Didar
Şensoy ismi Türkiye'nin bir döneminin tarihi içinde
önemli bir yer tutar. Bu dönem generaller çetesinin
ülkeyi kana buladığı bir dönemdir. Bütün ülkenin
kocaman bir işkencehaneye çevrildiği, darağaçlarında
halkın en yiğit çocuklarının katledildiği, zindanlarının
dolup taştığı günler 12 Eylül faşizminin karabasan
günleri..
Toplumsal
muhalefetin kitlesel biçimleri ve örgütleri ezilmiş,
devrimciler büyük darbelerle sarsılmışlardı. Bugün
anti-militarist kabadayılıklar yapan basın tekelleri
cunta şakşakçılığı içine gırtlaklarına kadar batmışlar,
burjuva aydın takımı ise fırtınanın geçmesini
yüzkızartıcı bir sessizlik içinde bekliyorlardı.
Bu
ortamda, içi-yüreği yanmış bir avuç insan sokaklardaydı...
Bir avuç dertli insan, oğullarının, kızlarının
ardından hapishane hapishane, karakol karakol
koşuşturuyorlar, yaralı kartallar gibi zulüm yuvaların
üzerinde uçuyorlardı.
Önce
kendi dertlerinin peşinde koşuyorlardı. Daha sonra,
yavaş yavaş kendi oğullarının, kızlarının bir
büyük ailenin parçası olduğunu farkettiler. Ve
sonra, bir gün, kendilerini de o büyük ailenin
parçası olarak buldular.
Yağmur,
çamur, hakaretler, coplar, ölüm tehditleri onları
yıldırmadı. İnatla, ısrarla zulmün üstüne üstüne
yürüdüler.
Kalabalık
sayılmazlardı...
Bir
zamanlar, yüzbinlerin özgürlük adına, sosyalizm
adına toplandığı, sloganlar haykırdığı, marşlar
söylediği bir ülke meydanları için sayıları çok
azdı.
Kalabalık
sayılmazlardı ama, dönemin koşulları içinde yaptıkları
öyle kolay kolay azımsanacak bir iş değildi. Tutsak
yakınıydılar. Metris zindanında insan olarak sahip
oldukları onuru ayakta tutmak amacındaki evlatlarının
başlattığı açlık grevinin sesi olmaya çalışıyorlardı
ve daha bir iki yıl önce mangalda kül bırakmayan
kalemlerin büküldüğü, meydanları dolduran o kitlesel
dalganın çözüldüğü, halk adına, halkın önderi
olmak adına yola çıkanların, kavgadan ve onun
getirdiklerinden çark etmeye başladığı o günlerde,
onlar; yalnızca kendi varlıklarına dayanarak meydanlardaydılar.
1981
Ekim'inde, sayıları ancak elli dolayında olan
tutsak yakınlarının, üstelik 1. Ordu Merkezi'nin
önünde toplanmaları, evlatlarının haklarını aramaları
azımsanacak şey değildi.
Direnişçi
evlatlarının gün gün erimelerine seyirci kalmamak
gerekiyordu. Bu yolda elden ne geliyorsa yapılmalıydı.
İlk elde yapabildikleri de 1. Ordu Merkezi'ne
gitmek ve Adli Müşavir'e evlatlarının sorunlarını
anlatarak çözüme zorlamaktı...
Sonraları
bu tür girişimlerde yanlarında bulacakları "duyarlı"
destekçiler henüz yoktu. Basın böyle bir haberi
yazmamak için kaçıyordu onlardan. Dünyanın başka
köşesinde gidilen bir açlık grevi ya da çeşitli
ülkelerin insan hakları sorunu işlenebilirdi,
ama bu ülkede binbeşyüz insanın açlık grevine
gitmelerinin, yakınlarının coplanmalarının, tartaklanmalarının,
"haber" değeri yoktu.
"Ne
olursa olsun dağılmayacağız, Adli Müşavir'le mutlak
görüşmeli, sorunları anlatmalı ve çözülmesini
sağlamalıyız" diyordu Didar Abla. Öyle de
davrandılar. Coplanmalarına, itilip kakılmalarına,
kendilerini lütfen kabul eden ve yalnızca bir
şekil, bir suret olan Adli Müşavir'in tehditkar
üslubuna ve hakaretlerine karşın dağılmadılar.
