cephesi isimini de kullanılıyor)
oluşturdular. Bu cephede Suriye Ulusal Sosyal
Partisi, Suriye Birleşik Komünist Partisi ve bağımsız
unsurların yanı sıra başkaca sol gruplar da yer
alıyor. Halk hareketinin başlangıcında hareket
içinde yer alan bu kesimler, halk hareketinin
sönümlenip yerini dinci silahlı grupların başlattığı
iç savaş aldığında adeta sahneden çekildiler.
Halkın demokratik taleplerine öncülük edecek militan
ve dinamik bir hareket yaratamadıkları ölçüde
bugün Suriye'nin kaderinde herhangi ciddi bir
rol oynamaktadan uzaklaşmış durumdalar. Daha da
ötesi, bu cephe içinde yer alan Suriye Ulusal
Sosyal Partisi Esad rejminin halk hareketini manipüle
etmek için yaptığı Anayasa değişiklikleri ve seçimler
temelinde parlamentoya girdi ve yeni hükümete
katıldı. Bu partinin lideri Dr. Ali Haydar şu
anda hükümette Uzlaşma Bakanlığı gibi ne iş yaptığı
belli olmayan bir bakanlığın başında bulunuyor.
Devrimci bir partinin yokluğu sol muhalefeti rejimle
halk muhalefeti arasına sıkıştırıp etkisizleştirmiştir.
Sol muhalefet içindeki kimi yapıların ise Kürt
ulusal hareketi ile birlikte davranması söz konusu.
Suriye'de
rejimin ne istediği açıktır; mümkünse statükoda
tek bir değişiklik olmadan yoluna devam etmek.
Bu hedefin hiç bir şansı yok. Dolayısıyla muhalefetle
kısmi uzlaşmalar temelinde, muhalefeti ciddi biçimde
gerilettiği durumda bile, kimi kırıntılarla statükoyu
devam ettirmek ikinci ve asıl alternatif. Sol
muhalefetin mevcut duruşuyla ne ilerleme, ne de
güçlü bir demokratik dönüşüme öncülük yapma şansı
bulunmuyor. SUK ve Selefi gruplar ise değişik
yollar ve biçimler altında ilerleyerek "Ilımlı
İslam" projesine uygun gerici-faşist bir
devlet yapısını Sunni Arap kesimlere dayanarak,
emperyalistlerin desteğinde kurmak istiyorlar.
Nusayrilerin kıyımlar yoluyla hem siyasal ve ekonomik
olarak, hem de daha da ötesi fiziki olarak yok
edilmesi bu hedeflerinin özgül bir başka bileşenini
oluşturuyor. Suriye'deki tüm muhalefetin birleştirilmesine
dönük geçtiğimiz aylarda Mısır'da yapılan toplantıda
SUK, Kürtlerin bırakalım temel demokratik taleplerinin
kabul edilmesini, ulusal varlığını dahi kabul
etmeyi reddetti. Bu bağlamda, Güneybatı Kürdistan'daki
sömürgeci rejimin, kimi kırıntılarla yumuşatılarak
devam ettirilmesi de SUK'un başlıca hedeflerinden
birini oluşturuyor. Kısacası, Nusayrilerin, Kürtlerin,
sol hareketin ve tabii ki kısmen Hıristiyanların
tam bir baskı altına alındığı ve fiziki varlıklarının
da tasfiyesine kadar uzanacak Sunni Arap gericiliğine
dayanacak bir "Ilımlı İslam" rejiminin
kurulması, sistemin bu temelde yeniden örgütlenmesi,
ABD emperyalizminin bölge politikalarına tümüyle
teslim olmuş bir Suriye'nin yaratılması SUK ve
Selefilerin başlıca hedefini oluşturuyor.
El
Kaidecilerin Suriye'deki güçleri henüz iktidarı
bütünüyle ele geçirmeyi hedefleyecek düzeyde değil.
Onlar esas olarak bu ülkede ciddi bir güç haline
gelerek bölgenin bu önemli ülkesinde bir köprü
başı oluşturmak ve savaşların daha derinleştirmek
istiyorlar. Esad rejminin ve tüm bağlaşıklarının
ortadan kaldırılması, SUK ve Selefiler gibi onların
da temel hedefi. Bu hedefe ulaşıldığında muhtemelen
iktidar olacak diğer güçlere karşı kök saldıkları
ülkede savaşı sürdürmeye çalışacaklar.
