Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini
 

 

5 (66). Sayı - Kasım-Aralık 2012

       Didar Şensoy ismi Türkiye'nin bir döneminin tarihi içinde önemli bir yer tutar. Bu dönem generaller çetesinin ülkeyi kana buladığı bir dönemdir. Bütün ülkenin kocaman bir işkencehaneye çevrildiği, darağaçlarında halkın en yiğit çocuklarının katledildiği, zindanlarının dolup taştığı günler 12 Eylül faşizminin karabasan günleri..
       Toplumsal muhalefetin kitlesel biçimleri ve örgütleri ezilmiş, devrimciler büyük darbelerle sarsılmışlardı. Bugün anti-militarist kabadayılıklar yapan basın tekelleri cunta şakşakçılığı içine gırtlaklarına kadar batmışlar, burjuva aydın takımı ise fırtınanın geçmesini yüzkızartıcı bir sessizlik içinde bekliyorlardı.
       Bu ortamda, içi-yüreği yanmış bir avuç insan sokaklardaydı... Bir avuç dertli insan, oğullarının, kızlarının ardından hapishane hapishane, karakol karakol koşuşturuyorlar, yaralı kartallar gibi zulüm yuvaların üzerinde uçuyorlardı.
       Önce kendi dertlerinin peşinde koşuyorlardı. Daha sonra, yavaş yavaş kendi oğullarının, kızlarının bir büyük ailenin parçası olduğunu farkettiler. Ve sonra, bir gün, kendilerini de o büyük ailenin parçası olarak buldular.
       Yağmur, çamur, hakaretler, coplar, ölüm tehditleri onları yıldırmadı. İnatla, ısrarla zulmün üstüne üstüne yürüdüler.
       Kalabalık sayılmazlardı...
       Bir zamanlar, yüzbinlerin özgürlük adına, sosyalizm adına toplandığı, sloganlar haykırdığı, marşlar söylediği bir ülke meydanları için sayıları çok azdı.
       Kalabalık sayılmazlardı ama, dönemin koşulları içinde yaptıkları öyle kolay kolay azımsanacak bir iş değildi. Tutsak yakınıydılar. Metris zindanında insan olarak sahip oldukları onuru ayakta tutmak amacındaki evlatlarının başlattığı açlık grevinin sesi olmaya çalışıyorlardı ve daha bir iki yıl önce mangalda kül bırakmayan kalemlerin büküldüğü, meydanları dolduran o kitlesel dalganın çözüldüğü, halk adına, halkın önderi olmak adına yola çıkanların, kavgadan ve onun getirdiklerinden çark etmeye başladığı o günlerde, onlar; yalnızca kendi varlıklarına dayanarak meydanlardaydılar.
       1981 Ekim'inde, sayıları ancak elli dolayında olan tutsak yakınlarının, üstelik 1. Ordu Merkezi'nin önünde toplanmaları, evlatlarının haklarını aramaları azımsanacak şey değildi.
       Direnişçi evlatlarının gün gün erimelerine seyirci kalmamak gerekiyordu. Bu yolda elden ne geliyorsa yapılmalıydı. İlk elde yapabildikleri de 1. Ordu Merkezi'ne gitmek ve Adli Müşavir'e evlatlarının sorunlarını anlatarak çözüme zorlamaktı...
       Sonraları bu tür girişimlerde yanlarında bulacakları "duyarlı" destekçiler henüz yoktu. Basın böyle bir haberi yazmamak için kaçıyordu onlardan. Dünyanın başka köşesinde gidilen bir açlık grevi ya da çeşitli ülkelerin insan hakları sorunu işlenebilirdi, ama bu ülkede binbeşyüz insanın açlık grevine gitmelerinin, yakınlarının coplanmalarının, tartaklanmalarının, "haber" değeri yoktu.
