Tarihin
sistematik bir bilim haline gelmesinde Marksizm’in
büyük bir katkısı vardır. Çünkü Marksizm sayesinde
ard arda yığılmış durumdaki olaylar silsilesini
belirli ekonomik-toplumsal ilişkiler bütününün
(üretim tarzının) evriminin dolayımları olarak
ele alıp inceleyebilme olanağına kavuşan bilimciler,
daha sağlıklı kategoriler halinde inceleme yapabilmişlerdir.
Bu durumun ortaya çıkmasında Marx ve Engels’in
yöntemi, oldukça belirleyicidir. Her ikisi de
çok iyi tarih bilgisine sahip bu iki deha, ekonomi,
siyaset ve pozitif bilimlerdeki gelişmeleri de
takip edip sağlam bir felsefe altyapısına sahip
olduklarından tarihsel gelişmeleri karşılıklı
ilişkiler (diyalektikleri) içinde ele alarak açıklamayı
da başarmışlardır. “Maymunun anotomisi, insanın
anatomisinin anahtarıdır” (Marx, Grundrisse) sözünden
de anlaşılacağı üzere, her olguyu tarihsel gelişimi
içerisinde ele almışlar ve hiçbir zaman bu süreklilikten
koparmamışlardır.
Bu
anlamıyla Marksizm’in anlaşılabilmesinde ve kavranabilmesinde
tarih bilinci anahtar önemdedir. Tarih dediğimiz
elbette şovenist hamaset edebiyatından ibaret
“resmi” tarih değil, bilimsel olarak öncesiyle
sonrasıyla sınıflar mücadelesinin evrimsel gelişimini
inceleyen bilim anlamındaki tarihtir. Tarihsel
materyalizm kavrandıktan sonra resmi söylemin
usandırıcı sunumundan ayıklanan gerçek tarih,
keyifli ve eğitici bir okumanın konusu olacaktır.
İşte böylesi bir tarih bilinci, içerisinde yaşanılan
toplumun dinamiklerinin çözümlenmesinde ve geleceğe
dair perspektiflerinin oluşturulmasında kilit
önemdedir. Buradaki kastımız elbette ki Mahir’in
“Osman Gazi’den bu yana” diye gönderme yaptığı,
ayrıntılarda boğulan, güncelden kopan, amaç-araç
ilişkisinde kontrolü kaybeden bir “tarih kitaplarına
gömülme” ya da günümüzde postmodernizm tarafından
durmadan pompalanan her şeyin reçetesini tarihteki
bir benzerinde arama pratiği değil elbette. Tarihsel
olguları doğru açıklayabilmek, öncelikli olarak
bu olguların doğru bilgisine sahip olmaktan geçer.
Peki
tüm bunlar ne kadar gerekli diye sorulacak olursa,
hala güncel olan bir örnekle hemen yanıt verebiliriz:
Kemalizm hakkında sahip olunan her doğru bilgi,
bu olgunun ilkokuldan bu yana kafamıza sokuşturulduğu
gibi olmadığı hakkında birçok şey verir bize.
Küçük bir örnek verecek olursak, bizlere okutulan
tarihte laiklikle birlikte tüm tekke ve zaviyelerin
kapatıldığı anlatılır. Oysa Mevlevi tekkeleri
hiç kapatılmamıştır.
İyi
bir devrimci olmak için, içinde yaşanılan dönemi
çok iyi kavramış olmak yetmez. Dünya ve ülke tarihini
de iyi bilmek gerekir. Çünkü o tarihte yaşananlar,
daha sonra yaşanacak olanlara ışık tutarlar. Ancak
hiçbir şey basit tekrar biçiminde gerçekleşmez,
aynı etkiyi ortaya çıkarmaz. Ama hiçbir toplumsal
gelişme, geçmişten kopuk ya da durup dururken
ortaya çıkan bir olgu değildir, olamaz.