Suriye'deki
hem Esad rejiminin, hem de dinci gerici/faşist
güçlerin hesapları destek aldıkları emperyalist
güçlerden bağımsız olmadığı için, bunların hedeflerini,
emperyalist güçlerin Suriye'deki hesapları ve
rollerini ele aldığımız aşağıdaki bölümlerde yeniden
açacağız.
III-
Suriye İç Savaşında Kürtler
Osmanlı
devletinin değişik parçaları 1920'de farklı emperyalist
güçler tarafından paylaşıldığında Arap topraklarının
Suriye coğrafyası ve Kürdistan'ın bir bölümü Fransızlar
tarafından işgal edilerek sömürgeleştirildi. 1923'de
TC kurulduğunda, Suriye ve Güneybatı Kürdistan
Fransa'nın elinde kaldı. Güneybatı Kürdistan,
işgal edilen bölgelerin TC'ye sınır oluşturan
Kuzey bölgelerini oluşturuyordu. İşgal ve paylaşım
döneminde TC'den de büyükçe bir kitle Güneybatı
Kürdistan'a yerleşmişti. Güneybatı Kürdistan,
Kürdistan'ın hem coğrafi, hem de nüfus açısından
en küçük bölgesini oluşturuyordu.
Suriye
bağımsızlığını kazandığında oluşan devlet tümüyle
Arap karakterdeydi. Kurulan Suriye devleti Kürtlerin
varlığını ve dolayısıyla ulusal demokratik haklarını
tanımama tutumunu esas aldı. TC'nin kuruluşundan
bir süre sonra benimsenen Kürt ve diğer ulusal
toplulukların varlığını reddetme, herkesi Türk
sayma, ama Türk olmadıklarını da bilerek bu halkların
bulundukları toprakları sömürgeleştirme tutumu,
Suriye devleti tarafından da Arap milliyetçiliği
esas alınarak uygulandı. Kürtlerin yaklaşık yüzde
yirmisine vatandaşlık hakkı dahi tanınmadı. Kürt
dili ve kültürü yasaklandı. Güneybatı Kürdistan
topraklarında Fransız emperyalistlerinin uyguladığı
sömürgeci rejim daha da katı bir biçimde sürdürüldü.
1960'lara
gelindiğinde oluşan Kürt politik partileri bu
koşullarda zorunlu olarak yasadışı partiler olarak
geliştiler. Silahlı bir faaliyetleri olmamasına
karşın, BAAS rejiminin gaddarca saldırıları ile
karşılaştılar. İşkence, tutuklama ve cinayetlerler
diğer muhalefet güçleri gibi, Kürtlerin de adeta
kaderi oldu. Buna rağmen, bu partilerin faaliyetleri
sonucu sınırlı da olsa Kürt ulusal bilinci ve
direniş tutumu şu veya bu düzeyde oluştu. Güneybatı
Kürdistan'daki Kürt partileri ağırlıklı olarak
Güney Kürdistan'daki Barzani ve Talabani güçlerinden
etkilendiler. Genel olarak sol çizgide bulundular.
Güneybatı
Kürdistan'daki ulusal demokratik hareketin bu
akışı ve kaderi, PKK'nin 1979'dan itibaren Lübnan'da
Filistin güçlerinin yanında destek, eğitim ve
mücadele cephesi açmasıyla değişmeyi başladı.
PKK, bu tarihten itibaren ve bütün bir '80'li
yıllar boyunca Güneybatı Kürdistan halkı içinde
hızla gelişmeye başladı.
Bu
noktada, bir parantez açarak; Suriye rejiminin
PKK'nin gerek Suriye ve Lübnan'da, gerekse Güneybatı
Kürdistan'da örgütlenmesi konusunda, başlangıçta
oldukça geniş, 1990'lardan sonra ise giderek azalan
ölçüde müsahama göstermesinin nedenine değinmek
gerekiyor.