       "Ne olursa olsun dağılmayacağız, Adli Müşavir'le mutlak görüşmeli, sorunları anlatmalı ve çözülmesini sağlamalıyız" diyordu Didar Abla. Öyle de davrandılar. Coplanmalarına, itilip kakılmalarına, kendilerini lütfen kabul eden ve yalnızca bir şekil, bir suret olan Adli Müşavir'in tehditkar üslubuna ve hakaretlerine karşın dağılmadılar. O, herkesi gayrete getiriyor, dağılmamaları gerektiğini ısrarla haykırıyordu. Temsilci olarak görüştüğü Adli Müşavir'in tutuklama tehdidi bu ısrarını değiştirmeyecekti elbette. Sonuçta dağılmamakta direndikleri için coplandılar ve gözaltına alındılar. Ama yaptıkları direniş etkisini gösterecek, evlatlarının geçici bir soluklanma ortamı elde etmelerine önemli bir katkıda bulunacaktı.
       Onbeş gün sonra salıverildiklerinde, O, bu deneyden daha bir güçlenmiş ve inandığı yolda daha bir kararlılık yüklenmiş olarak çıkıyordu.
       Karşı çıkışı boğduğu oranda "otorite", yılgınlığı yaydığı oranda "güçlü" olan, her türlü yolu deneyerek bu görüntüyü yayan, yarattığı atmosferi sürekli kılacak bir kurumsallaşma ve ona uygun hukuksal çerçeveyi oluşturma yolunda yürüyen oligarşinin karşısında, insan haklarını ve demokratik değerleri savunmak, bu yolda ilerlemek, gün geçtikçe daha güçlü ve bilinçli bir kavgacılık, onun sonraki yıllarının en önemli özelliği olacak ve yaşamını yitirene kadar sürecekti. Kardeşine bağlılığından ve sevgisinden, onun kavgasına gönül vermekten, onun haklarını savunmaktan yola çıkarak, önce MLSPB tutsaklarının, sonra Metris ve bütün zindanlardaki tutsakların ablası olmuş, sevgisi yayıldıkça çoğalmış, çoğaldıkça güçlenmiş ve bilinçlenmişti.
       Gazetelerde onunla ilgili haberler artık kanıksanır bir durum olmuştu. Grevdeki Netaş işçisine "Kavganız Kavgamızdır" diyen, YÖK baskısına karşı açlık grevi yapan öğrencilerle birlikte üniversite önünde oturarak açlık grevine de giden, coşkusuyla onları yüreklendirme yolunda bir mücadele simgesiydi O.
       Didar Şensoy'un yaşantısından çıkarılması gereken önemli dersler vardır. Kırk yaşından sonra "ev kadınlığı"ndan insan hakları savaşçılığına uzanan yaşantısı, bu yolda can vermeyi göze alan kararlılığı örnek olmalıdır. Eğer bugün Türkiye'nin gündeminde insan hakları sorunu, işkence ve baskıya karşı tavır sorunları varsa, eğer bu sorunlar tartışma gündeminde önemli bir yer tutuyorsa, bunda, hiç kuşkusuz tutsak yakınlarının 12 Eylül boyunca boyutlarını artırarak sürdürdükleri mücadelenin payı büyüktür.
       12 Eylül dönemi boyunca süren kitlesel işkence, baskı, insanları boyuneğmeye ve değerlerinden uzaklaştırmaya yönelik politikaya karşı direnmeyi yükseltmiş ve devrimci güçlerin faaliyetlerinin asgariye indiği, aydınların çok olumsuz bir grafik çizdiği bir dönemde, direniş büyük ölçüde zindanlarda sürmüş, tutsak yakınları bu direnişten ilk elde etkilenenler olmuş, direnişin içinde yer almış, giderek artan oranda politikleşmiş ve bilinçli, örgütlü bir mücadelenin yürütücüsü durumuna gelmiştir. Bu süreç doğallıkla önderlerini de yaratmıştır. Didar Abla'nın misyonu budur. O bir devrimcinin ablası olarak başladığı yolda tüm devrimcilerin, yurtseverlerin ablası olmayı, ablalık değerlerinin yerine insan hakları ve devrimci demokratik değerleri koymayı bilmiş, sahip olduğu mücadeleci kişiliği onu bir kitle önderi yapmıştır.
