2010
yılına genel olarak baktığımızda, hem uluslararası
alanda, hem de Türkiye yerelliğinde çok ciddi
gelişmelerin içinden geçip geldiğimizi görüyoruz.
Yılın kapanışı ve 2011'in açılışı belki Ortadoğu
ve Kuzey Afrika'da birbiri ardına patlayan ayaklanmalarla
şekillendi ama ondan öncesinde de dünyadaki güçler
dengesinin çalkantılar yaşadığı, krizin bütün
iyimserlik havalarına rağmen yeni bir dip dalga
beklentisi yarattığı zamanlar vardı. İçerde ise
Kürt sorunu başta olmak üzere bir dizi kriz konusu
üst üste bindi; AKP'de somutlanan bir düzenin
temel taşları, solun zayıfık ve hatta kafa karışıklığı
koşullarında oturdu.
Ayrıştırarak
gidersek, belki de kronolojik sırayı bozup en
sondan başlamak gerekir.
Ortadoğu-Kuzey
Afrika: Dipten gelen dalga ve belirsizlikler
Yılın
ilk günlerinden başlayarak birbirini tetikleyerek
gelişen Ortadoğu ve Kuzey Afrika ayaklanmaları,
bütün dünyayı etkiledi. Belki şimdi fark edilmiyor
ama bütün olup bitenlerin 2000'li yılların tarihinde
önemli bir yer tutacağı kesin. Ve tabii, bu isyan
dalgası en soldan en sağa kadar bütün siyasi yelpazede
muazzam bir sarsıntı ve tartışmalar da yarattı.
"Devrim" sözcüğünün anlamı ve bu olup
bitenlerin nasıl bir yere oturtulacağı, bu ülkeler
üzerine açıkçası çok da bilgiye sahip olmayan
politik arenamızda önemli tartışmalar oldu. Daha
hemen o akşam ekranları kaplayan bilmemne araştırma
vakfı "uzmanı" cahiller sürüsünü, işi
gücü "Türkiye'nin menfaatleri" üzerine
gevezelik yapmak olan klasik politikacıları ve
Tayyip'i Ortadoğu sultanı yapmaya azmetmiş yalaka
sürülerini bir kalemde geçebiliriz ama sıra bize
geldiğinde yaşadığımız bölge üzerine bu kadar
az şey bildiğimizi fark etmemiz doğrusu hoş değildi.
1960'larda çıkan herhangi bir devrimci yayına,
örneğin ANT dergisine, vb. şöyle bir göz atmamız
geçmişle bugünün farkını anlamak açısından yeterli
olsa gerektir.
Çok
da haksızlık etmemek gerekiyor tabii. Devrimcileri
dünyanın her köşesinde kımıldayan her yaprağı
bilen ve işlerin nereye gideceğini öngören bir
kahinlik mertebesine koymaya gerek yok; böyle
bir aşırı bilgi beklentisi toplumsal olaylarda
çoğu kez işe yaramaz ayrıca. Bu, liberal soytarıların
"öncülük" kavramını yerden yere vurmak
için icat ettikleri "bilinemezci" teorilerle
aynı şey değil; bu uydurma teorilere yeniden döneceğiz.
Ama doğrusu, itiraf etmek gerekir ki, karmaşık
ve her parçası birbiriyle aynı olmayan bir olaylar
dizisiyle karşı karşıyayız. 1960'ların nispeten
sabitlenmiş dünya ilişkileri artık epey gerilerde
kaldı ve bugün olup bitenleri anlamanın daha zor
olduğunu, işlerin daha çetrefilli olduğunu bilmeliyiz.
Belki
de işin sırrı, son yıllarda birbiri arkasına yayınlanarak
adeta SOS veren Dünya Bankası raporlarında, BM
Gıda Örgütü araştırmalarında yatıyor. Dünyadaki
gelir uçurumunun korkunç seviyelere vardığı, özellikle
gıda ve su gibi alanlarda yaşanan büyük çöküntülerin
sosyal patlama risklerini artırdığı uzun süredir
bu raporlarda altı çizilerek yazılıyor ve dünyanın
efendileri kendi kendilerini uyarıyorlardı. Dolayısıyla,
komplo tüccarlarını ve beklenmedik her gelişmeye
mutlak bir kuşkuyla yaklaşan teori bağımlılarını
çok ciddiye almadan bu olup bitenlerin politik
yönelimleri, kimler tarafından nasıl kontrol edilmek
istendiği, sonuç itibarıyla nereye varacağı sorularından
önce, yaşanan şeyin düpedüz "halk ayaklanmaları"
olduğu gerçeğini teslim etmek gerekiyor. Bu, sayılarla
ya da şiddetin dozuyla ilgili bir şey değildir.
Pratik sonuçlarından bağımsız olarak bunlar, yoksul
insanların sokağa çıkıp daha iyi bir yaşam isteklerini
yıkıcı bir biçimde ortaya koydukları hareketlerdir.