PKK
önderi ve kadroları 1979'dan itibaren Suriye topraklarına
ve esas olarak Lübnan'a geçip, yeni bir destek,
eğitim ve mücadele cephesi açtıklarında bütün
konsantrasyonları esas olarak Kuzey Kürdistan'a
yoğunlaşmış durumdaydı. Diğer parçalarda bırakalım
örgütlülüğü, ciddi bağları dahi bulunmuyordu.
Dahası, PKK, asıl ilişkilerini Filistinli devrimci
güçler üzerinden geliştiriyordu. Güneybatı Kürdistan'daki
halkla ilişkileri başlangıçta sınırlı destek ilişkilerinin
ötesine geçmiyordu. Bu durum, Suriye yönetimi
için özel bir sorun oluşturmuyordu. 1982'de İsrail'le
yaşanan Lübnan savaşında PKK'lilerin İsraile karşı
direnişte aktif olarak yer alması, bulundukları
yerlerde oldukça militan bir direniş koyması ve
bir çok şehit vermesi, PKK'nin Filistin ve Lübnan
halkı nezdindeki prestijini ciddi biçimde yükseltti.
PKK, Lübnan'daki Filistin kamplarında bağımsız
kamp oluşturma hakkını kazanan ilk örgüt oldu.
Bu süreçte, Lübnan'da yerleşik yüzbinlerce Kürt
arasında ciddi bir gelişme gösterdi. Suriye ve
Filistinliler nezdinde PKK, İsrail'e karşı mücadelede
ciddi bir müttefik oldu.
Bu
süreçte, PKK'nin Güneybatı Kürdistan halkı içindeki
örgütlülüğü de büyüdü. Ancak bu örgütlülüğün bütün
enerjisi esas olarak Kuzey Kürdistan'da yürütülecek/yürütülen
ulusal kurtuluş mücadelesine akıtılıyordu. PKK
stratejik bir tercihten hareket ediyordu. Nüfus
ve toprak olarak oldukça küçük Güneybatı Kürdistan'da
Suriye devletine karşı açık bir mücadele başlatmak,
hem Filistindeki stratejik destek ve hazırlık
çalışmalarının koşullarının ortadan kalkması anlamına
gelirdi, hem de bu alanda Suriye'ye karşı başlatılacak
açık bir mücadelenin mevcut zemin düşünüldüğünde
başarı şansı oldukça zayıftı. Kuzey Kürdistan
nüfus ve coğrafyası bağlamında Kürdistan'ın kurtuluşunda
kilit halkaydı. Bütün enerji ve olanakların, ittifakların
Kuzey Kürdistan'daki mücadelenin büyütülmesine
göre konumlandırılması gerektiğini düşünüyordu.
Suriye
devleti açısından ise bu durum sınırları içindeki
Kürtlerin enerjisinin kendisine dönmesi yerine,
düşman olarak gördüğü TC'ye dönmesi ve başkaca
avantajlar anlamına geliyordu. Böylece Suriye
rejimi bir taşla birkaç kuş vurduğunu düşünüyordu.
Hem kendi Kürtlerinin ulusal kurtuluş talepleri
Kuzey Kürdistan'daki mücadeleye bağlandığı için
daha rahat koşullara kavuşuyordu, hem de İsrail'e
karşı PKK özgülünde Kürtlerin desteğini sağlıyordu.
Bunlar kadar önemli bir diğer faktör ise, Suriye'deki
en önemli dinci muhalefet örgütlenmesi olan Müslüman
Kardeşler örgütünü destekleyen, topraklarında
eğitim ve destek üsleri oluşturmasına izin veren,
kendi toprakları olarak gördüğü Antakya'yı işgal
eden TC'ye karşı, PKK bağlamında bir karşı koza
kavuşmuş oluyordu. (Suriye rejiminin gerek kendi
topraklarında, gerekse Lübnan'daki Filistin kamplarında,
dünyanın dört bir yanından gelen devrimci ve sol
güçlerin barınması konusunda 1990'lara değin gösterdiği
müsahama esas olarak benzer nedenlerden ötürüdür.
O dönemin dünya konjonktürü ve kendi çıkarları
bu noktada belirleyicidir.)