       Bu uzun toplumsal karabasanın bitmekte olduğunu müjdeleyen günlerden biri de 1 Eylül 1987 oldu. Çünkü bir kardelen, bir sonbahar kardeleni fırtınaya rağmen topraktan sökülemezliğiyle, hayatı hayatla savunma biçimiyle, saldırının tek yanıtının direnmek, direnmenin ise mücadele etmek olduğunu, katmerli karanlığa rağmen gösteren ışığıyla, ülkesinin doğrudan güzelden yana bütün yürekleriyle ölümle buluştu. Kendi yüreğinin ve kafasının ve giderek bütün yaşamının, her anının hasredildiği tek olgu haline gelen o yüreklerde, bir direnişçiye yaraşır biçimiyle, direnişin en önünde canını vererek bir anda tek boyut haline geliyordu.
       Ülkenin basını, "Didar Abla artık yaşamıyor" başlıkları atıyor çıkıyor ve bu tek cümle herşeyi anlatmaya yetiyordu. Sonbahar kardeleni, son selamını yine ülkesinin zincirini parçalama müjdesiyle bütünleşmiş yaşamının bir direniş sayfasından gönderiyordu. "Ölümün öldürülmesi" gerçeği buydu işte.
       Gerçekten Didar Abla artık yaşamıyor muydu? Yoksa ülkesinin bu karabasan yıllarında, o ıssızlıkta direnmek ve mücadele bayrağını yere düşürmemek gerçeğini zindanlardan alanlara, ilk işçi direnişlerine, ilk yeniden kıpırdanışlara, protestolara taşıyarak adı onur ve direniş çağrısı haline gelmiş bu elli yaşındaki soylu ve güzel kadın yeni yaşam boyutları mı kazanmış ve kazandırmıştı? Böyle olduğundan kuşkusu olan mı var?
       Didar Şensoy'un ölümüne rağmen, özellikle öylesi koşulların direnişçilerinin ölümünün, bir ölüm değil, halkların emperyalizme, yerli işbirlikçilerine ve faşizme karşı direnişinin, mücadelesinin, bazı süreçlerde suskun kalsa da yenilmemesinin, yani tarihin nesnel kıldığı zaferin ışığı olduğu konusunda kuşkusu olan var mı halâ?
       Giderek daha fazla yüklemle donanan, her geçen gün daha aydınlık ve kararlı, coşkulu işlevlerle bütünleşen, daha geniş bir perspektifin özneleriyle buluşan Didar Şensoy, "İnsan Hakları" nın demokratik mevzilerini tesis etmekten grevlere, faşizmin her türlü kıpırdanışı pervasız bir terörle ezmeye çalıştığı günlerin dahi ödünsüz bir avuç göstericisiyle ulaşabildiği her yerde mücadele vermekten, işkencehanelerde düşmana değil sır vermek, nefretini, isyanını haykırmaya kadar uzanan bir boyut zenginliği içinde yaşadı.
       Alanlarda hiç kimse yokken, bir avuç mücadele arkadaşı ve O vardı. Zindanların kapılarının boşluğunu gerektiğinde tek başına doldurmaya çalıştı. Elbette binlerce ışığın içinde yanan bir ışık olmakla böylesine karanlık süreçlerin ender ışıklarından olmak eşdeğer değildir. Devrimci bir kardeşin savaşına saygı, güven ve destekle başlayan bir süreç, kendine giderek daha ileri ufuklar açmış ve bir kitle önderi yaratmıştı. Ki o kadın, artık 50 yaşında, bu yükü ağır yaşamın artırdığı rahatsızlıkları olan bir kadın, bir anne, bir büyükanneydi. Ölümünde de yanında olan tutsak analarından biri; "O, yanımızda olduğu zaman gücümüz artar, kendimize güvenimiz gelirdi" diye tanımlıyordu.
       İstanbul'dan başlayıp Çanakkale, Bursa ve Eskişehir zindanlarınıda kapsayarak Ankara'da Meclis önünde son bulan bu yürüyüşün en önü şimdi boştu ve ellerinde dilekçeleriyle yola çıkan direnişçiler yol boyunca Arjantin'li Plaza Del Mayo analarının simgeleştirdiği bayaz eşarbı ve karanfilleriyle önlerinde yürüyen Didar Abla'nın cenazesiyle dönüyorlardı.