Önder
Mahir “Yayın Politikamız” yazısında “Bu hareket,
revizyonizmin uzun yıllar etkin olduğu bir ortamda
yeşermiş, gelişmiş ve güçlenmiştir. O yüzden işler
ne kadar sıkı tutulursa tutulsun başlangıçta,
şu veya bu ölçüde, bu ortamın izlerini içinde
taşıyacaktır. Tersini düşünmek idealizmdir. Bu
kalıntılar, savaş içinde, savaşıla savaşıla atılacaktır.”
sözleriyle o güne kadarki solun içinden çıktıkları
için kaçınılmaz olarak ondan izler taşıdıklarını
açıkça belirtmiştir. O, bunu yazarken bizim bugün
“süreklilik-kopuş” diyalektiği içinde açıkladığımız
süreci farklı bir biçimde dile getiriyordu. İçinden
geldiği geleneği inkar etmiyor; ama öte yandan
bir yanıyla ona da “karşı” olan bir kopuş hareketini
örgütlüyordu.
71
devrimci atılımının aktörlerinde bu kopuş oldukça
belirgindir. Bu kopuşun teorisyeni Mahir Çayan’dır.
Elbette ki sadece teori ile yetinmemiş, yazdıklarını
pratiğe de geçirmiş, hatta son satırlarını da
bizzat pratiğin içindeyken yazmıştır. Bu bakımdan
Mahir Çayan’ın yazılarını bile tarihselliğinden
soyutlayarak okuyamayız. Nasıl ki Marx’ın ilk
yazıları “sol hegelci dönem” ya da kimilerine
göre “genç Marx” olarak daha sonraki külliyatından
ayrı ele alınıyorsa, benzer bir şey Mahir Çayan
için de geçerlidir; Kesintisiz Devrim I, II-III
broşürlerine kadar bir olgunlaşma süreci sözkonusudur.
Böylesi
bir tarihsellik içinde ele alınmadan ne geçmiş
açıklanabilir ne de geleceğe dair doğru perspektifler
ortaya konulabilir. Bu yüzden tarih, en devrimci
bilimlerden biri olarak devrimcilerin en güvenilir
silahlarından biridir. Ancak bahsettiğimiz tarih,
dondurulmuş bir olgu değildir. Doğa ve toplumdaki
her şey gibi o da hareket halindedir; değişmektedir.
Değişen şey yaşanmışlığın kendisi değildir elbette.
Ama yıllar geçtikçe yaşanmışlığın taşıdığı anlam
ve etki farklı olabilmektedir, farklılaşabilmektedir.
29
Mart 1971’de Kızıldere diye bir köyün adını o
köyle şu ya da bu şekilde ilgisi olmuş olanlar
haricinde çok az insan biliyordu. 31 Mart 1971
günü ise tüm Türkiye. Orada yaşanan devrimci direniş
ve katliamın izlerinin zamanla silineceğini düşündü
oligarşi. Ama öyle olmadı. Bunu yaratan halkların
dilinde destanlaşan bir kahramanlık öyküsü müydü?
Asla. Böyle düşünmek metafiziktir. Sonrasındaki
devrimci mücadeleyi besleyen ve ondan beslenen
canlı bir tarih ortaya çıktı. Evet, tarihsel olguların
canlılıkları vardır. Eğer siz onu doğru “gıda”larla
beslerseniz, başkalarının unutulup gideceğini
beklediği şeyler yaşandığı günlere göre çok daha
fazla insan tarafından bilinir ve anımsanır hale
gelebilirler. Siyasal çalışmanın bir parçasıdır
bu. Şu da bir gerçektir ki tek başına doğru “gıda”lar
da olgunun kendisi yeterince güçlü değilse bir
işe yaramaz. Daha sonraları siyasal acemilikle
Kızıldere ile karşılaştırılmaya çalışılan, hatta
bazılarına göre onu “aştığı” söylenen kimi pratiklerin
toplum üzerindeki, tarih üzerindeki etki(sizlik)lerine
bakmak bunun için yeterlidir.
Kızıldere’yi
bu denli önemli yapan şeyi de yine tarihsel gelişimi
içerisinde aramak doğru bir yöntem olacaktır.
Sosyalizmin bu topraklardaki serüveni yeni değildir.
Ancak birçok girişime rağmen sınıf dinamikleriyle,
geniş kitlelerle bir türlü buluşamayan bu hareket
yoğun baskılarla kötürümleştirilmiş durumdaydı.
60’lı yıllarda yeni bir sanayileşme dalgası yaşayan
Türkiye’de genç bir işçi kitlesi oluşmuş ve hakkını
arama mücadelesine girişmişti. Bu taze kanın dinamizmiyle
ortaya çıkan TİP’in politikaları, sözkonusu dinamizmin
çok uzağındaydı. Dünya çapındaki anti-emperyalist
dalganın ülkemiz kıyılarına da vurmasıyla gençliğin
hareketi, sözkonusu potansiyeli harekete geçirdi.