Bu
zeminde, 1980'lerden itibaren PKK, Güneybatı Kürdistan'da
hızla kökleşti. Güneybatı Kürdistanlılar PKK'nin
başlattığı gerilla savaşına giderek artan ölçülerde
aktif biçimde katıldılar. Buradaki PKK örgütlülüğü,
1990'lara gelindiğinde diğer Güneybatı Kürdistan
partilerinin tümünün örgütlülüğünü aştı. Güneybatı
Kürdistan'ın yoksul halk kesimleri, gençliği ve
aydınlarının büyük bir bölümü PKK saflarına katıldı.
1990'lı
yıllardan itibaren, gerek dünyadaki konjonktürün
değişmesinin yarattığı olanaklar, gerekse PKK'nin
Kuzey Kürdistan'da savaşı büyütmesinin sonucu
olarak, TC, Suriye'nin PKK'ye verdiği desteği
kesmesi için basıncını arttırdı. 1998'e gelindiğinde
TC için bıçak kemiğe dayanmıştı. Dahası ABD artık
yeni Ortadoğu planlarını adım adım devreye sokmak
niyetindeydi. Ve bu noktada, Suriye'nin PKK sorunu
üzerinden sindirilmesi, PKK önderliğinin ele geçirilerek
PKK'nin etkisizleştirilmesi, böylece hem Ortadoğu'daki
en önemli sol silahlı gücün önemli ölçüde etkisizleştirilmesi,
hem de ABD'nin Ortadoğu planlarında önemli bir
yer tutacak olan TC'nin rahatlatılması hedeflendi.
Suriye rejimi, TC ve ABD'nin basıncına dayanamayarak,
Öcalan'ı ülke sınırları dışına çıkardı. Daha sonra
Öcalan Kenya'da ABD tarafından yakalanarak Türkiye'ye
teslim edildi.
Suriye
rejiminin PKK'ye karşı tutumu bu süreçten sonra
adım adım değişime uğradı. Öcalan'ın tutsak olduğu
koşullarda yaptığı yeni açılımlarının TC ile PKK'nin
bir uzlaşmaya gittiğini göstermesi, daha da önemlisi,
2000'li yıllardan itibaren Suriye yönetiminin
batılı emperyalist ülkelerle ve TC ile ilişkilerini
yeni bir mecraya sokma isteği bunda belirleyici
rol oynadı. Bu sürecin ardından PKK kadroları
sık sık tutuklanarak TC'ye iade edildi. PKK'nin
Suriye örgütlülüğüne dönük saldırılar, tutuklamalar
yoğunlaştı. 2004'de PKK'nin örgütlülüğünün en
güçlü olduğu Kamışlı kentinde katliamlar yapıldı.
Daha sonraki yıllarda da irili ufaklı katliamlar
ve saldırılar devam etti.
PKK,
Kuzey, Güney, Güneybatı ve Doğu Kürdistan'a yani
Kürdistan'ın bütün parçalarına yayılmış olan örgütlülüğünü
yeniden organize ederek yeni koşullara uyum sağlamaya
çalıştı. Bunun bir parçası olan Güneybatı Kürdistan
örgütlenmesi 2003 yılında PYD (Demokratik Birlik
Partisi) olarak organize edildi. PYD, Güneybatı
Kürdistan'ın en büyük partisi oldu. PKK'nin genel
ideolojik, politik çizgisine uygun olarak demokratik
özerklik çizgisini benimsedi. Suriye'deki baskıcı
diktatörlük nedeniyle yasadışı bir partiydi. Yüzlerce
kadro ve taraftarı daha baştan itibaren Suriye
rejimi tarafından tutuklanmaya, işkenceden geçirilmeye,
kimileri katledilmeye ve hapishanelere atılmaya
başlanmıştı. Buna rağmen, faaliyetlerini PKK'nin
genel çalışma planına uygun olarak barışçıl, demokratik
faaliyetler ekseninde örgütledi. Kuzey Kürdistan'da
yürütülen gerilla savaşının en önemli insan ve
destek kaynaklarından biri olmayı sürdürdü.
2011'de
Suriye'de halk hareketi başladığında, en örgütlü
muhalefet gücü aslında PYD önderliğindeki Güneybatı
Kürtleriydi.