Bugün
ya da yarın, toplumsal olayların bizim kalıplarımıza,
klasik şablonlarımıza sığması gerekmiyor, çoğu
zaman da sığmaz ayrıca. Asıl sorun, bu kadar vahşi
bir dünya düzeninin eninde sonunda bu tür patlamaları
yaratacağını, bunun yaşadığımız çağa ilişkin bir
gerçeklik olduğunu görmek ve anlamaktır. Bilinen
fizik kuralıdır; bir patlayıcının şiddeti, ne
kadar çok enerji ve gazın ne kadar dar bir alanda
sıkışmış olduğuna bağlıdır; bölgemizde olan şey
de -bütün diğer faktörler bir yana- eninde sonunda
yoksulluk çukurunda biriken patlayıcı enerjinin
açığa çıkmasıdır. Şüphesiz son yirmi yılda sürekli
kaynaşan ve umut veren Latin Amerika'ya gözlerin
dikili olduğu bir süreçte, çok yerinden oynamaz,
oynarsa da dini faktörlerle oynar diye düşünülen
Arap dünyasının böyle bir sarsıntıyla patlaması
"biz zaten biliyorduk canım" ukalalıklarını
dışlarsak eğer, doğrusu şaşırtıcı olmuştur. Ama
zemine baktığımızda, derindeki yoksulluğa baktığımızda
aslında önceden de fark edilebilir bir tablo olduğu
söylenebilir; devrimciler fark edememişlerse biraz
"bakmamak"la ilgilidir, biraz da toplumsal
hareketin karmaşık yapısıyla ilgili bir sorundur.
Tek
tek ülkelerin durumları elbette farklıdır. Bahreyn'de
olduğu gibi mezhepsel çelişkilerden söz edilebilir,
Tunus'ta, Mısır'da belki işlerin içinde -abartıldığı
kadar değil ama- belli ölçülerde dini gruplar
da vardır; Libya ise özel olarak ele alınıp incelenmesi
gereken bir olgudur, vs. vs… Ama ne olursa olsun,
atlanmaması gereken şey, patlamaların kimi zaman
daha yüzeyinde, kimi zaman ise çok derinliklerinde,
bize çoktandır unutturulmak istenen "sınıf"
gerçeğinin olduğudur.
Yani
öncelikle ve her şeyden önce, kafayı "diktatörler"
ve "ceberrut devletler"le bozmuş olan
liberallerin (Havana da şöyle patlasa ne güzel
olur!) "baskıya karşı ayaklanma" tezi
kocaman bir palavradan ibarettir. Zihinlerini
Soros yapımı turuncu, mavi, beyaz, vs. "devrim"lerle
kirletmiş olan bu kesimin asla anlayamayacağı
ya da daha kötüsü kasten çarpıttığı bir durum
yaşanmaktadır bugün. Elbette, bu ülkelerin tümünde
de yirmi, otuz, kırk yılık despotik yönetimlerin
olması, şüphesiz patlayıcı enerjiyi sıkıştıran
ve şiddeti artıran bir durumdur; ama asıl sorun
yine de neoliberal vahşetin dünya çapında yarattığı
felaket tablosu ve bu tablo içinde bu ülkelerin
dibe itilmesiyle ilgilidir. Tunus'u tekstil sektörünün
ucuz köle pazarı yapan sistem yeni tarihsel sürecin
getirdiği bir felakettir; Mısır'daki derin yoksulluk
ve köleliğin vardığı boyut ise yıllardır bilinmektedir.
Hindistan'dan Fas'a kadar bütün bu coğrafya derin
uçurumlarla dilim dilim yarılmış bir coğrafyadır.
Yoksulları sürekli dibe iten, kronik açlığa mahkum
eden bu kapitalist vahşet, emperyalizmin düne
kadar pek sevdiği despotların yarattığı boğucu
atmosferle birlikte süreci tetiklemiştir ama sorunu
sadece "baskı-özgürlük isteği" gibi
ikilemlere sıkıştıran liberaller yine de haklı
değildir. Kırk yıllık "taş gibi" diktatörlerin
kullandığı harç bugün çatlamış ve tuğlaları bir
arada tutamaz hale gelmişse eğer, bu kitlelerin
"parlamenter demokrasiye" karşı duydukları
aşktan değil, düpedüz açlıktan kaynaklanan bir
durumdur.