       İnsanların yaşamları işte böyle destanlaşıyordu.
       Bir ana Meclis'in merdivenlerine yumruklarıyla vurarak "İnsanlık onuru işkenceyi yenecek!" diye haykırıyor ve işte böyle bir ülkenin mazlum halkları en zorlu süreçlerde bile o merdivenleri parçalayarak güneşe merdivenler dayama gerçeğinden kopmuyorlardı. Direnişi kırmak için gençlerin tutuklanması oyununu tezgahlayan oligarşi, Didar Şensoy'un Meclis önüne oturarak "Çocuklarımı serbest bırakmadıkça buradan ölümü kaldırabilirsiniz" diye haykırması ve bir kitle önderinin coşkusuyla gerçekten kalkmaması, gerçekten dediğini yapması ve ölmesi ile yerle bir oluyordu.
       Emperyalizmin, oligarşinin ve faşizmin zincirlerini parçalamak için seferberlik kaçınılmazdı. Ve bu ülkenin namuslu evlatları, erdemli anaları seferberlik nedir çok iyi bilirlerdi. Didar Abla'nın cenazesini yılların unutamayacağı bir seferberlikle karşıladılar. Yüreklerin dinginliği boranlarla kavruldu, tüm ikirciklenmeler, buncasına tahammül edememenin isyanıyla sıkılı yumruklarda 'and'a durdu.
       Bu çok ışıklı simge kadın, sadece işkenceye karşı direnmeyi ve boyun eğmemeyi, zindanları mücadele mevzisi yaparak yıllar boyu işkenceyi yenmeyi somutlayan savaş tutsaklarının yılmaz ablası değil, proletaryanın bütün sınırlı haklarının da gaspedildiği bir süreçte ülkenin sömürücü işbirlikçilerine tavır alma ve eylemler koyma bilinci gösteren sınırlı sayıda işçinin "onurunuz onurumuzdur" diyen omuzdaşı değil, ölümünden daha birkaç ay önce yükselmeye başlayan öğrenci gençliğin hareketliliğinin de içinde, onların direnişlerinin de orta yerinde bulunmak isteğiyle yanıp tutuşan ve bu gençleri Didar Ablalarını akademik zeminde yükselen eylemlerine çağırmadıkları için azarlayandı da. Aynı zamanda yine dönemin ilk demokratik çalışmalarının da en önündeydi ve İnsan Hakları Derneği kurucusu, Af Komisyonu üyesi kimlikleriyle ülke siyasal gündeminin her yönüyle içindeydi. Nitekim, ölümü karşısında, aydını, yazarı, sanatçısı, vb. ile ülkenin kafasını ve yüreğini karanlığa teslim etmemiş bütün kesimlerden gelen tepkiler, O'nun mücadeledeki yerini ve kaybın büyüklüğünü gösteriyordu.
       Bir kadının savaşı, bir kadının direnişçiliği, bir ananın yılmazlığı kuşkusuz daha soyludur, daha derindir. Çünkü bir kadın halk savaşçısı, bir kadın önder çok daha fazla zincir parçalayarak yürümek zorundadır.
       Didar Ablayla gurur duymalı ona daha fazla sahip çıkmak ve onun mücadelesiyle daha fazla özdeşleşmek, onun bütün erkek ve kız çocuklarının, erkek kardeşlerinin ve kız kardeşlerinin içinde elbette daha fazla ülkesinin kızkardeşlerinin ve onun kız evlatlarının hakkıdır. Çünkü onların, Kardelen'in parçaladığı zincirler içinde yakalayacakları çok daha fazla halka vardır.
       Ve ondan dolayı onlar, bu yaşamın yiğitliğinde biraz daha fazla gurur payına sahiptirler.
       Ve ondan dolayı 1 Eylül'de bundan böyle ülkemizin bütün emekçi kadınlarının ve savaş yolunda yürüyen bütün kadınların coşku ve mücadelesini bir de Didar Ablamızın sesinden haykıracaklardır.

 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
YönetimYeri: Şehit Muhtar Mah. Yoğurtçu Faik Sokak No: 12-14 Kat: 4
Beyoğlu/İSTANBUL