PYD,
halk hareketinin başlamasından bir süre sonra,
Güneybatı Kürdistan'da örgütlediği büyük halk
gösterileriyle bu harekete kendi bağımsız tavrıyla
katıldı. "Suriye'ye Demokrasi, Kürdistan'a
Demokratik Özerklik" temel sloganı oldu.
Esasen burjuva demokratik sınırları aşmayan bir
programa sahipti. Ancak bu bile Suriye'deki en
ileri program düzeyini oluşturuyordu. Diğer Kürt
partileri de muhalefet hareketine güçleri oranında
katıldı.
Silahlı
dinci hareket başladığında PYD, bu hareketlere
katılmadı. Açıkça karşı bir duruş da sergilemedi.
Güçlü olduğu bölgelerde demokratik özerklik programını
uygulamaya, Halk Meclisleri ve diğer halk örgütlülüklerini
oluşturarak örgütlülüğünü derinleştirmeye, silahlı
güçlerini oluşturarak çalışmalarının ve bölgenin
güvenliğini oluşturmaya dönük güçlü adımlar attı.
Yaz
aylarına gelindiğinde hemen hemen tüm Güneybatı
Kürdistan kentlerinde halk yönetiminin organları
olmayı hedefleyen Halk Meclisleri oluşmuş durumdaydı.
Küçümsenemeyecek bir silahlı güç de oluşturuldu.
Suriye muhalefeti ve uluslararası politik arenada
da kendini kabul ettirdi. Esad rejiminin gücünün
zayıflaması ve esas olarak dinci Arap örgütleriyle
çatışmalarının yoğunlaşmasından da yararlanılarak,
Güneybatı Kürdistan'ın bir çok kentinde Halk Meclisleri
yönetime el koydu. Devlet kurumları kimi irili
ufaklı çatışmalara rağmen çoğunlukla çatışmasız
biçimde ele geçirildi.
Bu
arada, PYD ile bölgedeki diğer Kürt partileri
arasındaki gerilim de zaman zaman artıyor. PYD'nin
büyük, ezici gücü karşısında, özgün bir muhalefet
dinamiği haline gelemeyen ve daha çok Barzani
ve Talabani'ye yakın duran, burjuva milliyetçi
özelliklere sahip 7-8 partiden oluşan diğer Kürt
partileri önemli bir toplumsal güç yaratamıyorlar.
Daha da ötesi, Güneybatı Kürtlerini ABD ve TC
eksenli SUK örgütlenmesine bir biçimde dahil etmeye
istekliydiler. Emperyalistlerin planlarına dahil
olmak istiyorlar. Ancak PYD'nin bu tutuma tavır
alması ve ulusal demokratik hakları demokratik
özerklik projesi ekseninde savunması, dahası batılı
emperyalistlerin planlarına dahil olmayı reddetmesi
bu gerilimleri büyütüyor ve zaman zaman şiddet
boyutunu vardırıyordu. Yaz aylarında Suriye'deki
iç savaşın derinleşmesi, emperyalist işgal tehdidinin
daha açık biçimde ifade edilmesine bağlı olarak,
Kürtlerin birleşik tavrı, bununla birlikte PYD'nin
etkinliğinin sınırlanması, hem Barzani'nin bölgedeki
hesapları, hem de ABD ve TC'nin bastırmaları sonucu
özel bir önem kazandı. Barzani, yaz aylarında
PYD ve bölgedeki diğer partileri Güney Kürdistan'da
toplayarak bir uzlaşma sağlanmasını istedi. Barzani
bu girişimiyle bir yandan, bölge Kürtleri üzerindeki
prestijini, etkisini, hami rolünü güçlü ve görünür
kılmayı, bir yandan da PYD'nin bölgedeki ezici
üstünlüğünü yapılacak bir anlaşma yoluyla dengelemeyi
ve kendi çizgisine yakın olan diğer partilere
bir alan açmayı hedefledi. Daha da önemlisi, ABD
ve TC eliyle girişilecek bir işgal olasılığı ve
PYD'ye yönelik ağırlaşan baskılarını, Güneybatı
Kürtlerinin birleşik örgütlenmesi ile karşılayarak
hafifletmeyi hedefledi. Böylece, Güneybatı'da
sadece PYD'nin değil, diğer partilerin de güç
ve söz sahibi olduğunu, birleşik örgütlenmenin
süreçte asli muhatap olacağını göstermeye çalışıyor.