Soyut
Faşizm-Soyut Özgürlük
Şüphesiz
palavracı liberallerin tutumu aslında bal gibi
ideolojiktir. Faşizmi sadece üniformaya bağlayan,
"baskı" denilen şeyin sınıfsal kökenini
ve sınıfsal hizmetini anlamazlıktan gelen bu kesim,
hem genel olarak faşizm ve devlet olgusunu, hem
de Mahir Çayan'ın kırk yıl sonra hala dimdik ayakta
duran faşizm çözümlemelerini bir nebze olsun anlamış
değildir. Salt tarihsel kökenlere ya da sosyal-psikolojik
nedenlere bağlanarak soyutlaştırılan bir "baskı
rejimi" kavramına takılan bu yaklaşımın sahipleri,
sınıflar, sınıf mücadeleleri gibi kavramların
hükümsüzlüğüne öylesine iman etmişlerdir ki, olaylara
baktıklarında görebildikleri (ya da daha doğrusu
bize göstermek istedikleri) tek şey, soyut bir
"özgürlük" isteğinden başkası değildir.
Soyut bir diktatör, soyut bir devlet ve soyut
bir "demokrasi" isteği… Ve tabii, son
zamanların modası olarak "ulus devletlerin
devri doldu" söylemi… Arada bir Facebook'tan
ayaklanın, sağda solda gösteri yapın ama asla
devrim gibi, iktidar gibi şeyleri aklınıza getirmeyin!
Asıl ideolojik dertleri budur! Öyle ki, bunun
için "zengin-fakir herkes diktatöre karşı
meydanda" gibi ahmakça yalanları rahatça
uydurabilmektedirler; sanki dünyanın herhangi
bir ülkesinde herhangi bir alanı dolduracak kadar
zengin varmış gibi! Öyle ki, bunun için "Twitter-Facebook"
efsaneleri uydurmaktadırlar, sanki internet öncesinde
kimse ayaklanmazmış gibi!
Tartışmasız
olan gerçek, alanlarda yoksulların, emekçilerin
olduğu ve bütün bu kaynaşmanın kökeninde emperyalist-kapitalist
vahşetin bulunduğudur. Alanlardaki insanların
politik şekillenişlerinden, onca yıllık soluk
aldırmaz despotizmine karşı kendilerini nasıl
ifade ettiklerinden bağımsız olarak gerçek budur
ve bilmeliyiz ki, bu gerçek -daha ne gördük ki-
önümüzdeki on yılların yakıcı gerçeği olacaktır.
Beklenti
ve Gerçeklik
Olup
bitenleri istihbarat örgütlerinin marifeti olarak
gören ve meydanlarda can veren insanları basit
piyonlar derekesine düşüren ahmak komplo teorisyenlerinin
ise üzerinde durmaya bile değmez. Bu, akıl almaz
bir ahmaklık ve toplumsal hareketin doğasından
bir şey anlamamaktır. Bu rejimlerin bazılarının
ABD tarafından sevilmiyor olması böyle bir yaklaşımın
kanıtı değildir. Kaldı ki, en somut olarak Mübarek
ve Bin Ali örneklerinde durum böyle de değildir.
Bahreyn Sultanı ile emperyalist dünya gül gibi
geçinip gitmekteyken ucu belirsiz bir Şii karışıklığına
ne gerek vardır? Yine bir başka örnek olarak zaten
ABD için "baş belası" olan Yemen'deki
Salih, Batı'nın tutunabileceği en son adam değil
midir? Yani bu despotların çoğu, ABD'nin doğrudan
hedef tahtasında olan kişilikler ve iktidarlar
değildir. Kuşkusuz ABD ve küresel emperyalist
güçler bütün sınırların dümdüz olduğu, sermayenin
yayılmasına pürüz teşkil eden sosyal-kültürel-ulusal
faktörlerin ayıklandığı bir dünyayı düşlerler,
bu onların ütopyasıdır her zaman; ama gerçeği
de bilirler. Bu anlamda IMF başkanı Strauss Kahn'ın
ayaklanmadan bir ay öne Tunus ekonomisini "örnek
bir gelişme gösteriyor" diye övmesi, bugünden
bakınca trajikomiktir ama mantıklıdır da.
Şüphesiz
olayların seyrinde emperyalist güçlerin manipülasyonu,
kontrol etme, hatta yönlendirme çabası vardır.
Şüphesiz olaylar başladıktan sonra, belki başlamadan
da önce Tahrir meydanında herhalde hatırı sayılır
miktarda CIA ajanı cirit atmış ve emperyalist
güçlere uygun, emperyalizmin-siyonizmin güvenliğini
riske atmayacak unsurları parlatarak kuvvetlendirmeye
çalışmıştır. Şüphesiz kitlelerin sertleşen tutumundan
"istemeyen sonuçlar"ın doğmaması için
işbirlikçi despotların "ikna edilmesi"
için uğraşılmıştır. Dahası neredeyse tamamı emperyalist
ülkelerde yetişmiş olan ordu kademelerinin bu
adamları "satması" için de çalışılmış
ve örneğin Mısır'da başarılmıştır. Obama'nın özel
temsilcisinin ilk günlerden beri Mısır'da cirit
attığı bilinmeyen şey değildir. Çünkü emperyalistler,
kendi engin deneyimleriyle bilirler ki, yoksulların,
emekçilerin kendi güçleriyle, kendi kaderlerine
el koyarak iktidar devirmeleri alışkanlık yaratır!