O, herkesi gayrete getiriyor, dağılmamaları gerektiğini
ısrarla haykırıyordu. Temsilci olarak görüştüğü
Adli Müşavir'in tutuklama tehdidi bu ısrarını
değiştirmeyecekti elbette. Sonuçta dağılmamakta
direndikleri için coplandılar ve gözaltına alındılar.
Ama yaptıkları direniş etkisini gösterecek, evlatlarının
geçici bir soluklanma ortamı elde etmelerine önemli
bir katkıda bulunacaktı.
Onbeş
gün sonra salıverildiklerinde, O, bu deneyden
daha bir güçlenmiş ve inandığı yolda daha bir
kararlılık yüklenmiş olarak çıkıyordu.
Karşı
çıkışı boğduğu oranda "otorite", yılgınlığı
yaydığı oranda "güçlü" olan, her türlü
yolu deneyerek bu görüntüyü yayan, yarattığı atmosferi
sürekli kılacak bir kurumsallaşma ve ona uygun
hukuksal çerçeveyi oluşturma yolunda yürüyen oligarşinin
karşısında, insan haklarını ve demokratik değerleri
savunmak, bu yolda ilerlemek, gün geçtikçe daha
güçlü ve bilinçli bir kavgacılık, onun sonraki
yıllarının en önemli özelliği olacak ve yaşamını
yitirene kadar sürecekti. Kardeşine bağlılığından
ve sevgisinden, onun kavgasına gönül vermekten,
onun haklarını savunmaktan yola çıkarak, önce
MLSPB tutsaklarının, sonra Metris ve bütün zindanlardaki
tutsakların ablası olmuş, sevgisi yayıldıkça çoğalmış,
çoğaldıkça güçlenmiş ve bilinçlenmişti.
Gazetelerde
onunla ilgili haberler artık kanıksanır bir durum
olmuştu. Grevdeki Netaş işçisine "Kavganız
Kavgamızdır" diyen, YÖK baskısına karşı açlık
grevi yapan öğrencilerle birlikte üniversite önünde
oturarak açlık grevine de giden, coşkusuyla onları
yüreklendirme yolunda bir mücadele simgesiydi
O.
Didar
Şensoy'un yaşantısından çıkarılması gereken önemli
dersler vardır. Kırk yaşından sonra "ev kadınlığı"ndan
insan hakları savaşçılığına uzanan yaşantısı,
bu yolda can vermeyi göze alan kararlılığı örnek
olmalıdır. Eğer bugün Türkiye'nin gündeminde insan
hakları sorunu, işkence ve baskıya karşı tavır
sorunları varsa, eğer bu sorunlar tartışma gündeminde
önemli bir yer tutuyorsa, bunda, hiç kuşkusuz
tutsak yakınlarının 12 Eylül boyunca boyutlarını
artırarak sürdürdükleri mücadelenin payı büyüktür.
12
Eylül dönemi boyunca süren kitlesel işkence, baskı,
insanları boyuneğmeye ve değerlerinden uzaklaştırmaya
yönelik politikaya karşı direnmeyi yükseltmiş
ve devrimci güçlerin faaliyetlerinin asgariye
indiği, aydınların çok olumsuz bir grafik çizdiği
bir dönemde, direniş büyük ölçüde zindanlarda
sürmüş, tutsak yakınları bu direnişten ilk elde
etkilenenler olmuş, direnişin içinde yer almış,
giderek artan oranda politikleşmiş ve bilinçli,
örgütlü bir mücadelenin yürütücüsü durumuna gelmiştir.
Bu süreç doğallıkla önderlerini de yaratmıştır.
Didar Abla'nın misyonu budur. O bir devrimcinin
ablası olarak başladığı yolda tüm devrimcilerin,
yurtseverlerin ablası olmayı, ablalık değerlerinin
yerine insan hakları ve devrimci demokratik değerleri
koymayı bilmiş, sahip olduğu mücadeleci kişiliği
onu bir kitle önderi yapmıştır.