Varolan politik organizasyonlardan umudunu kesen
gruplar, kendi yollarını açtılar, kendi rotalarını
çizdiler. Bu bir kopuş eylemiydi. Sosyalizme dair
ilk gıdalarını o yapılardan almışlardı ama pratik
içinde devrimciliğin böyle bir şey olmadığını
görmüş ve harekete geçmişlerdi. Böylece bizim
bugün “yenilenme” dediğimiz şeyin bu topraklardaki
ilk örneğini gerçekleştirdiler.
Dünyada
neler olup bittiğine şöyle bir göz atmaları yeterince
fikir veriyordu. Küba Devrimi’nin ardından tüm
Latin Amerika ülkelerinde çeşitli düzeylerde gerilla
hareketleri başlamış, öncesinde varolanlar da
güçlenmişti. Afrika ve Güneydoğu Asya’da, özellikle
de Vietnam’da gelişen anti-emperyalist mücadeleler
dünyayı kızıllaştırıyordu. Yanıbaşımızda, Ortadoğu’da
Filistin’de verilen mücadele tüm dünyayı etkiliyordu.
Tüm bunların ışığında dünyaya ve Türkiye’ye dair
yeni bir yaklaşım geliştirdiler ve bunu pratiğe
geçirdiler. Ne politik yaklaşımlarının, ne pratiklerinin,
ne de örgütlenme ve çalışma tarzlarının bu topraklarda
daha önce bir benzeri gerçekleştirilmemişti. Ama
ortada “yoktan var olan” bir şey de yoktu. Süreklilik
içinde kopuşu gerçekleştirmişlerdi. Bu sürecin
mimarı olan Mahir Çayan, deyim yerindeyse bu topraklardaki
ilk devrimci yenilenme hareketini de böylece başlatmıştı.
Elbette tek başına değildi bunu yaparken. Ama
kimse onun cümleleriyle bu süreci özetleyemedi.
Böylelikle
Türkiye devrimci hareketinin bir bölüğü, Üçüncü
Enternasyonal’in kavramsal çerçevesini aşabilmiştir.
Yeryüzündeki ekonomik ve siyasal gelişmelerin
denk düştüğü yeni bir kavramsal çerçevenin bu
topraklara taşıyıcısı ve geliştiricisi olan Mahir
Çayan, özel olarak böyle bir derdi olmadığı halde,
bu topraklarda devrimin önünü açmak için böyle
bir ihtiyaç ortaya çıktığı anda bunu üretmekten
çekinmemiştir. “Kafasına göre” yapmamıştır hiçbir
şeyi. Dünyadaki diğer devrimci hareketlerin o
süreçteki tartışmalarını takip ederek, sentezleyerek
ulaşmıştır bu noktaya. Onun bir parçası olduğunun
bilincindedir. Ondan etkilenmekte ve etkilemektedir.
Dünya çapındaki emperyalist sömürü biçimindeki
gelişmeleri, uluslararası ilişkileri, tüm bunların
ülkenin ekonomisine ve siyasetine yansımalarını,
dolayısıyla toplumda yarattığı değişimleri inceleyerek
bir rota çizmiştir Mahir Yoldaş. Çizilen rotanın
başka bir benzeri yoktur; ülkeye özgündür. Ve
tüm bunlar, masa başında olup biten süreçler değildir.
Elde silah, sıcak savaşın ortasında geliştirilen
tezlerdir.
Elbette
yapılan şey, sadece bir kavramsal çerçevenin aşılması
anlamında bir yenilenme değildir. Siyaset yapma
tarzında, örgütlenme modelinde, kültürde… bir
bütün olarak bir yenilenme vardır. Ortadaki devrimci
modeli, geçmişin solcu tiplemesinden daha farklıdır.
Ataktır, enerjiktir, iddialıdır, tuttuğunu koparandır…
***
Halka
güven verdiler. Çünkü söyledikleri her şeyi yaptılar.