Sokağa çıkarak, barikatlar kurarak bir politik
durumu değiştirmek, (bu sadece yüzeysel bir değişiklik
olsa bile!) yoksulların damağında bir lezzet bırakır!
Birlikten güç doğuran sokak, ne kadar kontrol
edilmeye çalışılırsa çalışılsın bir enerji salgılar,
kendi bağrından bugün değilse de yarın daha ileri
unsurlar ve önderlikler yaratır. Devrimci hareketler
ve geleceğin öncüleri de buralardan doğarlar.
Bütün
bunları emperyalistler bilirler ve çeşitli ülkeler
üzerine "şu olursa ne olur, bu olursa ne
olur" diye senaryolar üreten memurlar çalıştırırlar.
Asla tek ata oynamamak temel prensipleridir! Bir
sürecin başından beri içinde değillerse eğer,
curcuna başladıktan sonra kitlelerle doğrudan
çatışmak yerine şöyle ya da böyle duruma hakim
olmak, hareketi sınırlayıp ufkunu daraltmak ve
durumdan en az zarar verecek bir tabloyla çıkmak
isterler ve çoğu kez de bunu başarırlar; çünkü
yine deneyleriyle bilirler ki meydanlarda kaç
milyon insan olursa olsun işin sonunda "en
hazır olanlar", "en homojen olanlar"
kazanır. "Ateş düşürücü" bir tedavinin
ardından insanlar evlerine çekilirlerken, kurulan
yeni düzen onların tam istedikleri bir şey olmaz
ama alanlar bir kez boşalırsa, yeniden doldurması
da artık zordur. Sonuçta, ABD emperyalizminin
bu sürece en başından beri çok hazır olduğunu
söylemek doğrusu abartılıdır; ancak biz biliriz
ki emperyalistler onca yıllık birikimlerinin de
yardımıyla yeni durumlara çok hızlı adapte olurlar,
iyi yada kötü hamleler yaparlar.
Soldaki
günlük sohbetlerde yer yer görülen "tamam
ama işte yine emperyalistlerin istediği adamlar
duruma hakim oluyor" yaklaşımı da bu anlamda
hareketin kendisini küçümsemeye yol açmaktadır.
Oysa, işçi sınıfının ve ezilenlerin tarihini birazcık
bilen herkes, yüzlerce yıldır yoksulların, emekçilerin
ayaklanıp alanları doldurduğu durumların neredeyse
yüzde 90'ında iktidarı başkalarına verdiklerini
bilir. Bu tarihte hiç yaşanmamış değildir yani!
1789 dahil olmak üzere özellikle 1848'den bu yana
onlarca büyük ayaklanmada hep sokakları dolduran
yoksullar, ezilenlerdir. Esasen dünya tarihinde
fiziki anlamda zenginlerin yaptığı bir devrim
de bunmamaktadır! Ama tarihsel olarak durum buna
uygun değilse ya da emekçiler duruma hakim olacak
kendi öz araçlarına, öncü yapılanmalara sahip
değillerse, sokaklarda ne kadar şiddetli dövüşürlerse
dövüşsünler, netice olarak kendi emeklerinin sonucunu
devşiremezler, devşirememişlerdir. Ekim Devrimi
bu yüzden Ekim Devrimi'dir işte. Sonradan gelen
devrimler de bu yüzden sözcüğün bizim alıştığımız
anlamıyla "devrim"dirler. Bolşeviklerin
beş-altı ay içinde gerçekleştirdikleri bütün o
politik-örgütsel ataklar olmasaydı, duruma el
koyabilecek noktaya varamamış olsalardı, büyük
Şubat devrimi Kerensky gibilerinin iktidarıyla
sonuçlanmayacak mıydı?
Yani,
emekçilerin sokaklara çıkıp, kan verip can verip
sonra da iktidarı başkalarına bıraktıkları örnekler
tarihte istisna değildir; dün olmuştur, yarın
da olacaktır. Bu durum, sözü geçen toplumsal hareketleri
-bunları nasıl adlandıracağımız sorunu bir yana-
küçümsememiz, postmodern komplo teorisyenlerinin
tuzağına düşmemiz için gerekçe olamaz. Ulusalcı
kaynaklardan beslenen "emperyalist parmak"
teorisi, bu anlamda felç edici bir zehirdir. Bütün
bu hareketler, halk ayaklanmalarıdır; emekçilerin
hareketidir, sözcüğün geniş anlamıyla halk devrimleridir.
Sular durulduğunda iktidarın kimde olacağı, olduğu
ayrı bir tartışmadır. Zaten sorun da tam oradadır.