Uzun vadede ise elindeki gücü, olanakları kullanarak
PYD'yi zayıflatmayı, kendi çizgisindeki partileri
güçlendirmeyi umuyor. Sonuçta, Güneybatı Kürdistan
güçleri Ağustos'da sağlanan anlaşmayla bağımsız
partiler olarak ortak bir konseyde birleşmiş durumdalar.
Bu birleşik duruşun Güneybatı Kürdistan halkını
güçlendiren yanları bulunuyor. Ancak ulusal demokratik
hareketi Barzani'nin işbirlikçi çizgisine daha
da yakınlaştırma, batılı emperyalistleri rahatlatacak
olası tutumların önünü açması olasılığının varlığı
gibi unsurlar nedeniyle, ulusal demokratik hareketin
niteliğini zayıflatma gibi yanları, tehlikeleri
de içeriyor.
Güneybatı
Kürdistan'daki ulusal demokratik hareket esas
olarak Esad rejiminin Kürtlerin demokratik haklarını
tanımama konusunda sonuna kadar ayak direyeceğini,
dinci Arap muhalefetini yenmesi durumunda sıranın
kendilerine geleceğini ve büyük katliamlarla yüz
yüze geleceklerini biliyorlar. Bu nedenle, BAAS
diktatörlüğünün kesin biçimde yenilmesini ve tasfiyesini
istiyorlar. Öte yandan, dinci Arap örgütlerinin
de Kürtlerin demokratik haklarını tanımak istemediklerini
ve rejimi yenmeleri durumunda Kürtlere saldırarak
sömürgeciliği belki kısmen azaltarak da olsa sürdürmek
istediklerini biliyorlar. Dolayısıyla rejimle,
dinci Arap örgütleri arasındaki çatışmalarda öne
çıkarak ağır kayıplar yaşamakta istemiyorlar.
Tersine, kendi bölgelerinde örgütlülüklerini ve
askeri güçlerini geliştirerek kendi açılarından
en uygun anda silahlı çatışmaların asli unsuru
olmak istiyorlar. SUK ve silahlı güçleriyle, ancak
kendilerinin ulusal demokratik haklarının garanti
altına alınmış tarzda kabulü durumunda birliğe
razı durumdalar. Bu nedenle bu güçlerle mesafeli
ve mümkün olduğunca çatışmasız bir pozisyonda
kalmak istiyorlar.
Güneybatı
Kürdistan'daki bu gelişmeler elbette sorunsuz,
sessiz sedasız ilerlemiyor. Tam tersine, Suriye'deki
iç savaşın tüm iç ve uluslararası tarafları bu
sürece (zaman zaman silahlı biçimler de dahil)
müdahale etmeye ve Güneybatı Kürdistan'daki gelişmeleri
kendi çıkarlarına uygun biçimde değiştirmeye çalışıyor.
Esad
rejimi zaman zaman bölgeye genellikle küçük çaplı
saldırılar düzenlemesine rağmen, büyük saldırılar
gerçekleştirmiyor. Ancak yüzlerce PYD'li ve diğer
Kürt partilerinden insanı hapishanelerde tutmaya
devam ediyor. Zaman zaman tutuklamalar yapmaya,
cinayetler işlemeye devam ediyor. Yaptığı anayasal
değişikliklerde ve seçimlerde Kürtlerin ulusal
varlığını ve temel demokratik haklarını tanımaya
dönük en ufak bir adım dahi atmayarak, Kürtlerin
karşısında geçmişteki sömürgeci ve asimilasyoncu
Arap milliyetçisi çizgiyi devam ettireceğini gösterdi.
Esad rejimi Güneybatı Kürdistan'daki ulusal demokratik
hareketin kendi güçlerine dönük geniş çaplı bir
silahlı saldırı düzenlememesi nedeniyle bölgeye
büyük çaplı bir operasyon düzenleyerek, yeni ve
büyük bir cephe açmıyor. Kürtlerle büyük hesaplaşmayı,
dinci Arap örgütlerini tasfiye ettikten sonra
(tabii tasfiye edebilirse) başlatmayı düşünüyor.