Canları pahasına da olsa. Samimiyetlerinden kimsenin
kuşkusu yoktu. Bu yüzden milyonların sempatilerini
kısa zamanda kazanmayı başarabildiler. Ödedikleri
bedelin karşılığını aldılar. Bunu yapmak için
ne milyonlarca bildiri dağıttılar, ne de yüzbinlerce
gazete sattılar. Sadece ve sadece eylemleriyle
başardılar bunu. Tıpkı toplumsal ilişkilerin tümünde
olduğu gibi siyasal ilişkilerde de güven, somut
bir olgudur. Somuttan beslenir ve kendini somut
olarak ifade eder.
Ortaya
çıkan hareket, kendi tarihsel-siyasal koşulları
içerisinde varabileceği en uç noktaya kadar ulaştı.
Bu saatten sonra “Kızıldere olmasaydı, yaşasalardı
şöyle olacaktı…” gibi tartışmalar tamamen spekülatiftir
ve gereksizdir. Artık ortada tarihe mal olmuş
bir olgu vardır.
Peki
nedir tarihe mal olmuş olan? Sadece bir devrimci
direniş mi? Hayır. Ne sadece direniş, ne sadece
devrimci dayanışma, ne sadece silahlı eylem… Bunların
hepsi de içinde olmak üzere Kızıldere’de sistemin
toptan, cepheden karşısına çıkmak, buna cüret
ve cesaret etmek vardır. Kızıldere’nin kendisi
yukarıda saydıklarımızın hepsinin, ve daha fazlasının
aritmetik toplamından daha öte bir şeydir.
İki
sınıf çatışmaktadır aslında Tokat’ın Niksar İlçesi’ndeki
bu köyde. İki sınıf arasındaki çelişkinin uzlaşmazlığı
pratiğe dönüşmektedir silahların namlularında.
Hesaplaşma tarihseldir ve dünyanın her yerinde
aynıdır. Rehin alınan İngilizler için kendi hükümetlerinin
kuşatanlara “bildiğinizi yapın” demesi tesadüf
değildir. Sınıf mücadelesinde çok daha deneyimli
olan İngilizlerin sözkonusu uzlaşmazlığın bilincinde
oldukları ve buna göre tavır aldıkları açıktır.
Kızıldere
sonrasındaki tarihe baktığımızda yine benzer tablolar
vardır karşımızda. Bir kısım Mahir takipçisi açısından
sürecin “tekrarı” gerekmektedir. Yeniden kitle
hareketleri gelişecek ve bu hareketlerin içinden
“partileşme süreci” içinde yeniden o noktaya varılacak…
Bu yaklaşım hegelci “tarihin tekerrür” etmesini
bekleyen idealist yaklaşımdır. O tarih yaşandı
ve geride kaldı.
Bunun
bilincinde olanlar için ise görev açıktı. Göreve
sahip çıkıldı. Ancak sahip çıkılan mirasın “teorik”
zenginliği geliştirilemedi. Deyim yerindeyse “cepten
yendi”. Daha doğru bir ifadeyle söyleyecek olursak
pratik kadar hızlı ve yoğun yaşanamayan teorik
gelişim, bir noktadan sonra tıkayıcı oldu. Bu
durumun yaşanmasında, 71 devrimci atılımının “yenilenmeci”
karakterinin yeterince bilince çıkarılamamasının
rolü büyüktür. Devrimci teori olmadan devrimci
pratik olmaz diyen Lenin’in sözleri, böylece bir
kez daha ispatlanmış oldu. Elbette ki her şey
öylece kalmadı; sonrasında bu tıkanma noktalarının
üzerine gidilerek Mahir’den devralınan “süreklilik-kopuş”
diyalektiği içinde gelişen “devrimci yenilenme”
eylemi sürdürüldü. Ancak günümüzdeki süreçte de
pratiğe dair aksayan yanlarımızın olduğunun farkındayız.
Bu durum da başka türden bir tıkanmanın hem nedeni,
hem de sonucu olmaktadır.
Tüm
bu süreçlerde tarih, en büyük yardımcımızdı. Sadece
hangi hatamızı nasıl doğrultacağımız konusunda
değil, geleceğe dair sağlıklı adımlar atarken
de bize yön veren çok dersimiz vardı. Elbette
ki tüm bunlar yanlış yapmaya engel değildir. Eğer
tarih dediğimiz şey bir kahramanlıklar manzumesine
indirgenirse yanlış yapmak kaçınılmazdır. Çünkü
bilimsel yaklaşım bu değildir. Tarih, sınıf mücadelelerinin
tarihidir. Sınıf mücadelesinin içinden geçtiği
dönemin tüm özellikleri siyasal atmosferi, entelektüel
ortamı, ideolojik mücadelenin gündemini ve daha
birçok şeyi belirler. Bu bütünlüğü içinde ele
alınmayan bir tarih okuması yanılgılara da kapı
aralayabilir.