Marksizmin "zayıf halka", "milli
kriz-devrim durumu" tanımlarına milimi milimine
cuk diye oturan bu ülkelerdeki durumun sonuç olarak
bizim istediğimiz anlamda sosyal devrimler yaratmamış
olması -ki şimdilik olaylar böyle seyretmektedir-
sadece bu ülkelerin değil dünya sosyalist hareketinin
en ciddi problemidir. Dünya sosyalist hareketinin
ve yerel devrimci hareketlerin olaylar üzerinde
etkin olabilecek kadar güce ve perspektife sahip
olmamasını liberaller zil takarak kutlayabilirler;
bizim içinse bu sorun üzerinde derin derin düşünülmesi
gereken bir sorundur.
Öte
yandan elbette unutulmaması gereken bir başka
gerçek de, "öncülük" gibi olguların
gökten zembille inmediği, böylesi büyük toplumsal
fırtınalar içinden doğarak şekillendiğidir. Tarih,
öncünün duruma hazır olduğu örnekleri zaten bize
pek nadiren sunar; kaldı ki bugünün tarihi bir
gerilemenin ve belki yeniden şekillenmenin tarihidir.
Dolayısıyla, bugünkü karmaşa, böyle bir şekillenişin
de tarihi arka planı, ön provası olarak görülmeli,
tohumların atılması olarak anlaşılmalıdır.
Öncülük
Tartışmasının Başka Boyutları
Aslında
derinlikli bir yerden bakılınca bugünkü hareketleri
küçümseme eğilimi ile öncülük fikrine saldırmak
için kanıt sayan postmodern neoliberaller arasındaki
tuhaf ortak nokta gözümüze çarpar. Her iki tarafın
da anlamadığı şey, Marksist-Leninist öncülük kavramının
temel unsurlarıdır.
Biri
zaten sosyalizmin yeminli düşmanıdır. Neoliberalizmin
sınıfı parçalayan yeni üretim düzeninin yarattığı
zeminde kafasından "sınıf", "sınıf
mücadelesi" gibi kavramları silip atmıştır.
Hele hele emekçi sınıfların iktidara el koyması
gibi durumlar tümüyle onların defterinden silinmiştir.
Daha ilk yorumlarında söze "Ortadoğu'nun
lidersiz isyanları, Latin Amerika'nın daha önce
başardığı gibi, özgürlük hareketlerine ilham olabilir"
diye başlayan Michael Hardt & Antonio Negri
ikilisinin sözünü ettiği şey tam da budur. "İsyanların
organizasyonu, Seattle'dan Buenos Aires'e, Cenevre'de
Kamboçya'da ve Bolivya'da, dünyanın diğer bölgelerinde
on yıldan uzun bir süredir göre geldiğimiz tek
bir lideri ve merkezi olmayan yatay ağı (network)
andırmakta. Geleneksel muhalefet toplulukları
bu ağa katılabilirler fakat onu yönlendiremezler"
diye bilgiçlik satan bu ikili üzüntü duyulacak
bir duruma övgü düzmeyi marifet saymaktadırlar.
Bu onlar için doğaldır; çünkü tam da şöyle düşünmektedirler:
"Bir liderin başa geçirilmesi veya geleneksel
bir örgüt tarafından yönetilmesi kitlelerin bu
kendi kendini örgütleme kabiliyetine zarar verecektir."
Tabii
ki, Hardt-Negri ikilisi eninde sonunda bu isyanların
amaçlarının bir düzene sokulmasının gerektiğini
kabul ediyorlar. "Arap gençlerinin isyanının,
yalnızca güçler ayrılığını ve düzenli seçimleri
garanti altına alacak geleneksel bir liberal anayasayı
hedeflemediği çok açık" diyorlar ve bundan
çok eminler. Onlara göre Arap gençlerinin istediği
şey, demokrasidir ve bu demokrasi de "ilk
olarak, hükümetlerin ve iktisadi elitlerin ayartmalarına
tabi, tipik hakim medya formlarının dışında, network
ilişkilerinin ortak deneyimleri tarafından temsil
edilecek bir ifade özgürlüğünün anayasal olarak
tanınmasını içermektedir."
İşte
bu kadar! Bir zamanlar ortalığı kasıp kavuran
ikilinin liberalizminin gelip dayandığı nokta
bu kadar sefil bir noktadır: İnternet anayasal
güvenceye kavuşturulsun! Gerçek kişilerle, gerçek
ilişkiler kurmak yerine klavye başında sabahlayan
bugünün yapayalnız insanına ne kadar da uygun
bir teori! Parti, örgüt, vb… gibi kavramlar da
doğal olarak üzerinde "geleneksel muhalefet"
yazan çöp tenekesine gidiyor!