Bunun yanı sıra, ülkedeki tüm muhalefet güçleriyle
bir uzlaşma zemininde yeni bir siyasal düzenlenişe
geçme olasılığı ortaya çıkması durumunda ise,
Kürtlerle uzlaşarak, daha da iyisi, onları yanına
alarak ülke yönetimine daha güçlü biçimde ağırlığını
koymayı, ya da diğer muhalif güçlerin desteğini
sağlaması durumunda Kürt hareketini bunlarla birlikte
tasfiye etme seçeneklerini elinde tutuyor.
SUK
ve diğer dinci silahlı örgütlerin Güneybatı Kürdistan'daki
Kürtlerin ulusal demokratik hakları konusundaki
duruşu, Esad rejiminden farklı değil. 4 Temmuz
2012'de Suriye'deki tüm muhalefeti birleştirmeye
dönük olarak Mısır'ın başkenti Kahire'de yapılan
konferans'ta PYD ve diğer Kürt örgütlerinin oluşturduğu
Suriye Ulusal Konseyi (ENSK) toplantıyı terk etti.
Gerekçe, konferans'ın Arap bileşenlerinin Kürtleri
bir halk olarak tanımayı ve haklarının garanti
altına alınması için Kürt hareketlerinin sundukları
ortak önergeyi reddetmeleriydi. Kürt hareketinin
delegeleri bu toplantıyı reddetti. Başta Suriye
Ulusal Konseyi (SUK) olmak üzere, diğer Arap bileşenler
Türkiye'nin ve kısmen de emperyalistlerin basıncıyla
Kürtlerin varlığını dahi tanımayı reddediyorlar.
Öte yandan, Esad rejiminin yıkılması için, güçlü
bir toplumsal tabana, örgütlülüğe ve askeri güce
sahip olan Kürtlerin desteğine büyük ihtiyaç duyuyorlar.
Kürtlerin Halep ve Şam'da da büyük bir topluluk
oluşturmaları, bu kentlerde yürütülen çatışmalar
açısından hayati önemde. Ancak diğer yandan, batılı
emperyalistlere ve başta TC olmak üzere bölgedeki
işbirlikçilere angaje olmuş olan SUK ve diğerleri
bu ittifakı sağlayacak, burjuva anlamda bile olsa
demokratik reformların yapılmasını sağlayacak
bir duruş geliştiremiyorlar. Dahası, zaman zaman
özellikle yaz aylarından bu yana PYD güçlerine
dönük irili ufaklı saldırılar gerçekleştirerek
gerilimi arttırıyorlar. SUK ve dinci örgütlerle,
başta PYD olmak üzere Kürt hareketinin arasındaki
ilişkiler düşmanca tutumlarla, nesnel olarak birlikte
davranma zorunluluklarının içiçe geçtiği her an,
her yöne doğru savrulabilecek, akabilecek bir
ilişki olarak tanımlanabilir.
ABD
emperyalizmi, Güneybatı Kürdistan'da PYD'nin etkin
oluşundan ötürü ciddi biçimde kaygılıdır. ABD
emperyalizmi, bağımsız duruşunu koruyarak emperyalistlerle
arasındaki mesafeyi koruyan, en azından burjuva
demokratik hakların eksiksiz uygulanmasını isteyen,
"Ilımlı İslam" konsepti içine tıkıştırılması
mümkün olmayan, bir PYD ve Güneybatı Kürdistan'ın
gelecek planları için bir tehlike olduğunun farkında.
Kürtlerin iç savaşa boylu boyunca katılıp Esad
rejiminin yıkılması sürecini hızlandırmaması da
onları öfkelendiriyor. Bunun yanı sıra, asıl destek
verdiği SUK ve dinci örgütlerin Kürtlerin varlığını
ve demokratik haklarını tanımama noktasındaki
gerici/faşist tutumunun da farkında. Öte yandan,
bölgedeki en önemli müttefiki olan TC'nin, PKK
çizgisindeki PYD'nin bölgedeki etkinliğinden rahatsızlığını
ve gelecekte demokratik özerklik programının uygulanması
durumunda TC için ortaya çıkacak korkutucu gelişmelerin
yarattığı saldırganlığı biliyor. Bütün bu faktörler,
ABD emperyalizminin ve peşinden sürüklediği AB
emperyalistlerinin Güneybatı Kürdistan'daki Kürt
ulusal sorununa ve öncü konumundaki PYD'ye karşı
oldukça soğuk ve zaman zaman düşmanca tutumlarına
neden oluyor. ABD emperyalizmi bu durumu dengelemek
için Barzani'nin girişimlerine ve PYD'yi dengeleyecek,
onu kendileri için makul sayılabilecek bir çizgiye
çekmesine güveniyor.