Türkiye
devrimci hareketinde özellikle geçmişe dönük polemiklerde
sıkça rastlanan bir durum da her bir tarafın,
tarihi kendi işine geldiği biçimde yorumlamasıdır.
Kimine göre Kızıldere’nin ülkede bu denli derin
izler bırakması, sonrasında basının konunun üzerine
çok gitmesinden kaynaklanmıştır. Siyasal rekabet
adına bunları söyleyebilmek ne denli nesnel bulunabilir?
Aynı basın Kızıldere’de katledilen devrimci önderlerimizi
“eli kanlı katiller” olarak yansıtmıştır. Burada
kavranamayan şey şudur: Olayın kendisi, kendini
o kadar iyi anlatmaktadır ki, basın bunu ne şekilde
çarpıtırsa çarpıtsın, kimse için inandırıcı olmamaktadır.
Herkes anlaması gereken neyse onu anlamaktadır.
Olgu somuttur. Bu gibi gelişmelerin toplumsal
bilince yansıtılmasında basına bu denli önem atfetmek
yanıltıcıdır. Kaldı ki basının yansıtma biçimiyle
ortaya çıkan toplumsal bilinç arasındaki farklılığı
da böylesi bir yaklaşım açıklayamaz.
Bu
etkinin ortaya çıkmasındaki bir diğer faktör de
Kızıldere’de katledilen devrimcilerin aslında
hiç de halkın yabancısı olmadıkları kişiler olmalarıdır.
Mahir Çayan, deyim yerindeyse bu ülkeyi karış
karış gezmiştir. Geçtiği her yerde unutulmayacak
izler bırakan Mahir için hala ülkenin birçok yerinde
artık efsaneleşmeye başlayan öykülerin anlatılması
boşuna değildir. Yoğun bir emek sürecinin sonucunda
ortaya çıkan birikimin birden ortadan kalkması
imkansızdır.
Sınıf
mücadelesinin aktörlerinin ideolojik donanımları
oldukça etkilidir. Elbette bu ideolojik donanımın
nerede ve nasıl kullanıldığı da en az onun kadar
önemlidir. Bugün gücünü dost düşman herkesin kabul
ettiği yurtsever hareketin kuruluş dönemi kadrolarının
nasıl okudukları, nasıl çalıştıkları hala bir
efsane gibi anlatılmaktadır. Dolayısıyla 71 devrimci
atılımının mimarlarının ortaya koydukları düşünsel
ve eylemsel pratik, sınıf mücadelesinin zorlu
sınavlarında kendini birçok defa ispatlamıştır.
Tarihten
öğrenmek, bir iki ihtiyarı denk getirip anılarını
anlattırmak, ya da şimdilerde biraz da piyasanın
taleplerine uygun olarak çıkarılan “araştırma”
kitaplarını okumaktan ibaret değildir. Tarih de
tıpkı diğer bilimler gibi bir disipline sahiptir.
Ekonomik, kültürel, sanatsal, uluslararası ilişkiler
ve dengeler vb. gibisinden birçok olgu değerlendirilmeden
sınıflar mücadelesinin seyrine dair sağlıklı veriler
elde etmek çok olanaklı olmayacaktır. Devrimciliğe
dair hiçbir şey kolay elde edilmez. Günümüzün
“tüketicisine” sunulan bütün “konsantre” bilgiler
yetersiz, yanlış ve/veya yanıltıcıdır. “Tüketici”
konumundan çıkılıp, “üretici” olmadan, emekçi
olmayı bilmeden devrimci olmayı istemek, hayal
kurmaktan başka bir şey değildir.
Tarih
Kızıldere’de bitmemiştir. Sonrasında yaşananların
da bugünden bakarak daha sağlıklı değerlendirmeleri
yapılabilir ve yapılmaktadır. Ancak daha önce
de değindiğimiz gibi, tarihin kendisi de her olgu
gibi diyalektik olarak sürekli değişim halindedir.