Ama
öte yandan, olup biten her şeyi, "devrimci
öncülük yok ki" cümlesiyle yok sayıp oradan
da zorunlu olarak "emperyalist parmak"
teorilerine yelken açan umutsuzlar da aslında
Hardt-Negri ile mevcut durumu değişmez olarak
kabullenme noktasında birleşmektedir. "Devrimci
öncülük yok ki" cümlesini kişi ne kadar sık
tekrarlarsa sokaklarda yürüyen insanları o kadar
çok küçümsemekte, alanlara baktığında şekilsiz
Müslüman toplulukları görerek ürküntüye kapılmakta,
her gördüğü sakallı fotoğrafından sonra oturup
"acaba bir oyunun parçası mı oluyorum"
diye kendine sormaktadır. Sonuçta onun da anlamadığı
şey, Rodin'in "heykel nerede" sorusuna
verdiği yanıttır; Rodin, mermer kütlesini gösterir
ve "orada" der, "mermerin içinde!"
Yeniden
ve yeniden tekrarlamak gerekiyor, bir baştan bir
başa Arap dünyasında esen rüzgar, emekçilerin
ve yoksulların rüzgarıdır. Evet, dünyanın her
yerinde emperyalist kapitalist güçler, beğenmedikleri
ya da az beğendikleri rejimleri sallamak için
bin türlü dolap çevirebilirler; ama onlar emekçi
kitlelerin sokakta deneyim kazandığı durumları
istemezler ve hoşlanmazlar. Bunu tartışmak bile
abestir. Dolayısıyla, bu rüzgarın bugün, şu anda
nereye varacağı sorunundan daha önemli olan şey,
bir bütün olarak dünya devrimci hareketinin bu
birikimden nasıl yararlanacağı, bu birikimi nasıl
daha üst bir düzeye taşıyacağıdır. Daha önce de
söylediğimiz gibi bugün yaşadıklarımız, yeni yüzyılımızın
tarihsel iz bırakacak olaylarıdır ve olup bitenlere
de böyle bir tarihsel derinlikten bakmak gereklidir.
Devrim
Kavramı Üzerine Birkaç Söz
Yukarıda
bilinçli olarak kullandığımız "sözcüğün geniş
anlamıyla devrim" kavramı ise soldaki bir
başka tartışmaya ilişkin bir bakış açısıdır. Bu
konuda gerçekten kafa karıştırıcı bir tablo olduğu
söylenebilir. Her devrimci, doğal olarak Taraf'tan
Yeni Şafak'a ve Hürriyet'e kadar her yanda kocaman
kocaman "devrim" laflarını gördüğünde
kendini rahatsız hissetmekte, ayırt edici nirengi
noktalarına ihtiyaç duymaktadır.
Aslında
bir açıdan bakıldığında durum çok da karışık değildir.
Her
şeyden önce biliriz ki, sosyalist harekette "devrim"
kavramı, özellikle günlük hayatta birkaç değişik
kategoride ve anlamda kullanılır.
Bunlardan
birincisi, süreç adlandırmasıdır. Yani biz, örneğin
bir yazıda "Filistin Devrimi"nden söz
edersek, bu, Filistin'de bir devrim gerçekleştiği
anlamına gelmez; biz yalnızca Filistin'deki devrimci
süreci kastediyoruzdur. Aynen zaman zaman "Türkiye
Devrimi" dediğimiz gibi.
Daha
somut olarak ise Mahir Çayan'da ifadesini bulan
politik devrim - sosyal devrim kavramlarıdır.
Çok çok kabaca söylendiğinde, kitlelerin inisiyatifiyle
politik yönetimin devrilmesi hali, yerine ne geçtiğinden
ve nasıl bir sosyal düzen kurulduğundan bağımsız
olarak, politik olarak bir devrimdir. Burada ölçüt,
olup bitenlerin şiddeti, silah kullanılıp kullanılmaması,
ne kadar insanın öldüğü gibi ayrıntılardan çok,
politik değişikliğin kitlelerin şiddeti ve iradesiyle
yapılmış olmasıdır. Yani bu "seçim"
değildir, bir yasal değişikliğin kabul ettirilmesi,
çalışma saatlerinin azaltılması, vb. değildir.
Bu, mevcut politik yönetimin zora dayanan (zorun
şiddetini değil kitleler tarafından uygulanmasını
kastediyoruz) bir basınçla köklü bir biçimde alaşağı
edilmesidir. Bu anlamda örneğin İran Şahı'nın
devrilmesi, yerine sonradan Humeyni geçmiş de
olsa, devrim diye adlandırılır ve bu çok yanlış
değildir.
Sosyal
devrim dediğimizde ise, sözünü ettiğimiz şey,
üretim ve bölüşüm ilişkilerinin temelden değiştirildiği
bir durumdur.
Proletarya
devrimi ya da onun çeşitli tarihsel dönemeçlerdeki
değişik biçimlenişleri ise, politik ve sosyal
devrimi birlikte içerir; ve pratik olarak devrimci
terminolojide bu "devrim" kavramıyla
ifade edilir. Yani, bir devrimci sosyalist, herhangi
bir yerde "devrim"den söz ediyorsa,
kastettiği şey, bildiğimiz proletarya devrimidir.