Bu
uzun toplumsal karabasanın bitmekte olduğunu müjdeleyen
günlerden biri de 1 Eylül 1987 oldu. Çünkü bir
kardelen, bir sonbahar kardeleni fırtınaya rağmen
topraktan sökülemezliğiyle, hayatı hayatla savunma
biçimiyle, saldırının tek yanıtının direnmek,
direnmenin ise mücadele etmek olduğunu, katmerli
karanlığa rağmen gösteren ışığıyla, ülkesinin
doğrudan güzelden yana bütün yürekleriyle ölümle
buluştu. Kendi yüreğinin ve kafasının ve giderek
bütün yaşamının, her anının hasredildiği tek olgu
haline gelen o yüreklerde, bir direnişçiye yaraşır
biçimiyle, direnişin en önünde canını vererek
bir anda tek boyut haline geliyordu.
Ülkenin
basını, "Didar Abla artık yaşamıyor"
başlıkları atıyor çıkıyor ve bu tek cümle herşeyi
anlatmaya yetiyordu. Sonbahar kardeleni, son selamını
yine ülkesinin zincirini parçalama müjdesiyle
bütünleşmiş yaşamının bir direniş sayfasından
gönderiyordu. "Ölümün öldürülmesi" gerçeği
buydu işte.
Gerçekten
Didar Abla artık yaşamıyor muydu? Yoksa ülkesinin
bu karabasan yıllarında, o ıssızlıkta direnmek
ve mücadele bayrağını yere düşürmemek gerçeğini
zindanlardan alanlara, ilk işçi direnişlerine,
ilk yeniden kıpırdanışlara, protestolara taşıyarak
adı onur ve direniş çağrısı haline gelmiş bu elli
yaşındaki soylu ve güzel kadın yeni yaşam boyutları
mı kazanmış ve kazandırmıştı? Böyle olduğundan
kuşkusu olan mı var?
Didar
Şensoy'un ölümüne rağmen, özellikle öylesi koşulların
direnişçilerinin ölümünün, bir ölüm değil, halkların
emperyalizme, yerli işbirlikçilerine ve faşizme
karşı direnişinin, mücadelesinin, bazı süreçlerde
suskun kalsa da yenilmemesinin, yani tarihin nesnel
kıldığı zaferin ışığı olduğu konusunda kuşkusu
olan var mı halâ?
Giderek
daha fazla yüklemle donanan, her geçen gün daha
aydınlık ve kararlı, coşkulu işlevlerle bütünleşen,
daha geniş bir perspektifin özneleriyle buluşan
Didar Şensoy, "İnsan Hakları" nın demokratik
mevzilerini tesis etmekten grevlere, faşizmin
her türlü kıpırdanışı pervasız bir terörle ezmeye
çalıştığı günlerin dahi ödünsüz bir avuç göstericisiyle
ulaşabildiği her yerde mücadele vermekten, işkencehanelerde
düşmana değil sır vermek, nefretini, isyanını
haykırmaya kadar uzanan bir boyut zenginliği içinde
yaşadı.
Alanlarda
hiç kimse yokken, bir avuç mücadele arkadaşı ve
O vardı. Zindanların kapılarının boşluğunu gerektiğinde
tek başına doldurmaya çalıştı. Elbette binlerce
ışığın içinde yanan bir ışık olmakla böylesine
karanlık süreçlerin ender ışıklarından olmak eşdeğer
değildir. Devrimci bir kardeşin savaşına saygı,
güven ve destekle başlayan bir süreç, kendine
giderek daha ileri ufuklar açmış ve bir kitle
önderi yaratmıştı. Ki o kadın, artık 50 yaşında,
bu yükü ağır yaşamın artırdığı rahatsızlıkları
olan bir kadın, bir anne, bir büyükanneydi. Ölümünde
de yanında olan tutsak analarından biri; "O,
yanımızda olduğu zaman gücümüz artar, kendimize
güvenimiz gelirdi" diye tanımlıyordu.
İstanbul'dan
başlayıp Çanakkale, Bursa ve Eskişehir zindanlarınıda
kapsayarak Ankara'da Meclis önünde son bulan bu
yürüyüşün en önü şimdi boştu ve ellerinde dilekçeleriyle
yola çıkan direnişçiler yol boyunca Arjantin'li
Plaza Del Mayo analarının simgeleştirdiği bayaz
eşarbı ve karanfilleriyle önlerinde yürüyen Didar
Abla'nın cenazesiyle dönüyorlardı.