Tarihin
tekrarını beklemek idealizmdir. Kendini geçmiş
günlerin nostaljisine kilitleyenlerin günümüz
koşullarına uygun politik hamleler geliştirebilme
şansı yoktur. Dolayısıyla tarih içine gömülünecek
değil, derinlemesine kök salınarak ondan beslenilecek
bir topraktır.
***
Kızıldere,
aynı zamanda paha biçilmez bir “değer”dir. Değer
kavramı Marksist ekonomi politikte kısaca şöyle
tarif edilir: Çeşitli nesneler üzerinde düşünsel
ya da fiziksel insan emeği harcanarak yapılan
değişiklikler sonucu, sözkonusu nesnelerin önceki
durumlarına göre kazanmış oldukları toplumsal
yararlıklara “değer” diyebiliriz. Bu bakış açısıyla
bu ülke, bu halk Kızıldere ile büyük bir değer
kazanmışlardır. Bu değeri yaratan emeğin sahipleri
biliniyor. Onları bugün buradan bir kez daha saygıyla
anıyoruz.
Bu
değer sayesinde bu ülkenin niteliği değişmiştir.
Bu değer sayesinde bu toplumun niteliği değişmiştir.
Bu değer sayesinde bu topraklardaki yaşayan, canlı
bir olgu olarak siyasetin niteliği değişmiştir.
Bu değer, bu ülkenin devrimcilerinin ruh halini
şekillendiren, ilham ve güç veren bir olgudur.
Oligarşinin yıllar boyu yaptığı her şeye rağmen
bu ülke, bu toplum, sözkonusu değeri kazanmadan
önceki haline geri götürülememiştir, götürülemeyecektir.
Bugün
oligarşi Mahir Çayan adını hiç duymamış bir nesil
yaratmayı hedefliyor olabilir. Bizler varoldukça
bunu başaramayacaklar.
Kızıldere,
yeri doldurulamayacak bir moral değerdir. Tarihseldir,
ama tarihte kalmış değildir. Devrimcilere teslim
olmanın dayatıldığı birçok yerde ve zamanda oligarşinin
aldığı cevapta yaşanmıştır, yaşanmaktadır.
Yaşanan
tıkanma anlarında ayet ezberler gibi klasik kitapları
ya da geçmiş literatürü hatmetmekten başka çıkar
yol bulamayan çaresizlerin aksine, yeni durumun
yeni olgularını, geçmiş tarihsel birikimlerin
ışığında yorumlayarak yeni çözümlemeler sentezleyen
ve bunları hayata geçiren “devrimci yenilenme”de
yaşamaktadır. Mahir’in sözleriyle “marksizmi bir
dogma değil, eylem klavuzu” olarak ele alanların
yaklaşımları başka türlü olamaz.
Kızıldere,
basitten karmaşığa ilerleyen diyalektik gelişimin
bir sıçrama noktası, bir nitelik sıçramasıdır.
Diyalektiğin yasası gereği basit olanı yapabildikleri
için karmaşık olana kadar ilerleyebilmişlerdir.
Basit olana burun kıvıranın, karmaşık olana varabilme
şansı hiç yoktur. Bunu da tarih öğretmektedir
bize.
Tarih,
bizim tarihimizdir. Hele ki içinde Kızıldere’yi
barındıran bir tarihe sahip olmak bir onurdur.
Ve aynı zamanda büyük bir sorumluluktur. Hem o
tarihi bilmek anlamında, hem de onun hakkını vermek
anlamında. Bu tarihe yüzümüzü yeni şeyler üretmek
için dönmemiz, en sağlıklısıdır. Ne sürekli geçmişe
bakmak, ne de hiç bakmamak sağlıklı bir tavırdır.
Kızıldere’yi
yakamızda bir şeref madalyası gibi taşımak ne
çok zor, ne de çok kolaydır. Zordur, çünkü günümüzün
çok daha ağırlaştırdığı devrimci görevlerin tümünün
başarılı biçimde yerine getirilmesini gerektirir.
Kolaydır, çünkü tüm varoluşunu devrimci savaşta
ortaya koyanlar için varlığını sadece kendilerinin
ve yoldaşlarının bildiği bu madalyalar kimseye
hissettirmeksizin taşınmaktadır.
|