Ama
hayat kimi zaman bizim teorik cephaneliğimizdeki
kavramlardan daha zengindir. Önümüze somut bir
durum çıktığımızda, onu adlandırmak için derin
derin kütüphane çalışmaları yapmamız gerekmez.
Bizim devrim diye adlandırdığımız bütünlüklü durumun
dışındaki bir durumu, kendi kavramsal çerçevemizin
saflığını bozmaksızın da adlandırabiliriz. Bu
anlamda sözcüğün en geniş anlamıyla kitlelerin
politik iktidarı değiştirdiği bir durumu "devrim"
diye adlandırabileceğimiz gibi, ayaklanma, isyan
gibi başka kavramları da kullanmamız mümkündür.
Esasen
önemli olan bu tartışmanın kendisi de değildir.
Devrimciler, TV yorumcuları değillerdir. Onlar,
bir duruma bakıp onun adını koymak gibi yüzeysel
işlerden çok, o durumu dert edinmek, onun neye
işaret ettiğini, dağarcığımıza hangi deneyim ve
bilgileri kattığını düşünmek, dahası bu gelişmelerin
nasıl gerçek bir devrimci dalgaya dönüştürülebileceğine
kafa yormakla görevlidirler. Bugün yaşanan halk
hareketleri, yerel ve uluslar arası devrimci güçlerin
durumunu da ortaya koyan deneyimler olmuştur ve
asıl sorun bu deneyimlerden de hareketle yeni
bir devrimci sosyalist hareketin nasıl inşa edileceğidir.
Ara
sonuç…
Sonuç
olarak toparlarsak, son haftalarda yaşanan ayaklanmaların
temel niteliği, despotik yönetimler tarafından
da tetiklenen sınıfsal zeminlerden kaynaklanmaktadır.
90'lardan sonra yeni tarihsel süreçte küresel
soygun düzeni tarafından yaratılan korkunç yoksulluk
uçurumu, henüz ilk sonuçlarını vermiştir ve önümüzdeki
süreçte daha büyük patlamalar beklenmelidir. Bütün
bu gelişmelerin bir devrimci dalgaya dönüşerek
yeni bin yılın çehresini belirlemesi ise büyük
ölçüde devrimi güçlerin kendi perspektiflerini
ve güçlerini yenilemesine bağlı olacaktır.
Bir
parantez olarak Libya
Aslında parantez sadece Libya'yı
değil, daha geniş anlamda reel sosyalizmin
günahlarını içeren bütün coğrafyayı kaplıyor.
Bu anlamda, Tunus, Cezayir, Mısır ve Libya,
hatta Yemen, Somali gibi ülkeler benzeri
kategoriler içindeler.
Reel sosyalizm cephesinde aslında
1930'lardan itibaren başlayan ama esas rotasını
1960'larda bulan dünya devriminden vazgeçme
eğilimi; "barış içinde bir arada yaşama",
"barış içinde yarış" gibi tezlerle
kendi ortaya koyduğunda bu kavramların hepsi
tabu gibiydi. Komünizme doğru ilerlemek
için dünya devrimci hareketini desteklemek
yerine, enternasyonalizmi bir diplomatik
kalıba indirgeyerek "barışçıl geçiş"
incilerini döktüren SBKP yönetimi, bir adım
ileri giderek "kapitalist olmayan yoldan
sosyalizme geçiş" teorisine ulaşmış
ve dört başı mamur bir revizyonist teoriyi
ortaya koymuştu.
Esasen istisnalara ilişkin
bir teori olan "kapitalist olmayan
yol" tezi, yeni değildi. İstisna dediğimiz
durum da emperyalist gücün iyiden iyiye
darbelendiği, kolunun kanadının kırıldığı
koşullarda, bazı çok küçük ülkelerde sosyalist
ülkelerin yardımıyla sıçramalar yaratılmasıydı.
Ancak SBKP yönetimi bu çok çok istisnai
durumu giderek temel politika haline getirdi
ve oradan bugüne dek geldik. En berbat örnek
giderek bataklığa dönüşen Afganistan'dı.
Ülkedeki asker sivil bürokratlara dayanan,
Afganistan'ın özgün yapısından ötürü -emperyalist
çabaların da etkisiyle- emekçilere dayanmayan,
kök salamayan Afgan yönetimi zora düştüğünde
ise doğrudan Sovyet müdahalesi gündeme geldi.
Sonuç sadece berbat değil, kirliydi de.
İdeolojik-politik bir ordu, yani halk ordusu
olmaktan çıkarak yozlaşan Kızılordu, tam
bir batağın içine girdi ve giderek kendisi
de kirlendi.