İnsanların
yaşamları işte böyle destanlaşıyordu.
Bir
ana Meclis'in merdivenlerine yumruklarıyla vurarak
"İnsanlık onuru işkenceyi yenecek!"
diye haykırıyor ve işte böyle bir ülkenin mazlum
halkları en zorlu süreçlerde bile o merdivenleri
parçalayarak güneşe merdivenler dayama gerçeğinden
kopmuyorlardı. Direnişi kırmak için gençlerin
tutuklanması oyununu tezgahlayan oligarşi, Didar
Şensoy'un Meclis önüne oturarak "Çocuklarımı
serbest bırakmadıkça buradan ölümü kaldırabilirsiniz"
diye haykırması ve bir kitle önderinin coşkusuyla
gerçekten kalkmaması, gerçekten dediğini yapması
ve ölmesi ile yerle bir oluyordu.
Emperyalizmin,
oligarşinin ve faşizmin zincirlerini parçalamak
için seferberlik kaçınılmazdı. Ve bu ülkenin namuslu
evlatları, erdemli anaları seferberlik nedir çok
iyi bilirlerdi. Didar Abla'nın cenazesini yılların
unutamayacağı bir seferberlikle karşıladılar.
Yüreklerin dinginliği boranlarla kavruldu, tüm
ikirciklenmeler, buncasına tahammül edememenin
isyanıyla sıkılı yumruklarda 'and'a durdu.
Bu
çok ışıklı simge kadın, sadece işkenceye karşı
direnmeyi ve boyun eğmemeyi, zindanları mücadele
mevzisi yaparak yıllar boyu işkenceyi yenmeyi
somutlayan savaş tutsaklarının yılmaz ablası değil,
proletaryanın bütün sınırlı haklarının da gaspedildiği
bir süreçte ülkenin sömürücü işbirlikçilerine
tavır alma ve eylemler koyma bilinci gösteren
sınırlı sayıda işçinin "onurunuz onurumuzdur"
diyen omuzdaşı değil, ölümünden daha birkaç ay
önce yükselmeye başlayan öğrenci gençliğin hareketliliğinin
de içinde, onların direnişlerinin de orta yerinde
bulunmak isteğiyle yanıp tutuşan ve bu gençleri
Didar Ablalarını akademik zeminde yükselen eylemlerine
çağırmadıkları için azarlayandı da. Aynı zamanda
yine dönemin ilk demokratik çalışmalarının da
en önündeydi ve İnsan Hakları Derneği kurucusu,
Af Komisyonu üyesi kimlikleriyle ülke siyasal
gündeminin her yönüyle içindeydi. Nitekim, ölümü
karşısında, aydını, yazarı, sanatçısı, vb. ile
ülkenin kafasını ve yüreğini karanlığa teslim
etmemiş bütün kesimlerden gelen tepkiler, O'nun
mücadeledeki yerini ve kaybın büyüklüğünü gösteriyordu.
Bir
kadının savaşı, bir kadının direnişçiliği, bir
ananın yılmazlığı kuşkusuz daha soyludur, daha
derindir. Çünkü bir kadın halk savaşçısı, bir
kadın önder çok daha fazla zincir parçalayarak
yürümek zorundadır.
Didar
Ablayla gurur duymalı ona daha fazla sahip çıkmak
ve onun mücadelesiyle daha fazla özdeşleşmek,
onun bütün erkek ve kız çocuklarının, erkek kardeşlerinin
ve kız kardeşlerinin içinde elbette daha fazla
ülkesinin kızkardeşlerinin ve onun kız evlatlarının
hakkıdır. Çünkü onların, Kardelen'in parçaladığı
zincirler içinde yakalayacakları çok daha fazla
halka vardır.
Ve
ondan dolayı onlar, bu yaşamın yiğitliğinde biraz
daha fazla gurur payına sahiptirler.
Ve
ondan dolayı 1 Eylül'de bundan böyle ülkemizin
bütün emekçi kadınlarının ve savaş yolunda yürüyen
bütün kadınların coşku ve mücadelesini bir de
Didar Ablamızın sesinden haykıracaklardır.
|