TC'nin
Güneybatı Kürdistan konusundaki tutumu ise tam
bir saldırganlık örneğidir. Güneybatı Kürtlerinin
PYD önderliğindeki ulusal direnişi ve ayaklanmasını
boğmak için işgal tehditleri dahil her yolu deniyor.
Güneybatı Kürdistan'da kurulacak demokratik özerkliğin,
PKK'ye ilk kez hem Suriye bağlamında, hem de uluslararası
düzlemde meşruiyet sağlayacağını biliyor. Bunun
yanısıra, bu gelişmenin Kuzey Kürdistan'da büyük
bir moral kaynağı olacağını, demokratik özerklik
talebinin büyük bir meşruiyet ve destek kazanacağının
farkında. Bu durumda, PKK'nin Kuzey Kürdistan
için de önerdiği demokratik özerklik programının
sorunun çözümünde hem Türkiye özgülünde, hem de
uluslararası planda merkezi unsur olacağı açıktır.
Bu ise TC'nin Kuzey Kürdistan'daki sömürgeci sisteminin
tümüyle alt-üst olması anlamına gelecektir. AKP'nin
sürdürdüğü bölge önderliği planları ve Kürt politikası
da kesin biçimde iflas edecektir. AKP'nin eylül
ayına kadar sürdürdüğü Suriye'yi hızla işgal,
olmadı tampon bölge oluşturma yönündeki canhıraş
politikalarının temel nedenlerinden biri de, Güneybatı
Kürdistan'ın işgal veya tampon bölge yoluyla ele
geçirilmesi ve Kürt ulusal hareketinin hızla tasfiye
edilmesidir. Ancak işgal planları gibi, tampon
bölge oluşturma planları da en azından bu aşamada
suya düşmüş durumdadır. SUK vb güçleri Kürtlerin
üzerine salma planları da, ABD'nin çatışmaların
iyice içinden çıkılmaz hale gelmesi riskini görmesi
ve PYD güçlerinin kararlı direnişleri sayesinde
bozulmuştur.
Güneybatı
Kürtleri için belirsizliklerle dolu bir süreç
söz konusudur. Ancak açık olan Güneybatı Kürtlerinin
günümüzde, tarihlerinin en özgür dönemini yaşadıklarıdır.
Güneybatı Kürdistan Kürtleri her hafta yüzbinlerce
kitleyle sokağa çıkıyor ve özgürlük sloganların
haykırıyorlar. Kendi yönetim organlarını oluşturarak
kendi kendilerini yönetiyorlar, kendi öz savunma
güçlerini oluşturuyorlar, ulusal varlıklarını
özgürce geliştirmenin kanallarını yaratıyorlar.
Kadınlar mücadelede öne çıkıyor, binlerce yılın
bastırılmışlığına karşı demokratik bir duruşla
kendi örgütlülüklerini, seslerini eylemleriyle
duyuruyorlar. Emperyalistlerin planlarına dahil
olmadıkları gibi, rejimin planlarına da dahil
olmuyorlar, demokratik bir Suriye konusunda mevcut
kesimler içinde en tutarlı ve ileri programı ortaya
koyuyorlar. Yaşanan devrimsel bir gelişmedir.
Ortadoğu'daki gerici-faşist oligarşik diktatörlüklere,
emperyalistlerin karanlık planlarına, işgal ve
baskı politikalarına, dinci güçlerin karanlığına
karşı Arap baharının ilk aşamalarında milyonların
dile getirdiği özgürlük ve insanca yaşam talebi,
şimdi Güneybatı Kürdistan'ın emekçi kitlelerinin
sloganlarında, taleplerinde ve onların eylemlerinde
yeniden vücut buluyor.
(Sürecek)
|