Kuzey Afrika'daki macera ise
başka bir yoldan gelişti. İlk bakışta Mısır'daki
Cemal Abdülnasır yönetimi, tam da formüle
uygun gibiydi. İlerici dönüşümler yapma
eğilimindeki Mısır'a Sovyet uzmanları ve
ekonomik imkanları yığıldı. Ülkenin en büyük
barajları ve tesisleri Sovyetler Birliği
tarafından yapıldı. Ama sonuç değişmedi.
Bu yoldan sosyalizme doğru ilerleyeceği
varsayılan Mısır, özellikle Nasır'ın ölümünden
sonra gitgide emperyalist dünyaya doğru
kaydı.
Aynı süreçte, sosyalist blokla
emperyalist blok arasında bir yerde duran,
sosyalist olmamakla birlikte ABD emperyalizmiyle
arasına bir mesafe koyan Tunus, Cezayir,
Libya gibi ülkeler ise çeşitli arayışlar
içindeydiler. "Arap sosyalizmi",
"yeşil sosyalizm" gibi kavramların
yanında çeşitli ülkelerdeki BAAS partileri
de bu dönemde ortaya çıktılar. Mısır'ın
asıl adının Birleşik Arap Cumhuriyeti olması
rastlantı değildi; bunların tümü belli düşlerin
de eseriydi.
Aynı dönem, "Bağlantısızlar"
ya da "Üçüncü Dünya Ülkeleri"
olarak anılan örgütlenmenin doğuşu da yine
rastlantı değildi. Dönemin dünya güçler
dengesi böyle "ara" yapılanmalara
izin veriyordu çünkü. Dahası, bütün yeni
sömürgelerde patlayan halk savaşları ve
ulusal kurtuluş savaşları da bu yapıların
yaşamasına olanak sağlıyor, onları daha
sola doğru zorluyordu. Bu süreçte Filistin
başta olmak üzere birçok devrimci hareketin
bu ülkeleri lojistik alanı gibi değerlendirmesi
bu ülkelerin halklarını da sola karşı sıcak
hale getiriyordu.
Ancak giderek yozlaşan reel
sosyalizmin 1990'lardaki çöküşü, aslında
bu ülkelerde çok öncesinden başlamış olan
çürümeyi derinleştirdi ve nihayet sosyalist
blok fiilen ortadan kalktığında tabiri caizse
çırılçıplak ortada kaldılar. Böylece daha
önceden başlayan çürüme gelişti ve bu ülkeler
de şöyle ya da böyle küresel soygun düzeninin
parçaları haline geldiler; bu arada geçmişte
takındıkları politik tutumlar da tarihe
karıştı. Bu kez ortaya çıkan durum trajikti:
Yöneticiler eski yöneticilerdi yine ama
düzen yeniydi. Tunus giderek tekstilin ucuz
köle pazarı olurken Cezayir, Libya sistemin
parçası oluyorlar, Mısır ise daha da ileri
giderek Siyonizmle de kucak kucağa oturuyordu.
Petrolün de ortadan kaldıramadığı yoksulluk
ile yirmi yıllık, kırk yıllık yönetimlerin
baskıcı düzeni bu noktada buluştu. Geçmişte
karizmatik liderlerin ABD karşıtı çıkışlarıyla
motive olan kitleler de artık başka bir
noktaya sürüklendi. Libya bu konudaki en
uç örnekti. Bu yazının yazıldığı günlerde
NATO ve ABD'nin müdahale lafını etmeye başlaması
da bu bakımdan şaşırtıcı değil. Bu anlamda
Libya'nın doğusunda etkin olan Libya Ulusal
Kurtuluş Cephesi'nin (National Front for
the Salvation of Libya) CIA ile ilişkilerinin
olması da aynı şekilde şaşırtıcı değil.
Emperyalist dünya, bazı ülkelerdeki isyanları
kontrol altına alıp sınırlamakla uğraşırken,
bu kargaşa sırasında Libya'daki bir pürüzü
de ortadan kaldırmak niyetindedir ve bunu
da hiç gizlemiyorlar. Libya'da gösteri ve
yürüyüşlerden çok doğrudan silahlı aşiret
güçlerinin sokaklara hakim olması, ayrıca
dikkat çekici bir durumdur.
2011'e gelindiğinde ortaya
çıkan tablo, bu bakımdan sıradan bir liberal
için basit olabilir; o, çığlık çığlığa ayağa
kalkıp "deli diktatörün sonu"
diye haykırabilir. Sosyalistler için ise
aynı tablo trajik ve hüzün vericidir. Hüzün
vericidir, çünkü bu olay aynı zamanda revizyonist
tezlerin, dünya devrimini bir kenara koymanın
ne kadar ağır bedelleri olduğunu göstermektedir.
Son zamanlarda olanların tarihsel plandaki
bir başka acı dersi de budur.
|
|